Toplumsal-Tarihsel Arkaplan
İnsancıl, Mart-Nisan-Mayıs 2010, sayı 236-238
Osmanlı İmparatorluğu’nda, ücretlilerin çalışma hayatı hakkında bildiklerimiz teorik çıkarsamalardan yada genel geçer bir iki malumattan öteye geçmemektedir. Çalışan nüfus içinde ücretlilerin miktarı, çalışma koşulları ve faaliyet alanları, ücret seviyeleri ve ücret sistemleri incelenmiş konular değildir. Devlet teşkilatı dışında büyük işçi veya memur kitlelerini barındıran kurumların, fabrikaların azlığı göz önüne alındığında bunda şaşılacak bir yan olmadığı ileri sürülebilir.
Devletin kömür ihtiyacını karşılayacak Zonguldak kömür havzasına baktığımızda, işçi sayısı 1840’lı yıllarda birkaç yüz iken 1890’lı yıllarda istihdam edilen amale ve kazmacı sayısı yılda 6.000’e yükselmişti. I. Dünya Savaşı itibariyle yılda en az 8- 10.000 vasıfsız ve sayısı tam olarak bilinmeyen binlerce vasıflı yeraltı ve yerüstü işçisi işe alındı. Osmanlı Devleti, ilk başlarda uyguladığı, işgücünün serbest emeğe dayalı olarak elde edilmesi yöntemiyle yeterli işçi sağlayamayınca, işçi tedarik etmek için, askerlikten muaf tutma karşılığı başta olmak üzere, mükellefiyete dayalı bir emek sistemi kurdu. Dolayısıyla, 1867 yılından sonra, çevre halktan sağlanan, köyde ve madende eşit süre kalarak iki haftalık sürelerle münavebeli çalışan bu serbest olmayan emek gücü, madenlerde çalışan işgücü içerisinde sıradan hatta egemen hal aldı (Quataert, 2009; 91).
İlk büyük işçi topluluğuna Ereğli kömür havzasında rastlıyoruz. 19. yüzyılın ortalarında kömür üretiminde ve diğer yardımcı işlerde 1000’in üzerinde işçi çalışıyordu. Ocaklarda işçi barınakları tahta ve bütün tesisat da ilkeldi. İşçi emeği bir süre istismar kaynağı olmuş, işçiler en ucuz ücretlerle bulunur ve azami ölçüde sömürüye maruz kalırdı. İşçilerin bu perişan hali sonunda hükümeti harekete geçirmiş ve Dilaver Paşa Nizamnamesi ile istihdam edilen işçilerin çalışma, dinlenme ve tatil zamanları saptandığı gibi, ücretler ve bunların ödenme şekilleri, iaşe ve barınma sorunları bir esasa bağlanmış, ayrıca işçilerin sağlığını koruyucu önlemler gündeme gelmiştir. Devletin sosyal alanda attığı ilk adımlardan biri olarak görülebilecek bu nizamnameyi 1869, 1887, 1906 tarihli diğerleri takip etmiştir. İşçilik henüz sürekli bir meslek, geçim kaynağı halini almamış, köylerden çalışmaya gelenler kısa bir zaman sonra işi terk edip memleketlerine dönmüşlerdir. I. Dünya Savaşı’na denk düşen yıllarda maden sanayiinde 25.000 kişinin çalıştığı, taşocakları ve tuz üretiminde çalışanlarla birlikte bu sayının 30.000’e ulaştığı söylenebilir. Burada çalışanların yalnız yarısını sürekli maden işçisi sayabiliriz; diğer yarısı madenlerde bir kaç ay çalıştıktan sonra köyüne dönen ve yerini bir başka geçici işçiye bırakan kimselerdi (Eldem, 1970; 97).
1911’e gelindiğinde personel sayısı 1000’den fazla olan müesseseler ve işçi sayıları şöyleydi (Eldem, 1970; 208):
Tütün Rejisi 13969
Şark Demiryolları 3758
Anadolu Demiryolları 2850
Aydın Demiryolları 1607
İzmir-Kasaba vd. demiryolu 1983
Seyrisefain İdaresi 1200
İmalatı Harbiye fabrikaları 2733
Ereğli kömür şirketi 5185
Balya-Karaaydın madeni 1018
Yorgi ve Rumbaki kömür ş. 1488
Osmanlı Bankası 1216
Ziraat Bankası 1022
Hicaz Demiryolu 1628
19. yüzyılın Avrupalı yüzünde Sanayi Devrimi yaşanırken Osmanlı yüzünde, çok özetleyerek söylersek, askeri bir örgütlenme tarzı, “özel mülkiyet olmadığı için sadece idari ve siyasi bir birim” (Barkey, 1999; 95) olan tımar sisteminin daha 16. yüzyıldan itibaren zayıflamasına bağlı olarak gelişen iltizam sistemi 1780’lerde ayan denilen yeni bir yerel yönetici seçkinler grubu yaratmasına yol açmıştı. Bu yeni durumda, imparatorluğun geleneksel yapısını oluşturan askeri sınıf içindeki tımar erbabı ve ulema kaybeden unsurlar olurken yerel düzeyde gelişen ayanlar ve bürokrat zümre güçleniyordu. Bunun yanı sıra gayrimüslim azınlıklar başta olmak üzere ticaret kesiminin de önü açılmıştı. Kırsal kesimde üretimin yasal yada kaçak yollardan dış pazara açılması, imparatorluğun bazı bölgelerinde büyük topraklar üzerinde özel mülkiyet edinmesine koşut “topraksız köylü”, “mevsimlik işçi” gibi yeni kategorilerin azın azın ortaya çıkmasıyla sonuçlanacak bir değişime tanık oluyoruz. Öte yandan 1830’lardan itibaren lonca üretimi dışında, çok sınırlı da olsa devletin ihtiyaçlarını karşılamak üzere kurulan feshane, tophane gibi fabrika türü üretimin ortaya çıkması ile Osmanlı toplum yapısında çok cılız da olsa “işçi”/ ücretli çalışan diyebileceğimiz geleceği henüz belirsiz yeni bir unsurun filiz verdiğini görüyoruz. Bu gelişmeler, aslında Osmanlı imalat ve tarımının 19. yüzyılda giderek daha fazla biçimde uluslararası ekonominin belirlediği koşullar altında üretime yöneldiğinin bir göstergesi olarak okunabilir. Gerçi Osmanlı İmparatorluğu 16. yüzyıldan başlayarak Avrupa kapitalizminin genişleyen hareketinin etki alanına girmiş, adım adım Avrupa pazarının bir parçası olarak Osmanlı tarımında piyasaya bağımlılık ilişkileri görülmeye başlamıştı. 16. yüzyıl ile 19. yüzyıl arasındaki farklar neydi sorusunun yanıtını şimdilik bir yana bırakalım. Özetleyin, tarıma dayalı çalışma ilişkileri hüküm sürüyordu.
