19 Eylül 2010 Pazar

Türk Düğümü

Kitap-lık,eylül 2010, sayı 141




Av Düğümü
Canlının hedefi yeme:
Canlı, canlının benzeri.
–Av, yiyecek yordamı.

Ha insan ha geyik-
Hayvansal kurttan insana geçiş- - Ok,
insanın yiyeceği.

Savaş, avın tekrarı-
Avcının büyük dönüşümü.

Mızraklar elden ele…
Siyasal olan, avın düzeni.
–Hayvan insanın kutsalı.

Türk’e henüz gerek yok.
–Tarih yazının eksik avı.

Bekar Elektronlar Düğümü
Orta Asya’yı terk ettiklerinde varlıklarını(n gücünü) yitireceğini bilen atlılar dünyanın fethine çıkmaya çekinmemişlerdi. Göçebelere karşı hareket tüccarlar, misyonerler, tutkularının sınırlarını sınayan maceraperestlerden geldi: İpek taşıdılar, porselen, resim, dini inanç taşıdılar, alfabeleri yürüttüler. Bozkıra yabancı bu adamlar göçebelerin arasında vahşi avcı olup avının üstüne atıldı; avlandı da.
Hunlar ve Moğollar “dünyayı fethetme” hareketine kalkışmalarına karşın Hunlardan sonra, Moğollardan önce Orta Asya’da tarih sahnesine çıkan Türk adlılar (6. yüzyıl) “dünyayı fethetme” işine yeltenmediler. Türkler ne Orta Asya’da ne de Turchia’da, ilginçtir, Mete yada Cengiz Han gibi büyük önderler, “sahib-kıran” olmadılar, kişiye dayalı “deha”lar da çıkarmadılar. Bu yanıyla “müeyyed min ind-Allah” Osman Bey, Orhan Gazi, Ebu’l Feth Fatih, Kanuni; Sezar, İskender, Cengiz, Timur, Napolyon, Hitler’le karşılaştırılamaz.
Geri dönmemek üzre üç göç dalgasıyla Orta Asya’dan 13. yüzyıl itibariyle hemen hemen bütünüyle kopan (= İslamiyet’le yazuk kıltacı bolgaylar) Türkler, daha 11. yüzyılda İtalyanların -sayısal çoğunluk olduklarından mı, yoksa hakim unsur olduklarından mı-Turchia dedikleri Anadolu’da coğrafi açıdan ortaya çıkışı sırasında henüz bir popülasyondu: İhtiyacı olan belirli bir bölgeyi ele geçiren ve aynı zamanda kendini o bölgenin yapısına adapte eden, dağılmaya aday çadır(yurt)lar topluluğu. Ancak silme yaşama arzusuyla yüklü kendini kökleştirme isteği ile yerleşik kurumlara intibak etme, toprağın genişletilmesine ve iç etnos bağların güçlenmesine yol açacaktır. Bunun gerçekleşmesi için gerekli güçler, hareketli popülasyonun dağılgan itkisinden alınır, kökleşmeye imkan veren kurumlara ve ideolojiye devredilir. Sonuç: Büyük Bursalıların savaşçı sultanlık tipi ve Balkan kökenli Yeniçerilerle konsolidasyonu; modern bir ordu, Akdeniz filosunun kuruluşu, Osmanlı gölü ve İtalyan şehir devletlerinin çöküşü; Balkanlar’ın, Ön Asya’nın ve Tunus’a kadar Kuzey Afrika’nın fethi.

Haçlı Düğümü
Sefer öncesi ne vardı?

Tarlalarını bürümüş devedikenleri,
Tahıl ambarlarında kemirgenleri vardı.
Nemli havalarda baş yakan sinüsleri,
Habire tekrar eden dizanterileri,
Kıçlarında ve karınlarında güçten kuvvetten düşüren kurtçukları vardı,
Ki düşman başına.
Yiyecek ve lif fazlasını yetiştirmeleri,
Bir çok hayvan türünü evcilleştirip kullanmaları vardı.
İpliği eğirmeleri,
Çanak çömlek yapmaları,
Hantal ağırlıkları yerinden oynatmak için
Tekerleği kullanmaları vardı.
Kanırtıcı yoksulluk vardı, sefalet vardı, su değirmenleri vardı.

Hem Ortodoks hem de şaşaalı Bizans’la ‘büyük ayrılık’ vardı.
Roma Kilisesi’nin ressiment’i vardı.
Levant’ın göbeğinde Latin-Romen bir tampon üs hayal eden Papa II. Urbain vardı.
İtalyan şehir devletlerinin deniz filoları, tüccarları ve onların içinde yüzeceği, Doğu’da Akdeniz vardı.
Prensler, baronlar, mızraklı şövalyeler ve sürüsüyle çapulcu vardı.
Siyasal bölünmüşlük, fief’ler,
Şövalyeleri besleyecek ağır tahta sabanlar vardı.
Korsanların, deniz hırsızlarının gözünü açan ticaret fikri vardı.
Malazgirt vardı, Turchia vardı, Miryakefalon yoktu.
İskandinav ülkelerine seferler vardı.
Araplardan öğrenilmiş kutsal savaş,
İmal edilmiş Kutsal Kudüs vardı.

Seferden sonra,
Burnu soluk yüzlerinin önünden çıkık insanların güneşin battığı karanlıklar ülkesinden gelişleri vardı.
İlkin karadan, sonra hep denizden, denizden gelişleri vardı.
Kıyıya üşüşmeleri, çevrelerine çipil çipil bakışları vardı.
Göğün berrak bulutları,
Otların üzerinde çiy taneleri
-ni iner inmez bir koparıp çiğ çiğ yiyişleri,
Dişlerinin arasında tatmadıkları, tükürüklü bir lezzet vardı.
Dağlarda envai çeşit Katolik olmayan Hıristiyan vardı.

Aslan Yürekli derler komutanları vardı;
Dağlarda Müslümanların peşinden koşturması,
Vadide kıstırdığına mızrağını saplaması vardı.
Atından devrilen kanlı gömleğin toprağa bakışı,
Kralın göz çukurlarında Kudüs’e sırıtışı vardı.

Dünün gastecisi Frenk kronikçi Albert d’Aix’in
“Bizimkiler sadece öldürülmüş Türklerle Müslümanları değil, köpekleri bile hiç iğrenmeden yiyorlardı!” yazışı vardı.
“Frenklere bakın! Dinleri için nasıl gözleri dönmüşcesine savaşıyorlar, oysa ki biz Müslümanlar cihat yolunda hiç de ateşli değiliz” diyen Selahaddin Eyyübi vardı.
1096’dan 1396’ya Niğbolu’da - -
Osmanlı tokadı vardı.

Çöllerin, bozkırların, denizlerin, ormanların, dağların, iklimlerin ve rüzgarların değişmesiyle ancak insanların alışkanlıklarının ve güçlerinin değiştiği, biçimlendiği- -
Demirin, kerestenin, kürkün, halının ve ipeğin ve cevherin gemilerle kıyamet günü misali göz açıp kapayanda ulaştığı Yüce Gök’ün altında
Halkların kaderi ne olabilirdi, ki ...
Plansız programsız hezimet vardı.
Haçlı Seferleri’nin solgun adından gayrı
İlmek ilmek dokunan Türk Düğümü vardı.

Nar Düğümü
Göbeğin az altında iki köşegenin ortasında kırmızı kırmızı duruyorum. Bir süredir seccadeye benziyorum. Almadan, rengimi taşlara vermeye hazırlanıyorum. Az renk, at(lar)ın bilek kemiği sık doku. Yazgımı değiştirsem de çatkıma bağlıyım. Taşa, demire, tahtaya, hatta beni besleyen ipliğe bile değil, örgüme bağladım geleceğimi.
Merkezde değilim. Yer, hatta yön değiştirmemle birlikte merkez de yer değiştiriyor benimle.
Gül.
Gülü dört eksenin en ucunda yer tutarak ortalayan küçük güller
Uçları kapıyan bulutlar.
Mine.
Sağ sol iki yanı ve altlarını saran narlar
Aralarında yaprakların hareket yolları.

Gül.
Her yerde- -
Kusursuz gül.

Uç Beyi Düğümü
Göğe bakıyor toprak
Ağzın söylediği bir cümle
Kalemin gizlediği de, -binlercesi içine gömdüğü.
Yağma ile yaşama arzusu –ebedi döngü.
Alfabe bahane, din bahane.
Türk olmaya il açan, ağır çizgilerle ülüş ülüş hızlandı.
Yazıcı tarihin kılıcı.
Bir başka dil kitabe
-de yaşanır mıydı? –Beylerin korkusu

Umur bey Cenevizli Martino’yu toyladı
Tok karınlı haraçgüzâr tâbii olup Sakız’a gerü gittü
Ada illik oldu.
Latince imperium, rusça derjava, arapça Dâr’ul-İslam yazıldı.

Kitabe Düğümü: 1337
1337 kitabesini başkalarının önerdiği okuma şekli ile benim okuma şeklim farklı.
Şahadet Camii’nin doğu girişinin önündeki revakın tepesine tırmanıp boynumu kırma riskini alarak kitabenin alt satırını örten bir dizi kiremidi kaldırdım ve kendi gözlerimle kitabenin kendisini okudum.
“Büyük Emir Allah’ın savaşçısı Gaziler Sultanı Gazi oğlu devletin ve dinin ve ufuklar yiğidi çağın kahramanı Osman oğlu Orhan…”

Ganimet ve kul “gaza” donuna büründü
Taşa bir çifte kuş kazındı

Kayıt Düğümü
Kanunname ile her sancağa bir emin ve bir katip gönderileceği hüküm altına alındı. Boy boy, soy soy il yazıcıları türedi.
Cinsi, ebadı olan her ne ise vergi getiren
Öşre tabî tahıllar kile kile, şomar şomar,
Bağlar bostanlar medre medre, çabur çabur tek tek kaydedilip aynî aynî tahsil edildi
Çift resmi, ispençe, bozahane resmi akçe akçe tahsil olundu
Tahrir memurları, her dinden reayayı, özenle beslenmiş sağmal inekleri, danaları, boğaları ve dahi ayaklarının üzerinde titreye titreye duran sarılı, alacalı bulacalı buzağıları bölük bölük ayırdı, devlet yazısıyla tek tek saydı.
Çift süren öküzler kaydedilmedi.
Vergilerini kitaba uygun hep aşar verenler vakıf defterine, örfe uygun verenler tımar defterlerine toprağa kakılırca bir bir kaydolundu: Bir uzun ömürlü hikayeye yazıldılar.
Öküzünü, tohumunu toprak sahibinden alan topaksız çiftçi ortakçılar,
aşar ve çift vergisinden gayrı salma da veren haraçgüzârlar,
savaşlarda kul kılınıp toprağı işlesinler içün azat edilen âzâdegânlar,
Mim harfiynen mimlenen mücerredler,
Sultan mülkleri ve vakfiyelerinin toprağını işler durur geleceği yok mal-ı kirpas on beş akçe deyü kayd olmuş der defter-i köhnede garib elliciler,
uçmuş göçmüş ellicilerden boş kalmışları götürü bir paraynan işleyen kesimciler,
gebr, kâfir, zimmi, haracgüzâr bellidir;
Karaman, Murad, Şahin ve kardeşi İlyas çoktur;
Çevirdikçe defteri
Yüreğir’den Akça oğlu Mavrudi’nin adı Süleymandır, Zindancık’dan Kiryakos’un oğlu Mahmud, amma velakin Karasilü’den Dıranos da Akça’nın oğlu, Kazıklu’dan Karaca ise Kostantin’in, Çardak’tan Yusuf Kara Kâfir’in, Su Sığırlık’tan Vasil ise Burak’ın oğludur
Gazâ arttıkça timar yiyen çoğaldı
Alpler kâh gazi oldu kâh çift koşan
Beyler Hüdavendigâr

İki Gazi Düğümü
Sultan Rumeli’de kâfirle savaşmaya giderken doğu yanda gazilerin Bursa’ya saldıracaklarını öğrendi. Tez elden ulemayı topladı, söz danıştı: “Kuran iki gazi arasında savaşı yasaklamaz mı?”
Hukukçular kitap birliği edip “Eğer inananlardan iki zümre birbiriyle savaşırsa, hemen aralarını bulun. Âdil hareket edin. Şüphesiz ki, Allah âdil olanı sever” dediler. Darüladl’in zıddı darülbagy’dir dediler. Kâfirlere karşı savaşmanın farz-ı kifâye, Müslümanları zorbaların elinden kurtarmanın ise farz-ı ayn olduğunu söylediler. Dindar ve adil bir hükümdar olan Sultan ikinci yolu yürüdü. Karaman elçisine dedi: “Mâni-i gazaya gaza, gaza-yı ekberdir.”

Osmanlı Düğümü: Ben Geldim
Azalan zamanların, halkların sesini duydum da geldim
Alev alev deride, kırılan başakta, boğazlanan koyunda bilenen kılıcın hararetiyle rüzgarla akan nehirde, geceyle soluyan ayda, keçenin kımıldayan hışırtısında zamanın çıkrıdığını duydum, kaçtım da geldim
Kemerleri köprüleri, dağları ovaları yıktım, aştım da geldim
En sıkışık zamanlara sığdım da geldim
Bağdat’ın yıkılışına, İslambol’un fazilet arayışına uydum da geldim
Dağılan geleceğin imdadına koştum da geldim
İnancın zırhını göğsüme gerdim de geldim
Kurganımı sırtıma kazdım da geldim
Ataların çığlığını ardıma kodum da geldim
Dilimi dinimi, erimi kadınımı, yurt’umu önüme kattım da geldim
Taşından toprağına, suyundan rüzgarına sızdım da geldim
Kükremiş sel gibi bendimi akın akın yıktım da geldim
Sogd’dan, Hoçan’dan, Maçin’den süzülüp Tuğrul kuşunun dişiyle tırnağıyla çığlık çığlığa öttüm de geldim
Bağdat’ın pazarlarında, kale kapılarında mushafın sızladığını duydum da geldim
Latin rakamlı zamanın büğrüldüğünü Konstantin surlarında gördüm de geldim
Tekfur sarayında yeşilin döküldüğünü gördüm de geldim
Büyük Bursalıların donuna büründüm de geldim
Anaç bir ana, ağacımı bağrıma gömdüm de geldim
İsa’nın da Musa’nın da oğullarına Hz. Muhammed aşkına kol kanat gerdim de geldim
Ebu-l Feth’in çağrısını duydum da geldim
Süleymaniye’nin mahyasına her Ramazan’da bir kuş gerekdür, tuğrul donunda ezan oldum da geldim
-Yaşama arzusuyla, ben geldim.

Nev Zuhur Ulema Düğümü
Tarih sahifelerinin sonu yok; söz maden imiş, cevherine son yok.
Arapça ve farsça, ved dahi latince kitaplar düzülüp inci inci; türkçede söylemenin çirkinliğinde tat yok, süs yok.
Alfabe üstadları saf türkçe yazmayı engellesün, türkçe sözü kışladan dışarı salmasün; şiir de bilirim, lakin sözüm alim sözüdür, biline.
Dünya, duvarları devlet olan bir bahçedir. Devletin dili şeriat ola; şeriat olmadan padişah sözünün hükmü hiç olmaa.
Asker olmadan hükümdar zapt idemes; türkçenin kullarından tebaa hiç bolamas.
Tebaanın kulluğu adaletten geçe; Türk’ün gücü bezmden değül, rezmden geçe.
Türkîler karma karışık yaşayıp duru, kitapsız, alfabesiz hep yesün içsün; Osmanlı aşireti hem Maveraünnehr ötesinden, lakin sanki Selçukî boyundan gelir.

Türk Korkusu Düğümü: 16. yüzyıldan
Türkler, şehirleri işgal edip başdöndürücü bir uçurum ve dipsiz bir çukur gibi, ilahi ve beşerî olan her şeyi yutuyor, geniş krallıklara boyun eğdirip soylu şehirlerin ve büyük milletlerin gelişip çiçeklendikleri yerlere dehşet ve ıssızlık getiriyor. Türk’ün bastığı yerde ot bitmiyor. Ben Türklerle ve Türklerin Tanrısıyla ömrümün son damlasına kadar savaşacağım.
Türk, Hıristiyan âleminin bir şu eyaletini bir şu kasabasını yakıp yıkıyor. Krallar idam edilip tüm komşu halklar titriyor. Türklerle savaş kapının eşiğine dayandı. Eğer silahlarımızı kuşanıp düşmanın karşısına dikilmezsek, dinimiz elden gitti gider.
Onlar insan kanı dökmekten başka haz tanımazlar. Bütün dünyayı egemenliği altına almak için fethettikleri halkları kendi dinlerine döndürmek arzusuyla yanarlar.
Hıristiyan âlemi, bölünmeyin, birleşin! Yunanlılar gibi Türk’ün boyunduruğuna girmeyin.
Hıristiyan topraklarındaki üzüm bağları o azgın, vahşi yaban domuzu tarafından eşelenip alt üst ediliyor, ayaklar altında ezilip mahvoluyor. At sürülerinin üstünde saldırmaya hazırlanan şu sıska kırlangıç atağa kalkmadan şahinlere, doğanlara, kartallara dönüp onu parçalayalım.
Koşun, koşun, kılıcı kapın. Mağarasında bizi yok etmenin yollarını arıyan şu azgın ayıyı, kana susamış şu Türk köpeğini kesin.
Çoban mışıl mışıl uyurken, aç kurt ahırın kapısına dayandı ve bir bir çalıyor kilisenin koyunlarını. Kalkın!
Kilisemizi savunalım ve düşmanları gebertelim!
Köpek Türklere çekin silahları!
Uyuyan aslanı uyandırmadan, sakalını keselim.

Tarihyazımı Düğümü
“Türk” (güçlü) adı/sıfatı etnik bir kimliği imlemez. Pek kibar ve de nesnel oldu. Devam: “Türk”, tarihsel ve siyasal bir kavramdır. Türk etnosunun numarası tarihtir.
Türkler ne tarih yazımına, ne, Orhun Taşları’yla kendi dilinde ilk kez söz alan göçebeler olmasına karşın edebiyata, ne de dillerine önem vermiş bir millet değildi. Neden?
Edebiyatla uğraşmaları tarih yapmalarını engeller-diği için mi? “Türk bodun yazuk kıltacı bolgaylar” –dığı için mi? Pek çok giysi değiştirmelerine karşın alameti farikaları bıyık-giysileriyle bir mecazı ısrarla taşıdıkları için mi, yada Türkler tarafından yurt/çadır seçilmiş Anadolu’da hâlâ İslamiyette ısrar ettiklerinden..?
Uraaaannn! Haydaaaa.
İlkbaharda çalsın davullar, zurnalar kösler.
Çadırın ipleri koptu.
Alll-lahallah ya-Allah, laaa-ilahe illallah!
- - düüüüm tek, dümmm tek.
Orkestra!

Beethowen’in 9. senfonisi, “Neşeye Övgü”. Monşer, bu müzik parçasında tuhaf bir dengesizlik mevcut. Bölümün ortasında, ana melodiyi (yani 'neşe' metaforunu) üç orkestral ve üç vokal varyasyon halinde duymamızdan sonra, eleştirmenlerin zihnini son 180 yıldır kurcalayan beklenmedik bir şey olur: 331 numaralı ölçü çizgisinde ton tamamen değişir ve ağır başlı ilahisel ilerleyiş yerine aynı 'neşe' teması 'marcia turca' (Türk marşı) tarzında tekrarlanır; 18. asırda Avrupa ordularının Türk yeniçerilerinden duyup benimsediği ve üflemeli-vurmalı enstrümanların kullanıldığı askeri müzikten alınma metonimik bir tarzdır bu.
Bunun ardından makam karnavalesk bir geçit törenine, alaycı bir gösteriye dönüşür -hatta eleştirmenler marcia turca'nın başlangıcına eşlik eden fagotların ve bas davulların sesini geğirtiye benzetmiştir - -zurna, -nın zaart dediği deliği.
Müzik ses midir, nota mıdır? –Her halukârda ruhun gürültüsü.
“Bellum omnium mater, aynı zamanda medeniyeti imal etmişti” yazdı Fransız geo-ekonomisti, “uygarlığın temelinde baskı vardır” yazan Viyanalı Keçi’den sonra.
Tarih pekala notayla da yazılabilir. Tarih yazıcıları, edebiyatın iki direği metafor ve metonimide ısrarcı. Uygarlığın temelinde ikram vardır, yazamadılar. –Hayda bre!

Orhan Kemal Edebiyatında İşçi-Oluş (VI-IX)

İnsancıl Dergisi, Haziran-Eylül, sayı 239-242


* İşçi Hareketi ve Milliyetçilik

“Bu İşçi Partisi’ni bir yerde kullanmak için kurdurdular ama, nerede kullanacaklar, onu merak ediyorum” (Orhan Kemal, 2006; 16).
“Fos çıkan koz ücretli emek/ Sırtında şakladıkça bunlar sende/ (...) Özetle burjuvaziden önce işçi sınıfı fosladı/ Gangster ameleler partisine girip sendikaya tosladı” (Özel, 2008; 46, 115)

