17 Şubat 2010 Çarşamba

Daktilo Mehtap ile Sanatperest Sevgi

Akatalpa Öykü, Şubat 2010, sayı 6

“İyi daktilo yazıyorsun” diyor Mehtap'a.
“Hep para getirecek şeyler öğrenmek zorunda kaldım” diyor Sevgi'ye.
“Hiç bir zaman paraya dönüşecek şeyler öğrenmedim ben. Piyano, edebiyat, resim öğrenmem gibi” diyor Mehtap'a.
“Yanılıyorsun” diyor “sana öğretilen her şeyin satınalma gücü var. Kolej bitirmiş bir kızın piyasası yüksektir” Sevgi'ye.
“Sen sanata yakınsın, ben ücretli hayata” diyor üniversite okumanın yanı sıra bir bankada çalışan Mehtap.
“Edebiyat önemli ama” diyor hakkında her şeyi sorup öğrenmek istemesine karşın haksızlıklar zincirine bir halka daha eklerim edebiyle susan Sevgi ona.
“Babam memur-işçi. Annem ev hanımı” diyor Sevgi'ye.
“Bizi farklı hayatlara sürükleyen eşitsizliğe isyan ediyorum” diyor Mehtap'a.
“Bizi ayıran sizin imtiyazlı muhitiniz” diyor Sevgi'ye.
“Bu ayak diremeni seviyorum” diyor Mehtap'a.
“Bu sayfanın dışında, ülüştüğünüz gelecekte asla biraraya gelemeyiz” diyor Sevgi'ye.
“İnsani değerlerimiz var. Edebiyat var...” diyor Mehtap'a.
“Bir hak arama sanatı değilse...” demiyor, “piyonlar satranç oyununun aleti; ya peki siz sanatçılar, edebiyatçılar hangi oyunun aletisiniz?” diyor Sevgi’ye.
“Dur, gitme! Öyle güzelsin ki.” diyor Mehtap'a.
“Ama siz haddinizce göbekbağısızsınız” diyor Sevgi'ye.

Orhan Kemal Edebiyatında İşçi-Oluş (II)

İnsancıl, Şubat 2010, sayı 235

* Meclis-i Şehrengiz Düğümü
Yazılı işaretin kullanımı, esasen kayıt tutma vesilesiyle başlamış; yazılı anlatım, tarih sahnesine muhasebeci ve vergi memuru ile girmiştir, denebilir. Yazılı anlatım bir kere gelişmeye görsün, sözleşmeler, yasalar, idari alanlardan geçip edebiyata kadar kullanılır. Orhan Kemal de, nihayetinde, gözardı edilen bir çokluğu kaydeden ‘muhasebeci’ydi.
Bir ‘muhasebeci’nin kayıt defterinden:
bacağında bol mu bol, kirli mi kirli, dökük mü dökük gri pantolonu, elbiselerinin içinde ucube bir korkuluktan farksız bedeni, ayağında herhalde Tahtakale’deki bir eskiciden yok pahasına alınmış, yer yer yamalı, yer yer patlak postallarıyla kalabalık bir ailenin geçim yükü altında ezildiğini sandığımız, “yeryüzünde dikili fidanı yok. Benim kahve ocağında yatar kalkar. Otuz senedir bu meslekte. Evlenmiyor. ‘Çoluk çocuk insanın belini büker, düşmana avuç açtırır’ diy”en kahveci garsonlar; -bir muhasebecinin kayıt defterinden sızıvermiş
karı, iki küçük oğlan, üç aylık kira borçlandığı ev sahibi kocakarı, dahası tekir kedi bile iş bulduğunu duyunca etrafında dört dönüp kucağındaki oğlunun yüzünü kıllı yüzüne süre süre “aslan baba” diye bağırdığı işsiz babalar; -okuyabilene aşk olası renk renk kumaş pörçükleri
“sükseli”siyle ağır ceza mahkeme kapısında Ataryemez takımın soliçine profesyonel olur olmaz milli takıma kayacağını hayal ede ede “diplomaya ne ihtiyaç” diyerekten ossaat hayat topunun kıçına tekmeyi vurmağa zırnık tereddüt etmediği için de biraz lise ikiden tastiknameli çiçeği burnunda yumurta topuk avareler; -iplik iplik satır satır düğüm düğüm
pencereleri demir parmaklıklı, yüksek tavanlı, bir İstanbul sulusepkeninde acı rüzgarlar bindirdikçe kararmış tahtaları yıkıldım yıkılacak sıra sıra evler arasında birbirini kesen daracık sokaklar, inişli çıkışlı daracık sokaklarda çeşit çeşit kahveci, bakkal, manifaturacı dükkanları, bozuk parkeleri arasından evlere su taşıyan sucular, berber kalfaları, müşteri taşıyan kaptıkaçtılarla dolmuşçuluk yapanların hayatı mesken tuttuğu bir zaman aralığında halim selim bir celep iken, semt kasabı Haydar’ın karşısına dükkan açmasıyla aralarına giren ela gözlü, az biraz cilveli bir kara kedi rekabeti yüzünden kaatil olan yufka yürekli Mustafalar; -moru mor karası kara fukarayan-ı cumhuri taifesi
