30 Temmuz 2009 Perşembe

Füruzan: Türk Hikayesinin Tapu Senedi, Mühür, 2009, sayı 26

Füruzan: Türk Hikayesinin Tapu Senedi
F
Aziz Augustinus İtiraflar’ın onuncu kitabında hafıza yetisini ele alır. Augustinus için “memoria”, şehitlerin mezarları veya genel olarak mezarlar, kutsal emanetler ve onların saklandığı mahfazalar, anma törenleri anlamına geliyordu. Augustinus döneminde henüz edebiyat icat edilmemişti. (Bu satırları yazarken birden aklıma çeviri bir türkçe ile yazan Yunus Emre’nin, mezar taşları için “hece taşları” dediğini hatırlayıverdim.)
Bir medeniyetten öbürüne geçerken, yahut düpedüz yaşarken kaybolan şeylerin yanı başında zamana hükmeden gerçek saltanatlar da vardır diyen Tanpınar’a göre “İstanbul’da ta fetih günlerinden beri başlayan bir mimari nesillerle beraber yaşıyor. Asıl Türk İstanbul’u bu mimaride aramalıdır”. İstanbul’un hemen hemen her yerinde, çoğu surların etrafında olmak üzere, fetih şehitlerinin mezarları vardır. Bu taş mezarlar “Türk İstanbul’un tapu senetleri” olmasının yanı sıra, Koca Sinan’ın taş-yapıtlarından önce gerçekleştirilen ilk mimari baş-yapıtlardı. –Kağıttan, kitaptan mezar taşları da vardır, Füruzan’ın öykü kitapları (“hece taşları”!) gibi.
Ü
Ece Ayhan’ın “hikayeye saygınlık kazandırdın” diyeceği Füruzan, ilk kitabı Parasız Yatılı üzerine yapılan konuşmada değindiği üzre “büyük bir kalabalığı en sade görünüşüyle, hep yalnız bırakılmış olan halkımızı yani işçi-köylü ve ara tabakaları” (52) anlattı. Köylü çokluktan işçi çokluğa geçilen dönemde (1948-1960) bir çokluğun yazarı olarak söz alan Orhan Kemal’in “kahramanları olan kızlardan biri yazmaya başladı.”
R
Osmanlı elitlerinin dilindeki: “reaya fukarası” yerini cumhuri yoksulluğa bırakıp neo gayrimüslim kontenjandan burjuvaların türeyeceği tabaadan vatandaşa geçiş süreci, Thompson’un İngiliz İşçi Sınınfının Oluşumu’nda “Sanayi devrimi diye adlandırılan dönemde, köyler boşaltılmıştı. İnsanlar yollarda ölüyorlardı. İngiltere'de ticari genişleme, araziyi çitleme hareketi, Sanayi Devrimi'nin ilk yılları hep darağacının gölgesinde meydana gelmişti. İdamların büyük çoğunluğu mala karşı işlenen suçlardı. Yoksulllar ülkede haklarını kaybetmişlerdi ve sefaletleri, yetersiz koruma önlemleri yüzünden suça itiliyorlardı. Küçük esnaf yada ustalar, borç nedeniyle hapse düşmek korkusuyla gayrimeşru işlere ve sahtekarlığa itiliyordu” yazdığı denli sancılı, demonik değildi, ki bu Türkiye’nin üstün yanıydı.. Hayat Bilgisi dersi zayıf Şerif Mardin’in diyelediği kötülükten, daemon’dan nasibini almadığı için Türk edebiyatı “fakir”di. Çıka çıka ya Orhan Kemal çıkıyordu, ya Yaşar Kemal, “fakir Türk edebiyatı”ndan şimdi de Füruzan çıkmak üzereydi. Ne de olsa Parasız Yatılı’nın bir öyküsünde “nisan mevsimlerin nişanlanmasıdır”, “ayların en zalimi” hala değil.
U
“Halk plajlara akın etti, vatandaş denize giremedi”, öldüğünde terekesinde 630 tapu senedi bulunduğu söylenen o İstanbul valisinin bu sözü ile Benim Sinemalarım’daki yoksul genç kızların kiralık mayolarla plaj kabinlerinde işlemden geçtikten sonra denize girmeye hak kazanması aynı tarihsel dilimin içine sıkışıyordu.
Z
Ziya Osman Saba’nın bir hikayesinde “şu göğe, şu kubbelere baksanıza; İstanbul’dasınız, çoluğunuzun çocuğunuzun yanında, hiç kimseniz bile yoksa, ölmüşlerinizin yakınındasınız”ı değiştirerek “şu Parasız Yatılı’ya, Kuşatma’ya, Benim Sinemalarım’a baksanıza..” Türk etnosunun hikayesi: birinci ‘mezar taşı’ (1935-1945) M. Ş. Esendal, ikincisi (1945-1955) Sait Faik, üçüncüsü (1955-1965) Orhan Kemal ve nihayet (1965-1975) Füruzan’da durup duru.
A
Bir hatırlatma: Marks’tan biliyoruz, insan sadece bir cemiyetin (geselschaft) bir üyesi değil, aynı zamanda etnosun (gemeinweser) da üyesidir. Gumilev’in belirttiği üzre, homo sapiens türünün ilk tabii varoluş şekli etnostur. Etnoslar arasında farklar ise ırk, dil, din ve şekil itibariyle değil, insanın çevreye en iyi şekilde fiili uyum sağlaması olarak açıklayabileceğimiz davranış kalıpları itibariyledir. Devam -
“Anneciğim güzel bir sakız reçeli yapardı” diyen Füruzan sakız reçelinin edebiyatta anlatılmamasına hayıflanır, oysa “ülkemize ait incelmiş tadlar bunlar”. “İnsanın tat alma duygusu hayatı için belirleyicidir. Marcel Proust’un büyük başarısının bir nedeni de buradan gelir” diyen Füruzan Proust için “Fransız hayatının, kültürünün çok canlı yansımalarıdır” (s. 210-211) derken, ben Füruzan için ne diyeceğim? Füruzan Türk kültürünün, Türk hayatının yansımasıdır dersem siyasi ve tarihi donanımının biraz vasat olduğunu sandığım Füruzan incinir mi, ürker mı?
N
1969-1972 yıllarında yazdığı ve yayınladığı hikayeleriyle Türk edebiyatını yükselten, Türk hikayesinin tapu senedi, yaşayan mezar taşı Füruzan, “Füruzan Diye Bir Öykü”yü okurken, yaklaşık 1974’ten başlayarak günümüze azın azın geldiğinde, edebiyat çevreleriyle düşüp kalkan, “ah, sanat ne güzel” yollu bir edebiyat kokonası izlenimi vermektedir –Kasımpaşa’yı yaza yaza silerken, neo gayrimüslim kontenjandan burjuvaya döndü: yazar oldu..