Osmanlı İmparatorluğu’nda, çok eskiden beri ekonomik amaçlı emekçi/”işçi” hareketlerine tanık olunmuştu. Türklerin Orta Asya’dan getirdikleri “eşitlikçi” duygular, Ahilik örgütü, Celali isyanları, gümüş akçelerin tağşiş edilmesi suretiyle yaşanan enflasyon karşısında cami inşaatında çalışan senktraşların işi bırakıp köye dönmeleri, tatil-i eşgal olaylarına karşı padişahların çıkardığı fermanlar vb. ilk elden anılabilir.
Kapıkullarının akçe tağşişi (enflasyon) nedeniyle gerçek ücretlerinin düşmesine tepki olarak, önce çorba kaplarını ayaklarıyla devirmeleri ve sonra da kutsal kabul edilen kazanlarını kaldırmaları da bir tür grev olarak görülebilir. Kapıkullarının en önemli kesimini oluşturan yeniçerilerin bilinen bu nitelikteki ilk başkaldırısı 1444 yılındadır. Kapıkulu süvarilerinin bilinen ilk ayaklanması ise yine akçe tağşişine bağlı olarak 1588 yılında gerçekleşti. Bunun dışında 1587 yılında İstanbul’da Mehmet Paşa tarafından yaptırılan camide çalışan duvarcı, marangoz ve taş ustalarının 12 akçe olan yevmiyelerinin yetmediğini bildirip 4 akçe zam istemeleri ve bu zammın verilmesinden sonra da iş durdurmaları anılabilir (Koç, 1998; 21) 16. yüzyılın son çeyreğinde, İstanbul’daki bir takım inşaat işçileri o zamanki ücretlerle çalışmayacaklarını şiddetli bir biçimde dile getirmişler, merkezi yönetim ücretleri, gönülsüzce de olsa, arttırmak zorunda kalmıştı. 17. yüzyıl ortasında Kiğı’daki maden ve tasfiye fırınlarında çalışan işçiler de o zamana göre bile son derece düşük olan ücretlerinden yakınıyorlardı. Bu işçiler, ücretlerinin arttırılmasını değil de başka angaryalardan ya da birtakım vergilerden muaf olmak gibi “ücret dışı ayrıcalıklar talep etmişler ve istediklerini almışlardı (Faroqhi, 2008; 244). Ne var ki, bu oluşumlara dahil olan “işçi”ler politik boyuttan yoksun, salt o anlık ekonomik çıkarlarını korumak güdüsüyle hareket etmişlerdi.
Türkiye’de gerek işçileşme, gerek işçi hareketleri, gerekse sol akımlar için, ekonomik tabanı henüz kurulmamış bir “milli burjuva” yaratma hevesi, ama öncelikle devleti ayakta tutmak hedefine hizmet edeceği düşüncesiyle yapılan 1908 II. Meşrutiyet devrimi bir milat oluşturur. II. Meşrutiyet’in diğer alanlarda olduğu gibi çalışma ilişkilerinin yeniden düzenlenmesi, biçimlenmesi alanında, 1909 tarihli Tatil-i Eşgal Kanunu başta olmak üzere, önceki dönemlerden farklı oluşumlara yol açtığı görülür. 1908 devriminin gerek çalışma ilişkileri gerekse işçi hareketi üzerinde etkisi ne yönde oldu?
1830’lara kadar ve sonrasında da, Osmanlı İmparatorluğu’nda bir işçi sınıfından söz edemeyiz. Küçük üreticiliğin koşulları uyarınca tek tek işçilerin, ücretli çalışanların varlığına karşın, büyük sanayi işyerlerinin bulunmayışı nedeniyle toplu işçi grupları mevcut değildi. Dolayısıyla 19. yüzyılın son çeyreğine kadar işçi direnişleri de oldukça sınırlıydı. 1872’de Beyoğlu telgraf işçileri, İzmit demiryolu, Beykoz deri ve kundura işçileri, 1873 ve 1875 tersane işçileri, 1875’te Sirkeci sırt hamalları, Hasköy tersanesi, fişekhane, araba ve omnibüs işçileri, Haydarpaşa demiryolu işçileri grev yapmıştı. 1872 yılında İstanbul tersanelerinde ücretler ödenmediği için başlayan ilk grev dalgası sosyal olduğu kadar, yabancı şirketlere karşı memurların da katıldığı ve öncülük ettiği milliyetçi bir nitelik taşımaktaydı. Mütareke yıllarındaki grevler için de aynı şeyler söylenebilir (Avcıoğlu, 1978; 203). 1871’de Ameleperver cemiyeti başta olmak üzere kimi işçi derneklerine de rastlanmaktadır. Bu dernekler hayır kuruluşları olup işçiler tarafından değil, onlara yardım etmek isteyen kişi ve gruplarca örgütlenmiştir. Dikkat çekici nokta, bu derneklerin kurulmasında yabancı burjuvazi adeta öncülük etmiştir. Özetleyin 19. yüzyılın son çeyreğinde Osmanlı işçi sınıfının sınırlı gücü kapsamında rastlanan işçi hareketlerinin bir sosyal sınıf olarak toplumun tümü içinde önemli bir etkinliğe sahip olduğu söylenemez (Çavdar, 2003; 76-80). 23 Temmuz’da “Hürriyet’in ilanından 1908 sonuna kadar 85’i İstanbul, Selanik ve İzmir’de olmak üzere 111 grev düzenlenir. Grevlerin birçoğu yabancı sermayenin egemenliği altındaki işyerlerinde, işletme ve işkollarında, apansız ve birdenbire başlamıştı. “Grevlerin yönetiminde sosyalist fikirlerin, sosyalist militan ve yöneticilerin bir etkinliği olduğunu söylemek zor” (Güzel, 1996; 54). Yönetici kesimin kavramsal dünyası, ellerinde Yunan ve Osmanlı bayraklarıyla Fransız işverenlere karşı greve giden Rum Ortodoks işçileri nereye oturtacağını bilmiyordu (Keyder, 1990; 53). “Yabancı sermaye”ye öfke duyan, “milli iktisat” yanlısı İttihat ve Terakki başta olmak üzere, imparatorluk yöneticilerinin ve hükümetin bu grevleri desteklediğini; bu eylemlerin kendiliğinden ve de sınıf mücadelesi kapsamında gelişmediğini belirtelim. Kökleri Haçlı Seferleri’ne uzanarak bütün Osmanlı İmparatorluğu tarihinin (Katolik) Hıristiyan Avrupa’ya karşı mücadelesinin izini görmek mümkün.
Avrupa egemenliğinin en çok nefret edilen simgeleri haline gelen Tütün Reji’si başta olmak üzere halk direnişi oluşturulur. Yabancı şirketlerdeki grevler desteklenir. Jön Türkler 1908’de Avusturya-Macaristan mallarına, 1911’de İtalyan mallarına karşı boykot düzenlerler, ülkeye sızmış yabancı çıkarlarının simgesi İzmir’in 1919’da Yunan orduları tarafından işgali ülkenin hemen her tarafında büyük halk ayaklanmalarına ve protesto mitinglerine yol açar. Bu dönemde milliyetçilik ve sosyalizm birbirine çok yakındır: Birçok sosyalist ve komünist milliyetçi saflardan çıkmıştır; bunun başlıca örneği de Türkiye Komünist Fırkası’nın kurucusu olan Mustafa Suphi’dir. Suphi, 1912-1913’te küçük bir milliyetçi partinin saflarında siyasi mücadele veriyordu.
Türk milliyetçiliğinin geçmişi çok gerilere uzanmaz. 19. yüzyılın ilk çeyreğinde Yunanlılar ve Sırplar, onların ardından Bulgar, Makedon, Ermeni milliyetçilikleri sökün eder; yüzyıl sonuna doğru Arnavutlar, Araplar ve Kürtler milliyetçilik hummasına tutulur. 1908’de Türkler arasında da “milli burjuvazi” fikri filizlenince milliyetçilik vücut bulmaya başlar. Kendini İslamla özdeşleştirmiş Türk köylülüğü “milliyet bekçiliği” rölü üstlenmemiş; “Türk milliyeti” tasarısını destekleyenler kitleden kopuk bir avuç siyasal elittir sadece. Türk milliyetçiliğinin ilk formülasyonunda, tartışmasız bir biçimde “solda” yer alan pantürkizm savunucusu Rusya asıllı Tatar ve Azeri büyük burjuvasına mensup kişiler rol oynamış ve inşa edilen bu Türk milliyetçiliği asla anti-kapitalist olmamıştır (Georgeon, 2009; 4-10).
İmparatorluğun bekası, çok önceden ulusal duyguları uyanmış Rumlar, ardından Ermeniler, Bulgarlar vd. kapsayan topluluklarla bir çeşit federatif yapı içinde yaşamaları umuduna bağlı olduğu için Türk milliyetçiliği gündeme getirilmemişti. Balkan savaşları bu umudu bütünüyle söndürünce Türk milliyetçiliği kurgusuna yönelindi. Öte yandansa “kapitalist sayılabilecek insanların büyük çoğunluğu, Türk ulusundan değil, azınlık gruplarından geliyordu. Burjuvazi adına Türk olarak hemen yalnız memurlar ve zabitler vardı” (Tunçay, 2006, 31). 1908’den sonraki ilk Meclis-i Mebusan’da sosyalist olduğunu söyleyen milletvekillerinin hemen hemen tamamı yine azınlık mebuslarıydı.
Namık Kemal’in “İbret” gazetesinde Komün’ü savunan yazıları, Dr. Refik Nevzat’ın Sosyalist Partisi, Hilmi’nin “İştirak” gazetesi, Meşrutiyet ertesinde yurt düzeyinde görülen grevler de dikkatleri işçi ve sol düşünceye çekememişti (Çavdar, 2003; 99). II. Meşrutiyet dönemi, örgütlü sosyalist faaliyetin imparatorlukta ilk kez ortaya çıkışına da sahne oldu. 1908 devrimini kapsayan bu döneminde cereyan eden siyasal akışın içinde Meşrutiyet İstanbul’unda yayılmaya başlayan solcu fikirler küçük bir aydın çevresiyle sınırlı kalmış, hiç bir zaman bir halk hareketi boyutlarına ulaşamamıştı. 1910’da İştirakçi Hüseyin Hilmi Osmanlı Sosyalist Fırkasını kurdu. İsmine karşın, gerçek bir sosyalist parti olmaktan çok ilerici, liberal bir partiydi (Zürcher, 2007; 152). Kurtuluş Savaşı’nın ilk yıllarında da yaygın bir bolşeviklik edebiyatı görülür. Atatürk, resmi bir komünist partisi kurdurur. Dönemin sosyalistleri sosyalizmi, sanayileşmenin gerçekleştirilmesinin ardından gelecek daha ileri bir aşama olarak düşünmektedirler. –Önce fabrika, sonra sosyalizm.
Sanayinin pek cılız olduğu imparatorluk Türkiye’sinde işçiden çok işsiz vardı, bir de Marks’ın hiç hazzetmediği “lümpen proleter”ler. Seyyar satıcı, boyacı, küfeci, simitçi, sucu, hamal, kahveci, dilenci vs.den oluşan, bugün “gizli işsiz” dediğimiz on binlerce insan “lümpen proletarya”yı oluşturuyordu. Köylerden büyük şehirlere akın ve Avrupa rekabeti karşısında çöken geleneksel zanaatlar lümpen proletaryayı besliyordu. “Türk proletaryası”nı patronların sömürüsünden kurtarmak değil, “Türk milleti” olabilmeyi hedefleyen dönemin düşünce erbapları, bu amaçları doğrultusunda iktisadi hayatta “Türk patron” yaratma özlemi içindeydiler. “Küçük zanaatlara tenezzül etmeyecek, doğrudan doğruya fabrikacılığa teşebbüs edeceğiz” diyen Ziya Gökalp’ın çömezi Tekinalp “sapsağlam yüzbinlerce insan boş ve tufeyli” duruyor diyerek bu durumdan duyduğu huzursuzluğu şöyle dile getiriyordu: “Hiçbir kıymet istihsal etmeyen ve toplumumuz için zararlı olan bu tufeyliler, sayısız tembeller, koca şehri kaplamıştır. Bunların yüzünden memleket ekonomisi hastadır. Ötede beride bir sürü aylak kundura boyacısı, ufak tefek işporta eşyası satan insanın gerçek istihsal işlerinde kullanılması gerekmektedir” (zikreden Avcıoğlu, 1978; 203-204). Meclis de bu ayak takımını görmezden gelmez bir Serseri Nizamnamesi çıkarmıştır : “Hiçbir vasıta-i maişeti bulunmadığı ve çalışma kudreti olduğu halde laakal iki aydan beri bir güna kar ve kisb veya sanatla meşgul olmayan ve bu müddet zarfında iş bulmak için teşebbüsat-ı lazımede bulunduğunu ispat edemeyip şurada burada dolaşan kimselere serseri itlak olunur. Çalışmaya muktedir iken tese’ülü vesile-i maişet ittihaz edenler dahi serseri addolunur.” (“Serseri Mazanna-i Sü’ Olan Eşhas Hakkında Kanun”, 1909, 1. Madde) . Bu kanunun kapsam alanına “lümpen proleter” diyebileceğimiz işsiz güçsüzler, İstanbul’a yeni göç etmiş kimseler, dilenciler ve tanımı son derece esnek olan “şüpheli şahıslar” yani potansiyel suçlu olarak görülen kimseler girmektedir. Söz konusu kanun, kent yoksullarının sınırlı ve marjinal bir kesimiyle ilgiliymiş görünmesine rağmen, yeni rejimin kent yoksullarına yönelik uygulamalarına temel oluşturacak en kapsamlı hukuki düzenleme olarak değerlendirilmelidir. Dahası, kent yoksullarına ilişkin kamusal söylem ve politikalardaki değişimler, Osmanlı tarihinde modern devlet oluşumunun somut ifadeleri olarak değerlendirilmektedir (Özbek, 2004; 66)
II. Meşrutiyet döneminde beliren sosyalist düşünceler Türk proletaryasının ideolojisi olabilirdi. Ne var ki, ortada proletarya yoktu! Kestirmeden söyleyelim: Bu dönemin solcu, “sosyalist” düşüncesi aslında liberalizm taraftarlarının bir eklentisiydi. Sosyalist fikirleri ve “İştirakçi” namıyla ün salan Hüseyin Hilmi “çevresinin bu dönemdeki faaliyeti hakkında yapılması gereken belki en önemli gözlem, solcu fikirleri yaymak amacıyla başlayan bu hareketin, kısa sürede liberal bir muhalefet platformuna kayışıyla ilgilidir” (Tunçay, 2006; 41).
Öyle ki İstanbul Amele Birliği’ni Milli Türk Ticaret Birliği kurmuştu. A. H. Başar bu olguyu düpedüz şöyle dile getirir: “Amele Birliği, tüccarın bir kukla teşkilatından, bir paravanadan ibaretti.” Diğer illerde işçi temsilcilerinin seçilmesinde de aynı eğilimler ağır basar. Örneğin romancı Aka Gündüz Kütahya amele delegesi olarak İzmir İktisat Kongresi’ne katılır. Sonraki yıllarda Kemalist rejimin ana dayanaklarından birini oluşturacak görüşünü Kongrede açıklayan iktisat vekili Mahmut Esat’ın “bizde iktisadi manasıyla mütebellir bir sınıf meselesi mevcut değildir” sözlerini İstanbul ticaret sermayesinin desteğiyle söz alan İstanbul Amele Birliği de tekrarlayacaktır: Memleketimizde toplumsal sınıflar Batı’dakinden farklı olup... zengin veya fakir elele yürümeğe aklen, mantıken mecburdur... Slogan düzeyinde de olsa, Milli mücadele yıllarının radikal “anti-kapitalist” terminolojisi zaferden sonra hızla terk edilir; “bizde sınıflar yoktur” teması Atatürk’ün sonraki yıllarda sürekli olarak işleyeceği ve Kemalist rejimin ana ideolojik dayanaklarından birini oluşturur (Boratav, 1974; 28, 60-61).
Meşrutiyet devriminin getirdiği düşünce, ifade ve toplantı özgürlüğünün etkisi sadece sevinçli ya da öfkeli siyasal gösterilerle kalmamış, işçiler arasında da çalkantılara yol açmıştı. Meşrutiyetten sonra iki ay içinde enflasyon yüzde 20’ye çıkmıştı. Bunun üzerine işçiler fiyat artışlarını telafi etmek için ücret artışı talebinde bulunmuş, talepleri karşılanmayınca imparatorluğu bir grev dalgası sarmıştı. Altı ay içinde 100’ün üstünde grev oldu. Bu grevlerden korkuya kapılan hükümet, kamu kesiminde sendikaları yasaklayan, grevleri son derece güçleştiren iş yasasını İttihat ve Terakki Cemiyeti’nin desteğiyle çıkardı. Bu yasa işçi hareketini bastırdı, öyle ki II. Meşrutiyet’ten sonraki dönem boyunca da hemen hemen hiç grev olmadı. Özetleyin, grevcilerin bozguna uğratılmasında etkin bir rol oynayan İTC, anayasal özgürlüğün, liberal değerlerin en önde gelen şampiyonu, işçilerin zaten kıt olan özgürlüğünün bastırılmasında gayet açık bir şekilde kapitalistlerin tarafını tutmuştu (Zürcher, 2007; 140). Demiryolu kumpanyalarında, şehiriçi ulaşım şirketlerinde ve kömür havzalarında çalışan memur ve işçiler arasında patlak veren grevleri hükümet kaba güç kullanarak bastırınca, İttihat ve Terakki ile onun pek de iplemediği işçi sınıfı arasındaki köprüler koptu. Öte yandan Anadolu’da kendilerine ittifak arayan Jön Türkler, karşılarında eşrafı buldular ve onlarla ittifak yaptılar. “Bu ittifak, ister istemez küçük köylülüğün ve kır proletaryasının aleyhineydi” (Yerasimos, 1987; 434). –Kahvehanenin ta dibinde oturan yüzü kırış kırış bir ihtiyar, Orhan Kemal’in Gurbet Kuşları romanından homurdandı: “Devir Hamid devriydi ben onu bunu bilmem. Yoktu partiler, ocaklar, bucaklar. Ekmek bereketliydi. Ne zaman çıktı İttihat Terakki, ondan sonra rahat yüzü görmedi millet!” (Orhan Kemal, 2007; 366).
Meşrutiyetin ilanıyla imparatorluktaki bütün ırkları ve mezhepleri Osmanlı milliyeti altında birleştirmeyi uman İttihat ve Terakki, bu düşüncesini uygulamaya geçtiğinde gerek ülke içinde gerekse dışında ne siyasal ne de sosyal güçler arasından kendilerine sağlam bir destek bulamadı.
Avrupa’dakine benzer bir toplumsal sınıf yapısı bulunmayan ve bir tarım imparatorluğu olan Osmanlı’nın 16. yüzyılında tımar sisteminin dağılmasıyla “mültezim” adlı yeni bir tip çıkmış; 18. yüzyıl sonlarında “ayan” adlı yine tarıma dayalı, Osmanlı düzeninin yönetenler sınıfına eklenen bir başka yeni tipe tanık olmuştuk. 19. yüzyıl sonu ve 20. yüzyıl başında filiz veren yeni bir tiple mi karşı karşıyayız? Bu yeni tip, mültezim ve ayanlarda olduğu gibi tarıma ve imparatorluğun varlığına bağlı mı şekillenecekti? Avrupalı tüccarların Osmanlı topraklarındaki işlerini yürütmek yada onlarla işbirliği yapmak suretiyle zenginleşen gayrimüslim burjuva sınıfa mı eklenecekti? Zor bir olasılık. Çünkü Batı kapitalizmi Osmanlı ‘burjuvazi’sini yok etmeye kararlıydı.
Milliyetçilik insanoğlunun ve toplumsal yaşamın doğal eğilimi değildi. Uluslar varolmayıp siyasal elite mensup aydın kesimin desteğini de alıp yaratılırlar. Türkiye’de olan da budur. Endüstrileşme ve miliyetçilik “Osmanlı mozaiği”nin paramparça olması anlamına geliyordu. Kapitalizmin Avrupa’da “kendiliğinden” gelişmesi, Batı kapitalizminin yayılması yüzünden, başka yerlerde benzer kapitalist gelişmeleri engellemiştir. Batı dışına kala kala kapitalizmi ve milliyetçiliği taklit etmek kalmıştır. “Hiçbir taklitçi sanayileşme, ilk özgün sanayileşmeyle aynı türden bir olaymış gibi değerlendirilemez (...) İlk özgün sanayileşme, ne yaptıklarının bilincinde olmayan insanlar tarafından gerçekleştirilmişti ki, onu tekrarlanamaz kılan, olayın özünü oluşturan bu bilinçsizlik haliydi (...) Erken modern Batı Avrupa koşulları hiçbir şekilde yeniden üretilemez” (Gellner, 2008; 93). Milliyetçilik 19. yüzyıl başlarında Avrupa’da icat edilmiş bir öğreti olup, Batı ekonomisindeki bir kriz nedeniyle değil, siyasi ve askeri rekabet nedeniyle Avrupa toplumları tarafından Batı dışına yayılmıştır. Buna göre milliyetçilik geleneksel toplumdan modern topluma geçişte zorunlu bir aşamadır ve Batı’nın milliyetçilik ve ulus-devletleri deneyiminin dünya ölçeğinde önemi vardır. (Turner, 1984; 89-93).
Osmanlı İmparatorluğu’nda Türk kimliği Müslüman kimliğinin arkasına gizlenmişti: Türk, Kürt, Arnavut ya da Arap olmadan önce, Müslüman olunuyordu (Georgeon, 2006; 195). Milliyetçilik ilk kez on sekizinci yüzyılın ikinci yarısında Balkanlardaki Ortodoks Hıristiyanlar arasında ortaya çıktı. İmparatorluğun Müslüman tebaası, 1908 Jön Türk İhtilali’ne kadar tam bir etnik milliyetçilik deneyimi yaşamadı (Karpat, 2009; 35). İmparatorluğun gayrimüslim toplulukları miliyetçilik fikriyle ilgilenmeye başladılar. 1918’de I. Dünya Savaşı’ndaki kesin yenilgiye kadar, halkın büyük çoğunluğu çokuluslu, çokdinli bir imparatorluğu sürdürmeye kararlı olduğundan, milliyetçilik sadece azınlıkların ilgilendiği bir konu olarak kaldı (Ahmad, 2007a; Xİİ). Tam bu dönemde milliyetçiliğin bir varyantı olarak sosyalist fikirler serpilmeye başlıyordu.
19. yüzyıl boyunca, milliyetçilik o günün ideolojisi olmuş ve çok etnik gruplu imparatorlukta milliyetler kendi ulus-devletlerini kurma iddialarını ortaya atmaya başlamışlardı. Milliyetçi burjuvazinin politikaları, arzuları ile sosyalist hareketlerin stratejileri ve taktikleri arasında tuhaf bir paralellik göze çarpar. Milliyetçiliğin sosyalist hareketleri ne yönde etkilediği ihmal edilmiş bir soru olarak önümüzde durmaktadır. Örneğin Makedonya İç Devrimci Örgütü yada Daşnak Partisi vb. devrimci kuruluşlar ne kadar sosyalisttiler? İştirakçi (Sosyalist) Hüseyin Hilmi’nin 1910’da kurduğu Osmanlı Sosyalist Fırkası Marksist olmak bir yana, sosyalist bile sayılamaz, tersine bir liberal parti izlenimi verir. Yada radikal sosyalizmin baş savunucusu Parvus milli burjuvazinin doğmasını sosyalizmin önkoşulu sayacaktır.
Milliyetçi çekişmeler, işçiyi sınıfsal birlik ve dayanışmasından yoksun bırakarak işçi hareketini büyük bir zaafa uğratmıştı. “Osmanlı Rumları için milli kaygılar işçi sınıfıyla sosyalist görüşün önceliklerini hep gölgede bırakmıştır” (Quataert, 1998; 119). Ermeni kurtuluş hareketi içinde sosyalizm milliyetçilikten ayrılamazdı (Ahmad, 2004; 20) Fikret Adanır ise düpedüz, “Balkanlar’da ulusal sorun hala çözülmeden duruyorsa, burada Balkan sosyalistlerinin hayli geniş bir sorumluluk payı vardır” diyecektir (Adanır, 2004, 72). Bir çok işçi örgütü de milliyetçi, şovenist unsurların yönetim ve denetimi altında kalmıştır. Bu tür işçi örgütlerinde, rahip ya da benzeri din adamları ile ünlü milliyetçi “kahramanlar” başkanlık veya önemli yönetim düzeylerine seçilmişler ve bunlar diğer milletlere karşı propaganda yapmışlardır” (Güzel, 1996; 76). 1908 darbesinden sonra işçiler ulusalcı hareketlerin çıkarları doğrultusunda örgütler kurdular. İttihat ve Terakki de kendi denetimi altında işçi örgütleri oluşturmaya çalıştı. Sosyalist ve komünist hareketler ve örgütlenmeler de bu sürece katıldı. Osmanlı Devleti’ne karşı ulusal bir mücadele içindeki hareketler de işçi sınıfı içinde etkili olmaya çalıştı (Koç, 1998; 21). Sınırlı da olsalar, işçi örgütlenmeleri ve işçi hareketleri deneyimi Cumhuriyet Türkiyesine devredilemedi. İmparatorluktaki işçi örgütlenmelerinin ve işçi hareketlerinin hatırı sayılır bir bölümü, başta Selanik olmak üzere İmparatorluğun Avrupa ülkeleriyle ve buralardaki fikir hareketiyle daha yakından bağlantısı olan Balkan kentlerinde gerçekleşmiş ve bu girişimlerde azınlıklara mensup işçilerin büyük payı olmuştu. Bağımsızlık hareketleri sonucunda bu bölgelerin kaybedilmesi, bir anlamda işçi hareketlerine ilişkin deneyimin de kaybedilmesi anlamına geliyordu (Makal, 1999; 44).
Rum ve Ermeni burjuvazisi siyasi amaçlarını Osmanlı bütünü içinde gerçekleştirmeyi istemiş olsaydı Jöntürklerin 1908-1918 deneyi, bürokratik reformculuk yerine genç burjuvazinin hakimiyeti altında kapitalist bir devlet kurulmasıyla sonuçlanabilirdi. Etnik farklılaşma ve emperyalist müdahale kapitalist dönüşüm ivmesinin yön değiştirmesine yolaçtı. 1914-1924 arasında Rum ve Ermenilerin ülkeden ayrılması ve çıkarılmasıyla, Osmanlı burjuvazisi iktisadi, siyasi ve ideolojik kazançlarını kaybetti (Keyder, 1990; 10). Osmanlı dönemi boyunca tarımsal yapıda büyük toprak mülkiyetinin olmaması, gerekse I. Dünya Savaşı ve sonrasında Rum ve Ermenilerden oluşan burjuva kesimin büyük ölçüde sahneden çekilmesi sınıf mücadelesinin alacağı özel biçimin açıklanmasında temel bir öneme sahipti. On yıl boyunca süren savaşlar üretken işgücünü ciddi boyutlarda tüketmişti. Balkan Savaşları, Ermeni tehciri, İstiklal Harbi ve 1923 Rum mübadelesi sonrasında Türkiye’de mülksüzleşme (proleterleşme) değil, bir mülklüleşme döneminin kapılarını açtı! Ülkeyi terk eden Rum ve Ermenilerin arazileri, işyerleri ve binaları bir çok insana yeni fırsatlar sunuyordu. Toprak işleyebilecek durumda olanlar kolaycana arazi edinebiliyorlar, bir parça mesleki becerisi olanlarsa kendilerine ait dükkan açma olanaklarına sahiptiler.
Balkan Savaşları ile birlikte yitirilen topraklardan göç eden Müslüman nüfusun iskanı, 1915’te Ermenilerin tehciri ve 1923’te Türk-Yunan nüfus mübadelesi Türkiye nüfusunun etnik, dinsel kompozisyonunu önemli ölçüde değiştirirken II. Meşrutiyet liberalizminin beraberinde getirdiği serbest rekabet koşulları çalışma ilişkilerini de doğrudan etkiliyordu. Bu süreçte Müslüman zanaatkarlar yoksullaşarak mesleklerini yitirdiler; lonca düzeni içinde sağlanan yardımlaşma ile varlığını sürdürebilen Müslüman esnaf, loncaların kaldırılmasından olumsuz yönde etkilendi. II. Meşrutiyet liberalizminin gayrimüslim unsurların artan milliyetçi taleplerine ve Müslüman girişimciler üzerinde yarattığı olumsuzluklara zemin hazırlaması Türk milliyetçiliğinin gelişmesinde etkili oldu. Özellikle Balkan Savaşları, Meşrutiyet liberalizminin kesin olarak sonunu getirdi. Bundan sonra İttihatçılar Anadolu ve Müslüman-Türk unsur merkezli bir siyasete yöneldiler.
Sosyalizm, milliyetçiliğe karşı ve enternasyonalist bir düşünce akımı olmasına karşın, Rusya ve Avusturya-Macaristan da içinde olmak üzere, imparatorluklarda milliyetlerin kendi geleceklerini belirleme mücadelelerine yol vermiştir. Öyle ki, tek bir Osmanlı sosyalist hareketi yerine, her milletten ayrı ayrı etnik köklere sahip sosyalist gruplar ortaya çıkmıştır. Musevi gruplar için ulusçuluk ilgi gören bir akım olmamış, Yahudiler imparatorluktaki ulusalcı akımlar atmosferinden uzak durmuşlardı. İmparatorlukta ulusal hareketlerle en geç temasa geçen unsurlardan biri Türklerse, öbürü de Musevilerdi. Osmanlıcılık akımı Yahudi seçkin çevrelerde daha fazla ilgi görüyordu (Ortaylı, 2007; 203-209). Bugün de öyle
Prekapitalist toplumlarda ne işçi sınıfından, diyalektik ikizi burjuvaziden, ne de ulus-devletten söz edemiyoruz. İşçi sınıfının oluşumu ile milliyetçilik/uluslaşma arasında kopmaz bağlar var, biri olmadan öbürü bir başına olamıyor. 1910-1920’lerde Türk uluslaşması ile işçi sınıfı oluşturma hevesi eşzamanlı başlıyor. Türkiye’de işçi sınıfı (hareketi) Türk uluslaşmasına paralel ortaya çıkıyor, çıkartılıyor, oluşumu destekleniyor. İşçi sınıfının oluşumunu desteklemek hem uluslaşmayı hem de burjuvazinin hayat hakkını onaylamak anlamına geliyor.