düşükler devrinin Napolyon Bonapart edalı ocak başlarından birine sırtını dayayıp haraçlar almış, lokantalar, eğlence yerleri dağıtmış, karakollarda komiser, polis tehdit etmiş, yumruğunun gücünü deneyecek “muhalif” aramış, karaborsada at oynatmışlar; -kaytan bıyık yapıştırma fötr şapkalı
Batı’nın o çok ünlü üniversitesinin tıp fakültesinden diplomalı olduğunu iri iri harflerle bağırıp duran doktorun tabelasının altında gece yarısına kadar elinde mavi gözlü tostoparlak oğlan çocuğuyla dilenirken kapanmış dükkanlar, paydos olmuş işyerleri, otobüsler, tıklım tıklım dolmuşlar arasından geçen amir şapkalı, şık gri pardösülü, kırk beşlerindeki “seni tanış birine benzetiyorum” deyişli bir efendi ağızlı uçkuru düşük mavi kravatlının ardından gide gide kalın bedenli bir ağacın altında çimlere döşek uzanışlı biçareler; -hep müşterek haneli, elde var sıfır
işinin ehli, zanaatının ustası, çamurlu ayakkabılara bir saygı, bir sevgi, işine bir değer verişli, daha pederinin boya sandığını taşıyamaz yaşlarda ekmek kavgasına tutuşan Kasımpaşa Dolapdereli ayakkabı boyacıları; -boyalı ekmeğe kırık elli ve dahi bir parmaksız
Gülhane Parkı’ndan içeri bir futbol takımının üç ortası gibi dalmış üç kafadardan birinin önüne çıkan beyaz damarlı kapkara bir çakıl taşını zarif bir sol içle yanına uzatışına o büyük kulüplerin soliçlerine vergi panter çevikliğiyle öteki karşılık vermiş, hasım kalenin on sekizinin içine sicim gibi girip tam şutu çekiverecekken gözüne ilişen abanoz saçlı bir kızın alaycı, küçümseyen gülüşü, bir taşa futbol topu muamelesiyle şut atıp maskara oluşunun utancından kurtulsun için son dalı parkın iki yüz metre gerisinde içtikleri sigara paketini düşük omuzlarındaki cansız parmaklarının arasında ezip anca ceviz ağaçlarının duyabileceği bir fısıltıyla “ah ulan kendi başıma çalıştıracağım bir lokanta açaydım” diyen yedek parçacı yeğenleri; -çeşme kesiklerinde taş taş dilini düzlemiş
kunduracının bodur Şerife tam gazocağına çaydanlığı oturturken ökçeli, rugan şıpıdık terlikleri, ağır Beyoğlu ruju boyalı dudakları, pudra ve kızıllık sürülü kafasını kapının aralığından sinsi sinsi uzatıp üst katın kiracısı “pasaklı karı” Meliha ablaların dün gece ölen çocuğunun cenazesini düğüne gider gibi haber verişli orta katın kiracısı yarı zamanlı evhanımı Senihalar; -harbi oğlanların gene sobesi, çünkü arapsız
hapishanelerin en fakir, en harap, lakin en kurnaz insanları Adem babalar; -da aşk ne gezer, oldum olası dal kılıç
fabrika borusu ötüp, geç kalmış işçiler iş başına geçince tenhalaşan sokakta İstanbul’un kalaba, fakir semtlerinin birinde nice cevizler kırmış fırın işleten “kart kedi”ler; -çalıp çalacağı başka ne
sıvacılıktan sebzeciliğe bir tek delinmedik kabağa girmediği halde, hiç bir zaman atılmayacağı bir işin başında alın teri akıtarak kana kana çalışmayı, ekmek davasında bol bol kazanıp apartmanda yaşamayı hayal ede ede, eni sonu anca bir futbol takımı kuracak kadar çocuk sahibi babalar; -yarım karık apartman temeline telef