Kimilerinin yer yer türkçe hatasından söz etmesine karşın ‘yürek hatası’na düşmeyen, Türk öykücülüğünün başyapıtlarından Füruzan’ın o nefis öyküleri, “kitap tanıtım yazısı” sığlığından daha kapsamlı bir incelemeyi hak ediyor.

İlyaz Bingül

Küskün Osman ile Uyuz Köpek ve Suskun Türkçe, Kitap-lık, 2009, sayı 129

Küskün Osman ile Uyuz Köpek ve Suskun Türkçe

Osman’ın, üstüne geçirebileceği bir hikayesi yoktu. Köyden getirdiği bir düzine türkü, setre, gömlek, bir çift papuç, şapkası ve bir denk yorgandan gayrı kimi kimsesi yoktu.
Bir yazarın kağıtlarla konuşması gibi gün yoldaşı köpeğiyle konuşuyordu. Dilsiz kağıtlar bir gözle karşılaşır karşılaşmaz nasıl dile gelirse Osman’ın göz ışığı köpeğin gözlerine değmeye görsün kuyruğuyla, kulağıyla, patisiyle köpek dile geliyordu da, Osman bu koca şehirde derdini dile dökeceği bir çift göz bulamıyordu. Kaç zamandır kimsenin gözlerine bakmaz olmuştu. Kendi kendinin, kendi gözünün, kendi sözünün yabancısı olmuştu. İçine kötülük birikmiyordu, günden güne suskunlaştı yalnızca. Fırın önlerinden, kalabalık caddelerden, çocuklu annelerin yanlarından geçerken dahi “çekirdek...”, “çukulataa...”, “tıraş sabunu.”, “yeni hayaat”, “bisküvii...", "yok mu istiyen” diye seslenmiyordu. Boynuna asılı tablası, arkasına takılan köpeğiyle yürüyor, yürüyor, ayaklarında derman kalmayıncaya, deniz kıyısında bir ağaç sessizliği buluncaya dek yürüyordu. İçinde bir suskunluk büyüyor, sözleri ufalıyordu. Günlerce konuşmadığı olurdu Osman’ın. Günden güne türkçeye ihtiyaç duymaz oldu. Topu topu bir iki sözcük, olmasa da olurdu. Aç biilaç, işsiz, azıksız kaldığı gecelerde adını yedi Osman. Kaç aydır “Osman” diye seslenilmediğine göre adına da ihtiyacı yoktu. Arasıra bir iki türkü mırıldanır, kah neşelenir, kah durulurdu. Aklından neler geçerdi? Neleri hatırlardı Osman? Anacığını? Belki. Omuzlarına ağırlık çökerdi. Ayaklarını hızlandırırdı kaçarcasına. Köpek de onunla birlikte hızlanır, yavaşlar, toprağa sünerdi.
Gülhane Parkı’nda geceliyordu. –Köpeğine bir kulübe yapsa mıydı?
İçini kaplayan sıkıntıyı dağıtmak için kimi geceler Sirkeci’ye yürür, otel ışıklarına, açılıp kapanan kapılardan içeri giren çıkan kadınlara, erkeklere anlamsız anlamsız bakar, gece köftecilerinin saldığı kokuları, dumanı genzine çeker, eğleşirdi. O gecelerden birinde demiryoluna inmiş, sırt üstü çimlere uzanmıştı. Aklından neler geçiyordu? Derken kendisine birinin baktığını sezdi, başını kaldırıp çevresine bakındı. Gecenin içinden bir çift göz ışıldıyordu. Sol dirseğinin üzerine abanıp kaykıldı. Baktı. “Kuçukuçu!” diye seslendi. O güne dek işitmediği tatlı sözlerin anlamını sezmeye çalışan köpek kulaklarını sarkattı, başını yana eğdi, yaklaştı. Yaklaştı. Osman doğruldu. Kollarını açtı. Köpek yanaştı. İki can birbirini ısıttı. İki bedbaht böyle tanıştı. Osman’ın gözünden iki damla gözyaşı aktı. Köpek Osman’ın yanağını yaladı. O güne dek “hoşt!”lara alışmış, “kuçukuçu”yu ilk kez duyan köpek ile bilinmez bir kabahat işleyip gurbete düştüğünde bu köpek gibi İstanbul sokaklarında sürte sürte neşesi solmuş Osman dost oldular, gün yoldaşı oldular.
Bu köpek de nasıl olmuşsa yurdundan kopup bu yaban ellere göçmüş, o da sıla özlemi çekiyor, buraların suyuna, havasına ısınamıyordu. Bu yüzden böyle yılgın, kamburu çıkık, kuyruğu bacaklarının arasında, her şeyi garipsiyordu. O gece kuşların bir başka cıvıldadığını işitti Osman. O gece bir başka havladı köpek. Osman ve köpek Gülhane Parkı’nda koştu, dile kavuştu. Yıldızlar göz olup sustu. Ağaçlar, otlar konuştu. Osman konuştu köpek konuştu hayat konuştu. Sirkeci’de otel odaları konuştu. Unkapanı’nda hanlar, Beyoğlu’nda kapanan meyhane kapıları konuştu. Sabah ezanında müezzin konuştu. Türkçenin ağzı bağlı, hep susuyordu.
İki dert ortağını zaman gitgide birbirine benzetmişti. Ama türkçe değişiyor, her ikisinden de kopuyor, erguvanlar şehrine öykünüyordu.