* Devletçilik


Yunanlılara karşı verilen Kurtuluş Savaşı sonrasında Kemalistler askeri zaferin yalnızca bir aşama olduğunu, modern bir devlete giden yolda ekonomik bir zaferin gerekli olduğunun bilincindeydiler ve yöneticilerin başlıca sloganı sanayileşme oldu. Ankara hükümetinin maliye vekili Ferid Bey 1921’de, “bize en lazım olan şey fabrika, gene fabrikadır” diyecektir. 1923 İzmir İktisat Kongresi’nde de sanayileşmenin gerekliliği sık sık dile getirilir: “Milletler servete ve mutluluğa ancak sanayideki ilerlemeyle kavuşurlar. Hızla makineler ve fabrikalar edinmeli ve büyük sanayi aşamasına geçmeliyiz.” Ziya Gökalp da Türkçülüğün Esasları’nda, “Türklerin iktisadi mefkuresi vardır ki, memleketi büyük sanayie mazhar etmelidir.” Kemalistler askeri ve diplomatik zaferle elde edilen bağımsızlığın ancak ekonomik bağımsızlıkla güvence altına alınabileceğini düşünmektedirler ki bu, sanayileşmenin aynı zamanda siyasi bir tercih olduğu anlamına gelir (Georgeon, 2009; 187-189).
İttihat ve Terakki, liberal 1908 Devrimi’nden umduğu sonucu elde edememiş,. 1908 sonrası karşılaşılan siyasal ve iktisadi sorunlar İttihatçıları hayal kırıklığına uğratmıştı. Liberalizmin Osmanlı gerçeğiyle bağdaştırılamayacağı görüşü giderek yaygınlık kazandı ve meşrutiyet halkçılığı, uluslaşma sürecinde liberal iktisat politikasına karşı devlet müdahaleciliğini savundu; “ferdi kapitalizm”in yol açtığı sınıflaşma sorunu üzerine kafa yormaya başladı. “Devlet kapitalizmi” benimsenerek devletin fiilen iktisadi yaşama girmesi gündeme geldi. Bir yandan “teşebbüs-i şahsi”nin sınırlandırılmamasına da özen gösterilecek, öte yandan da sınıf mücadelesi ve çelişen toplumsal sınıf kavramları yadsınacaktı (Toprak, 1995; 165-167). Müslüman-Türk ticaret burjuvazisi ile siyasi kadroların ve yüksek bürokrasinin işbirliğinden, geleneksel ve gayrimüslim komprador ticaret burjuvazisinin işlevlerini kısmen de olsa devralabilen, bazı hallerde yabancı sermaye ile işbirliği içinde kurulan imtiyazlı şirketlerin tekelci kazançlarından nemalanan bir yeni zenginler tabakası oluşmuş idi. Ancak bu burjuva oluşumun ve milli nitelikte bir kapitalist gelişimin vazgeçilmez unsuru olan sanayileşmenin bu modelle gerçekleşemeyeceği 1920’li yılların sonuna gelindiğinde anlaşılacaktır. 1913-1932 arasında sanayide devlet işletmeciliği genişlememiş aksine azalmıştı (Boratav, 1988; 48-48).
Kemalistlerin halkçılık ilkesine göre yeni Türkiye’de mücadele eden sınıflar yoktu. Sonunda 1936 yılından kabul edilen İş Kanunu taslağında, toplumsal çatışmalardan sakınmak, işçi hareketlerini denetlemek ve bolşevizm için verimli bir alan olabilecek bir proletaryanın oluşmasını engellemek kaygılarının izleri görülür. Hakeza aynı mantık çerçevesinde, iki savaş arasındaki sanayi yerleşimlerinin ikincil öneme sahip şehir ve kasabalarda kurulduğu dikkati çeker. Bu coğrafi tercihler işçi semtleri ve toplumsal patlama riskleriyle büyük sanayi metropollerinin doğmasına yol açmaması kaygısını yansıtmaktadır. Kemalist dönemde sanayileşmenin motoru devlet mi, hür teşebbüs mü olacaktır? 1930’da Türkiye’nin ekonomik politikası devletçilik olur (Georgeon, 2009; 189-190). Devletin iktisadi alanda doğrudan doğruya işveren olarak yer alması, yeni bir olgu sayılamazdı. Devletin bu rolü Tanzimat sonrası dönemine kadar uzandığı gibi, devletçiliğin kökenleri gerek kavram gerekse uygulama düzeyinde, kolaylıkla Osmanlı dönemine götürülebilir.
Osmanlı İmparatorluğu’nda tarım kesiminde devlet mülkiyetine dayanan toprak rejimi, devletin iktisadi yaşamda varlığını sürekli kılıyordu. Tanzimat sonrasındaki sanayileşme çabalarının da öncelikle devlet eliyle gerçekleştirilmeye çalışılması, ülkenin en gelişmiş, modern kuruluşlarının devlet öncülüğünde gerçekleştirilmesi; devletle sanayileşme arasında ciddi bir bağlantının oluşmasına yol açmıştı. Bu bağlantı Cumhuriyet dönemine aktarılmış, İmparatorluk döneminde kurulan sanayi kuruluşlarının pek çoğu Cumhuriyetten sonra da çalışmalarını sürdürmüştü. “Devletçilik”te yeni olan, bürokrat ağırlıklı siyasal elit nezdinde, özel mülkiyet ve girişim sınırlandırılmamış, bilakis geliştirilmişti.
İşçi-oluş bağlamında ise, devletin kurduğu iktisadi teşebbüsler öncü işlevi görerek modern bir sanayi ve bu arada modern bir işçi sınıfının oluşmasına katkıda bulunmuştur. Devlet sanayii gerek kalifiye işçi, gerek idari personel yetiştirme bakımından bir okul vazifesi görmüş ve özel sektör için bir kaynak olmuştur. Kamu İktisadi Teşebbüsleri’nde işçi, usta ve mühendis olarak çalışanların dışında yöneticiler açısından da değerlendirilmelidir. Çünkü, özel teşebbüsün yüksek idareci ve teşkilatçı kadrolarının hemen hemen bütün elemanlarını devlet işletmelerinden devşirmişti. Z. Fahri Fındıkoğlu, Cahit Talas, Ş. Süreyya Aydemir’in bu konuda gözlemlerini aktaran Ahmet Makal, sanayi kesimindeki müteşebbislerin pek çoğunun devlet memurluğundan geldiğine dikkatleri çeker: 1931-1940 yıllarında kurulan özel sanayi kuruluşlarında yönetici veya mal sahibi müteşebbislerin yüzde 74,19’u memurluktan gelmedir. Sorunun bir başka boyutu ise bu girişimcilerin kamu kesiminde sadece iş deneyimi ve girişimcilik ruhu değil, sermaye de biriktirmiş olabilmeleridir. Öte yandan fabrikaların ürettiği malların dağıtımında ise binlerce tüccara bayilik verilir; kamu yatırımları programı, ihaleler, aracılık ve ticari faaliyetler aracılığıyla da özel sektöre sermaye birikiminde katkıda bulunulur (Makal, 1999; 250-253).
1925’te Sanayi ve Maadin Bankası adında kurulup daha sonra Sümerbank adını alan kurum, Türkiye’de sanayii kurmakla görevlendirilmişti. Yabancı şirketlerin elinde bulunan demiryolları birer birer satın alınarak bütün demiryolları devletleştirildi. 1930’dan sonra devletin ülke ekonomisi içindeki yeri genişledi. 1931’de CHP III. Büyük Kurultayı’nda, devletçilik, devletin resmi ilkelerinden biri haline geldi; 5 Şubat 1937’de Anayasa’ya koyulan “temel ve değişmez” altı ilkeden biri oldu. “Ekonomik ve toplumsal yaşamın gelişmesi için kamu girişimciliğine ve öncülüğüne dayanan bir iktisat politikası” olarak tanımlanacak devletçilik aslında gelgitli koşulların doğurduğu pragmatik bir çözümden ibaretti. Konumuz bağlamında: 1920’lerde başlayan sanayi teşvikleri işçilere olan talebi kısa sürede büyütmüştü. Devletçi politikaların izlendiği 1930 sonrası dönemde, nitelikli işgücü başta olmak üzere, sanayi programının gerçekleştirilmesi için binlerce işçiye ihtiyaç vardı. Tarım kesiminde yapısal değişimlere gidilmeden sanayinin ihtiyaç duyduğu işgücünün yeterli ölçüde sağlanamayacağı yönetici elitleri başından beri kaygılandırıyordu.
İktisadi Devlet Teşekkülleri kapsamında kurulan fabrikalarda, örneğin Sümerbank’a ait fabrikalarda işçiler için kütüphaneler ve okuma odaları vardı. Birçok kuruluşta, örneğin Beykoz deri ve ayakkabı fabrikasında, sinema salonları da bulunmaktaydı. Bunun yanında, birçok kuruluşta olduğu gibi, Sümerbank’ın bütün fabrikalarında okuma yazma kursları düzenlenmekteydi. Her işletmede kendi bünyesi içinden temsil ve müzik ekipleri oluşturuldu. Devlet Konservatuarı sanatçıları, turneler yaparak işletmelerde müzik etkinlikleri düzenliyorlardı (Makal, 2007; 149).
19. yüzyıldaki işçi evleri ile bu dönemin işçi lojmanları arasındaki muazzam fark, işçileri fabrikalara çekmek içindi. Devlet-i A’li, 19. yüzyılda, başta tekstil ve tütün olmak üzere “sanayi”ye el atmıştı; deniz ve kara taşımacılığı öncelikli olarak toplu taşıma ve ulaşımı geliştirdi; nihayetinde elektirik üretimine kadar uzandı. Çalışma hayatının değişmesine bağlı olarak devlet, kendi hizmetkarlarının barınma ve yaşama koşullarını düzenleme işine de girişti. Dolmabahçe Sarayı çalışanları için yapılan Akaretler (Beşiktaş) sıra evleri (paşalar, yüksek saray görevlileri); yine Dolmabahçe ve Beylerbeyi için geliştirilen Kuzguncuk konut yerleşimleri (saray hizmetlileri); Karaağaç (Sütlüce) Mezbahası civarında geliştirilen sıra evler (işçiler); giderek Hümayun’un Hereke Halı Fabrikası yerleşkesinde düşündüğü konutlar (örgütlü fabrika işçileri) inşa edilmeye başlandı. 20. yüzyılın başlarında İstanbul ve Ankara’da görülen “amele yuvası” ve “ameleler yuvası” türü barınak tipleri, işçi konutlarının ön oluşumunu hazırlayan gelişmelerdi (Cengizkan, 2009; 16).
İşçileşmenin önünü açmakta kimi tereddütlerin, salınımların yaşandığı devletçilik döneminde kurulan fabrikalarda konut inşası, sosyal hizmetler ve işçilerin refahına yönelik programlar öncelikle, Osmanlı’dan kalma mevsimlik işçi geleneğini sürdüren kırsal tarım işçilerini daimi fabrika işçisine çevirmek üzre işgücünü çekecek bir cazibeyle donatılarak işçilerin fabrikaya bağlanması amacını güder. Ş. Süreyya Aydemir’in demesiyle: “Devlet işletmelerinin her birinin bulundukları yerler memleketin içinde ve uzak yerlerinde birer şehir halindedir. Parkları, lojmanları, eğitim müesseseleri, toplu yaşama ve spor hayatının bütün tesisleri, rahat ve konforlu hayat düzeniyle, eşleri demokratik memleketlerde dahi görülmeyen uygar tesislerdir.” İçinde sinema, konser, tiyatro, spor salonu, kütüphane, kantin, okul, kreş gibi sosyal hizmetleri bulunan, devletçilik döneminin fabrika yerleşimleri, kurumsal olma özelliğini ve konut işlevini bir araya getirerek daha sonra kurulacak devlet fabrikaları için model oluşturacaktır. Öte yandan, işçilerin yaşamlarındaki düzelme özel sektör fabrikalarında hiç bir zaman bu ölçüde gerçekleşmeyecektir (Doğan, 2009; 78).
Cumhuriyet Türkiyesine devredilen tarımsal yapı içerisinde, ekilebilir toprakların henüz küçük bir bölümü kullanılmaktaydı. 19. yüzyıl sonları, 20. yüzyıl başları itibariyle tarım kesiminde küçük üreticilik egemendi. 1907’de tarımsal toprakların yüzde 81’i, ortalama 50’şer dönümlük arazilerden oluşmaktaydı ve 1909 tarihi itibariyle Batı Anadolu’da ortalama çiftlik büyüklükleri 25 dönüm civarındaydı. Tarım kesiminde uzun yıllar varlığını korumuş olan tımar sisteminin çözülüşü, büyük işletmelerin yaygınlaşarak başat hale gelmesi sonucunu doğurmamıştı. Ayrıca, tarımda küçük üreticiliğe dayanan bu sistem; hem vergi toplamaya ilişkin mali gerekçelerle, hem de siyasi açıdan, merkezi otorite tarafından tercih ediliyordu (Keyder, aktaran Makal, 1999; 66). Cumhuriyet Türkiyesine damgasını vuran sınıfsal yapı içinde işçiler değil, çiftçiler ağırlıklı bir kesimi oluşturuyordu, ardından zanaatkarlar geliyordu.
İktisadi Devlet Teşekkülleri’nin özellikle 1930’lardan başlayarak, işçi istihdamı üzerinde ciddi etkiler yapacaktır. Türkiye’de modern anlamda bir işçi sınıfının doğuş ve oluşumu da bu kuruluşlarda gerçekleşmiştir. Bu değerlendirmenin geçerliliği salt nicel faktörlerle sınırlı değildir. İleri üretim teknikleriyle ve geniş ölçekli olarak oluşturulan kamu kuruluşları, işçi sınıfının toplulaşması yoluyla da çalışma ilişkileri üzerinde etken olmuştur. Ne var ki, kamu istihdamında bu artışlar olurken işgücüne ilişkin birçok sorunla karşılaşılmıştır. Sorun, sanayi kesimiyle olduğu kadar, tarım ve zanaatlarla da ilgiliydi. Her şeyden önce Türk tarımı ekilebilir toprakların sınırına varmamıştı; ikincisi, küçük ölçekli arazi mülkiyeti, işgücü ve ücretli emeğin oluşumunda birinci dereceden etki ediyordu. Ortakçılıkla işletilen büyük mülklerin ve ücretli işçi kullanan az sayıda kapitalist çiftliğin varlığına karşın küçük köylü işletmeleri mutlak olarak hakimdi. Küçük üreticiliğin hakim olduğu tarımsal yapı, hem tarım kesiminin kendi içinde ücretli emeğin ortaya çıkmasını olumsuz yönde etkileyecek, hem de mülksüzleşerek sanayi kesimine yönelecek bir potansiyel işçi kitlesinin ortaya çıkmasını zorlaştıracaktır.
Türk köylüsü toprağından ayrılmamayı yeğlemiş, refah seviyesini yükseltmeye yönelmemişti. Köyde hayat şartları zor da olsa, toprak sıkıntısı da çekse çiftçi toprağından ayrılmayı istememiş, yüksek ücretli fabrika işçiliği onu daimi surette fabrikaya çekmemişti. Kazancı yeterli olmadığında tekrar dönmek üzere geçici olarak “gurbet”e gitmektedir. 1929-1948 yıllarını kapsayan bu dönemde sanayileşme yönünde adımlar atılmasına rağmen şehirlere göç etme olgusu gerçekleşmemiştir. Şehirlere göçün tarihi için, Marshall Planı antlaşmasınının imzalandığı gün İstanbul gazetelerinde Anadolu’dan kente gelenlerin inşa ettikleri gecekondulardan birinin fotoğrafının yayınlandığı 13 Temmuz 1947’yi belki daha iyisi Orhan Kemal’in ilk kitabı “Ekmek Kavgası”nın yayınlandığı 1949’u milat kabul edebiliriz.
1920 yılında Bakü’de toplanan Doğu Halkları Birinci Kongresi’nde sunulan rapor şu sonuca varıyordu: “...köylü sınıfı, kapitalizmin oluşma süreci içinde kendisinin kesin bir yıkıma uğratacak; köylülerin topraklarından kovulduğu ve ücretliler haline geldikleri görülecektir. İşçi sınıfına dönüşen köylü sınıfı, kendi milli burjuvazisi veya (yabancı burjuvazi) tarafından büyük tarım işletmelerine, imalathanelere, fabrikalara ve madenlere gönderilecek; buralarda, kapitalistleri zenginleştirme uğruna, karın tokluğuna bir ücretle çalışmak zorunda bırakacaktır” (zikreden Yerasimos, 1989; 81). Bu öngörü ana hatlarıyla yeni kurulan Türkiye Cumhuriyeti’nin gidişatını gösteriyordu.
Sovyet planlama deneyimini dikkatle izleyen ve 1930 yılında Moskova’da incelemelerde bulunan heyette yer alan Falih Rıfkı Atay’a göre “fertçi ve liberal iktisat sistemi ölmüştür, insanlar yeni bir nizam aramaktadırlar”. Oysa, Mehmet Zeki Pakalın’a göre “kurnaz bir maliyeci olmakla beraber, aynı zamanda çok vukuflu bir iktisatçı” olan Edirne mebusu Şakir Kesebir’in 1930’da yayınladığı planda sanayinin yalnızca planlaması devlet tarafından yapılacak, sanayilerin gerçekleştirilmesi görevi özel sektöre verilecektir. Bu plan, 1923-1929 dönemindeki politikanın bir devamından çok bu politikanın özel sektörün çıkarlarının yeniden düzenlenmesini önermektedir. Oysa 1929 Buhranı döneminde ekonomik politikaların gelişimi tamamen ters yönde olacak, “devletçiliğe” geçilecektir (Tekeli- İlkin, 2004; 178, 212). 1929 krizi, Batı kapitalizmiyle özdeşleşen serbest girişimin başarısızlığı olarak görülmeye başlandı. Devlet kontrolü sistemiyle Sovyetler Birliği, krizden kaçınmış görünüyordu ve Kemalistler, bunu ekonominin belli alanlarında yararlı bir şekilde örnek alınabilecek bir model olarak görmeye başladılar.
Dünya ekonomik bunalımının da etkisiyle, 1930’larda ılımlı bir sanayileşme programı biçiminde ortaya çıkan devletçi ekonomik politika ve o zamana değin egemen olan göreli özgürlük atmosferi yerini yeni ve otoriter bir anlayışa bıraktı. Devletçilik, Mustafa Kemal’in 1923 İzmir İktisat Kongresi’nde ve benzeri toplantılarda dile getirdiği liberal görüşlerden keskin bir ayrılışı yansıtıyordu. Bu yeni ideoloji anlatımını Kadro dergisinde buldu. Kadro’nun temel ilkesi, tam bağımsızlığa ulaşmak için, neye mal olursa olsun, etkin devlet müdahalesi yoluyla ekonomik kalkınmanın başarılmasının zorunlu olduğu inancıydı. “Kalkınma” terimi aynı zamanda toplumsal değişim aracı olarak görülen “sanayileşme” anlamında kullanılıyordu (Karpat, ; 2007; 40). 1927 tarihli sanayi sayımı verilerine göre 14 milyonluk nüfusun üretimi, tüketimi karşılayamadığı için ihtiyaç duyulan maddelerin dışardan karşılanması sonucunu doğuruyordu. 1927 sanayi sayımı verilerine göre dünya nüfusunun yüzde 0,74’üne sahip Türkiye’nin sanayide çalışan kişi sayısı 256.855’ti ve dünya sınai üretimindeki payı yüzde 0,14 olduğu gözönünde tutulursa sanayileşmeden çok uzak olduğu görülür. 1933-1940 yıllarında Sümerbank, Etibank, Ziraat Bankası ile Şeker Fabrikaları ve Malatya Bez ve İplik Fabrikası gibi devlet kuruluşlarının sınai donanımına yaklaşık 190 milyon TL sermaye yatırılır (Eldem, 1948).
1929 Buhranı’nda Türkiye’nin buhrandan kaynaklanmayan çözmesi gereken sorunları vardı. Bunların en önemlisi, ülkenin tarımsal üretime dayalı ve büyük ölçüde dışa bağımlı ekonomik yapısıdır. T. C. Osmanlı’dan devraldığı borçları 1929’da ödemeye başlar, ayrıca madencilik, sigortacılık, bankacılık, kent içi alt yapı hizmetleri ve demiryolu alanında, çalışmaları pek çok sorun yaratan yabancı şirketler vardır ve daha korkuncu: yükselen sanayi burjuvazisi kim olacaktı? Bu dönemde sanayi burjuvazisi gelişmediği için, iktidar blokunun temel öğeleri, aralarında son yıllarda bürokrasi kökenli olanların da katılımıyla genişlemiş olan ticaret burjuvazisi ve özellikle Ege’deki büyük toprak sahipleri arasındaki uzlaşmazlıklar, çatışmalar; devletin burjuvazinin güçsüz olduğu sanayi alanında doğrudan yatırım yapmasına olanak veriyordu. Bunun fazla kibarca bir ifade olduğunun, hatta kalem erbabı akademisyenlere özgü bu kibarlığın gerçeği kısmen yansıttığının/ örttüğünün farkındayım.
Yeni doğan Türk burjuvazisi milli sanayinin gerektirdiği uzun vadeli yatırımlardan çok, ticaret ya da banka işlemlerinin hızlı karlarına eğilimliydi. Dolayısıyla milli sanayi, sanayinin çıkarları açısından pek elverişli olmayan bir ortamda kurulacaktı.
1930-1939 yıllarını bir ilk sanayileşme dönemi olarak nitelendirmek uygundur. Bu yıllarda dünya ekonomisi büyük buhran içinde sürüklenirken Türkiye ekonomisinin dışa kapanarak ve devlet eliyle milli sanayileşme denemesine girişmiş ve ana hatlarıyla başarılı olmuştur (Boratav, 1988; 45). Ulaşım, özellikle demiryolu şebekesi, elektrik santralleri, demir-çelik endüstrisi gibi “ferdin yapamayacağı” işler, kamu yatırımları ile ve devletçilik politikası ile inşa edilmiştir. Bu anlamda devletçiliğin özel sanayiin çıkarları ile uzlaştığı; hatta daha geniş anlamda sermaye çevrelerinin ve toprak sahiplerinin lehine işleyen bir ortam yarattığı söylenebilir. Sümerbank, Etibank, Denizcilik Bankası v.s. hep bu dönemde kurulmuştur. Dokuma, kağıt, demir-çelik üretiminde modern devlet işletmeleri, Türkiye’ye ileri teknolojiyi sokuyor; maden üretimi, özel teşebbüsün verimsiz ve kapkaççı yöntemleri yerine devletin öncülüğünde gelişmeye başlıyordu. Kısacası, 1932- 1939 dönemi devletçiliğini, kendisini tamamlayan diğer iktisat politikası unsurlarıyle birlikte milli bir sanayileşme çabası olarak yorumlamak; devletçiliğin iktisadi bilançosunu bu dönemde olumlu olarak değerlendirmek doğru olacaktır (Boratav, 1974; 158-160).
Ekonomik Buhran ile Marshall Planı (1929-1948) arasındaki dönemde benimsenen “devletçilik” ilkesini devletin yalnızca sanayi girişimciliğini üstlenmesi olarak görmemek gerekir. Bu dönemde her şeyden önde Türkiye’nin milli gelirinin büyük bir kesimi tarımda yaratılıyor, emeğin büyük kesimi yine tarımda istihdam ediliyor ve nüfusun büyük çoğunluğu kırsal kesimde yaşıyordu. Bu dönemi inceleyen ekonomi tarihçilerinin ilgisi sanayideki devletçilik uygulamaları üzerine yoğunlaşmasına karşın, tarım kesimini ilgilendiren önemli çalışmalar yapılmıştır. Türk tarımında yaygın olan küçük köylü işletmeleri varlığını korumuş, devletçilik döneminde ziraat eğitiminin yüksek öğrenim düzeyinde örgütlenmesine önem verilmiş, pek çok ziraat mektebi açılmış, yine bu dönemde devlet hayvan cinslerinin ıslah çalışmalarına eğilmiştir (Tekeli-İlkin, 2004 280-362). Özetleyin, 1929-1948 dönemi uygulanan “devletçilik” politikası, Osmanlı dönemi için söylendiği gibi, tarım toplumu üzerinde şekillenecektir. Siyasal elit köylüyü köyde tutmuştur.
Kimi anlaşmazlıklara yol açması nedeniyle tek parti yönetimi, devletçilikten tarımın etkilenmeyeceğini özellikle belirtiyordu. Yine de II. Dünya Savaşının sonuna gelindiğinde, önemli bir devlet sektörü ortaya çıkmıştı ve bunu kontrol eden devlet görevlilerinin iştahı kabarmıştı. Özel sektörü devlet sektörüne tabi ve ekonomik gelişmenin geleceğini devlet sektörünün genişlemesinde görüyorlardı. Özel sektör mensupları bu tutumdan rahatsızlık duyuyordu (Ahmad, 2007; 20). Devletleştirme uygulama ve politikaları izlenirken nüfuzunun ve çıkarlarının tehlikeye düştüğü gören bir burjuvazi yoktu. Sağlam ekonomik temeller üzerine oturmaktan ziyade pratik nedenlerle ortaya çıkan bir siyaset izlenimi veren, bir bakandan öbür bakana tanımı ve anlamı sık sık değişen Türk devletçiliği, özetleyin, bir devlet kapitalizmiydi; çünkü devlet, elindeki iktidarı bir özel sermayedar gibi sermaye biriktirmek için kullanıyordu. Bu süreç içinde özel kişilerin elinde sermaye ağır ağır, ama devamlı bir şekilde birikti (Karpat, 2008; 189-193). “Devletçilik”, sermaye yaratan ve bu sermayenin bir kısmının özel ellerde toplanmasına izin veren bir siyasetti. Devlet, sırası geldikçe elindeki ekonomik gücü gruplardan birini desteklemek, öbürleri üzerine ise baskı yapmak ve sınırlar koymak için kullanabiliyordu. Özellikle II. Dünya Savaşı yıllarında sermaye birikimi hızlanmış, toplumu bölünmemiş tek parçadan ibaret gören eski sosyal yaklaşımdan söz etmeye imkan kalmamıştı. Devletin ekonomi üzerindeki hakimiyetinden faydalanmış olanların çoğu devletçiliği bir engel olarak görmeye başlıyor; devletin koyduğu sınırlar ve devletin rekabeti, müdahalesi ve kontrolü olmaksızın bu sermayeyi dilediği gibi işletmek istiyordu.
II. Dünya Savaşı sonrasında Almanya, İtalya ve Japonya’daki rejimlerin yenilgisi karşısında Batı demokrasisinin “zaferi” ve Sovyet faktörü, Türkiye’nin siyasi ve ekonomik liberalleşmeye eğilim duymasını körüklelediği söylenebilir. Savaş sonrasında, hava değişimine teşne Türkiye’nin siyasal elitleri hızla değişen dünyaya ayak uydurmak için gerekli önlemleri alacak rejimin niteliği üzerine yoğunlaşırlar. II. Dünya Savaşı sonrası uluslararası dengede Türkiye, Batı kapitalist sistemi içinde yer alabilmek için, savaş öncesi tarafsızlık siyasetinden hızla uzaklaşır: Birleşmiş Milletlere girebilmek için savaş kararı alır; Truman doktrininin ekonomik alandaki yüzü Marshall Planı içinde yer almak için uğraşır; kabul edilmediği Nato’ya girmek için Kore’ye asker gönderir. Böylece savaş öncesinin dış siyasetinde tarafsız, ekonomik ilişkilerinde dışa kapalı bir ülke olmaktan çıkıp Batı bloku içinde yer almaya çalışan, bunun için de bu blokun ekonomik ve siyasal koşullarını uygulamaya açık bir ülke haline gelir.
Amerika’nın Türkiye’ye artan ilgisi ve müdahalesi Marshall Planı’yla doruğa ulaşır. Amerika esas olarak demokrasi yada çok partili politik yaşamla değil, bölgesel ve iç istikrarla ilgilenmektedir. Dönemin Dışişleri Bakanı Necmettin Sadak, en etkili Amerikan ve İngiliz devlet adamlarıyla görüşmüştü; onların görüşü buydu: Ortadoğu’nun istikrarı yaşamsal önemdeydi ve güçlü olduğu sürece rejimin niteliğine hiçbir itirazları yoktu. Hatta, çok partili sisteme dayalı siyaset yaşamının Türkiye’yi zayıflatacağından kaygılandılar (Ahmad, 2007; 45).
Savaşın hemen ardından Türkiye’nin önünde Toprak Reformu yasa tasarısı dikilir. Toprak reformu aslında, toprak ağalarının siyasi ve ekonomik gücünü zayıflatacak ve devletin elini güçlendirecek bir önlemdi özetle. Toprak ağaları devletin otoritesine yönelik ana tehditlerden biriydi. Reformla amaçlanan, büyük toprakları parçalamak, Osmanlı’da olduğu gibi kapitalizm öncesi aile ekonomisini, “hane” ekonomisini yeniden onarmaktı. Bu, Türkiye için bir nevi yol ayrımıydı.