Çukurova’daki işi elinden alınınca İstanbul’a itildiğinden bu yana kırk gündür ne yapıp edip maaşı ama az ama karar, amma velakin akşamları çocuklarına arada sırada da olsa meyve ve çikolatayla gidebileceği, “filmlerde rol almaktan daha iyi” dediği şöyle ciddi bir müessede memur olmaya razı gelenler; hatta tıpkı Orhan Kemal gibi hayat sigortası yaptırıp Unkapanı’nda kendini bir arabanın altına bi daha bi daha ata ata canına kıymayı aklından hayal geçiren kırk ampulluk amucalar;
eczanenin önünden geçenlerin içini burka burka sarı, kıvır kıvır saçlarının omuzlarından süzülüşüyle daha bir cıvıl cıvıllaşan ela gözleri ile herkesin en içlerinde bir yerlere dokunup onu ele geçirmek, sarmak, okşamak, öpmek, tektar tekrar öpmek, ama öyle kötülüğüne değil, okşamak ama, incitmeden kırmadan okşamak hissi veren, dünyanın hiç bir kasiyerinin ondan daha tatlı, ondan daha eline çabuk, ondan daha şirin olamayacağı kızda, Taşlıtarla’da gönlü yanıklıktan gözü karalığa düşen uzun boylu bir sarışın delikanlının külüstür bir dolmuş ve hayta dört arkadaşıyla önüne çıktığı o günün kirli akşamı fare zehiriyle hayır bırakmayanlar;
ekmek kavgasına atılmış ameleler arasında “vukuat” olmasın, kadınlara, çocuklara sarkıntılık edilmesin, işsiz takımı ustalara, katiplere sataşmasın için vaktiyle amelelik ettiği fabrikanın mahallesine “zaafiyeti dolayısıyle işe tahammül edemez” raporu alıp bekçi olan Aliler;
yarı aç yarı tok, birbirini kesen sokaklarda dolmuşların, koca koca otobüslerin vızır vızır gelip geçtiği caddeleri yaya, beş parasız ama hiçbir şeye imrenmeden, hiçbir şeye benim olsa diye bakmadan, iç geçirmeden gidip geldiği okul yoluna bir tekme savurarak ilkolkuldan sonra eğitime sırt dönüp ekmek peşine düşen mahalle arkadaşları gibi, onüçünde ya var ya yok boynuna kınnaplı işporta tablası asılı sokaklara salıverildiği günlerden başlayarak hayat bıkkını babasının kimbilir hangi şaraphaneden kör kütük dönüşlerinde mutfak kapısının eşiğinden “bıktım usandım lan sizden, sen de çalış kızın da çalışsın, varsayın ki öldüm, geberdim yahu, ben ölünce çalışmaya köpek gibi razı olmayacak mısınız haa” demelerine içlene içlene “önce ekmek” deyip trikoda, tütünde, pamukta çalışmaya başlayan Ayten, Nurten, Gülten adlı genç tenler;

* Ücretli Hayata Doğru

Ücretli çalışma, kendisinin dışındaki gelişmelerin türevi olarak ortaya çıktı. Sanayileşme bunun en bilinen örneği. Ancak ücretli çalışmayı sanayileşme ve sanayi işçileri ile sınırlayamayız. Sanayi işçileri önemli olmakla birlikte, Osmanlı İmparatorluğu’nda sanayileşmeden önce ve sanayi işçileri dışında, örneğin 16. yüzyıl İstanbul’unda da, loncalarda ve vakıflarda, ücretli çalışanlar mevcuttu. Osmanlı İmparatorluğu temelde bir ‘buğday imparatorluğu’ olmasına karşın kapitalist tarıma veya plantasyonlara elverişli üretime yönelmemişti. 20. yüzyıl başlarına kadar tarım kesiminde, küçük üreticilik, “çift hane sistemi” tarımsal yapıların temelini oluşturuyordu. Tımar sisteminin çözülüşü dahi tarımda büyük işletmelerin yaygınlaşarak başat hale gelmesi sonucunu doğurmadı. Bu yüzden de tarımsal alanda işletme sahipleri, topraklarını ücretli emek kullanan kapitalist işletmeler şeklinde değil; ortakçılık gibi geleneksel yöntemlerle işletmeyi tercih ediyorlardı. 19. yüzyılın ikinci yarısında Batı Anadolu’da, 20. yüzyılın başlarında, Orhan Kemal edebiyatında önemli bir yer tutacak olan Çukurova’daki pamuk üretimi gibi kısmi istisnaların dışında, ücretli işçiler kullanan kapitalist işletmelerin yaygınlaşmasına, gelişmesine sıkı sıkıya kapalıydı Osmanlı dünyası. Ne de olsa, Yunus Emre’nin dediği üzre, “başında aklı olan ücret ile iş etmez” idi.