İlyaz Bingül

Osmanlı’da Toplumsal Hayat Mekanları: Bozahane

Osmanlı’da Toplumsal Hayat Mekanları: Bozahane, Toplumsal Tarih, 2009, sayı 188

Osmanlı’da Toplumsal Hayat Mekanları: Bozahane

Türkiye’de genellikle darıdan yapılan bozada, biradan farklı olarak içinde şerbetçi otu (ömür otu) bulunmaz. Farsça “buze” sözcüğünden gelen boza, yani buğday, arpa gibi şeylerden yapılan içkinin adı Divanü Lugat-İt-Türk’te “bekni”dir ( DLT, 1985; s.434).
3-4 dereceye varan alkol içermesine rağmen, bozanın Osmanlı toplumunda Müslümanlara satışı serbesttir. Ancak bozaya Fatih döneminden sonra saray muhasebelerinde rastlanmaz (Yerasimos, 2002; 27). Bir halk içeceği olarak varlığını sürdüregelir boza. Türklerin bu eski içeceği Osmanlı kayıtlarına da girer, bu kayıtlardan 15. yüzyılda Amasya ve Bursa’da, 16. yüzyılda Mardin’de boza imalathaneleri kurulduğunu öğreniyoruz. “Bozahanelerin mukataaya verilmesi bunların hassaya aidiyetlerini gösterir. Yani devlet, bozayı bizzat imal edecek kadar bu nesneye önem vermiş demektir. Bu önem, bir gelir kaynağı olması bakımından da mütalaa edilebilir” diyor Burhan Oğuz. İstanbul meyhanelerinin kaldırılmasına dair 1567 tarihli bir fermanda “Tatar bozası” da müskir (sarhoşluk veren) içeceklerden sayılır, “Tatar bozası”, alkolü yüksek, sarhoşluk verici bozalardan olmalı ki, “fiskı fücur”a neden oluyordu:
İstanbul ve Galata Kadısına hüküm ki, bundan akdem nice defa ahkam-ı şerife gönderilub İstanbul ve Galata’da vaki olan eğer meyhane ve kahvehane ve eğer Tatar bozası işlenen mahallerdir külliyen ref’ olunmak ferman olunmuş idi. Haliyen üslub-u sabık üzre kemakan meyhaneler ve kahvehaneler işleyüb ve Tatar bozası satılub fisk u fücur olduğu istima’ olundu. Fi 26 Zilkade 975 (1567) ( Altınay, 1987; 207).
Bu dönemde iki türlü boza vardı; yasaklananı, fazla miktarda içildiğinde sarhoş edecek ölçüde alkolü olan ekşi bozaydı. Aynı yıllarda tutulan Ankara’nın 1 Numaralı Şer’iye Sicili’nden ayyaşların alkol ihtiyaçlarını boza ile giderdiklerini ve içki yasağının ardından birkaç ay içinde Ankara’daki bozahanelerin birer meyhane haline geldiklerini anlıyoruz (Oğuz, 1976; 733-4). 16. yüzyılın sonlarında, meyhaneye benzer kullanımı olduğunu gördüğümüz bozacı dükkanlarında oturan, vakit geçiren insanlara rastlıyoruz. Bunlardan biri de “bu kadar alüfte ve aşüfteler ile meyhane, bozahane ve kahvehane dolaştık” diyen Evliya Çelebi’dir. Çelebi’nin bildiği üzre tatlı bozacılar herkesçe meşhurdur; beyaz üstü kaymaklı bozalardan içen hayat bulur (Katip Çelebi, 2006; 658).