* Demokrat Partili Yıllar


Elli beş yaşının hiç değilse kırkbeş yılını tarla sürmek, tarlayı ekmek, yetişen ürünün toprağını havalandırıp, çeşitli poyrazlara karşı turfandalara hasırdan setler yapmak, ürünü yoplamak, pazara götürmek, kışın yağmur, yazın güneş altında ürün satılana kadar beklemekten başkasını bilmiyordu. Babası, babasının babası, babasının babasının babası da “Bir kongre”nin ne olduğunu bellemeğe vakit bulamamışlar, iri bir şalgam, ya da kocaman bir sakız kabağı kadar Dünya’dan haberli yaşamaktan öteye geçememişlerdi.
Ama bu yıl Dünya birden değişmişti. Onlar her zamankince, iki dönümlük tarlalarıyla uğraşırlarken, Dünya davul sesleri, bayraklarla dalgalanmış, hoparlörler en ıssız köşelere kadar insan seslerini taşımışlardı.
Yıllar, yıllar var ki hiç böyle şeyler olmazdı. Fransızı sürüp çıkardıktan sonra unutmuşlardı böyle şeyleri. Gerçi 29 Ekim bayramları filan da çok eğlenceli geçerdi ama, Dahrik’ler şehre vakit bulamadıkları için bayramlardan habersiz yaşarlardı.
Sonra seçimler...
Eskiden hiç böyle değildi. Bahçecilerin baş haraçcısı Çeteleci Süleyman çatık kaşlarıyla gelir, ellerine birer kâğıt tutuşturur, bu kağıdı partinin sandığına atmalarını söylerdi. Herkes gibi Dahrik’ler de kâğıtlarını, söylenen sandığa atar, niçin, attıklarını, buna karşılık sandıktan ne çıkacağını bilmezler, merak da etmezlerdi.
Bu yılsa...
Bu yıl sandık üçtü, istediklerine atabilirlerdi (Orhan Kemal, 1996; 186-187).

1946-1947’lerdeki demokrasi naralarıyla köpük köpük çoşan yurdun doğum sancısı, 14 Haziran 1950’de meyvesini vermiş, Demokrat Parti, “Halkın Halk tarafından Halk için Yönetimi” adına, iktidarı Cumhuriyet Halk Partisi’nden büyük, ama çok büyük bir çoğunlukla söküp almıştı.
Halk yeni iktidardan çok şeyler bekliyordu. “Defter-i a’mal” açılacak, “Mizan” kurulacak, yıllar yılı kabarıp taşan haksızlıkların hesabı sorulacaktı.
Neydi bu hesap?
Kimsenin pek bir şey bildiği yoktu. Yıllar yılı kapkara bir yoksulluğu yaşamış fakir fukara için yeni iktidar, caddelerden yağ, bal, kaymak akıtacak, eti, ekmeği, soğanı, patatesi sudan ucuza yedirecek, sigarayı belki de bedava içirecekti.
Peki ama, eski iktidarın, daha gerçeği, iktidarların başaramadığı bu harika işi yeni iktidar nasıl başaracaktı?
Üzerinde pek durulmuyor, hele yeni iktidarın hükümeti kurulsun, yeni hükümet de “Defter-i a’mal”i açıp “Mizan”ı kursun, üst yanı kolaydı!
Yeni iktidarın Ankara’sına gözler umutla çevrilmiş, antenler gerilmiş, hemen her yerde iktidarın el değiştirmesinin tadı çıkarılmaya başlanmış, coşkunluğun sarhoşluğu yurdu kaplamıştı.
Hala eski iktidarı tutanlardaysa, aniden yumruk yemişlerin şaşkınlığı vardı. Tuhaf, hem de çok tuhaftı... II. Dünya Harbi’nin ateşinden yurdu korumuş koskoca Milli Şef’e karşı bu ne saygısızlık, hatta hatta ne nankörlüktü! Koca adam bu köklü yenilgiyi sineye çekip oturacak mıydı? Yoksa 1930’ların Serbest Fırka’sını bir emirle dağıtıp, demokrasiye memokrasiye paydos diyen Mustafa Kemal Paşa gibi, her şeye paydos mu çekecekti?
Murtaza’ya göre, çekecekti, paydos çekecekti her şeye! Zerrece kuşkusu yoktu bunda. 1930’ları bilmeyen kalabalıklar boşuna seviniyor, boşuna yeni iktidarın yeni Ankara’sı sevincine kaptırıyordu kendilerini.
Evet evet boşunaydı sevinçleri. Çünkü 1930’ların Mustafa Kemal Paşa’sı gibi, İsmet Paşa da bir “Paşşa”ydı; hem de “Paşşaların paşşası”. Veremez idi koltuğunu bir sivile. Hiçbir sivil, değil idi layık bir paşşa oğlu paşşa’nın koltuğuna. Aykırı idi disipline, uymaz idi maslahata hem de!
Yeni iktidara oy vermiş olanlara göreyse, laf mıydı bu? Halkın oyları eziciydi, kesindi. Madem seçimi şeksiz, şüphesiz kazanmıştı, elbette devleti teslim alacak, yeni Meclis yeni hükümetini kurup, işe sil baştan başlayacaktı (Orhan Kemal, Murtaza 2, Önemli Not, 2007c; 7-8).

I. Meşrutiyet (1876-78) ve II. Meşrutiyet (1908-1918) dönemlerinin bir kalıntısı olarak varlığını 1946’ya kadar sürdüren tek parti sistemi, yerel mütegallibenin kendi güç ve nüfuzlarını mecliste muhafaza etmesini sağladı. İktidarda olduğu sürece CHP’nin radikal kanadının kırsal alanlardaki toplumsal yapıyı değiştirecek ve yerel mütegallibenin egemen konumunu zayıflatacak politikaları uygulamaktan alıkoyan engellerden biri buydu. Bu mütegallibenin vekilleri, var olan ekonomik ve toplumsal yapıyı tehdit etmediği sürece devlet kurumlarının modernist reformunu desteklediler (Ahmad, 2007; 17). 1945’e gelindiğinde, 1923’ten beri istikrarlı yürüyen ittifak bozuldu ve savaş biter bitmez yeni bir siyasi denge kurma gereksinimi oluştu.
Avrupa’da silahlar susarken, Türkiye, cumhuriyet kurulduğundan beri en köklü siyasi bir yeni yönelim sürecine girmeye başladı. 1950’lerin başı yeni hükümetin başarılı yıllarıydı. Sanayiyi özel girişime açan ve tarıma daha fazla kaynak pompalayan ekonomik program iyi sonuç verdi. Genel ekonomik iyileşme hükümetin ülkedeki popülaritesini ve bir bütün olarak çok partili sisteme güveni güçlendirdi (Hule, 1996; 84, 90). DP yönetimi gerçekten de her alanda niceliksel büyümenin yaşandığı bir dönemdi. İşçiler gerçek sosyal sınıf oluşturacak boyutlara ulaştı ve farklılaşarak çeşitli kategoriler oluşturdu. Bu sırada kentleşme ve kitle iletişim araçlarının etkisi arttı. 1950-1960 döneminde, üretim biçimleri ve gelir dağılımı yönünden yaşanan değişiklikleri yansıtan ve ekonomik gelişmeye esas oluşturduğu düşünülen en önemli yapısal gelişme, tarımsal emeğin nispi düşüşü ve sanayi ve hizmet sektöründeki işgücünün yükselişiydi (Karpat, 2009; 74-75). Demokrat Parti’nin 1950’de iktidara gelmesi, hangi açıdan bakılırsa bakılsın Türkiye tarihinde önemli bir dönüm noktasıydı. “Burjuvazi, siyasi güdümlü birikim yoluyla yeterli güç topladıktan ve savaş dönemi vurgunlarıyla saflarını güçlendirdikten sonra, kendisini ideoloji düzeyinde bürokrasiden ayırt edebilecek güçte buldu” (Keyder, 1990; 97).
Çift partili parlamenter sisteme geçildiğinde, köylünün ve işçinin “oyu para etmeye başladı”. Özellikle 1957 seçimlerinde, yaşam pahalılığından ve Demokratların örgütlenme özgürlüğünü ve grev hakkını tanımamasından yakınsalar da pek çok işçi yine de oyunu iktidardan yana kullandı.Dünyada yaşanan ekonomik canlılıkla bağlantılı bir ekonomik büyüme oldu. Marshall yardımının da etkisiyle, karayolu taşımacılığı hızla yayıldı; tarımda hızlı bir mekanizasyon yaşandı; köylünün yaşamının her alanında olumlu etkiler yapan traktör hızla yaygınlaştı; önemli yatırımlar gerçekleşti. Halkın tüketim kalıbında önemli değişiklikler oldu. “’Demirkıratlar’ işbaşına geçtikten sonra bankalardan kolayca alıverdikleri kredilerle zenginleşip, eski köhne evlerinin yerine iki, üç katlı beton köşkler çökertenler, otomobil, buzdolabı, pikaplı radyo, çocuklarına torunlarına iki tekerlekli, üç tekerlekli bisikletler aldıktan başka çamaşır makineleri satın al”dı (Orhan Kemal, 2006a; 31). Çarıktan kara lastiğe ve kunduraya geçildi. DDT, köylünün yaşamında önemli bir sorun olan haşerata karşı etkili bir araç olarak kullanılmaya başladı. Penisilin kullanıma girdi ve verem ve frengiyle mücadelede önemli başarılar elde edildi. Radyo yaygınlaştı. Tereyağı yiyemeyen margarin yemeye başladı. Mangalın yerini gazocağı aldı. Köylere yol ve elektrik gitti. Buzdolabı, dikiş makinesi, magazin dergileri, “hususi” tomofiller şehirli genç kızların hayalini süslemeye başladı. –“950 seçimlerinin değiştirdiği her şeye karşın bir türlü değişmeyen, başı mavi tülbentle sıkı sıkı bağlı, uzun paça donlu yaşlıca bir kadın” (Orhan Kemal; 2006a, 121)...
Şehirler, bir yandan gecekondu kuşaklarıyla çevrilmeye başladı, bir yandan da modaya uygun apartmanların dikildiği semtlerde (bak: “Evlerden Biri” adlı romanı...), 1950’lerden başlayarak DP tarafından uygulanan ekonomik politikaların yarattığı yeni zenginler türedi. Bu sınıfın büyük bölümü geçmişte olduğu gibi aydın, subay ve bürokratlardan değil, esnaf, girişimci ve zenginliğini ticaret dahil her türden ekonomik etkinlik sonucu edinmiş başka gruplardan oluşuyordu. Basit bir ithalat lisansıyla bir yılda milyonlarca lira kazanmak mümkündü, ne de olsa kârın ancak çok küçük bir bölümü vergi olarak ödeniyordu. ABD’nin ekonomik yardımı bu yeni orta sınıfın yükselişine büyük katkı yaptı. Yardımın önemli bir bölümü ticaretle uğraşan gruplara dağıtılmıştı. Böylece Batı’da olduğu gibi Türkiye’deki rejime de dengeli bir temel oluşturabilecek geniş bir orta sınıfın doğurtulması amaçlanıyordu. Bu arada işçi sınıfının doğuşu bürokrasi ile burjuvazi arasındaki çekişmeye yeni bir bakış açısı katabilecekti. Bugüne dek politik ve ekonomik karar alma süreçlerine işçi-köylü sınıfının katkısı ya istenmemiş ya da sınırlı düzeyde katılımına olanak tanınmıştı. 1930-1947 döneminde uygulanan devletçilik işçi sınıfının gelişimine ket vurmuştu, denilebilir. Ne var ki, “bazı önemli istisnaların dışında özel girişimciler işçiyi hala uşak olarak görmeyi sürdürüyorlar(dı). Böyle girişimciler işçilerin kendi aile işletmelerini ulusal kurumlar olarak benimsemelerini ve uysal, özverili ve alçakgönüllü uşaklar olarak kurumlarının başarısı için çalışmalarını beklemekte”ydiler (Karpat, 2007; 226).
Demokrat Parti (DP) 7 Ocak 1946’da kuruldu. Aslında dışarıdan bakıldığında, DP ile CHP programı arasında önemli ve ciddi bir fark bulmak zordu. Fark neydi sorusunu şimdilik bir kenara bırakalım. DP programı iki ana görüş etrafında kaleme alınmıştı: Partinin siyasal amacı ülkede demokrasinin geniş ve ileri ölçüde gerçekleşmesini sağlamak; temel hak ve özgürlüklere geniş yer vermek; dernek kurma özgürlüğü ve seçim güvenliğine önem vermek. Ekonomik faaliyetlerde ise özel girişimin ve sermayenin esas olduğu belirtiliyor; parti, laikliği dinsizlik biçiminde anlamıyordu ve din özgürlüğünün diğer özgürlükler kadar önemli olduğunu savunuyordu (Koçak, 2008; 183). Demokrat Parti’nin, savaş sırasında zenginleşen büyük ve geleceği parlak işadamlarının partisi olduğu düşüncesi, özellikle DP’lilerin “Türk liberaller” olarak nitelendiği Batı’da yaygındı. DP’lilerin hakkını vermek gerekirse, en azından 1945’ten 1955’e kadar, neredeyse bütün grupların (aydınlar, işçiler, işadamları ve hatta ordu) çoşkuyla onları desteklediği söylenmelidir. Menderes’in belirttiği gibi, DP, tek parti yönetimine son vermek isteyen herkesin partisiydi (Ahmad, 2007; 34-35).
1946 ve 1950 seçimleriyle siyasal iktidarın el değiştirmesine yol açan siyasal dönüşüm, iktidarın sınıfsal içeriğindeki değişimlere işaret etmesi bir yana, parlamenter rejimin gereği olarak geniş halk kitlelerinin, çoklukun toplum sahnesinde artık seyirci değil, aktör olarak yer alması sonucunu doğuruyordu.
Türk siyasal tarihine (muhtemelen İstanbul’la sınırlı) “usulsüz seçim” olarak geçen 1946 seçimleri sonuçta çift partlili yönetime geçilen yıldı. DP 1950 seçimlerinde ezici bir çoğunlukla iktidara geldi. Bu yıllar Orhan Kemal’in köylü çokluktan işçi çokluka geçişi anlatacağı ilk yapıtlarının ve edebi duruşunun oluştuğu yıllardı da.
“Binlerce dönüm tarla, bir o kadar da hazineye, köylüye ait keza tarla. Her yıl binlerce ırgat’ın çapa çapaladığı, binlerce balyalık pamuklarının satılıp bankalardaki cari hesaplarına yatırılan yüz binleri, altında gıcır gıcır hususi, bugün burda, yarın Ankara’da, öbür gün İstanbul, Paris, Roma, Montekarlo... Yediği içtiği önünde, yemediği içmediği ardında. Cakanın, fiyakanın, çalımın daniskası. Hafta sekiz gün dokuz hususi arabalar dolusu kadınların yanık sesleri, cilve, nazlarının doldurduğu çiftlik” sahibi Muzaffer Bey “azdıkça azmış, kudurdukça kudurmuş, kendir kement zapt edemez hale gelmişti. Köylünün tapulu malı, toprağını da kendi topraklarına katıp, sonunda yeni kurulan Demokrat Parti’ye girdi (...) Yeni kurulan partiden neler beklemişlerdi oysa. Bu parti Muzaffer gibi nice nice haksızlardan hesap soracak, analarından emdiklerini sözde burunlarından getirecekti. Bir gün kentin Demokrat gazetelerinden biri iri manşetlerle Muzaffer’in de bu partiye girdiğini yayımlayınca... İşte o zaman Habip ve Habip gibi düşünenlerde hoşafın yağı kesilmiş, “Bunlarda da iş yok!” kanısına varıvermişlerdi” (Orhan Kemal, 2006a; 28-29). Orhan Kemal, burun kıvırıp romanlarında eleştirdiği DP’nin askeri darbe ile iktidardan düşürülüşünün hemen ertesinde mektuplarında şöyle yazacaktır: “Ne tatlı oldu be! “Gerçekten Yaşasın Ordu!” (...) Tekrarlayalım: Yaşasın Ordu! Yaşasın Hürriyet.” Bir başka mektubunda: “Milli Birlikçilere güvenmek, onları sevmek için kuvvetli emareler var. Bu yaşıma kadar ben, hiçbir otoriteye böylesine gönül vermemiştim. Sağ olsunlar” diyecektir (Otyam, 1975; 205-207).
Muzaffer bey çiftliğinin köyünde “Sahipsiz Topraklar” vardır. Bu topraklar yıllar yılı Muzaffer bey, daha önceleri de babası, dedesi arasında çekişme konusu olmuştur. Mevzuat gereği sahipsiz toprakları kim sırt sırta on yıl sürer, eker, işlerse toprak onun olabilirdi. Muzaffer beyin sahipsiz topraklara devlet kayıtlarıyla sahip çıkma arifesinde oluşu, köylüyü harekete geçirmiş bir gece şehirden dönerken pusu kurup canına kıymışlardı. Böylece, hem Orhan Kemal’in Kaçak adlı romanı doğacak hem de topraklar eskiden olduğunca gene sahipsiz kalacak, köylü de bundan faydalanacaktı (2006a; 95). Yıllar yılı süregeldiğince sahipsiz topraklar kimsenin olmamalı, köylü dilediği gibi sürüp ekmeli, ürünü kaldırmalıydı (88).
Kaçak adlı romanda ak sakallı babanın sözlerine kulak verelim (kısaltarak): Yavrularım, hepiniz büyüyüp yetiştiniz. Çocuklarınız var. Elimizdeki topraklar, genişleyen ailemize yetişmiyor, daha çok toprak lazım. Hissenize düşen topraklar sizi geçindirmeyecek. Çoluk çocuğunuzla sefil, perişan olacaksınız. Al sana geçim güçlüğü. Göçün buralardan gayrı (2006a, 83). DP için olumlu laflar etmeyen Orhan Kemal’in sunduğu bu tablo yanlış olmamakla birlikte eksiklidir. 1924’te 220, 1930’da 2000, 1948’de 1.756, 1950’de 9.905 olan traktör sayısı 1956’da 43.727’ye ulaşır. Traktör kullanımıyla birlikte 1948’de 9.5 milyon hektar olan ekilen topraklar, yaklaşık yüzde 50 artışla 1956’da 14.6 milyon hektara ulaşmıştır. ABD’nin özendirmesiyle 1948’de başlayan geniş çaplı karayolu yapımı sürdürülerek, o güne dek piyasaya açılamamış birçok kırsal kesim bu olanağa kavuşmuştur (Akşin, 2008 ;215). Amerika’nın pazara dayalı dünya işbölüşümünün meziyetlerini öven yardım planı çerçevesinde Türkiye’nin yeri tarım ürünleri ihraç etmek olmalıydı. Yardımı uygulayan Amerikalı memurlar ve DP’li siyasetçiler, kırsal gelişmeyi tarım ürünlerinin pazara getirilmesini kolaylaştıracak bir yol şebekesiyle desteklemeyi amaçlıyorlardı. Devlet altyapı yatırımları yaparken, motorlu taşıtlar bütün ülke pazarını bütünleştirecekti. Sanayi, kırsal kesimde gelirlerin ve talebin artması sonucu düzenli bir şekilde gelişecekti (Keyder, 1990; 105).
1946 yılına iktisadi bakımdan da bir dönüm noktası kazandıran özellik, kesintisiz olarak izlenen kapalı, korumacı, dış dengeye dayalı ve içe dönük iktisat politikalarının (“devletçilik”) adım adım gevşetildiği; ithalatın serbestleştirilerek büyük ölçüde artırıldığı; dış açıkların kronikleşmeye başladığı; dolayısıyla dış yardım, kredi ve yabancı sermaye yatırımları ile ayakta duran bir ekonomik yapının yerleşmesi olmuştur. Bu dönemde, iç pazara dayalı bir sanayileşme programı değil, dış pazarlara dönük ve tarıma, madenciliğe, alt yapı yatırımlarına ve inşaat sektörüne öncelik veren bir kalkınma anlayışı gündemdedir (Boratav, 1988; 74).
1955 nüfus sayımına göre gelir getirici bir işte çalışan 11,6 milyon kişinin yalnızca yüzde 14’ü ücretliydi; işverenler yüzde 0,3; kendi hesabına çalışanlar yüzde 28,3; ücretsiz aile çalışanları da yüzde 57.4’tü. 1961-1980 döneminde ücretli çalışanların sayısı önemli ölçüde artar: 1965’te yüzde 22,5, 1970’de yüzde 31, 1980’de 33.4’e yükselir. Ücretlilerin büyük bir bölümü erkekti. Erkeklerin tüm ücretliler içindeki payı 1965 yılında yüzde 90 iken, 1980 yüzde 85’tir. Bu dönemde ücretlilerin sayısı artarken, ücretlilerin üretim araçları mülkiyetiyle olan bağlarında önemli bir kopma yaşanmadı. Bir başka deyişle, mülksüzleşme süreci hızlı bir biçimde gelişmedi (Koç, 1998; 41, 64-65). 1961-1973 yıllarında yasal yollardan bir milyona yakın kişi Avrupa’ya çalışmaya gitti; bu, Türkiye’deki mülksüzleşme sürecini yavaşlattı. Kötü yaşama koşullarını kabullenip para biriktirdiler ve ailelerine önemli miktarda para gönderdiler. Bu gelişmeler tarıma açılan alanlarda mülksüzleşmeyi/işçileşmeyi görece dizginlemiştir. Almanya başta olmak üzere, muazzam sayılara ulaşan göçmen işçilik olgusunun, Türkiye’de işçi-oluş üzerine ciddi belirleyici bir etkiye sahipti. Orhan Kemal, bizzat tanık olduğu yıllarda yaban ellere göçe ne yazık ki hiç değinmedi.
Avrupa’nın koskoca bir yıkım ve şantiye alanına döndüğü II. Dünya Savaşı sonrasında düzenli sermaye birikiminin ve uyumlu, ılımlı, uysal işçi ilişkilerinin yaşandığı bir süreç başladı. Merkezdeki kapitalist ülkelerde işçiler yeni işler elde ettiler, ücretleri arttı, sosyal hizmetlere sahip oldular ve sendikalarda örgütlendiler. Batı’daki işçiler II. Dünya Savaşı’ndan güçlenmiş olarak çıktı. Neoliberalizm savaştan itibaren Batı’da emek ve sermaye arasındaki yoğun mücadeleyi zayıflattı (Munck, 2003; 40-78). DP döneminde toplumsal yapıda meydana gelen dönüşümler savaş sonrası kapitalist dünya ekonomik sisteminin konjonktürünce belirlenen yeni dengelerden türeyen dışsal etkenlerle uyumluydu.
Bu yeni dengenin siyasal boyutu, I. Dünya Savaşı’nın sona ermesinden itibaren Birleşik Devletler tarafından kompoze edilerek, halkın kendi kendisini yönetmesinin iyi bir şey olduğu ve bunun dünyanın imtiyazlı bölgelerinden, ayakları üzerinde durmayı başaramayan “geri” kalmış halkların yaşadığı topraklara yayılmasının teşvik edilmesi gerektiği fikri resmî olarak desteklenmiştir. Başkan Woodrow Wilson halkların demokratik olarak kendi kendini yönetmesine olan inancını açıkça ilan etmişti. II. Dünya Savaşı’nın ardından da Başkan Franklin Roosevelt ile Henry Truman, bu reçeteyi, siyasi özgürlüğün yanısıra ekonomik kalkınmayı da içerecek şekilde genişletmişler ve üretilen “demokratik” formülü, Avrupa’dan bütün dünyaya yaymaya karar vermişlerdi. Böylelikle, milyonlarca dolar ve binlerce uzman, bu gelecek tasarımını uygulayabilmek için harekete geçirildi (McNeill, 2008; 18).
II. Dünya Savaşı sonrasındaki iktisadi canlılık döneminde, dünyanın her yerindeki kapitalist ekonomilerde tarımsal servetlerin büyüdüğü, fiziksel hareketliliğin büyük ölçüde arttığı ve hızlı birikim fırsatlarının ortaya çıktığı görülmüştü (Keyder, 1990; 114). 1946-1953 yılları, hızlı bir büyüme sürecini kapsadığı için bütün sosyal grup ve tabakaların reel gelir düzeylerinin yükselmesine imkan veren nesnel koşullara sahipti. Savaş yıllarında hayat standardı düşen emekçi grupların, 1950 yılına gelindiğinde savaş öncesinin reel gelir düzeylerini aştıkları anlaşılmaktadır. Bu yıllar, bu nedenle geniş halk yığınlarının bilinçlerinde bir refah artışı ve bolluk dönemi olarak yer edecektir (Boratav, 1988; 81). Savaş sonrası çift partili sisteme geçiş ve DP’nin ağırlığını koyduğu 1946-1961 döneminde, bazı yıllar dışında, ücretler yükseldi, iş olanakları arttı. 1946 sonrasında ve özellikle 1950-1957 döneminde işçilerin gerçek ücretlerinde, çalışma ve yaşama koşullarında bir iyileşme gerçekleşti. Bir bütün olarak bakıldığında, 1961-1980 döneminde de gerçek ücretler, kişi başına milli gelir artışına koşut bir artış gerçekleştirdi. Bazı yıllardaki gerçek ücret artışları daha da yüksek oldu (Koç, 1998; 57-59, 122). Öyle ki 12 Eylül 1980 darbesinin hemen ertesinde, Türkiye İşveren Sendikaları Konfederasyonu Başkanı Halit Narin’in “20 yıldır işçiler güldü, biz ağladık; şimdi gülme sırası bizde” dediği 1980-2000 dönemi Türkiye işçi sınıfı tarihinde mülksüzleşmenin ve işçileşmenin en hızlı yaşandığı yıllar oldu.
DP iktisadi kalkınmada büyük bir canlılık ve heyecan yaratmada oldukça başarılı olmuştu. Öte yandan mahalle ve köy düzeyinde “reaya” ocak ve bucak örgütleri aracılığıyla siyasete dahil edilmişti. Buna karşın “dinci”lerin umudu haline gelen Menderes ve Bayar huzursuzdu. Neden?
1954’ten başlayarak Kıbrıs sorunu Türkiye’nin gündemine girdi; 6/7 Eylül olayları gerçekleşti; daha sonra Yassıada yargılamalarında Adalet Divanı bu olayları Bayar, Menderes, Zorlu ve Namık Gedik tarafından düzenlendiğine karar verdi. Bu dönemde Bağdat Paktı kurulmuştu, DP önderleri özellikle Irak Krallık ailesi ve Başbakan Nuri Sait ile çok yakın kişisel ilişkiler geliştirdiler; Iraklı yöneticiler tatillerini Boğaz’da geçiriyordu. 1958’de Irak ordusu darbe yaptı; Faysal ve Nuri Sait öldürüldüler. DP’li yöneticiler bundan çok etkilendiler. “Demokratik diktatör” De Gaulle’ü örnek almak isteyen Menderes’in akıbeti de “siyaseten katl” olacaktır. Osmanlı Devleti’nde “siyaseten katl tam anlamı ile bir hukuki kurumdu” (Mumcu, 1985 ; 205) bir yanda, Bağdat Paktı’nı yaşatmak istemeyen İngilizler, Amerikalılar ve tüm Batı dünyası öte yanda.