Orhan Kemal edebiyatının ortaya çıkışında iki olgu yanyana görülüyor: İstanbul ve Selanik dışında ücretli çalışmanın/işçileşmenin yaygınlaştığı ilk bölge olarak Çukurova; öbürü de, bir imparatorluğa can veren buğdaydan ve 19. yüzyılda çıkartılmaya başlanan madenlerden gayrı bir ürün olarak pamuk. Çukurova ve pamuk ikilisinden de Orhan Kemal fışkıracaktır. Otuz beş yaşına kadar yaşadığı Çukurova’da tarım işçileri, babasının ölümünden hemen sonra geldiği İstanbul’da tütün işçileri, küçük adamlar, yorgan döşek denkleriyle “taşı toprağı altın” şehirde inşaatlarda, fabrikalarda geçimlik arayıp gecekondularda barınan işçileşmeye aday köylüler, muhacirler Orhan Kemal edebiyatının omurgasını oluşturacaktır.
Çukurova ve pamuk ve ardından İstanbul, Orhan Kemal edebiyatının omurgasını oluşturur dedik de, top peşinde koşturup derslerine çalışmayan “tembel tavuk”un, avare delikanlı Orhan Kemal’in “kimi bakkal, kimisi kunduracı, kimisi çiftçi, kimisi bey, paşa, kimisi de mesela amele olur... Söyle bakalım sen ne olacaksın?” diye sorguya çeken sert babasına “amele olacağım” demesinin (Uğurlu, tarihsiz; 8); avukat, Birinci İstiklal Mahkemelerinde hakim, milletvekili, Adalet Bakanı, daha sonra İkinci İstiklal Mahkemelerinde yargılanıp yurtdışına kaçan bir Atatürk muhalifi, bir parti başkanı, bir başka deyişle Türkiye’de iktidar doğanlar sınıfının “muhalif” kanadına mensup bir babanın oğlu olması , birlikte hapis yattığı yönetici sınıfın içene doğanların bir başka muhalif mensubu erguvani Nazım Hikmet’in “siz düzyazı yazın düzyazı” (Orhan Kemal, 2007d; 31) demesi, para karşılığında, için yazdığı roman sayfalarını dolguyla doldurması, silme iyicil, ezilenlerden, hayatın ezasını da cezasını da çeken çekip çevrilen çokluktan yana kalem oynatması ve daha niceleri de Orhan Kemal edebiyatının bileşenlerini oluşturur kuşkusuz.
Ben bu çalışmada imparatorluğun sancılı son on yıllarından cumhuriyete geçiş sürecinde uluslaşma dolayımında “milli burjuvazi”nin gereksineceği işçileştirme operasyonu ve kimi tereddütlerin, salınımların, duraklamaların ardından Türkiye’nin kapsamlı bir dönüşüme tabi tutulduğu, Orhan Kemal’in tam da yazmaya durduğu 1950’lerde boy veren şehirlere göç ve ücretli çalışmanın ördüğü ‘yeni hayat’ın, köylü-çokluktan işçi-çokluka geçişin, işçi-oluş’un izini sürmeye çalışacağım.
Neden Orhan Kemal? “Orhan Kemal’in, bakmak ve baktığını görmek açısından pek az sosyal bilimciye nasip olacak bir yeteneğe sahip olduğu çok açık” (Buğra, 2008; 174). “Çağdaş Türk romancılarının en iyilerinden olan Orhan Kemal (...) Türk toplumunun alt katmanlarına ilişkin ilginç bilgiler sunmaktadır” (Karpat, 2007 ; 94). “1950’li yıllarda, tarım işçilerinin yaşama ve çalışma koşulları birçok edebi esere konu olmuştur. Bunlar arasında, Çukurova’daki geçici tarım işçilerinin sorunlarını anlatan Orhan Kemal’in eserleri özellikle önemlidir ve bu döneme tanıklık etmektedir” (Makal, 2002; 142). Orhan Kemal, Türk halkının köylü çokluktan işçi çokluka dönüşümünü edebiyatının kaynağı seçen tek ve biricik edebiyatçıydı. Orhan Kemal, bizim hayatımız ve büyük bir yazarımızdı. –Orhan Kemal’e selam olsun.


* Sanayisiz/İşçisiz Osmanlı’dan Cumhuriyete

Avrupa’nın 18. yüzyılı, çalışma düzeninde niteliksel bir değişime tanık oldu. Bu değişimi üretim ve ticaretin kapsam ve hacminde meydana gelen bir artışla açıklayamayız. Kapitalizmin biricik ayırdedici, olmazsa olmazı “ücretli çalışma”, Marx’ın sevmediğim deyişiyle “özgür emek”, toplumsal yaşama nüfuz etti. “Ücretli çalışma” avamın yaşamını, eş deyişiyle ölümünü biçimlerken, küçük ekonomik hanehalkı modeli uyarınca kaleme alınan, burjuva ailesinde tanınan yüzler, yumuşak nesneler arasında sahnelenen ilk romanların 18. yüzyılı, üst sınıfların zihin ve eylem dünyasını silme dolduracak ‘para kültürü’yle de anılmalıdır. Yer ve makam, ordudaki görevler, parlamentodaki vekillikler alınıp satılabilir; oylar, kiralama hakları, milis yada kilise cemaatinin hizmetlerinden muaf olma, babalar yada onların avukatlarınca iyi düşünülmüş evlilikler, hediyeler, aşklar, lüks mallar... bunların tümü para cinsinden ifade edilebilirdi. “Bu yüzyıl, paranın ‘her kapıyı açtığı’, özgürlüklerin metalaştığı ve kullanım haklarının maddileştiği bir yüzyıldı” (Thompson, 2006; 41). “Uluslararası eşitsizlik fenomeni”nin de boy atacağı bu yüzyıl fiziksel zahmetin, emeğin, ücretli çalışmanın servetin başlıca kaynağı olduğu fikrinin ortaya çıktığı yüzyıldı” (Bauman, 2005; 28).