Buralarda meşru görülen “tatlı boza”nın yanı sıra içilmesi ve satılması fetvalarda yasaklanan, biraya yakın bir içecek olan acı bozanın da satıldığını görüyoruz. Dahası, aralarında kasabanın güvenliğinden sorumlu olan subaşının oğlunun da bulunduğu müşterilerilerinin istemesi üzerine bozacıların gizlice şarap sattıkları anlaşılmaktadır. Edremit Şer’iyye Sicilleri’nde 12 Kasım 1579 tarihli belgeden öğrendiğimize göre Edremitli Bozacı Hasan, boza adı altında gizlice sarap satıyormuş; üstelik Ramazan ayında bile bu tutumundan vazgeçmiyormuş (Yılmaz, 2005; 46-47). Özellikle gençlerin (bekar taifesi) biraraya gelip satranç, tavla oynadığı, kebap yediği bozahanelerin kiminde gizlice afyon da içildiği için padihşahların emriyle kapatıldığını görüyoruz. Padişahın emrine rağmen bu bozahanelere göz yuman kadılar azledilirdi (Üçel-Aybet, 2003; 150).
Kahvehaneler açılmadan önce halk nerelerde toplanıp vakit öldürerek yorgunluk atıyor, “bazı mükeyyifat alarak gergin sinirlerini gevşetiyordu” diye soruyor ve yanıtlıyor Rifat Osman: “Edirne’de yaptığımız tetkiklere ve öğrenebildiğimiz malumata göre kahvehanelerin tertiplerinden evvel müslimlerin meyhanelere gitmeleri şiddetle memnu olup (...) bozahanelere giderlermiş” (Rifat Osman, 1931; 242).
Bozahaneler yalnızca İstanbul’da değil, Edirne’de de oldukça yaygındı. Avcı Sultan Mehmet döneminin en kalabalık ve zengin günlerini yaşayan Edirne’de bozahanelere “köfteci” veya “köftehor” denildiğini, bu sözcüklerin o dönemin Edirne argosuna ait olduğunu söyleyen Rifat Osman bozahaneler hakkında şöyle der: “Bozahaneler, daima gayrı müslimlerin idare ettikleri bu dükkanlar 2 kısımdan ibaret olup ön taraflarında uzun mangallarda etler, köfteler pişirilerek satılır; ve her mevsimde adi boza bulunur; arka taraflarında ise şarap ve (Arnavut bozası) denilen –sofıların tahrim ettikleri- boza ile ihzar edilen bir müsekkir içki satılırdı” (Rifat Osman, 1931; 235-236).
Eski İstanbul’da, boza satılan ve içilen yer anlamındaki “bozahane” çoğu zaman “meyhane” ile eş yada yakın anlamlı kullanılmış, algılanmıştır. 16. yüzyılda içilmesi fetva ile yasaklandığı gibi, bozahaneye gitmek meyhaneye gitmekle bir tutulmuştu. Bozahanenin meyhaneye yakınlığı atasözlerine de yansımıştı: Uygunsuz bir iş yapan kişinin, haklılığını kanıtlamak için kendine benzer birini tanık göstermesi anlamında “meyhaneciden şahit istemişler bozacıyı (mezeciyi) göstermiş” sözü bugüne dek kullanılagelmiştir. Bozahane meyhanenin ayrılmaz bir parçası olarak kendine yer açıyor.
Osmanlı kibarının bozaya pek de iltifat etmediğini, bu içkinin “ayak takımı”ndan kişilerin içeceği olduğunu yazar Gelibolulu Mustafa Ali: “Bozahaneler vardır ki buralara devam edenler ve oralardan çıkmayanlar ya Tatarlar, ya da halkın aşağılık tabakasından aynı murdarlar olan kimselerdir. Değmede zariflerden kimse o kötü yerlere tenezzül etmez. (...) Çünkü aşağılıkların toplandıkları yerlere rağbet yine halkın aşağı tabakasının oturduğu yerlerde oturup onlarla görüşmek halkın iğrenç aşağılıklarında görülen ve kişiye ziyan getiren bir alışkanlıktır.” Düzyazısını şiirle bitirir:
Bozahane erazilin yeridir
Nekebat-ı avam mazharıdır
Bozasın içme bozma kendüzünü
Anda hiç kimse görmesün yüzünü
Bozanın tatlusun hanede iç
Mest olup geçme ekşisinden geç (Gelibolulu M. Ali, 1978; 184)