* Orhan Kemal’in Doğum Süreci


Osmanlı’dan Cumhuriyete evrilmenin bu en sancılı döneminde, 1914 yılında, babası Çanakkale’de “Enveriye” bıyıklı kumral bir topçu teğmeni iken, seferberlik davulları çalınan Adana’nın Ceyhan ilçesinde dünyaya gelecektir Orhan Kemal.
Cumhuriyet’in ilk yıllarında alfabeden kılık kıyafete, halifeliğin kaldırılışından okkaya, takkeden seçme seçilme hakkına varıncaya dek gerçekleştirilen değişimler, cumhuri balolar toplumsal yaşamı derinden etkilemedi. Kemalist reformlar dışsal, biçimsel, simgesel öğelere verilen önemden öte gidemedi, 1923’ten itibaren 20 yıl boyunca, tepeden inme değişimler, ölü bir imparatorluğu canlı bir ulus devlete dönüştürmek açısından önemli görülmüştü; fakat bunlar sıradan halkın yaşamında hiçbir iyileşmeye yol açmamış ve onları Kemalist rejimden yabancılaştırmıştı (Ahmad, 2007; 25). Seçkinler ve halk arasındaki kültürel süreklilik halkası koptu. Siyasal elitin el değiştirmesi kimilerinin yaşamını etkiledi kuşkusuz, ne var ki büyük yığınların yoksul ve siyasal kavgalardan görece uzak yaşamında Cumhuriyet pek bir atılım yapamadı. Yakup Kadri, Halide Edip, H. Refik Karay, özellikle R. Nuri Güntekin, Halit Ziya Uşaklıgil, Memduh Şevket Esendal bu dönemin önde gelen roman-öykü yazarlarından birkaçıydı. Bu dönemin yazarları siyasal elitin, Türkiye’de iktidara hem sahip hem de muhalif erguvanilerin (= Türkiye’de iktidar doğanların) içinden çıkmıştı –Orhan Kemal de bu gruba dahildi ne yazık ki. Yazısı böyle imiş. Ama iktidar doğanların kıyısında koptu kopacak bir düğme gibi durmayı becerdi.
Türk romanı ve edebiyatı Anadolu’ya hep uzak kalmıştı. 19. yüzyılın son çeyreğindeki doğuşundan itibaren örneklerini veren romanımızda konular genelde İstanbul merkezliydi. Anadolu bir sürgün yeri olarak görülürdü. Türk romanında İstanbul merkezinin dışına çıkıp Anadolu’yu edebiyata hakkınca yansıtan Reşat Nuri’dir. Anadolu, Osmanlı dönemi boyunca, imparatorluğun diğer yörelerine, özellikle de Rumeli/Balkanlar’a göre ihmal edilmiş, sadece asker deposu olarak görülmüştür. Bir Balkan İmparatorluğu olarak doğan Osmanlı İmparatorluğu’nun Balkan Savaşları’nın ardından çözülmesi ile elde kala kala bir Anadolu kalmıştır. Cumhuriyet, bu dönemde kırsal alanda beklenen atılımı ve gelişmeyi sağlayamadı. Kapitalizmin bir uzantısı olarak döşenen Bağdat Demiryolu Anadolu köyüne ve insanına ekonomik ve toplumsal açıdan hiçbir katkıda bulunmamış, tersine onun geleneksel sanatlarına, zanaatkârlara darbe indirmişti. Demiryolu ağının genişlemesi ancak ürünlerini pazarlama olanağına sahip büyük toprak sahiplerine yaramıştı (Çavdar, 2007; 58-61).
Serseri Nizamnamesi (1909), Takrir-i Sükun (1925), Teşvik-i Sanayi Kanunu (1927), İş Kanunu (1936), Milli Korunma Kanunu (1940-1947) (Makal, 2007) yepyeni bir çalışma ilişkileri dayatacaktır. Ama nasıl? Anadolu halkı 13. yüzyıldan başlayarak göçebelikten yerleşikliğe geçerek köylü, çiftçi kılınmıştı. Şimdi yeni bir eşiğin önündedir. Çiftçiden işçiye geçiş! Etinden, sütünden, yününden ve de ölümünden yararlanılanların bu kezinde “özgür emek”inden yararlanılacaktır. Tam o yıllarda “Yeni Hayat” adlı karamelalar piyasa çıkar. Toprağından koparılan Türk halkının yalayacağı “Yeni Hayat” düpedüz gecekondulara tıkılarak ücretli çalışmadır. Ziya Osman Saba “Garip İstanbulumun Türküsü” şiirinde Topkapılısı, Karagümrüklüsü, Eyüplüsü, fakir fukarası, dulu yetimi, duvar dibinde el açanı yanı sıra Yenicami merdivenlerinde “Yeni Hayat” satan ak saçlı nineleri; Vedat Türkali de 1944 yılında yazdığı, sonraları Edip Akbayram’ın seslendireceği “İstanbul” şiirinde (Özer, 2006) karaborsacıları, vurguncu müteahhitleri, toprak ağaları, Cibali işçilerini, gece yarılarında yorgan yatak denklerini köyden İstanbul'a indirenleri, Tophane'nin karanlık sokaklarında koyun koyuna yatan ve bir kuruşa “Yenihayat” satan çocuklarıyla ‘Yeni Hayat’ı yazacaktır. Çok sonraları da Nobel tasmalı O. Pamuk “Yeni Hayat”ı yazmaya yeltenir –o ayrı.
Cumhuriyetin kuruluş yıllarında ve takip eden “Tek Parti” döneminde yalnızca “çağdaşlaşma”nın ve “laiklik” adlı yeni dinin ereklerine uyumlu, eğitim sisteminin ve yönetim yapısının geleneksel-olmayan seçkinler kitlesine dahil gayrı Türk ve gayrı Müslüman aydınlar, serbest meslek sahipleri ve memurlardan oluşan bir seçkinler takımının siyasal katılımına izin verilirken, köylü kesimin baskın olduğu kitleler fiilen siyasetin dışında tutulmuştu. Kitleler 1946'da, “çift partili” sistemin uygulamaya konulduğu dönemde siyasal sürece katılmışlar, toplumsal/siyasal 'özne' olarak ortaya çıkabilmişlerdi. Özetleyin, Tek Parti döneminde köylüler siyasal ve toplumsal yaşamın dışında görülmüş, tutulmuş, Demokrat Parti ile siyasal ve toplumsal yaşama, dönüşüme dahil edildiler. 1946-1960 yılları arasında, işçi-oluş bağlamında, işgücünün statüsü ve ücretli çalışanların oranı göreceli olarak ciddi ölçülerde arttı. Ücretli çalışma giderek nitelik ve süreklilik kazandı. Çok partili siyasal yaşama geçiş sürecinde, geçmiş dönemdeki devletçi uygulamalar iki siyasal parti arasında tartışma konusu olmuş, Demokrat Parti bu uygulamaları şiddetle eleştirmişti. Devletçilik karşıtı ve özel teşebbüs yanlısı ilkeler, Parti’nin programında ve Parti hükümetlerinin programlarında yer almıştı.
Tek parti döneminin “otoriter modernizm” yönetim anlayışıyla, çalışma yaşamında otoritarizme neredeyse şartlanmış olan Cumhuriyet Halk Partisi, iktidarda olduğu dönem boyunca işçi hareketini kendi kontrolü elinde tutmak için çaba göstermişti. 1946 öncesi dönemde Türkiye’de kurulan ve genellikle yardımlaşma amacına yönelik işçi dernekleri CHP’nin bir yan kuruluşu niteliğindedir. 1950’lerin başlarına kadar gerek şehirlerde gerekse kırsal kesimde işgücüne ihtiyaç vardı. Ekonomi yasalarına göre bu durum işgücünün daha iyi ücret ve çalışma koşullarına sahip olmasına olanak tanımasına karşın kemale ermiş Kemalist devlet Jön Türk geleneğine uyarak tüccar ve girişimcilerin yanında yer aldı, işçi hareketlerini baskı altında tutup işçileşmenin önünü tıkamayı tercih etti
II. Dünya Savaşı’nın ardından yaşanan 1946-1960 dönemi, siyasal ve toplumsal açıdan olduğu kadar iktisadi açıdan da önemli bir değişim ve dönüşüm dönemi olarak görülmelidir. Bu süreçte, siyasetle iktisat arasında içiçe geçmelerin yanısıra dışsal dinamiklerin de göz önünde bulundurulması gerekir. Öncelikle, devletçilik döneminde izlenen iktisat politikaları ve II. Savaş döneminde ortaya çıkan gelişmelerle bağlantılı olarak özel kesimde bir sermaye birikimine yol açmıştı. Özel teşebbüs yanlısı iktisadi politikalar daha CHP döneminde belirginlik kazanmaya başlamış, Demokrat Parti’nin iktidar döneminde de sürdürülmüştü. 1927 yılında Teşvik-i Sanayi Kanunu meclisten çıkmıştı. Bu kanuna göre sanayiye tahsil edilen arazinin devlet tarafından parasız olarak verilmesi; mali bağışıklıklar; bir sanayinin kurulması için gerekli malzemenin ve makinelerin ithalatında gümrük bağışıklığı; bu işlerde kamu ulaşım araçlarından yararlanıldığında ücret indirimi gibi kolaylıklar karşısında “milli” burjuvazi, ciddi yatırımlara girmeksizin bu imkanlardan yararlanmak yolunu denedi (Yerasimos, 1989; 115).
Lozan Barış Dinlenmesi’nden sonra uysal Türkiye kapitalizmin isteklerine direnmedi, Musul’u Britanya’ya düşük bir fiyat karşılığında bıraktı, 1932’de Birleşik Milletler’e girdi, Osmanlı borçlarını ödedi; devletçilik kisvesi, 1937’de Türkiye İş Bankası Genel Müdürü Celal Bayar’ın iktisat bakanlığından İsmet İnönü yerine başbakanlığa getirilmesiyle kısmen çözüldü. Tüm bu olup bitenler özünde, uluslararası siyasal konjonktürün bir ürünüydü. Almanya’nın bir kez daha savaş hazırlıklarına başladığı bu dönemde, Türkiye jeopolitik sorunlarla karşı karşıya kalmıştı. İşçi-oluştu, Orhan Kemal’in yazacağı romanlardı, bu çalışmanın odağında öne çıkanlar pek önemli şeyler değildi haddi zatında, zaten o sıralar hem, Atatürk karşıtı bir parti başkanının oğlu Orhan Kemal bir başka Atatürk karşıtı şair Nazım Hikmet’le birlikte hapisteydi, hem de Bayburtlu Zihni gibi gülen, Hoca Nasreddin gibi ağlayan Türk halkı ücretli çalışmaya hiç de gönül süzmüyordu. -“Kütlüye (pamuk toplamaya, İB) gitmek, amele olmak istemiyorum ben” diyen on altı yaşındaki kızın ayakkabı tamircisi babası “da biliyordu kütlüye gitmenin, kütlü ırgatlığının ayıbını” (Orhan Kemal, 2008; 153-154).
Fakat gene de şu soru ortada cıscıbıldak duruyordu: Ne olacaktı bu Türkiye’nin ve bu Türklerin hali? Kapitalizmin önünde hâlâ bir köstek mi olacaktı, yoksa destek mi? Dahası Türkiye adlı kaymağın tadına kim bakacaktı? Kaymak tabaka kim olacaktı? Bu kaymak oluşumunda maya köylülük mü olacaktı, ücretli çalışanlar mı? Velhasıl kelam, Türkiye adlı inek nasıl sağılacaktı?
Uzatmayalım; 1923’te İzmir İktisat Kongresi, 1927’de Teşvik-i Sanayi Kanunu başta olmak üzere kimi adımlar atıldı. Ne var ki, Türkiye tarım toplumu ağırlıklı yapısını 1950’lere kadar korudu, tereddüt etti. Neden? Cumhuriyet döneminde ticaret burjuvazisinin yükselişinin durmasının ve dolayısıyle bürokratik kontrolün merkezileşmesinin nedeni 1930 buhranı ile bir ölçüde açıklanabilir. Bürokrasi, iki dünya savaşı arasındaki dönemde devletçi-milli ekonomi seçeneğine kolaylıkla yöneldi. II. Dünya Savaşı sonrası, 1945’den itibaren şekillenen dünya konjonktüründe ABD hegemonyasının kurulması ile Türkiye’de sanayileşme stratejisi eşzamanlı gelişti. II. Dünya Savaşı sonrasında Türkiye’nin yeni oluşmakta olan dünya düzenine eklemlenme isteği, izlenecek iktisat politikaları üzerinde etkili oldu. Türkiye 1947 yılında IMF, Dünya Bankası ve Avrupa İktisadi İşbirliği Örgütü’ne üye oldu, 1951 yılında Yabancı Sermaye Kanunu ve 1954’te Petrol Kanunu çıkartılarak yabancı sermayeye yönelik liberal düzenlemelerle dışa kapalı politikalarda önemli değişimler yapıldı. Bu gelişmeler, değişik sermaye gruplarının çıkarlarına uygundu.
19. ve 20. yüzyılın ilk çeyreğinde yaşanan savaşlar, göçler, siyasal ve ekonomik krizler, dış müdahaleler, milli mücadele ve Cumhuriyet; sanayileşme ve şehirleşmenin dışında gelişen oluşumlardı. Cumhuriyet’in kuruluşundan itibaren, tarım kesiminde teknolojik gelişmelerin sağlanmasına yönelik çabalar gösterilse bile, 1950 öncesi dönemde bu çabalar başarılı olamamıştı. Üretim tekniklerinin geriliği, düşük düzeyde toprak kullanımı, tarımın pazarlara açılma, uluslararası pazarlarla bütünleşme oranının zayıflığı, ulaştırma ve taşımacılık alanındaki kısıtlar da eklenirse, 1950’li yıllar Türk tarımında 1970’li yıllarla birlikte, teknolojik değişmenin yoğunlaştığı iki dönemden biri kabul edilebilir. Basit teknolojili öküz ve sabana dayalı, kendi içine kapalı ve yeterli köylerin; durağan, geleneklerine bağlı köylülüğün topraktan kopmaya başlaması, “sanayileşmiş, şehirleşmiş” bir yapının oluşumu için 1950’leri beklemek gerekecektir. Bu dönemde Türk tarımında hem mekanik hem de biyolojik alanda değişimler olur; mekanik değişimlerin başında kullanılan traktör sayısında gözlenen artış gelir. Biçerdöver, tınaz makinası, monopomp gibi diğer tarım makinelerinin sayısında, kimyevi gübre miktarı, zirai mücadele ilaçları kullanımında da artışlar görülür. “Bu süreç ancak 1950’lerde önce, binlere sonra yüzbinlere varan sayıda traktör ve diğer aletlerin tarıma girmesi ile gerçekleşmeye başlamıştır. Şehirleşme, nüfusun ücretlileşmesi, işçileşmesi, yeni meslek ve iş düzeninin ortaya çıkması, aile düzeninin büyük değişikliğe uğraması geri dönülmez yapısal değişmeyi başlatmıştır” (Kıray, 2000; 9).
Bu değişimi, ayakkabı tamircisi olan babasının işlerinin azalması ve aile üyelerinin çoğalması üzerine geçim sıkıntısına düşüp pamuk tarlalarında karısı, iki çocuğu ve kardeşiyle “kütlü” toplamaya karar veren roman kişisinin ağzından şöyle dile döker Orhan Kemal: “Memlekete doldu makine, doldu makine. İşsizlik çoğaldı. Makine insanı yerinden, ekmeğinden etti. Köylerden şehre insan akını var. Görmüyor musunuz, memleket dilenciyle doldu. Bu kadar dilenciyi ne zaman gördük? Köylerden şehirlere akın var ana! Şehir işçisinin dirliği de bozuldu. Fabrikaların önüne git bak. Boy boy, çeşit çeşit babayiğitler, ana kuzuları. Onların da artlarında besledikleri boğazlar var, onların da çoluk çocukları, babaları, anaları var. Herkes ekmek peşinde koşuyor!” (Orhan Kemal, 2008; 90).
Makineleşme işlenen toprakları arttırırken, işgücü üzerinde de etkili oldu. Toprağın ortakçılık ve kiracılık kategorileri içerisinde kullanımını olumsuz yönde etkiledi; bir bölüm işgücünü serbest bırakarak işçileşme süreci üzerinde etkileyici oldu. Eskiden ortakçılık yada kiracılık yaparak yaşamını sürdüren bir işgücü kategorisi, makineleşmenin etkilediği toprak kullanımı sonucunda işsiz kaldı ve tarım kesiminde yada tarım dışı kesimlerde iş aramaya yöneldi. Bununla birlikte, gene aynı makineleşme, işgücü ihtiyacını artırıcı yönde etkiler de yapıyordu. Bu makinelerin kullanımında, işletilmesinde ve tamirinde çalışan şoför, makinist, tamir ustası gibi çalışanların sayılarında artışlara yol açıyordu. Makine kullanımının, traktörün yaygınlaşması sonucu işlenen arazilerin miktarında artış görülmüş, Türkiye coğrafyasının üzerindeki ekili toprakların oranı 1950’de yüzde 18,7 iken 1960’da bu oran yüzde 29,9’a yükselmiştir (Makal, 2002; 104). Ekilen toprakların genişlemesinin işgücü ihtiyacı ve işçileşme sürecinde önemli etkileri olmuştur. Makineleşmenin işgücü ihtiyacı üzerindeki bu ikili etkisi birarada değerlendirildiğinde, işgücü ihtiyacını azaltıcı etkisinin daha ağır bastığı görülmektedir. 1950’li yıllarda, hem kentsel kesime işgücü kaymaları başlamış, hem de bunu gerçekleştiremeyen bir nüfus kitlesi kırsal kesimde geçici işçiliğe yönelmiştir. Bu gelişmeler tarım kesiminde değişimler yaratırken, sanayi kesimi için de önemli sonuçlar doğuracaktır. Yaşanan değişimler tarım kesiminin işgücü ihtiyacını azaltarak, topraktan görece kopmuş, “özgürleşmiş” bir işgücü tabakasını sanayi kesiminin gereksindiği işgücüne sunmuş ve ücretli çalışanlar kitlesinin gelişmesi üzerinde etkili olmuştur. Ancak esas gelişmeler 1960 sonrasında yaşanacaktır.
1950-60 arasındaki on yıl, Türk toplumuna, istatistiklerden anlaşılması kolay olmayan bir coğrafi ve toplumsal hareketlilik zihniyeti kazandırmıştı. Şehre gelen ilk göçmen dalgası içinde yer alanların çoğu şehirlerde geçici iş bulan eski mevsimlik işçilerdi. Özel konut yapımında ve bayındırlık işlerinde görülen inşaat patlaması göçün eski yapısını tersine çevirdi: yeni göçmenler artık şehirde yaşıyorlar ve sadece hasat zamanı köye gidiyorlardı. 1954’ten sonra, önce hizmet sektörü, sonra sanayi önemli istihdam kaynakları oldular. Önce küçük sanayi istihdam yarattı; 1950’lerin ikinci yarısında büyücek fabrikalar ortaya çıkmaya başladı ve 10’dan fazla işçi istihdam eden fabrikalarda çalışanların sayısı 163.000’den 324.000’e yükseldi. Çevre ülkelerin çoğunda olduğu gibi bu büyük nüfus hareketi, köyün dışarıya açılmasını yansıtan gecekonduları da beraberinde getirdi (Keyder, 1990; 111).
Türkiye’de gerek çalışma ilişkilerinde gerekse toplumsal yaşamda büyük dönüşüm 1950 sonrasında yaşanır. Otoriter modernist Kemalizm (Toprak, 2004) 1950’de devrilir, devrilttirilir. Traktörün geniş ölçüde kullanılmaya başlanmasıyla ekili arazilerin alan olarak büyümesi ve işgücü fazlasının kentlere göçü toplumun tümünü etkilemeye aday bir dönüşüm noktasıdır. Orhan Kemal öykülerini, romanlarını bu dönüşümle eşsüremli yazmaya başlar. “Murtaza” (1952), “Grev” (1954), “Cemile” (1952) adlı uzun hikayeleriyle bir türlü yazma olanağı bulamadığı “Fabrika İnsanları” adındaki bir büyük romanın parçalarını yazar. Ekmek Kavgası (1949), Avare Yıllar (1950), Çamaşırcının Kızı (1952), Bereketli Topraklar Üzerinde (1954) ve daha nicesini yazdığı bu sürece gecekondulaşma eşlik edecektir.