Zenginleşmenin kısmen kamusal kaynakların sırtından gerçekleşmesine karşın, servetin başlıca kaynağının toprak olduğu, toprağa bağlı olmayan serveti (örneğin tüccarları) değersizleştiren Yunan-Roma dünyasının ileri gelenleri emeğiyle geçinenleri sınıfsal bir aşağılama cenderesinde boğar, olumsuz değerlendirmelerle yargılardı: aşağı konumdaydılar. Aristoteles’e göre erdeme sahip olmak için, zanaatkâr ve kol emeğiyle geçinmek bir eksiklik, bir tür kusurdur. Cicero, “her ücretli işin iğrenç ve özgür bir insana yakışmayacak bir şey” olduğunu söylemekten çekinmez. Mistik Plotinos’un gözünde kol işçileri topluluğu, “erdemli insanların hayatı için gerekli olan nesneleri üretmeye yazgılı, aşağılık bir kalabalıktır”. Ksenopson, elle iş yapan emekçilerin nasıl dişileştiğini anlatır. Özetleyin, Antik çağda yoksullukla eşdeğer görülen kol emeği aşağılanıyor ve emekçiler de aşağılık biri olarak görülüyordu. Bu küçümseme Parma Manastırı dönemine kadar sürdü (Veyne, 2006; 136-140). Emeğin zenginliğin kaynağı olduğu keşfedilince, bu kaynağı daha önce asla görülmemiş derecede verimli bir biçimde elde etmek ve sömürmek demokrasi şemsiyesi altında artık aklın göreviydi. Yeni sanayi düzeni ve farklı bir toplumun doğuşunu ilan eden kavramsal şebeke ve ilk romanlar Britanya’da doğdu.
19. yüzyıl ise, Batı insanının birey olma sürecinde önemli bir kırılma oluşturuyordu. Batı’da sanayi devriminin ortaya çıkardığı yeni sınıf ve yaşam yapılanmasında sermaye ile emek arasında kurulan güç dengesine “demokrasi” adı verildi. “Avrupa’nın gelişmiş ülkelerinin yöneticileri, az çok gönülsüz bir biçimde de olsa, ‘demokrasi’nin, yani geniş oya dayalı parlamenter bir yapının kaçınılmaz olduğunu değil yalnızca, bunun, (belalı bir iş olmakla birlikte) siyasi bakımdan zararsız olacağını da kabul etmeye başlamışlardı. Birleşik Devletler’in yöneticileri, bu keşfi çok uzun zaman önce yapmışlardı” (Hobsbawm, 2003; 15). Sanayileşen toplumlar 19. yüzyıldan itibaren tarım toplumlarının kimliğini belirleyen “din” ayrımını geri plana itip “uygarlık”/kültür kavramını öne çıkardılar. Sanayileşme temposu, şehirleri teslim alan teknolojik gelişme, zenginliklerin paylaşılması yolunda gitgide gerginleşen denizaşırı ilişkiler, doğanın kültüre yenik düşmesi, birbirini izleyen savaşlar, uç boyutlara varan sömürgecilik, mantar gibi biten fabrikalarda köle koşullarında çalıştırılan çocuklar ve kadınları da kuşatarak aklı, ahlakı, hayatı en alt düzeye çeken ücretli çalışma zorunluluğunun sarsıntıları, alkol, fuhuş, suikast ve intiharların arttığı, aristokrat, komutan ve papaz erk’lerinin ellerinden kayışını engellemek için her türlü entrika ve ikiyüzlülüğe açılan kapının ardına dek açıldığı bu yüzyıl; burjuvazinin her alanda mutlak egemenliğini kurduğu, toprak köleliğinden ücretli çalışmaya, sanayi işçiliğine geçen emekçilerin bireysel özgürlüklerini kazanırken, işsiz kaldıklarında sefalete katlanmanın da demokrasinin bir gereği ve kuralı saydıkları bir dönem olur. Bu dönem, romanın “roman” olduğu yüzyıldır da. “Parma Manastırı” bu yüzyılda yazıldı.