Bozahane; kahvehane, meyhane, hamam gibi Osmanlı döneminin toplumsal hayat mekanlarından biriydi.

Alıntılanan Yayınlar
Altınay, Ahmet Refik (1987) Onuncu Asr-ı Hicride İstanbul Hayatı, hzl. Abdullah Uysal, Kültür ve Turizm Bkl. Y., Ank.
DLT (Divanü Lugat-İt-Türk) (1985) c.I, çev. Besim Atalay, TTK, Ank.
Gelibolulu Mustafa Ali (1978) Ziyafet Sofraları c. 1-2, hzl. Orhan Şaik Gökyay, Tercüman 1001 Temel Eser, İst.
Evliya Çelebi (2006) Evliya Çelebi Seyahatnamesi: İstanbul, hzl. Seyit Ali Kahraman- Yücel Dağlı 1. Cilt- 2. Kitap, YKY, İst.
Oğuz, Burhan (1976) Türkiye Halkının Kültür Kökenleri 1, İsis y. İst.
Rifat Osman (1931) “Memleketimizin Tarihinde Mükeyyifata Bir Bakış”, İstanbul Belediye Mecmuası, sayı 78/6
Üçel-Aybet, Gülgün (2003) Osmanlı Dünyası ve İnsanları (1530-1699), İletişim y., İst.
Yerasimos, Stefanos, (2002) Sultan Sofraları, 3. Bs., YKY, İst.
Yılmaz, Fikret (2005) “Boş vaktiniz var mı veya 16. yüzyılda Anadolu’da şarap, eğlence ve suç”, Tarih ve Toplum, sayı 1

İlyaz Bingül