5 Mayıs 2010 Çarşamba

Orhan Kemal Edebiyatında İşçi-Oluş (III-IV-V)

Toplumsal-Tarihsel Arkaplan
İnsancıl, Mart-Nisan-Mayıs 2010, sayı 236-238

Osmanlı İmparatorluğu’nda, ücretlilerin çalışma hayatı hakkında bildiklerimiz teorik çıkarsamalardan yada genel geçer bir iki malumattan öteye geçmemektedir. Çalışan nüfus içinde ücretlilerin miktarı, çalışma koşulları ve faaliyet alanları, ücret seviyeleri ve ücret sistemleri incelenmiş konular değildir. Devlet teşkilatı dışında büyük işçi veya memur kitlelerini barındıran kurumların, fabrikaların azlığı göz önüne alındığında bunda şaşılacak bir yan olmadığı ileri sürülebilir.
Devletin kömür ihtiyacını karşılayacak Zonguldak kömür havzasına baktığımızda, işçi sayısı 1840’lı yıllarda birkaç yüz iken 1890’lı yıllarda istihdam edilen amale ve kazmacı sayısı yılda 6.000’e yükselmişti. I. Dünya Savaşı itibariyle yılda en az 8- 10.000 vasıfsız ve sayısı tam olarak bilinmeyen binlerce vasıflı yeraltı ve yerüstü işçisi işe alındı. Osmanlı Devleti, ilk başlarda uyguladığı, işgücünün serbest emeğe dayalı olarak elde edilmesi yöntemiyle yeterli işçi sağlayamayınca, işçi tedarik etmek için, askerlikten muaf tutma karşılığı başta olmak üzere, mükellefiyete dayalı bir emek sistemi kurdu. Dolayısıyla, 1867 yılından sonra, çevre halktan sağlanan, köyde ve madende eşit süre kalarak iki haftalık sürelerle münavebeli çalışan bu serbest olmayan emek gücü, madenlerde çalışan işgücü içerisinde sıradan hatta egemen hal aldı (Quataert, 2009; 91).
İlk büyük işçi topluluğuna Ereğli kömür havzasında rastlıyoruz. 19. yüzyılın ortalarında kömür üretiminde ve diğer yardımcı işlerde 1000’in üzerinde işçi çalışıyordu. Ocaklarda işçi barınakları tahta ve bütün tesisat da ilkeldi. İşçi emeği bir süre istismar kaynağı olmuş, işçiler en ucuz ücretlerle bulunur ve azami ölçüde sömürüye maruz kalırdı. İşçilerin bu perişan hali sonunda hükümeti harekete geçirmiş ve Dilaver Paşa Nizamnamesi ile istihdam edilen işçilerin çalışma, dinlenme ve tatil zamanları saptandığı gibi, ücretler ve bunların ödenme şekilleri, iaşe ve barınma sorunları bir esasa bağlanmış, ayrıca işçilerin sağlığını koruyucu önlemler gündeme gelmiştir. Devletin sosyal alanda attığı ilk adımlardan biri olarak görülebilecek bu nizamnameyi 1869, 1887, 1906 tarihli diğerleri takip etmiştir. İşçilik henüz sürekli bir meslek, geçim kaynağı halini almamış, köylerden çalışmaya gelenler kısa bir zaman sonra işi terk edip memleketlerine dönmüşlerdir. I. Dünya Savaşı’na denk düşen yıllarda maden sanayiinde 25.000 kişinin çalıştığı, taşocakları ve tuz üretiminde çalışanlarla birlikte bu sayının 30.000’e ulaştığı söylenebilir. Burada çalışanların yalnız yarısını sürekli maden işçisi sayabiliriz; diğer yarısı madenlerde bir kaç ay çalıştıktan sonra köyüne dönen ve yerini bir başka geçici işçiye bırakan kimselerdi (Eldem, 1970; 97).
1911’e gelindiğinde personel sayısı 1000’den fazla olan müesseseler ve işçi sayıları şöyleydi (Eldem, 1970; 208):
Tütün Rejisi 13969
Şark Demiryolları 3758
Anadolu Demiryolları 2850
Aydın Demiryolları 1607
İzmir-Kasaba vd. demiryolu 1983
Seyrisefain İdaresi 1200
İmalatı Harbiye fabrikaları 2733
Ereğli kömür şirketi 5185
Balya-Karaaydın madeni 1018
Yorgi ve Rumbaki kömür ş. 1488
Osmanlı Bankası 1216
Ziraat Bankası 1022
Hicaz Demiryolu 1628

19. yüzyılın Avrupalı yüzünde Sanayi Devrimi yaşanırken Osmanlı yüzünde, çok özetleyerek söylersek, askeri bir örgütlenme tarzı, “özel mülkiyet olmadığı için sadece idari ve siyasi bir birim” (Barkey, 1999; 95) olan tımar sisteminin daha 16. yüzyıldan itibaren zayıflamasına bağlı olarak gelişen iltizam sistemi 1780’lerde ayan denilen yeni bir yerel yönetici seçkinler grubu yaratmasına yol açmıştı. Bu yeni durumda, imparatorluğun geleneksel yapısını oluşturan askeri sınıf içindeki tımar erbabı ve ulema kaybeden unsurlar olurken yerel düzeyde gelişen ayanlar ve bürokrat zümre güçleniyordu. Bunun yanı sıra gayrimüslim azınlıklar başta olmak üzere ticaret kesiminin de önü açılmıştı. Kırsal kesimde üretimin yasal yada kaçak yollardan dış pazara açılması, imparatorluğun bazı bölgelerinde büyük topraklar üzerinde özel mülkiyet edinmesine koşut “topraksız köylü”, “mevsimlik işçi” gibi yeni kategorilerin azın azın ortaya çıkmasıyla sonuçlanacak bir değişime tanık oluyoruz. Öte yandan 1830’lardan itibaren lonca üretimi dışında, çok sınırlı da olsa devletin ihtiyaçlarını karşılamak üzere kurulan feshane, tophane gibi fabrika türü üretimin ortaya çıkması ile Osmanlı toplum yapısında çok cılız da olsa “işçi”/ ücretli çalışan diyebileceğimiz geleceği henüz belirsiz yeni bir unsurun filiz verdiğini görüyoruz. Bu gelişmeler, aslında Osmanlı imalat ve tarımının 19. yüzyılda giderek daha fazla biçimde uluslararası ekonominin belirlediği koşullar altında üretime yöneldiğinin bir göstergesi olarak okunabilir. Gerçi Osmanlı İmparatorluğu 16. yüzyıldan başlayarak Avrupa kapitalizminin genişleyen hareketinin etki alanına girmiş, adım adım Avrupa pazarının bir parçası olarak Osmanlı tarımında piyasaya bağımlılık ilişkileri görülmeye başlamıştı. 16. yüzyıl ile 19. yüzyıl arasındaki farklar neydi sorusunun yanıtını şimdilik bir yana bırakalım. Özetleyin, tarıma dayalı çalışma ilişkileri hüküm sürüyordu.
Osmanlı devleti Batı’daki sanayileşme ve pazar ekonomisinin genişlemesinin etkisini bütünüyle hisseden Batılı olmayan ilk ülkeydi. 1838 Ticaret Antlaşması İngiltere’ye ticaret ve gümrük ayrıcalıkları verdi ve bu ayrıcalıklar Osmanlı el zanaatları sanayiinin zayıflamasının başlangıcı görülebilir. “Zanaatlerin gerilemesi sürecini Serbest Ticaret Anlaşmaları gibi hukuki ya da kurumsal düzenlemelere bağlayarak değil, esas olarak, Sanayi Devrimi sonrasında dünya ölçeğinde gerçekleşen uzun dönemli iktisadi değişimler çerçevesinde açıklamak” gerekir (Pamuk, 2005; 130). Sanayileşmiş Batı ülkelerine sağlanan gümrük kolaylıkları, gerekse dünya ölçeğindeki değişimleri sonucunda Osmanlı tezgah sanayiinin iflasa sürüklenmesinden sonra, 19. yüzyılın ikinci yarısından başlayarak modern sanayi kurma çabaları başarısızlıkla sonuçlanmıştı. “Devlet öncülüğüyle kurulmuş birkaç fabrika ile yabancı sermayenin meydana getirdiği sayısı çok az olan tesisler dışında, imalat sanayi dalında hemen hiçbir faaliyete rastlanmamakta”ydı (Çavdar, 2003; 116). Yüzyıl sonuna gelindiğinde küçük zanaat ve evlerde parça başı üretim, büyük ölçüde el emeğine dayanan halıcılık, dericilik gibi manüfaktür ve gıda maddeleri üretimiyle Osmanlı sanayiinin ana hatları çiziliyordu (Ortaylı, 2006; 41).
Osmanlı İmparatorluğu’nda sanayiin kuruluş ve gelişimine baktığımızda ilk büyük tesislerin devlet tarafından yapıldığını görüyoruz. Devletin büyük tezgahlarda yüzlerce işçi çalıştırdığı tesislerin tamamı askeri nedenlerle, kısmen de sarayın ihtiyaçları için kurulmuş; ticari bir amaç bunların kuruluşunda rol oynamamıştı. II. Bayezıd devrinde (1505?) kurulan Tophane Osmanlı’nın ilk “sınai” tesisiydi diyebiliriz. III. Selim, II. Mahmut ve Abdülmecit döneminde silah fabrikaları yeni ihtiyaçlara karşılık verecek şekilde düzenlenmiş ve yenileri eklenmişti: Zeytinburnu silah fabrikası, Bakırköy barut fabrikası, Karaağaç tapa fabrikası, Hendek ve Biga’da hızar fabrikaları, Konya ve Kayseri’deki güherçile kalhaneleri. Savaş sanayi dışında devletin saray ve ordunun ihtiyaçları için 1812’de Beykoz deri fabrikası kurulmuş ve 1884’te kundura imalathanesi ilave edilmiştir. 1833’de fes imal eden Feshane 1843’de Hereke dokuma, 1850’de Makriköy’de (Bakırköy) basmahane, 1845’te İzmit dokuma fabrikasının yanı sıra Yıldız “Çini fabrikai hümayunu” sayabiliriz. Bütün devlet sınai kuruluşlarında 1913 yılında 5000 kadar işçi çalışıyordu (Eldem, 1970; 117-120).
Babasından aldığı barutçuluk mesleği ile barutçubaşılığa yükselen Ohannes Dadian’ın 19. yüzyılın ilk yarısındaki sanayileşme faaliyetinde etkin bir rol oynamıştı. 1820-1822 yıllarında Beykoz Kağıt Fabrikası, 1826-1829 yıllarında da Eyüp Dokuma Fabrikası müdürlüklerinde bulunmuştur. 1827 yılında Tüfenkhane, İplikhane ve Selviburnu’nda deri fabrikası için önemli bir makine icat eden O. Dadian’ın nezaretinde kurulan fabrikaların bazıları arasında Beykoz Tabakhanesi, İzmit Çuha Fabrikası, Hereke Kumaş Fabrikası ve Zeytinburnu Demir Fabrikası sayılabilir. Ohannes Dadian 1848’de fabrikalara teknik eleman yetiştirmek amacıyla Zeytinburnu’nda kurulan sanayi mektebinin de kurucuları arasındadır (Çetin, 2001; 131-132). Dadian ailesi 19. yüzyılın ikinci çeyreğindeki sanayileşme sürecinde önderlik etmiş ve bir bakıma başarılı da olmuştu. Ne var ki bu çabalar çağdaş gözlemciler tarafından kuşkuyla izleniyordu (Müller- Wiener, 1992; 68). Alaycı müşahitler bu sanayileşme çabasını “patlamaya hazır bir istikbalin habercisi” olarak tanımlıyorlardı. 1847-8’de İstanbul, İzmit ve Bursa’daki fabrikaları gezen Charles MacFarlane bildirdiğine göre, tetkikten ziyade merasim mahiyetinde fabrikaları gezen Abdülmecid’e fabrika imalatı diye gösterilen bazı mallar etiketleri ve damgaları çıkarılmış, Avrupa’dan ithal edilen mallardı (Clark, 1992; 41, 51).
Büyük Reşit Paşa’nın çabalarıyla 1866 yılında İstanbul’da kurulan “Islahı Sanayi Encümeni” Avrupa’da kurulan büyük fabrikalar karşısında el emeğine dayanan sanayiin ayakta duramayacağı kanaatine vararak büyük sanayinin kurulması gereği hakkında tekliflerde bulunmuş, ne var ki kurulan şirketler iyi niyet teşebbüsünden öte gidememişti. 1873, 1888, 1897 yıllarında sanayii teşvik amacıyla düzenlenen yasalarda, kurulacak fabrikalara vergi ve gümrük kolaylıkları sağlanmasına karşın Osmanlı hükümetinin çabaları ümit verici olmamıştır. İstanbul Ticaret ve Sanayi Odası 1898’de Ticaret Nezaretine verdiği bir raporda, sanayiin gelişmemesi sebebini yabancı firmalarla rekabet imkansızlığına bağlamıştı (Eldem, 1970; 113-114). Paul Fesch, 19. yüzyılın sonlarında, İstanbul’da hiçbir ağır endüstrinin olmadığını vurgular. En önemli imalat seramik ve çimento, tuğla, fes, deri eşyalar, sigara tabakaları, çömlek, bavul, gül ürünleri, giyim eşyası, parça demirden yapılmış çivi vs. gibi maddelerdi. Bu teşebbüslerin hemen çoğunun sahibi İngiliz, Fransız ve İsviçrelilerdi ve küçük bir bölümü Osmanlı hükümeti ve yerli halk tarafından yürütülmekteydi. Yabancı firmalar, vasıflı işçi bulunmadığı bahanesiyle ürünlerinden hiçbirini İstanbul’da üretmemekteydi (Karpat, 2006; 504). Nedeni, niyesi bir yana, “19. yy. ne İstanbul’a ne de memlekete bir sanayi devrimi getirmemişti” (Müller- Wiener, 1992; 94).
Küçük üreticilik, imparatorluğun her döneminde ekonominin en yaygın kesimini oluşturuyordu. Esnaf ve zanaatkâr dediğimiz bu küçük üreticiler küçük imalathanelerde geçimlik ekonomisi ekseninde üretim yapmakta ve genellikle gene aynı yerde ürünlerinin satışını gerçekleştirmekteydi. İmparatorluğun gelişen dünya pazarının ekonomik yapısına sorunlu bir biçimde eklemlenmesinin geleneksel düzen üzerinde olumsuz etkileri oldu. Dokuma başta olmak üzere, kapitalist ülkelerin seri üretime dayalı birörnek sanayi ürünlerinin çok ucuza Türkiye’ye girmesi, bu dallardaki küçük üreticileri ya tasfiye etti ya da dış ülke pazarlarına yönelik bir sömürü ağının içine attı. İngiliz tekstil ürünleri Osmanlı piyasasına hakim küçük dokuma tezgahlarında çıkrıkları durdurdu. Sadri Ertem “Çıkrıklar Durunca” adlı bir roman yazmak zorunda kaldı.
Küçük bireysel çiftlikler, vakıf arazileri ve devlet arazilerine dayanan ve 16. yüzyıl sonundan beri sürekli değişmekte olan geleneksel Osmanlı tarımsal üretimi çöktü. 1926’da İsviçre Medeni Kanunu’nun kabulünden sonra özel toprak mülkiyetine, yani gerçek kapitalist toprak mülkiyeti ve üretim sistemine dayalı yeni bir sistemin ortaya çıkışıyla birlikte bu evrim zirvesine ulaştı. Geleneksel zanaatlar, geleneksel tarımsal taban ve kentlere yiyecek maddesi taşıyan geleneksel esnaf örgütlenmesi çöküş sürecine girdi (Karpat, 2003; 93). İmparatorluğun geleneksel el zanaatları sanayii, özellikle kıyı bölgelerinde, ucuz ithal sanayii ürünlerinden ciddi şekilde etkilendi. Bunun yanı sıra, bazı sınai sektörler yeniden yapılanarak ayakta kalmayı becerebilmiş, dahası yeni iş kolları türemişti. Bursa’da Ermeni girişimcilerce kurulan ipek fabrikaları, Uşak’taki halı sanayii, Selanik’te bira fabrikaları ve kiremit imalathaneleri vb. Bu küçük işletmeler son derece düşük ücretli lonca dışı emekçilere, kadın ve çocuk işçilere dayanıyordu. On kişiden fazla işçi çalıştıran sanayi kuruluşlarının yüzde 90’dan fazlası gayrimüslimlerin mülkiyetindeydi. Yeni sanayilerin büyümesi ve Avrupa’nın modern şirketlerinin doğrudan işe karışması, geleneksel kentlerdeki loncalar başta olmak üzere Osmanlı toplumunda gerginlik yaratmıştı ((Zürcher, 2007; 129).
Osmanlı topraklarının Avrupalı imalatçılar için bir pazar haline gelmesiyle birlikte birçok zanaatkâr işini kaybetti. Balkanlar'da, Müslüman Türkler zamanla el sanatlarının bel kemiği olma durumundan, kalifiye olmayan işçi durumuna düşerken, yeni bir Hıristiyan tüccar, ziraatçi, nakliyeci ve zanaatkâr grubu yetişti ve zenginlik, eğitim ve güç elde etti (Jung ve Piccoli, 2004; 50). Uluslaşma genel adlandırması adı altında iktidarın el değiştirmesi sürecinde ise, zaten zayıf olan Türk sanayiinin Rum ve Ermenilerin sahneden çekilmesiyle doğan boşluğu doldurması uzun zaman aldı. Yabancı şirketlerin, asıl rakipleri olan Rum ve Ermenilerin çekilmesiyle Türk pazarına doğrudan girip yayılması kolaylaştı. 1927’de Türkiye’de 65.000’in biraz üstünde sanayi şirketi vardı ve buralarda toplam 250.000 işçi istihdam ediliyordu. Bu şirketlerin sadece 2822’si makine gücünden yararlanıyordu; büyük çoğunluğu zanaatkâr atölyeleriydi. Türk ekonomisindeki en büyük kesim hâlâ tarım kesimiydi. 1945’lerde de sanayi işçileri Türk toplumunda çok küçük bir azınlıktı, 20 milyon civarındaki nüfusun içinde -zanaat alanında istihdam edilen birçok kişi de dahil olmak üzere- sayıları 330.000 kadardı (Zürcher, 2007; 284-285, 300). Bir tarım ülkesinde, işçi sınıfının “sırf sanayi işçisi”nden ibaret olamayacağını vurgulayan Hikmet Kıvılcımlı, genel ulaşım, nakliye, liman, deniz işçileri, tarım ürünlerinin elle işlenmesinde çalışanlar, genel şehir çalışanları ile ticaret hizmetlileri, “esnaf” sayılan proleterler (şoförler, hamallar gibi) ve nihayet ev sanayinin adsız proleterleri ve uçsuz bucaksız tarım gündelikçileri, ırgatlar vd.ni de “ücretle çalışanlar”a dahil eder; 1929 krizi öncesinde sayılarının 800-950 bin dolayında olduğunu, 14 milyonluk bir ülkede ücretli çalışanların 1/14 ila 1/16 oranını küçük bulur (Kıvılcımlı, 2008; 17, 33).
Osmanlı İmparatorluğu’ndan devralınan miras Cumhuriyetin ilk yıllarında da varlığını sürdüregeldi: Bu dönemde de Türkiye tam bir tarım ülkesi görünümündeydi. İstihdamda tarımın payı yüzde 89,6, sanayinin payı yüzde 4,6, hizmet kesiminin payı ise yüzde 5,5’ti. İktisadi yapının bir başka önemli özelliği, tüm kesimler itibariyle küçük üreticiliğe dayalı olmasıydı. Tarım kesiminde küçük arazi mülkiyetinin, sanayi alanında ise el sanatları ve küçük imalathanelerin başat olduğu bu yapının doğal sonuçlarından biri de, işgücü içerisinde kendi hesabına çalışanların ve ücretsiz aile işçilerinin ağırlıklı olması, buna karşılık ücretli çalışanların azlığıdır. 1921 yılında yapılan Sanayi Sayımı sonuçlarına göre, bu kuruluşlardaki işçi sayısı 76 216’ydı. Cumhuriyetle birlikte, olmazsa olmaz bir amaç olarak tanımlanan sanayileşme çabaları kapsamında 1927 yılında Teşvik-i Sanayi Kanunu çıkarıldı, özel kesimin teşviki güdüldü. Buna karşın 1930’lara kadar olan dönemde sanayileşme çabaları yetersiz kaldı. İş Kanunu kapsamına giren işçilerin sayısı 1937’de 265 341’e, 1943’te ise 275 083’e yükselmişti. Cumhuriyetten 1950’lere gelindiğinde ücretli çalışanların temel özellikleri, henüz kırsal kesimle bağlarını bütün bütüne kopararak bir sanayi işçisine dönüşmemiş olmaları ve niteliksiz olmaları başta geliyordu (Makal, 2002; 34-36).
Atatürk’ün 16 Mart 1923’te, Adana’da, Türk Ocağı’nda, Esnaf Cemiyeti’nin çayında yaptığı konuşmasında “sanatsız kalan bir milletin hayat damarlarından biri kopmuş demektir” demesine karşın, sanatı zanaat, sanatçıyı da zanaatkâr anlamında kullandığı aynı konuşmasında Atatürk muasır medeniyet yolundaki Türkiye’nin hedefine değinecektir: “Bugünkü tezgahla Amerika ve Avrupa’ya karşı mücadelenin nasibi mağlubiyettir... /... Bu memnuniyet ve saadetim asıl siz sanatkarların ufak dükkanlarınız yerine muhteşem fabrikalar yapıldığını gördüğüm gün, en hakiki ve en yüksek derecesini bulacaktır” (aktaran Fethi Naci, 1998; 162). On yıl sonra İsmet İnönü “Orta Anadolu sanayi mıntıkamız olacak” der. 1935 yılında da, Nazilli dokuma fabrikasının temel atma ve Kayseri dokuma fabrikasının açılış töreninde “Ekonomi Bakanı” Celal Bayar “Biz endüstriyi, büyük ziraatın yardımcısı olarak kuruyoruz” diyerek el zanaatiyle uğraşanların ekmeğinin ellerinden alınmayacağına, onlara hem yardım edileceği hem de isterlerse fabrikaya amele verebileceklerine değiniyor; sanayi hareketinde çok önemli bir rol alan kaçın kurrası kurt Bayar, Ayşe Buğra’nın belirttiği üzre, sanayi hamlesi başlarken sanayide bir emek arzı sorunuyla karşılaşılabileceğini pek dikkate almıyordu. Ne var ki, 1936’da, Tan gazetesinden Mümtaz Faik (Fenik) Kayseri ve Adana’da açılan dokuma fabrikalarında çalışacak işçi bulunamaması sorunuyla ilgili bir dizi röportaj yapıyor; Kayseri’de fabrika yöneticileri, sorunun işçileşmemiş köylü davranışlarından kaynaklandığını vurguluyorlardı: “Amele yazın mutlaka bağa gitmek ister. Gitmezse ayıp olur. Sonra etrafındakilere ne der?” İşçilerin beyanları fabrika yöneticilerini doğruluyor: “Yazın şehirde kalınamaz.” Bu beyanlarda, şehirde kalmanın onlar için alternatifsiz bir zorunluluk olmadığı, yani söz konusu olanın yaşamak için emeğini satmak zorunda kalan bir “özgür emek” yada mülksüz kitlesi olmadığı açıkça görülebiliyor. Köprüler, demiryolları, fabrikalar ve çeşitli işletmelerin inşaat işleri acemi ve usta binlerce ameleye ihtiyacı doğurmuş, bu ihtiyaç da amele meselesini. Köylüler gelmezse amele nereden sağlanacaktır? Köyden koparılıp şehre iniltilen bu satırları yazanın tersine, sözkonusu inşaatlarda amele olarak çalışmayacak “Erguvaniler: Türkiye’de İktidar Doğanlar” sınıfına mensup Behice Boran (: “Aynı yollardan kaloriferli, fayanslarla kaplı gömme banyolu, hizmetçili, uşaklı bir sona varacaklardır ihtiyarlıklarında. Beni aşamazlar. Kolay değil. Torunum Nedim ‘Siz burjuvaların dramı yoktur’ dedi geçenlerde. On dokuzunu süren yakışıklı bir şaşkın. Bak budalaya! Sanki kendi bu aileden değilmiş gibi” –Füruzan, 1981; 301), 1942’de yazdığı makalede, bu meselenin hallinin işçinin köyden kopmasına bağlı olduğu konusunda hiçbir kuşku taşımıyor. Ne var ki, Türkiye’de, köylünün “psikolojik istikameti”nin köye çevrilmiş olduğunu ve şehirdeki işinin onun “mutad geçim vasıtası” değil “ilerde köyde geçimini temin edebilmek için sermaye biriktirmek vasıtası” olduğunu gözlemliyor (Buğra, 2008; 110-117).
Sabit işçilerin sayısının azlığı fabrikalardaki üretim kapasitesindeki artışın önündeki en önemli bir engel olarak görülür. Sümerbank Kayseri Bez Fabrikası 1938 Yılı Bilanço Raporu’nda üç vardiyalı çalışma denemelerinin başarısız olduğundan şikayet edilir. Sabit işçi bulmakta zorlanırlar. Başbakanlık Umumi Murakebe Heyeti Sümerbank İplik ve Dokuma Müesseseleri 1946 yılı Raporu’nda üç vardiyalı sistemin artık başarıyla uygulanabileceğinden söz edilir. 1949 yılına gelindiğinde mevsimlik işçi sayısının ve işçi değişim oranlarının önceki yıllara göre iyice azaldığı, sabit işçi sayısı artarken iş değiştirme hareketliliğinin dengeli bir durum aldığı belirtilir (Doğan, 2009; 93). Ege Adaları’ndan ve Batı Trakya’dan göç edenlerin buralara yerleştirildiğini hatırlatalım. Göçmen nüfusun iskanında gerek barınma gerekse iş olanağı bakımından Sümerbank Fabrikası önemli bir rol oynamıştı.
Türkiye’de Cumhuriyetin ilk dönemlerinden başlayarak sürekli bir sanayi işçiliğinin oluşmadığının en önemli göstergelerinden biri “işgücü devir” oranlarının, yani yıl içinde işe zırt pırt girip çıkanların oranının yüksekliğidir. Dönemin en büyük iktisadi devlet teşekküllerinden Sümerbank’ta, 1944 yılı içirisinde toplam 24 194 işçiden 23 578’i işten ayrılmıştı ve çıkış oranı yüzde 93,58’e ulaşmaktaydı. 1935 yılında kurulan Kayseri Bez Fabrikası’nda, kuruluşundan 1940 yılına kadar çalışan işçi sayısı 19 761 kişiye ulaşmıştı ve bu da işçi kadrolarının 5 yıl içerisinde tam yedi defa yenilenmiş olması anlamına geliyordu. Diğer İktisadi Devlet Teşekkülleri yanında, özel kesime ait sanayi kuruluşları da aynı sorunları yaşıyordu. Örneğin Mensucat Santral Fabrikası’nda işgücü devir oranı 1947’de yüzde 67, 1948’de yüzde 64, 1949’da yüzde 73 idi. 1953 yılında yapılan bir araştırmaya göre, İstanbul mensucat sanayiinde işçi devir oranı yüzde 72 idi. 1942 yılı itibariyle Demir Çelik fabrikaları, 4 300 kişilik bir kadrosu olmasına karşın, 3 100 işçi ile çalışmak zorunda kalmıştı. Şark Kromları İşletmesi de, 1941 yılı itibariyle 520 işçiye ihtiyaç duymasına karşın, sadece 300 işçi sağlayabilmişti. Maden işçilerinin büyük bir bölümü de “muvakkat ve yarı daimi amele olarak çalışmakta (ortalama olarak 45 gün kadar) ve bir miktar para kazandıktan sonra yine köylerine dönmektedir. 1950 yılında yayınlanan bir yazıda, madenlerde çalışan daimi ve profesyonel amele oranının yüzde 5-8’i geçmediği belirtilmektedir (Makal, 2002; 110-114). Neden? Bunun birbiriyle bağlantılı, bağlantısız pek çok nedeni olabilir; ben, Türk halkının, dönem itibariyle ücretli çalışmaya yanaşmadığı, ısınmadığı kanaatindeyim. Ücretli çalışmaya “evet” diyecek kadar salak bir halk olmadığını çıkartabiliriz. Ama, bilimsellik kisvesine de kispetine de bürünmemiş bu cıbıldak yargı, tek neden değil kuşkusuz. Çünkü ilk kuruluş yıllarında işçi devir oranları yüksek olmasına karşın, zamanla işçinin sanayi yaşamına, ücretli çalışmaya uyum sağlamasıyla bu oranlar düşme eğilimi gösterecek; mevsimlik işçiliğe dayanan “köylü-işçi” tipi, köyle bağını asla koparmamakla birlikte şehirde yerleşmeye gelerek sürekli işçi tipine yerini bırakacaktır. Bu süreç için 1960’lar sonrasını ve 70’leri beklemek gerekecektir.
Batı ülkelerinin endüstrileşme deneyimleri, kırsal kesimle ilgileri kesilerek süreklilik kazanan bir işçi sınıfının varlığı üzerine kurulmuştu. Bu, Batı ülkeleri genelinde, hem iş deneyiminin ve ortamının, hem de çalışma ilişkileri alanına ilişkin örgütlenme, iş mücadelesi deneyimlerinin kuşaktan kuşağa aktarılması sonucunu da doğurmuştu. Türkiye’de gözlenen durum ise farklı olmuş; tarım kesimindeki küçük üreticiliğe dayalı yapı, bu kesimin kendi içinde geniş ve aynı zamanda süreklilik taşıyan bir ücretliler kitlesinin ortaya çıkmasını engelleyici yönde etki yapmıştı. Bu yapı, sanayi kesimine yönelecek sürekli ve geniş bir işçi kitlesinin oluşumunu da olumsuz yönde etkiledi. Bu koşullar altında, Cumhuriyetin başlangıç dönemlerinde de, Osmanlı İmparatorluğu’nda olduğu gibi, belki “köylü-işçi” kavramıyla ifade edebileceğimiz, süreklilik kazanmamış bir işçi kesiminin varlığı sözkonusudur. Kendisine ait küçük arazi parçaları üzerinde çiftçilik yapan bu kişiler, bu arazinin sağladığı olanaklar yetersiz olduğundan, tarım mevsimi dışında, rızkını çıkarmak için bir süre tarımsal yada tarım dışı kesimlerde geçici işçi olarak çalıştıktan sonra para biriktirip köylerine dönmeyi tercih etmektedirler (Makal, 2002 ; 113).
Orhan Kemal’in hikayelerinden çok romanlarını boydan boya kaplayan köylüler şehre gelmeye ne istekli ne de meraklıydılar. İşin garibi, tek parti dönemindeki siyasetçilerin köyün çözülmesi gerektiğini bütünüyle kabul ettikleri söylenemez. 1950’lerden itibaren kırsal alanlardan büyük kentlerin varoşlarına yığılacak olanlar, Cumhuriyetin erken dönemindeki tek parti yetkililerinin gözünde, Osmanlı’dan intikal eden reaya topluluğuna mensuptular.