Avrupa medeniyeti buhar kuvveti, donanımlı ordular, zenginlik demekti. Ama bunun arkasında da kapitalist değişimin sancıları, her şeyin yıkıldığı bir Avrupa vardı. Fransız Devrimi’nin ertesinde hız alan Sanayi Devrimi döneminde Avrupa’da büyük köylü ve zanaatkâr kitleleri ekonomik yeterliliklerini ve bağımsızlıklarını, yerlerini yurtlarını kaybedip sanayi merkezlerinde sefil birer işçi haline dönüşmüştü. Avrupa’da ütopyacısından ihtilalcisine kadar her türlü sosyalist hareketin ardı ardına sökün edişi, bu büyük sefalet ve ızdırap döneminin ürünüydü. Marx Kapital’inde, Engels İngiliz işçi sınıfı üzerine yazdığı kitaplarda sanayi toplumunun bünyesindeki ürkütücü rahatsızlığa değinmişlerdi.
Köylü toplumunun değerlerine ve feodal üretim tarzına dair hiç bir romantik hayal beslemeyen Marx, kapitalizmi dinsel kuruntuları ortadan kaldırarak, feodal sosyal ilişkileri yıkarak geçmiş yüzyılların “döküntülerini” silip süpüren devrimci bir güç olarak görüyordu. Kapitalist devrim yalnızca dar bir soyluluğun yada bir ulusun işi değildi; o, dünya tarihinde temel bir güçtü. Kapitalist gelişmenin bedelinin çok ağır olduğunu da kabul ediyordu; çünkü kapitalizm işçilerin insanlıktan uzaklaşmalarını ve yoksullaşmasını içeriyordu. Kitlesel işçi figürünün ortaya çıkış dönemine tekabül eden emek ve sermaye çözümlemesinde, emeğe işçinin değil, handiyse sermayenin görüş açısıyla bakan Marx, gelecekteki kötülüklerin nedenini emeğin bu çarpıcı dönüşümünde görür: emek yabancılaşmıştır artık. Çalışma artık, antropolojik bir kategori, yani insan doğasının yada tüm uygarlıkların ortak paydada birleştiği bir değişmezi değildir. Tersine insanı silen, yiyip bitiren bir canavara dönüşen tarihsel bir kategori ile karşı karşıyayız.
Moore’a göre, demokratik kurumların yerleşmesi, “köylü sorunu” denen sorunun ortadan kaldırılmasına bağlıydı. Yani demokrasi yolunda ilerleme her zaman Çitleme Yasaları, Orman Açma gibi çok büyük acılar yaratan süreçleri gerektirmişti. Demokrasiyi övmekten başka bir şey yapmayanlar, onun olumsuz sonuçlarını, meşum yüzünü gözden kaçırmamıza neden olurlar. Pazar ekonomisiyle parlamentarizmin birlikteliğinden doğacak bir cennet vaadi sunanlara karşı uyanık olmak, demokrasiye, kapitalizmin sanayi toplumuna geçişin maliyetini, yükünü kimlerin taşıyacağını sormak gerekir. Dünyanın her hangi bir yerinde halk kitlelerinin demokrasi, endüstri toplumu istediklerini gösteren bir kanıt bulunmamaktatır; tersine, bunu istemediklerini gösteren pek çok kanıt bulunduğunu anımsatan Moore’un vurguladığı üzre “bugüne kadar gerçekleştirilmiş bütün endüstrileşme biçimleri, acımasız bir azlığın işi, tepeden inme devrimler olmuştur” (Moore, 2003; 583)

Sanayi devrimi diye adlandırılan dönemde, köyler boşaltılmıştı. İnsanlar yollarda ölüyorlardı. İngiltere'de ticari genişleme, araziyi çitleme hareketi, Sanayi Devrimi'nin ilk yılları hep darağacının gölgesinde meydana gelmişti. İdamların büyük çoğunluğu mala karşı işlenen suçlardı. Yoksullar ülkede haklarını kaybetmişlerdi ve sefaletleri, yetersiz koruma önlemleri yüzünden suça itiliyorlardı. Küçük esnaf yada ustalar, borç nedeniyle hapse düşmek korkusuyla gayrimeşru işlere ve sahtekarlığa itiliyordu. Hoş bir manzara değildi ve Britanya halkı tüm Avrupa'da kargaşalı haliyle tanınıyor, Londra ahalisi yabancı ziyaretçileri itaatsizliği ile şaşırtıyordu (Thompson, 2004 100-101).
19. yüzyılın Londra’sı bizim Tanzimatçıları korkutmuştur. Çünkü ahalinin önemli bir çoğunluğu hırsızlık ve fuhuşla geçiniyordu. Geçen asrın Doğulusu -ki bunların başında Türkler gelir- bu tip bir değişimi istemiyor, bu dünyaya çok şüpheyle bakıyordu (Ortaylı, 2007; 35). 1851 yılında açılan Uluslararası Sanayi ve Hammadde Fuarını görmek, orada Osmanlı Devleti’nin Tanzimat’la birlikte uygulamaya koyduğu yeniliklere uygun olarak bilgi, görgü ve eğitimini ilerletmek için Londra’ya giden bir Osmanlı bürokratı, Ceride-i Havadis gazetesinde, Marx’ın Kapital birinci cildinden yada Engels’in İngiltere’de İşçi Sınıfının Durumu adlı kitaptan alıntı yaparcasına izlenimlerini yazar:
Londra’da işçi ve küçük esnafın oluşturduğu avam sınıfının durumu içler acısıdır. Bunların giyimleri çoğu zaman sefil ve perişan, saçları sakalları birbirine karışmış haldedir. Yazara göre bunlar hafta içi İstanbul’da işinde gücünde olan ve Cuma günleri güzel kıyafetlerle mesire yerlerine gezmelere giden Osmanlı işçi ve esnafıyla karşılaştırılamayacak derecede yoksul ve zavallıdırlar. Bu yoksulların bazıları da iflas eden işadamlarıdır. Londra’da cadde, sokak ve meydanlarının görkeminin ötesinde kenar mahallelerde büyük bir yoksul kitle vardır. Yazar açıkça söylemese de gelişen sanayi, ticaret ve rekabetin bir grup insan için büyük servetler yaratmasına rağmen büyük bir grup için yoksulluk, çaresizlik ve açlık sebebi olduğunu dolaylı olarak ifade eder. Burada çeşit çeşit saray ve konaklarda zevk ü sefa içinde yaşayan birçok zenginin aksine yoksulluk, sefalet ve çaresizlik içinde yaşayan çok büyük bir kitle yarı aç yarı çıplak “sinekler gibi” yaşarlar. Londra’da fabrika sahipleri kimsesiz ve yoksul çocukları çok kötü şartlarda hatta bazen ölünceye kadar fabrikalarda boğaz tokluğuna günde 17 saat çalıştırırlar (Turan, 2009; 17-18).
Adı açıklanmayan bu Osmanlı bürokratı, sanayi ve teknoloji alanında elde edilen büyük başarıların bu toplumun bir kesimini kalkındırırken diğer kesimini yoksulluk ve çaresizlik içine itmesi çelişkisini açık bir biçimde gördüğünü ortaya koyar. Gaspıralı İsmail, 1885’te yayınladığı “Avrupa Medeniyetine Bir Nazar-ı Muvazene” adlı çalışmasında İngiliz proletaryasını şöyle yansıtır: “Bunların mekanları değil bir odası olmayıp bir odada ancak kiralanmış bir yatak yerleri vardır. Yatak dahi kendilerinin değildir. Şöyle ki, oturdukları, yatıp durdukları yer icar edilir. Bir kazgan, bir çanağa malik olmayıp yedikleri lokantadan, içtikleri tavernadan, meyhanedendir. Alem yanar ise hakikaten bir hasırı yanmayacak bunlardır” (Aktaran Mignon, 2009; 142)
Osmanlı yöneticileri ve aydınları Batı Avrupa ülkelerindeki sanayi devrimi gözlemlerinde bu sanayi uygarlığının başarıları kadar olumsuz etkilerini de saptayabilmişlerdi: İşçilerin sefaleti, proletarya, sınıf mücadelesi. Onların karşısındaki sorun, sanayileşerek Avrupa’ya göre ekonomik gecikmelerini kapatırken, toplumsal barışı tehlikeye sokacak sefil bir proletarya da yaratmamaktı. Zonguldak’taki madenci-köylüleri örneği, Osmanlı hükümetinin Ereğli kömür havzasında gerçek bir proletarya oluşmasına izin vermeme kaygısının bir örneğini göstermektedir (Georgeon, 2009; 189).
İşçileşme olgusuna en elverişli Ereğli kömür işletmelerinde devlet, 1867 Dilaver Paşa Nizamnamesi’ni çıkardı, sınırları tanımlı bir kömür havzası kurdu, bu havza sakinlerin ve maddi kaynaklarının idaresi için bir askeri rejim oluşturdu. Kömür havzasının sınırlarının bütünlüğü, sakinlerinin havza dışındaki yerleşimcilerden ayrı tutulmasıyla onlarca yıl korundu. Bu nizamnameyle tanımlanan mükellefiyet sistemi 1921 yılına kadar aralıksız sürdü. Bu nizamname, on dokuzuncu yüzyılın sonları ila yirminci yüzyılın başlarında emeğin asıl koşullarını kavrayışımıza pek bir katkı sunamıyor. Fakat işgücünün yapısını bugüne dek ciddi bir şekilde etkilediği söylenebilir. Hasta ya da sakatlar hariç bütün erkekler maden işçisi olarak, şu ya da bu iş çeşidi için uygun olarak kaydedildi. Maden işi için kaydedildikleri takdirde dönüşümlü olarak her yılın belirlenmiş birkaç gününde hizmet etmek zorundaydılar (Quataert, 2009; 95).