* Ameleden İşçiye


Genelde 1950-1960’lı yıllarda ve o yılları kaleme alan Orhan Kemal’in roman kişilerinin toplumsal ve sınıfsal davranış kalıplarına, zihniyet ve yaşam alışkanlıklarına baktığımızda modern anlamda işçi hisleri ve davranış kalıpları kazandığını söyleyemeyiz. Orhan Kemal’in gerek öykülerinde gerekse romanlarında işçileşme olgusu köyle derin bağlar taşır, roman kişileri henüz birinci kuşağı oluştururlar. Bunda şaşılacak bir yan da yoktur, çünkü Tanzimat’ta olsun Cumhuriyet döneminde olsun Türkiye’de yaşanan değişim kavgaları sınıfsal kavga içeriğine sahip değildi. Nasıl olsun ki, işçi sınıfıyla işveren sınıfı, toprak sahipleriyle topraksız köylüler arasında bir sınıfsal çatışma bu topraklarda yaşanmamıştı.
Osmanlı İmparatorluğu’nda ücretli emek öncelikle inşaat sektöründe, madencilikte ve askerlikte ortaya çıktı. 1550-1557 yıllarında Süleymaniye Camii ve İmareti inşaatında 2,7 milyon işgünü çalışılmıştı. Bu sürenin 1,5 milyon gününü ücretli işçiler, 1,1 milyon gününü acemi oğlanlar, 140 bin gününü de köleler gerçekleştirmişti. 1631 yılında Musul Kalesi’nin yapımında ücretli olarak çalışanların sayısı 3035 idi. Devlete ait madenlerde de ücretli işçi çalıştırılırdı (Koç, 1998; 15). Kapıkullarının önemli bir bölümü de ücretli emeke dahildi. Kapıkullarının acemi oğlanlar kesimi 17. yüzyıldan itibaren handiyse “özgür emek” niteliği kazanmıştı. Acemi oğlanlar, ücret karşılığında, inşaat sektöründe, kamu imalathanelerinde, kamu gemilerinde, odun ambarlarında, Tophane’de, kamu fırınlarında, su yollarında, bahçelerde, hasta odalarında ve bazı bölgelerde de sultan hanımların hizmetlerinde çalışırlardı. Yeniçeriler ücretli savaşçılardı. Kapıkullarının Cebeci Ocağındaki cebeciler, silah yapımı, barut ıslahı ve silah tamiriyle uğraşırlardı. Topçu Ocağı ve Top Arabacıları Ocağı mensupları da ücretli çalışanlardı. Bundan daha önemlisi, gerek loncalarda gerekse vakıflarda, araştırmacıların ihmal ettikleri önemli bir ücretli çalışma olgusuyla karşılaşırız. Bu ücretliler işlevlerini tamamlayıp tarihsel süreç içinde yok oldu; çağdaş işçi sınıfına dönüşmedi.
Osmanlı toplumunda her ikisi de “sınıf”laşamamış başlıca iki ‘sınıf’ vardı. Birincisi, yönetimin otoritesini temsil eden ve vergi vermeyen bürokrat, asker, ilmiye mensuplarından oluşan yönetici sınıf. Paşalar, vüzera, ayanlar, valiler, mültezimler, tacirler ve sarraf-tefecilerin de içiçe geçtiği bu kesim politik temelli örgütlenmelerin içinde kümelenmişler, ekonomik temelli sınıflaşma eğilimleri ve alternatif sosyal “hegemonya” geliştirme yetenekleri son derece güdük kalmıştı. İkinci kesim ise üretim yapan ve vergi veren tüm tebaayı kapsayan yönetilen re’aya sınıfıdır. Türkçedeki sınıf terimi zanaatçı anlamına gelen esnaf’la ilgilidir; cumhuriyetin ilk dönemlerinde bile sınıf sözcüğüne pek ender rastlanır. Sınıfla anlamdaş olarak sık sık “tabaka” sözcüğünden yararlanılmış, alt ve üst sınıflar için aşağı tabaka ve yukarı tabaka denilmiştir. İşçi sözcüğü de, pek kolay ortaya çıkmamıştır.
1729 yılında padişah III. Ahmet tarafından çıkarılan “Maden işçilerinin nizam ve vazifelerine dair” bir fermanda “işçi” kavramı kullanılmaktadır. 1845 tarihli Polis Nizamı’nın ünlü 12. maddesinde de işçi kavramı kullanılır. Bu tekil kullanımların dışında “işçi” kavramı, Osmanlı İmparatorluğu’nda ücretli çalışanlar için yaygın olarak kullanılmamıştır. Amele, ecir, rençber, ırgat, gündelikçi terimleri arasında en yaygın kullanılanı amele idi. Öyle ki bir çok örgütün isimlerinde de işçi sözcüğü değil, amele sözcüğü kullanıldı: Ameleperver Cemiyeti, Amele-i Osmani Cemiyeti gibi. 1894-1895 tarihli Genel İstatistik Sayımında, ücretliler için kullanılan kavram “amele” idi (Makal, 1997; 165). Amele sözcüğü, 19. yüzyılın ikinci yarısına kadar, daha çok inşaat, tarım, madencilik alanlarında yoğunlaşmış olan işgücü için, daha sonraki dönemlerde de, genelde ağır işlerde çalışan vasıfsız işçileri adlandırmak için kullanılmıştı.
“İşçi”ler çeşitli zanaat kollarında çalışıyor ve kendilerini sınıflarından çok, işkollarıyla özdeşleştiriyorlardı. Etnik işbölümünün de sınıf bilincinin gelişmesinin önünü tıkayan bir etmen olduğunu aklımızın bir kıyısında tutarak, toplam nüfus içindeki ücretli işgücünün fabrikalardan çok ufak tefek zanaat atölyelerine dağılmış küçük küçük azlıklar olma niteliği, işçilik bilincinin gelişmesini engelleyen bir başka etmen olduğu söylenebilir. Tarihsel açıdan bir etken olarak işçi sınıfı mevcut değildi. Öyle ki 19. yüzyılın ilk yarısında görülmeye başlayan sanayi üretimi, yenilenen ordu için giysi, teçhizat ve silah üreten imalathaneler olarak ortaya çıkmıştı. Bunların en bilineni kuşkusuz Feshane idi. 1840 ve 1850’lerde açılan fabrikalar da ticari üretim yapmaktan çok ordunun, devletin gereksinimlerini karşılıyordu. Devlet organlarınca denetlenen bu imalathaneler devletin ihtiyaçlarına yönelik üretim yapıyor ve bu fabrikalarda çalışanlar ise asker sayılıyordu, işçi değil! İşçi bulmak zordu.
1783 tarihinde baruthane kadrosunun genişletilmesi konusunda yazılan bir dilekçede İstanbul, Selanik ve Gelibolu baruthanelerinde çalıştırılan personelin işlerinin başında her zaman bulunmadıkları, sadece kuşluk vakti biraz çalışıp daha sonra kendi işlerine gittikleri, dürüst çalışanların ise dilenci ve acuze taifesi olduğu için bunların yerine rençberden bir takım kişilerin işe alındığı fakat bu işçilerin de istenilen işi görmeye muktedir olmadıkları anlatılır. Belgenin devamında baruthanede kabiliyetli personel bulunmayışının nedenleri arasında işçilerin mevcut yevmiyeleri ile geçinemedikleri; çalışanların “rençber yollu, fakir ve muhtaç ademler” olduklarından mesleklerinde ilerlemek konusunda hiçbir istek ve gayrete sahip olmadıkları ayrıca belirtilir. Baruthanelerde çalışmak isteyenlere fabrika işçiliği teşvik edilip, ücretlerinde artışlar görülse de barutçu amelesi temininde, belirli bölgelere zorunlu mükellefiyet usulüne başvurulmuştu, çünkü fabrikasyon usulü bir imalat ve çalışma sistemi halka hiç de cazip bir iş olarak görünmüyordu (Çetin, 2001;102-111). 19. yüzyılın birinci yarısında İstanbul’da kurulan fabrikaların çoğu askeri gereksinimleri karşılar nitelikteydi. Haliç sahilleri bazıları çok modern olan askeri tesislerle donatıldı İngiliz Büyükelçiliği’nde papaz olan R. Walsh, 1830’larda silah depolarının Galata’dan başlayarak liman boyunca bir dizi depo ve atölyeyi kapsayacak şekilde bir buçuk millik bir alana yayıldığını ve buralarda, işledikleri suçlar nedeniyle hapse atılmış beş yüz kadar işçi köleler gibi birbirlerine zincirlenmiş olarak çalıştığını yazar (Karpat, 2006; 484).
Üç sultana ait yalının bulunduğu yerde 1826/27’de Eyüp’de kurulan 350 metreye yakın cephesi ile iki katlı Riştehane-i Amire de denilen iplik fabrikasında askerlerden başka hafif suçlular, hırsızlar ve her türlü serseri işçi olarak çalıştırılıyordu. Bunlar kısmen şehir polisi tarafından gönderilirdi. İşletmenin organizasyonu o zamanlarda Avrupa’da da mutat çalışma evrelerininkine benziyordu ve askeri tarzda düzenlenmişti. Bu tesis iplik kışlası adıyla da tanınıyordu (Müller- Wiener, 1992; 74).
Selanik ve Makedonya’daki iplik fabrikalarında genç kızlar ve kadınlar işgücünün ezici çoğunluğunu oluşturuyordu. Niausta’daki ilk fabrika, 1870’lerdeki kuruluşunun hemen ardından, 250 genç kadın ve 50 erkek istihdam ediyordu, bu işçilerin hepsi Yahudi’ydi. 1906 civarında, Makedonya’daki iplik fabrikalarında çalışan toplam işçi sayısı 1.570’ti. bu işçilerin dörtte üçü kadınlar ve genç kızlardı; içlerinde altı yaşında çocuklar bile vardı. İç kesimler, yani Selanik’ten uzak bölgelerde bulunan fabrikalarda çoğunlukla Rumlar çalışıyordu, Vodena’da ise, işçilerin çoğu Bulgar’dı. 1890’lı yıllarda Makedonya iplik fabrikalarında işçiler, günde yazın 15, kışın 10 saat çalışıyorlardı. Selanik’teki iki fabrikada 1885 yılında toplam 800 işçi çalışıyordu. 1890’ların ilk yarısında ise çocuk ve yetişkin 169 erkek ve 480 tane, 12-18 yaşlarında kız istihdam ediliyordu. Selanik şehrinde Yahudilerin nüfus üstünlüğü bu fabrikalara da yansımıştı: İşçilerin hepsi Yahudi’ydi (Quataert, 2008; 87-88).
Osmanlı İmparatorluğu’nun son yüzyılında da işgücü kıtlığından söz edilebilir. Ülkede nüfus az, küçük bir bedel karşılığında ekilebilir toprak boldu. Devlet, işgücü yetersizliği nedeniyle, yol yapımında, madencilikte ve ulaşımda zorla çalıştırmaya başvuruyordu. Madenlerde çalışanların büyük bir bölümü henüz tam olarak mülksüzleşmemiş yarı-işçiydi. Tarım ve inşaat sektöründe de aynı yapı geçerliydi (Koç, 1998; 16). Osmanlı Devleti, sürekli emek kıtlığı çekilen bir ekonomide, gerektiği hallerde yeterli sayıda işçi bulma müzmin probleminin üstesinden gelmek için, bir dizi mekanizmaya başvuruyordu. Dolayısıyla, devlet fabrikalarında ücretli emek dışında çeşitli türde işgücü de üretime dahil ediliyordu. Örneğin, İstanbul Eyüp’te devlete ait bir iplik fabrikasında yaklaşık 60 gayrimüslim çalışıyor, buna karşılık cizyeden muaf tutuluyordu (belki ücret de alıyorlardı). Devlet fabrikaları (riştehane-i amire), sürekli olarak Osmanlı donanması için iplik eğirmek üzere yüzlerce yetim çocuk çalıştırıyordu. Çocuklar, fabrikalarda “uygun ücretle”, bir rotasyona göre, belirli kısa dönemlerde çalışıyorlardı. Önce Erzurum, Van ve Sivas’tan Ortodoks Ermeni çocuklar istihdam edildi, ama sayılarının yetersiz kaldığı görülünce Ankara, Ürgüp, Niğde yörelerinden 100 Rum ve Katolik yetim çocuk daha getirildi. 1850’lerde, bu iplik fabrikasında, hafif suçlardan hüküm giyenler çalıştırıldı. Bu kişiler ceza süreleri boyunca çalışıyor, sonra serbest bırakılıyordu. Başka iplikçiler de, devlet siparişiyle çalışıyordu. Örneğin Gelibolu yarımadasında İstanbul çadırcılar loncası için eğirdikleri iplik karşılığında parça başı ücret alan kişiler bunlar arasındaydı (Quataert, 2008; 62-63).
19. yüzyılın ilk yarısında Ege Bölgesi’nde yabancılar tarafından kurulan tarım işletmelerinde ücretli çalışanlar ortaya çıktı. 1868 yılında İzmir yakınlarında tarıma elverişli toprakların en az üçte biri İngilizlerin tapulu malı oldu. 1877 Rus Savaşı’ndan sonra topu topu 41 İngilizin eline geçen tarımsal alanlar daha da genişledi. Gel gör ki “Homer devrinden beri değişmemiş yöntemlerle” tarım yapılamayacağını ileri sürerek çiftçilikten vazgeçtiler. Kapitalist tarıma geçişi engelleyen bir örnek, çok geniş topraklara sahip D. Baltazzi’nin çiftliklerinin ancak 16.000 dönümü üzerinde ücretli işçi çalıştırdığını, geriye kalan topraklarının ise köylüler tarafından eski anlaşmalarca işletildiğini belirtmesidir. Köylüleri topraklarından atmak için en kanlı yollara başvuran İngilizlerin çiftlikleri 1883’te işgal edildi. Bu, tarihimizde bilinen ilk toprak işgaliydi (Kurmuş, 1982; 81-85). Pamuk işleme sanayiindeki geri teknolojiyi ortadan kaldırmayı düşünen Gout İzmir’de Dolma Han’da çırçır fabrikası kurar. Gout’un bu ilk fabrikası üretime geçemeden, İngiliz Konsolosuna göre “tutucu Türkler tarafından ateşe verildi, çünkü fabrikanın bacası bir minareyi andırıyordu”. Aslında fabrikayı yakanlar, fabrikanın üretime geçmesiyle geçim yollarını yitirecek olan yerli atölye sahiplerinin kışkırtmasıyla bu atölyelerin işçileriydi (Kurmuş, 1982; 108). İzmir-Aydın demiryolu inşaatı, tam olarak mülksüzleşmemiş birçok kişinin işçilik yaparak ek gelir elde etmesini sağladı. Kapitalist üretime evrilmeyen, küçük üretimin egemen olduğu lonca örgütlenmesinde ustaların yanında ücret karşılığı çalışan kalfa ve çıraklar, çağdaş anlamda işçi sınıfına dönüşmedi. Emeğin “özgür”leşmesi, kölelik veya serflik bağlamından kurtulup, emekgücünün meta haline gelmesi; geçimini sağlayabilmek için emeğini satmaktan başka hiç bir mülkü ve dayanışması olmaması işçi tipinin olmazsa olmazıdır. Dolayısıyla bütünüyle mülksüzleşmemiş ve işçiliğe geçici bir durum olarak bakan geçici işçilerde işçilik bilinci kolay kolay gelişmez.
Bu dönemde, Tanzimat sonrası yoğunlaşan yasalaştırma çalışmalarının en önemlilerinden biri, “Mecelle-i Ahkam-ı Adliyye” tamamlanır (1869-1876). Mecelle’nin çalışma ilişkileri alanına yönelik maddeleri, “kira sözleşmeleri”ne (icarat) ayrılmış bölümde yer alır. Burada Mecelle ile Roma Hukukunun düzenlemeleri arasında ilginç paralellikler görüyoruz. Roma Hukukunda olduğu gibi Mecelle’de de insan çalışması, kira akdi içinde düzenlenmiştir. Mecelle’nin 413. maddesine göre işçi (ecir) “nefsini kiraya veren kimse” olarak tanımlanmaktadır. Kiralanan husus, iş veya faaliyet değil, fakat şahsın bizzat kendisidir. İşçiyi kiraya verilen şey, yani sözleşmenin öznesi (taraflardan biri) değil, fakat nesnesi (konusu) olarak tanımlayan, işçinin emeğini ve çalışma gücünü değil, fakat nefsini yani kendisini ve kişiliğini kiraya veren bir kimse olduğunu belirten ve ücreti de bu tür bir kira sözleşmesi karşılığında ödenen kira ücreti olarak gören Mecelle, işçi-işveren ilişkilerinin kendine özgülüğünü kavrayamamış ve bu ilişkilere “köle-efendi ilişkileri” çerçevesinde eğilmiştir (Makal, 1997; 237-238).
19. yüzyıl Osmanlı modernleşmecileri arasında hakiki üretimin/imalatın tanımı konusunda silik sülük yeni bir fikir belirir gibidir: Üretim/imalat fabrikada makineyle yapılmalıdır. Ne de olsa fransızcadan okunan metinlerde böyle yazıyordur. İşin garibi, sonraki dönemin tarihçileri de yalnızca, 19. yüzyılın ilk yarısında kurulan makineyle üretim yapan devlet fabrikalarının kuruluşuna dikkat çekerler, ardından 1880’ler sonrası azın azın beliren özel fabrikalara, 20. yüzyıl başlarında endüstriyel faaliyetlerin hızla artışına dikkat ederler. Gerek çalışma ilişkilerine damgasını vuran köylü emeği gerekse ev ve atölyelerde gerçekleşen üretim, imalat gibi çalışma ilişkilerine hiç değinmezler. Büyük ölçekli, sermaye ve emek yoğun fabrikalar Sanayi Devrimi’nin asal figürleri arasında görülür. Daha ileri bir dünyayı temsil eden bu fabrikalar zanaatkârları ve köylülüğü saf dışı bırakacak, muasır medeniyete giden yolu açacaktır. Teorik olarak fabrikanın sunduğu geleceğe duyulan güven 1960’lara gelindiğinde tepeye vuracaktır. Ne var ki tam o yıllarda yazan Orhan Kemal, romanlarında fabrikayı da fabrika işçiliğini de hiç ululamaz.
Bir ‘buğday imparatorluğu’ olarak doğup 20. yüzyılın başlarına kadar varlığını sürdüren Osmanlı İmparatorluğu’nda sınıf olmanın ötesinde nicel olarak da gelişmiş bir işçi sınıfı yoktu. 1900 öncesinde kurulan ve makineyle üretim yapan fabrikaların büyük bir kısmı devletin denetimindeydi. 20. yüzyıl başları itibariyle, Osmanlı İmparatorluğu’nda ücretlilerin toplam nüfusa oranı ise yüzde 1’ler civarındaydı. 1850-1920 yıllarını kapsayan çalışmasında Osmanlı toplumunun sınıfsal yapısını çözümleyen Ahmet Makal gerek kentsel gerekse kırsal kesimler içinde ücretliler ve işverenlerin, belirgin bir biçimde sınıfsal nitelik kazanmadığını, İstanbul ve Selanik ile sınırlandırıldığında sınıfsal yapının imparatorluğun tümündekinden farklılıklar taşıdığını ifade eder (Makal, 1997; 164,176-177). Devletin sahip olduğu ve işlettiği fabrikalar konusundaki boşluk bilinçli olarak bırakılmıştı. Bu fabrikalar ekonomik açıdan önemli değildi, marjinal konumdaydı. Bir sayıma göre, 1913 yılında devlete ve özel sektöre ait bütün Osmanlı fabrikaları 36.000 dolayında kişiyi istihdam ediyordu (Eldem’den aktaran Quataert, 2008; 17).
Osmanlı İmparatorluğu’nda iktisadi yaşamda, özellikle de sınai ve ticari faaliyetlerde, gayrimüslimlerin nüfus içerisindeki oranlarından çok daha büyük bir egemenliği vardı. Ahmet Makal’ın çeşitli kaynaklardan aktardığına göre, gayrimüslimlerin toplam nüfus içindeki oranı 1906 yılında yüzde 25, 1915 yılında yüzde 18.76 idi. 1913-1915 Sanayi Sayımı sonuçlarına göre ise, toplam 264 sanayi kuruluşundan 172’si (yüzde 65), gayrimüslim unsurlara aitti. 1912 yılında Türklerin iç ticaretteki payları yüzde 15, sanayi ve zanaatlardaki payı yüzde 12 idi; ağırlık Rumlardaydı, onları Ermeniler ve Yahudiler takip ediyordu. 1919’da Batı Anadolu’daki 3.300 imalat sanayii işyerinin 573’ü Rumlara aitti. Bu işyerlerindeki 22.000 işçinin de yüzde 85’i gayrimüslimdi. İmparatorluğun son yıllarında, Türk girişimcilerin, ithalat ve ihracatçılar içindeki payı yüzde 4, komisyonculukla uğraşanlar içerisindeki payı yüzde 3, toptancı tüccarlar içerisindeki payı ise yüzde 15, perakendeci tüccarlar içerisindeki payı yüzde 25 idi. Türk girişimcilerin tüm ticaret burjuvazisi içerisindeki payı ise yüzde 5-10 arasındaydı. Türkler ağırlıklı olarak tarım kesimi ve özellikle taşradaki küçük ticaret alanında yoğunlaşmışlardı (Makal, 1999; 345-346). Osmanlı İmparatorluğu’nda 1911 yılında çalıştırdığı personel sayısı 1000’in üstünde olan 13 kuruluş vardı. 1913 ve 1915’te yapılan sanayi sayımında 14,1 bin işçi çalışıyordu. Bunların yalnızca yüzde 15’i Müslüman, yüzde 60’ı Rum, yüzde 15’i Ermeni ve yüzde 10’u Yahudiydi. Sayımın kapsamı dışında kalanlar da eklendiğinde bu sayı 1913’ 44 bin, 1915’te 38,8 bin kişi çalışıyordu. 1914 yılında Osmanlı Devleti’nin toplam nüfusunun 18,5 milyon ve bunun 15 milyonluk bölümünün Müslüman olduğu düşünülürse, sanayi işçilerinin azlığı ortaya çıkar (Koç, 1998; 17). “Sanayileşme olmadan sınıf bilincine sahip bir çalışan sınıf yoktur; dolayısıyla bir sınıf çatışmasından da söz edemeyiz” (Thompson, 2004; 35-36). Peki var olan çatışmalar neyin kavgasıdır? Bu sorunun yanıtı mutlaka verilmelidir ve vardır, amma velakin yeri bu sayfalar değildir.
Ordunun ve sarayın ihtiyaçlarını karşılamak üzere kurulan, bir başka deyişle kamu sektörünün başrol oynadığı ilk fabrikalar başta olmak üzere, madenlerde ve diğer fabrika, atölyelerde çalışanlar asker-işçi, mahkum-işçi, köylü-işçi gibi karma bir kimlikle ortaya çıkarlar; meslek olarak, emeğin geçimini sürdürmenin asal aracı olarak işçiliğin ortaya çıkışı için 1940’ların sonunu beklemek gerekecektir. Türkiye’de “işçi”lerin durumu, klasik kapitalizmin emek-sermaye diyalektiğinde serpilip gelişen işçi-oluş sürecinden bir başkalığa işaret eder.
Osmanlı Devleti’nin son yıllarındaki Balkan Savaşları, I. Dünya Savaşı, Ermeni tehciri, İstiklal Harbi ve özellikle Rum mübadelesi zaten cılız olan üretken işgücünü, dahası Batılı kapitalistlerin rakip olarak gördüğü ‘Osmanlı burjuvazisi’ni önemli ölçüde tahrip etti. İşçi ve memurların sayılarının göreceli azlığı, bunların çoğunun henüz tam olarak mülksüzleşmemiş olması, gelişen milliyetçi hareketlerin yarattığı bölünmeler, zayıf olan sınıf bilincini daha da zayıflatmış, sınıf çıkarları doğrultusunda toplumsal ve siyasal gelişmelere ağırlığını koyamamıştı.
Atlatılan bu badirelerin ardından 1923’te yapılan İzmir İktisat Kongresi’nde, işçi grubunun ortaya koyduğu taleplerden biri, “amele”den “işçi”ye geçişin sembolik miladı niteliğindedir. Amele sözcüğü toplumsal ve kültürel olarak küçültücü bir anlam taşıdığı için, “amele” namiyle hitap edilmekte olan kadın ve erkek emek erbabına bundan böyle “işçi” denilmesi talep edilmişti. (Makal, 1999; 209).