Mükellef işçilerin köye olan bağlılıklarını inatla sürdürmeleri, İstanbul hükümetini sinirlendiriyordu. Madenlerin, tam anlamıyla ücrete bağımlı olarak sıkı bir şekilde çalışacak tam zamanlı işçilere ihtiyacı vardı. Ne var ki, tatillerini değerlendirmek veya hasat kaldırmak için ya da sadece maden kazalarından korktuklarından ister istemez madenden ayrılan, maden işine sadık olmayan işçilerle çalışmak zorundaydı (Quataert, 2009; 95). Köylerine olan birincil bağları ve sınıf bilincinin olmayışı onları kapitalistik sömürünün dışında bir sömürü ve ilişki düzeneğine, köy muhtarının insafına terk ediyordu. Dolayısıyla endüstrileşmenin sembolü olan maden işçiliği dahi sanayileşme dışında biçimleniyordu.
Kemalist rejim, Anadolu’nun Avrupalı güçler tarafından bölünmesine karşı direnen güçlerin bir ittifakı olarak doğmuştu. Bağımsızlık mücadelesinden sonra koalisyon, asker ve sivil devlet memurlarından, hukukçular, öğretmenler, gazeteciler gibi yeni meslek sahiplerinden, tüccarlardan, işadamlarından, toprak ağaları ve kırsal kesimden oluşuyordu. Başlangıçta işçiler bu koalisyon içinde bir grup konumu ve prestiji kazanmıştı, fakat 1923’ten sonra Kemalist rejim onlara daha az hoşgörülü davranmaya başladı. Cumhuriyet dönemi iş mevzuatının bolca gösterdiği gibi, emeğin çıkarları ihmal edilmişti. Bu politikayı koşulsuz desteklemek, işadamı ve sanayici grupların çıkarınaydı; ne var ki emek mevzuatla denetim altında tutulurken özel sektörün de, gelişmesini engelleyen yasal ve bürokratik kısıtlamalara tabi tutulmuştu (Ahmad, 2007; 22, 34). Cumhuriyet döneminde daha ilk ekonomik gelişmeler planlanırken sanayileşmenin kendine özgü sosyal bir grup olarak sanayi işçileri sınıfının doğacağı düşünülmüştü. Siyasal elit Avrupa’daki sınıf mücadelelerini göz önünde tutuyordu. 1945 yılına kadar Türkiye’de işçi, devletçiliğe ve ona bağlı sosyal siyaset iddiasına rağmen, sadece üretimin bir unsuru sayılmıştır. İşçi meselelerinin insan cephesi ihmal edilmiştir; siyasi bakımdan işçi sınıfı, ekonomik zorunlulukların doğurduğu bir mahzur olarak görülmüştü. İşçilerin çoğu köylerden veya göçmenler arasından geliyor ve bir biçimde köyle ilgilerini sürdürüyorlardı. Sanayi geliştikçe sanayi işçilerinin sayısı da artıyordu. 1923 yılında Türkiye’de sanayi işçilerinin sayısı 20-30 bini geçmiyordu. 1948’de yalnızca büyük işyerlerinde 301.299 işçi çalışıyordu; 1953’te bu sayı 801.858 olarak kabul ediliyordu (Karpat, 2008; 212-213).
Cumhuriyet Türkiye’sinde de II. Dünya Savaşı ertesine dek siyasal elitin temel politikası nüfusun kırda tutulması ve kentleşmenin önlenmesi yönündeydi. Çalışan nüfusun işçileşmesi ve kentleşmesi tehlikeli bulunuyor ve sosyal rahatsızlıkların kaynağı olarak görülüyordu. Bu nedenle en açık örnekleri, Zonguldak kömür madenlerinde ve Karabük Demir ve Çelik İşletmelerinde görüldüğü biçimde, köyde yaşayan işçi kategorileri yaratılmaya çalışıldı. İşçileşme ve kentleşmeyi beraberinde getiren sanayileşmenin Türkiye’de yaşanan haliyle Avrupa deneyimine göre daha üstün olduğu söylenebilir. Örneğin Türkiye’de bu dönüşüm sırasında Avrupa’daki kadar yüksek toplumsal gerilimler yaşanmamıştır (Tekeli, 2008; 96-98). Orhan Kemal’in yapıtlarındaki iyicilliğin, kişisel temeli bir yana, toplumsal kökeni burada aranmalıdır