* Modernleşme


İyi tanımlanmış bir ideolojisi olmayan İttihatçıların amacı imparatorluğu kurtarmak ve imparatorluğun çok dinli, çok milletli toplumunun 20. yüzyılda birlik içinde yaşayabilmesi amacıyla, reform yapmaktı. Sonuçta, toplumsal sınıflar arasında bir devrim yerine, yönetici seçkinler sınıfı içinde bir darbe gerçekleştirmekte başarılı oldular. Bu arada, İmparatorluğu ve imparatorluğun idari mekanizmalarını modernleştirme amaçlı II. Meşrutiyet reformları Türk olmayan gayrimüslim nüfus arasında önemli ölçüde rahatsızlık yarattı, Arnavutluk’ta büyük isyanlara yol açtı (Ahmad, 2007a; 63, 69). Jön Türkler yönetici sınıfa mensup olmaları ve yığınlara duydukları derin güvensizlikle, halkı çekip çevirme misyonunu üstlenmiş elitist konumları ve dahi anti-demokratik davranışlara sahipken anayasa ve özgürlük şampiyonu kesilmeleri doğrusu tuhaftı. “Onların gözünde anayasa, kendi başına amaç değil, sadece bir modernleşme aracı ve göstergesiydi. Hem II. Meşrutiyet hem de Cumhuriyet dönemi tarihi, Jön Türk ve Kemalistlerin ileri gelenlerinin, “modernleşme ile gerçek demokrasi arasında bir seçim yapma durumu ile karşılaştıklarında, her zaman modernleşmeyi yeğlediklerini gösterecektir” (Zürcher, 2004; 262-263). Ancak Osmanlı’yla derin bağları olan bu modernleşme, “modernitenin içeriğinden yoksun bir modernleşmeydi” (Öğün, 2004;15). Sanayie dair önceki bölümlerde sözünü ettiğimiz kerhen “gelişmeler” olurken, 19 Mart 1877 tarihinde İstanbul’da ilk kez bir Osmanlı Parlamentosunun toplandığını görüyoruz. –Hoppalaaa. Bu gelişmenin, Avrupa’da görülen örneklerinde olduğu gibi uzun bir sürecin beklenen bir sonucu olduğunu ileri sürmek mümkün değil. Osmanlı ülkesinde bir parlamento binasının inşa edilmesi neyin nesiydi? Dahası, 24 Temmuz 1908 sabahı İstanbul’da gazetelerini açanlar, Kanun-i Esasi’nin yeniden yürürlüğe konduğunu ve hiç bir seçim sonucu olmamasına karşın Meclis-i Mebusan’ın toplantıya davet edildiğini okuyacaktı. Sonra bi de 23 Nisan 1920’de Ankara’da Kanun-i Esasi’yi tanımadığını bildiren, ulus devlet inşası bir meclis açılacaktır. Hal böyle olunca Raymond Aron’un Osmanlı yenileşme taraftarlarını anlattığı bir yazısında “gelişmişlik ölçütünün, fabrika bacası olarak değil de parlamento binası olarak görül”düğünü (zikreden Hanioğlu, 2007; 304) yazmasında şaşılacak bir yan yoktur.
Modern politik gelişmeler burada Avrupa’daki örüntülerine göre hayli önemli farklılıklar sergiliyordu. Avrupa’da modern devlet, sivil-ekonomilerin dinamikleri ve talepleri üzerinden şekillenen bir içeriğe sahipti. 15. yüzyıldan başlayarak pekişen ulusal monarşiler ve merkantalizm büyük ölçüde kırdan kente kaynak aktarımını ve sözkonusu bu aktarımın hem örgütlenmesi hem de politik yapılanmayla uyumlu kılınmasını ifade ediyordu. Bir başka türlü denirse, modernite biri kırsal-kapitalist, öbürü kentsel-ticari iki dinamiğin ulusal-kamusal düzeyde bütünleşmesi anlamına geliyordu. Burada vurgulamak istediğim bu değil. Bir: Modernleşme süreçleri içinde aşağıdakiler daima kaybetmiştir. Örneğin İngiltere’de kapitalist zihniyetli lordlar tarafından çit çevirme operasyonu ile kırsal dünyanın geleneksel ekonomisi ve küçük köylülük tasfiye edilmişti, Rusya’da ise Petro, artık aşılmış olan feodaliteden koparak iyi kötü toprak sahibi olmuş mujikleri yeniden köleleştirerek yandaşı olan gözüpek girişimci toprak aristokrasisine hediye etmişti. İki: Modernleşme, ekonomik oligarşi ile politik elit arasındaki diyalektiğe oturmaktadır. Bu diyalektiğin kapsamı içinde öncelikle birikim/sermaye süreçlerinin el değiştirdiğini görüyoruz. Türk modernleşmesinde önümüze dikilen soru şu olacaktır: Bir, kim(ler) kaybedecek; iki, sermaye kimin eline geçecek?
Osmanlı İmparatorluğu da içinde olmak üzere, modern öncesi tarımsal toplumda çalışma hem bedenseldi hem de, Eliade’ın belirttiği üzre “emeğin dinsel, kutsal ve ibadet boyutu vardı” (Bingül, 2008-9; 73) ve küçük zanaatkar temelli çalışma ilişkileri kapitalizmin ücretli çalışma düzeneğine kapalıydı. Eğer zanaatkarlar ve esnaf kapitalizmin çalışma mantığına direnirse, pazar ekonomisine ve seri üretime “hayır” derse önlerinde birkaç seçenek vardır: Asimile olmak, göç etmek yada katliam, tehcir, aşağılama gibi yollarla “temizliğe” tabi olmak. Bu, 20. yüzyılda tanık olduğumuz süreçlerdir. Tarımsal bir imparatorluk olan Osmanlı İmparatorluğu Batılılaşma deneyiminden modernleşme sürecine adım atarken, bu sürece direnen zanaatkar kesim acımasızca yok edilir. Bu süreçte devlet eliti “etnik olarak Türk değildi. Elbette elit tabaka Türkçe konuşuyordu. Türkçe konuşması yalnızca bir tesadüftü. Siyasal elit görece gerilemeden kurtulmanın yolunu arıyor ve dayanacağı bir etnik grup bulma gereğini duyuyordu. Siyasal elitin etnik bir gelin araması gerekiyordu. Anadolu köylülüğü buna uygundu. Gelin, çevresinde olup bitenlerin farkında değildi” (Gellner, 2005; 197). “Eğer siyasi birimi yönetenler, yönetilen çoğunluğun ulusundan başka bir ulusa aitseler, bu, ulusçular açısından, siyasal törelerin oldukça açık ve dayanılmaz bir biçimde çiğnendiği anlamına gelir. Bu durum, ya ulusal toprakların büyük bir imparatorluk tarafından yönetilmesi ya da yabancı bir grubun yerel hakimiyet kurmasıyla gerçekleşir” (Gellner, 2008; 70). Osmanlı Devleti, özellikle Jön Türk devriminin (1908) ardından imparatorluğun son döneminde, sivil bürokraside ve hükümet hizmetlerinde Yahudileri tercih etti. Hıristiyanların aksine Yahudiler hiçbir zaman bakan olmamıştı, ancak kilit bakanlıklarda müsteşar ve teknokrat olarak, bakanlardan daha önemli roller üstlenmişlerdlr (F. Ahmad'dan aktaran Jung ve Piccoli, 2004; 178). 1908 Anayasası kabul edildiği zaman “imparatorluk maliyesi nerdeyse Camando (Yahudi) ve Dadian (Ermeni) ailelerinin tekelindedir. Dolayısıyla, Türk ulusal bilincinin oluşmasının uzun zaman aldığı görülür” (Abel, 20009; 181).
1914-1918 I. Dünya Savaşı sonunda yıkılan bir anlamda Roma İmparatorluğuydu. Ortodoks Hıristiyan halkları Türk’e karşı ayaklandırmayı başaramayan Avrupa devletleri, imparatorluk içinde ulusal devrim/milliyetçilik fikrini ortaya attılar. ‘Genç Türkler’ (=gayri Türkler?) imparatorluğun meşruluğu denklemini ulusların ve dinlerin çeşitliliği içinde çözmek için, İngiliz tarzı liberal ve toplulukçu bir yol ile Fransız tarzı jakoben ve bütünleştirmeci bir yol tutturmak arasında gidip geliyorlardı. Hem seri üretime hayır diyen zanaatkar, hem de Avrupalı şirketlerin rakip olarak gördükleri “burjuva” kesimi oluşturan gayrimüslimlerin bir bölümünü oluşturan Ermeniler Avrupa tarihinin bir parçası olarak modernleşmenin gereğince kırılır; 1850’lerden itibaren Balkanlar, Kırım ve Kafkaslardaki Müslüman unsurlarını temizlemek amacıyla Osmanlı’ya göçler başlar, 20. yüzyıl başlarında da Türkiye Cumhuriyeti ulus inşaası (?) gereklerince, az çok Avrupa’nın güçlü devletlerinin düzenlediği yer değiştirme ile Rumlar ile Müslümanlar mübadele edilir. Petrollerde gözü olan Ruslar ve İngilizler 1914’te Ermenileri silahlandırır. Fransızlar Sevr haritasında Suriye ve Kilikya’yı içine alan bölgeyi kendine mal ederken kendi jeostratejileri içine soktukları Almanlar ne yapar? “Batı Avrupa’nın güçlü devletlerinin o zaman olan bitenlerde ezici bir sorumlulukları vardır” (Abel, 2006; 184).
Bu dönemde “Osmanlı topraklarından yeni diyarlara göçler; Jön Türk yönetiminin ilk kez Osmanlı uyruklu Hıristiyan ve Yahudileri askerlik hizmetine tabi kılmasıyla yeni bir ivme kazanmıştı. Hıristiyan Osmanlı vatandaşları Rumlar, Ermeniler, Lübnanlılar büyük kitleler halinde askerlikten ve dolayısıyla da imparatorluktan firar ediyorlardı” (Quataert, 1998; 118-119). Son Roma İmparatorluğu olan Osmanlı camiası (Pax Ottomana) ulusalcı hareketlerle aşınmaktaydı (Ortaylı, 2008; 61). 19. yüzyıl boyunca, önce Balkanlar’da daha sonra da Asya’daki eyaletlerde milliyetçiliğin gelişmesi, Osmanlı Devleti’nin yıkılmasında en önemli etken olmuştu (Zürcher, 2007; 47). Batı’da sömürge ticaretinin uzak demiryollarını kullanarak gelişmesi, Avrupa’ya giren altın ve gümüşün merkantalist ekonomik güçleri yaratması, ardından sanayi devrimine temel olan manüfaktürün yeni buluşlarla yaygınlaşması, kısacası kapitalizmin doğuşu Osmanlı düzenini sarsan nedenleri yaratmıştı (Çavdar, 2003; 47). Osmanlı İmparatorluğu, kapitalizmle bütünleşme süreci içinde geriledi ve çeşitli milliyetçi ayrılık hareketlerinin başarıya ulaşması sonucu parçalandı. Kapitalizmle bütünleşme, geleneksel bürokrasiye rakip bir burjuva sınıfını ortaya çıkardı (Keyder, 1990; 9).
İttihat ve Terakki, on dokuzuncu yüzyıl ıslahat hareketlerinin ve özellikle Genç Osmanlıların bir devamı niteliğindeydi. Genç Osmanlılar gibi İttihatçıların da en öncelikli, dahası biricik sorunu devletin, imparatorluğun nasıl kurtarılacağı idi. Jön Türkler Genç Osmanlılarla aynı toplumsal değerleri ve hedefleri paylaşmalarına karşın toplumda aynı yere sahip değillerdi. Genç Osmanlılar devlet müessesesinin mensupları olmalarına karşılık, Jön Türkler Abdülhamit’in ıslahat çalışmaları sonucu kurulan devlet okullarındaki müderrisler, Batı hukuku okumuş avukatlar, gazeteciler, küçük memurlar, bürokratlar ve Batılı anlayışa uygun harp okullarındaki ikinci dereceki görevliler gibi yeni doğmakta olan meslekler sınıfına mensuptular. İyi bir eğitim almış olmalarına karşın devlet idaresi konusunda tecrübeleri yoktu. Jön Türkler geldikleri köken ve konum itibariyle yönetici olarak yeteneklerinin ve yeterliliklerinin sınırlı olduğunun farkındaydılar; bu yüzden de yüksek idari makamları ele geçirmeyi düşünmediler (Ahmad, 1986; 43). Yeni doğan iktidar blokunun gazeteci-muhalif kesimine mensup Zekeriya Sertel’in anlatımıyla: “İttihatçılar meseleleri çözecek bir programla gelmemişlerdi. Hatta idareyi ellerine alacak bir kadroları bile yoktu. Hükümeti devralmaya cesaret edememişlerdi. İktidara gelirlerse, işin içinden çıkamayacaklarından korkuyorlardı. Onun için sorumlu mevkilere yine eski devrin paşalarını getirmişlerdi” (Sertel, 1977; 37). Hükümet esas itibariyle hariciyeci paşaların elindeydi. Tanzimattan itibaren en makbul ve prestijli meslek fransızca bilen bir hariciye yada dahiliye memuru olmaktı. Subaylık, hariciye mesleğinin yanında ikinci sınıf bir meslekti (Akşin, 1980; 9). Mekteb-i Ulum-u Harbiye 1834’te kurulmasına karşın çoğu taşralı ve alaylı, dolayısıyla da erlikten yetişmek zorunda kalan mektepli subaylar orduya egemen olmaktan uzaktı. Sonradan İttihat ve Terakki adı alacak olan ihtilal örgütü, “İttihad-ı Osmani” adıyla 1889’da Askeri Tıbbiye’de gizlice kuruldu. Osmanlı İmparatorluğu’nun çöküş döneminde devleti/imparatorluğu kurtarmak amacıyla kurulan bu örgüt 1908 devriminin birinci dereceden faili idi. 1908’de siyasi öncelik yeni bir toplumsal sınıfa geçti, Osmanlı tarihinde yeni bir sayfa açıldı.
Jön Türkler (İttihat ve Terakki) uluslaşma projesinin doğal uzantısı olarak Osmanlı İmparatorluğu’nun sosyoekonomik tarihinde yeni bir evre açtılar. Jön Türklerin karşılaştıkları ekonomik sorunun üç cephesi vardı: Bir, imparatorluğu yabancı sermayeye bağlanmaya zorlayan şartları kaldırarak milli bir ekonomi yaratmak; iki, ülke ekonomisini ellerinde tutan azınlıkların ve temsilcilerinin yerine Müslüman Türkleri geçirmek; üç, halkı tarım dışında ticari, sınai alanlarda işe girişmeyi teşvik etmek
Padişah’ın eniştelerinden biri, Damat Mahmut Paşa’nın oğullarından Prens Sebahattin kişiliğinde Genç Türkler bir koruyucu, Osmanlı büyük burjuvazisi de ilk nazariyecisini buldu; Prens Sebahattin “Teşebbüs-i Şahsi ve Adem-i Merkeziyet Cemiyeti”ni kurdu. Bu hareket Osmanlı liberal burjuvazisinin bütün siyasal oluşumlarının temelinde yer alır ve ülkenin günümüze kadarki siyasal hayatının kanatlarından birini oluşturur. Öbür kanat da, küçük burjuva nazariyecilerine dayanan, gelecekteki “İttihat ve Terakki Cemiyeti”nin Jön Türkler’idir. Bu iki kanat, başlangıçta pek açık seçik olmamakla birlikte, giderek bir milli burjuvazi yaratma ortak paydasında birleşir. Doğum halindeki (yeni) burjuvazinin bu iki hizbi, tarihin zorunlulukları ve karşılıklı uzlaşmalar, çatışmalarla birlikte 1960-1970’lere kadar Türkiye’nin siyasal tarihini ve tercihlerini şekillendirdi. Bu şekillendirmelerden biri “milli burjuvazi” yaratmak ise bir öbürü de işçi hareketi, bir başkası da ‘yeni bir din’ yaratmaktı -laiklik.
1908’den I. Dünya Savaşı’nın sonu 1918’e gelindiğinde zenginleşerek burjuva kesimi oluşturacak “yeni sınıf”ın doğuşuna tanık oluruz. Osmanlının son yüzyıldaki imparatorlukla uyumlu “burjuva”, daha iyi bir ifadeyle ‘Osmanlı burjuvazisi’ diyebileceğimiz kesimden farklı, ulusal bir burjuva yaratmadıkça 20. yüzyılda hayatta kalamayacağına karar veren İttihatçılar, “milli ekonomi” kurulması kampanyası çerçevesinde küçük ticari işletmeler ve bankalar açarak, 16. yüzyılın yeni tipi mültezim, 18. yüzyıl sonlarının “yeni”si ayanlardan görece farklı bu “yeni sınıf”ı destekledi. Oysa Cumhuriyete evrilerek parçalanacak imparatorluk toprakları hala tarım ağırlıklıydı. 1914’te kapitülasyonların kalkmasıyla birlikte büyük toprak sahipleri buğday, tütün, pamuk vb. ürünlerini doğrudan satarak zenginleşti. Bu yeni tipler, savaş sonrasında ortaya çıkan milliyetçi hareketin omurgasını oluşturdular. Yeni burjuvazinin yanı sıra, savaş, aynı zamanda savaş üretimi amacıyla Alman gözetiminde kurulmuş fabrikalarda sınırlı bir işçi kesimi de yarattı. Balkan savaşıyla başlayan I. Dünya Savaşı’yla devam eden savaşlar dönemin okumuş yazmış entelektüel kesimin yanısıra, en iyi demirci nalbandından, zanaatkarına, çiftçisine kadar büyük bir zayiat vermişti. Meşrutiyetin hemen ertesinde savaşlar sonunda azalan erkek nüfusla birlikte kadınlar ücretli hayata dahil oldular, kentli kadınlar hemşirelik, santral memurluğu, Boğaz vapurlarında kasiyerlik yaptılar.
1914 yılı Ağustos ayından itibaren Osmanlı hükümeti İzmir’deki bütün yabancı kuruluşlardan, Rum görevlilerin işlerinden çıkarılarak yerlerine Müslümanların alınmalarını ister. Böylece yabancı işletmelerde işe alınan Türk görevliler “meslek sırları”nı öğrenirler; dahası, Türk işçiler ustalaşmak üzere gruplar halinde Almanya’ya gönderilir (Yerasimos, 1989; 16); Orhan Kemal’in romanlarında da boy gösteren “Galip Usta”lar orada sosyalist mücadeleyi de öğrenirler. Türklüğe mensubiyetin ölçütünün din olmaya devam ettiği Cumhuriyet’in ilk yıllarında izlenen ekonomiyi Türkleştirme politikaları, işgücünün ve sermayenin Türkleştirilmesi şeklinde iki koldan yürüdü (Koraltürk, 2008; 63). 1920’lerin ortalarında, Yunanistan’la nüfus mübadelesinin sonrasında, tesisatçılık veya kunduracılık gibi en basit teknik işler bile Türkler tarafından yapılamıyordu, çünkü bu tür işler gayrimüslimlerin tekelindeydi (Ahmad, 2007a; 112). 1917-1924 yıllarında azınlıkların Türkiye’den ayrılışı halkı ticaret ve zanaate girmeye mecbur etmişti. Hemen hemen bütün zanaatler ile ticaret azınlıkların elinde olduğundan, azınlıkların gidişi bu alanlarda birçok güçlük yaratmıştı. Zorunlulukların baskısıyla Türk halkı daha önce azınlıkların yaptığı işleri üzerine aldı. Bu yeni işlere alışma zorluğu ancak birkaç yıl sürdü. Yüzyıllar boyunca Batılılar ile azınlıklar, ekonomik işlerle başa çıkacak yetenekte olmadıklarına Türkleri inandırmaya çalışmıştı. Türk milleti fabrikalar kurup işletmeyi, çeşitli imalatta bulunmayı, aracılara ihtiyaç duymaksızın mal alıp satmayı çabucak öğrendi (Karpat, 2008; 198-199). Demiryolculuktan banka memurluğuna kadar modern toplumun gereksindiği tüm işleri becermeyi öğrendiler. Kadınlar da kendi yada ailesinin hesabına orak biçmek, çapa vurmak, hayvan sağmaktan gayrı ücretli hayata kısmen dahil oldular, tekstil tezgahlarında, tütün fabrikalarında işçi ve sekreter olarak çalışmaya başladılar.
İstiklal Harbi’nde şehit düşmüş dedemin civar köylerde diz boyu yoksulluğa gömülü halde çobanlık yapan oğlu Kadir babamın yada hem onun hem de Romanya göçmeni hakiki babam “lümpen proleter” Nail babamın oğlu ben İlyaz Bingül’ün, bacağını, önceleri meydanlarda çok geçmeden de ‘liberal’ barlarda çalınan bir Cem Karaca şarkı-sözünde değil yalnızca, hakkaten Sakarya’da bırakmış dedemin oğlu gözünü çapak almış tornacı babamın ve onun çocuğunun işçi olmasına karar vermiş birilerinin kararı uyarınca işçi kılınmışlar... Bilmem anlatabiliyor muyum Gedikpaşa ayakkabı atölyelerinde yada yarı köylü yarı inşaatlarda amele, (kaynak gösteriyorum: 053326113.. cep telefonlu) taze karım Candan tarafından olma Hasan Basri kayınbabamın, ve tüm Bu (bu Bu’yu Hegel’in Tinin Görüngübilimi’den aşırıyorum) onların zürriyetinin bir çokluğu dolduracağına, olduracağına birilerinin birileri adına gözü kesmiş... Hadi bakalım köylü çokluktan işçi çokluka adım atalım bu millettin effendisi efendiqler. Bu memleket birilerinin aklınca dingonun ahırı ya hesapta, anadımmı –bu ne biçim türkçe lan, denyo!? Tarih rast gele ağalar. - -Orhan Kemal’in doğmasına daha var.
“Hadi koçum ikile, ikile de ense tırraşını görelim. Yürrüüüü eşşek arabası, bir İstanbul massalııı- -
Koro: Kah-rolsun, oligarşi. Bağ-ğımsız Türkiyye. Kah-rolsun... - - Haa bi de “laik Türkiye” vardı saayı, kol saati hesabı -Eyvallaaah şahım ev-val-lahh...