Osmanlı devleti Batı’daki sanayileşme ve pazar ekonomisinin genişlemesinin etkisini bütünüyle hisseden Batılı olmayan ilk ülkeydi. 1838 Ticaret Antlaşması İngiltere’ye ticaret ve gümrük ayrıcalıkları verdi ve bu ayrıcalıklar Osmanlı el zanaatları sanayiinin zayıflamasının başlangıcı görülebilir. “Zanaatlerin gerilemesi sürecini Serbest Ticaret Anlaşmaları gibi hukuki ya da kurumsal düzenlemelere bağlayarak değil, esas olarak, Sanayi Devrimi sonrasında dünya ölçeğinde gerçekleşen uzun dönemli iktisadi değişimler çerçevesinde açıklamak” gerekir (Pamuk, 2005; 130). Sanayileşmiş Batı ülkelerine sağlanan gümrük kolaylıkları, gerekse dünya ölçeğindeki değişimleri sonucunda Osmanlı tezgah sanayiinin iflasa sürüklenmesinden sonra, 19. yüzyılın ikinci yarısından başlayarak modern sanayi kurma çabaları başarısızlıkla sonuçlanmıştı. “Devlet öncülüğüyle kurulmuş birkaç fabrika ile yabancı sermayenin meydana getirdiği sayısı çok az olan tesisler dışında, imalat sanayi dalında hemen hiçbir faaliyete rastlanmamakta”ydı (Çavdar, 2003; 116). Yüzyıl sonuna gelindiğinde küçük zanaat ve evlerde parça başı üretim, büyük ölçüde el emeğine dayanan halıcılık, dericilik gibi manüfaktür ve gıda maddeleri üretimiyle Osmanlı sanayiinin ana hatları çiziliyordu (Ortaylı, 2006; 41).
Osmanlı İmparatorluğu’nda sanayiin kuruluş ve gelişimine baktığımızda ilk büyük tesislerin devlet tarafından yapıldığını görüyoruz. Devletin büyük tezgahlarda yüzlerce işçi çalıştırdığı tesislerin tamamı askeri nedenlerle, kısmen de sarayın ihtiyaçları için kurulmuş; ticari bir amaç bunların kuruluşunda rol oynamamıştı. II. Bayezıd devrinde (1505?) kurulan Tophane Osmanlı’nın ilk “sınai” tesisiydi diyebiliriz. III. Selim, II. Mahmut ve Abdülmecit döneminde silah fabrikaları yeni ihtiyaçlara karşılık verecek şekilde düzenlenmiş ve yenileri eklenmişti: Zeytinburnu silah fabrikası, Bakırköy barut fabrikası, Karaağaç tapa fabrikası, Hendek ve Biga’da hızar fabrikaları, Konya ve Kayseri’deki güherçile kalhaneleri. Savaş sanayi dışında devletin saray ve ordunun ihtiyaçları için 1812’de Beykoz deri fabrikası kurulmuş ve 1884’te kundura imalathanesi ilave edilmiştir. 1833’de fes imal eden Feshane 1843’de Hereke dokuma, 1850’de Makriköy’de (Bakırköy) basmahane, 1845’te İzmit dokuma fabrikasının yanı sıra Yıldız “Çini fabrikai hümayunu” sayabiliriz. Bütün devlet sınai kuruluşlarında 1913 yılında 5000 kadar işçi çalışıyordu (Eldem, 1970; 117-120).
Babasından aldığı barutçuluk mesleği ile barutçubaşılığa yükselen Ohannes Dadian’ın 19. yüzyılın ilk yarısındaki sanayileşme faaliyetinde etkin bir rol oynamıştı. 1820-1822 yıllarında Beykoz Kağıt Fabrikası, 1826-1829 yıllarında da Eyüp Dokuma Fabrikası müdürlüklerinde bulunmuştur. 1827 yılında Tüfenkhane, İplikhane ve Selviburnu’nda deri fabrikası için önemli bir makine icat eden O. Dadian’ın nezaretinde kurulan fabrikaların bazıları arasında Beykoz Tabakhanesi, İzmit Çuha Fabrikası, Hereke Kumaş Fabrikası ve Zeytinburnu Demir Fabrikası sayılabilir. Ohannes Dadian 1848’de fabrikalara teknik eleman yetiştirmek amacıyla Zeytinburnu’nda kurulan sanayi mektebinin de kurucuları arasındadır (Çetin, 2001; 131-132). Dadian ailesi 19. yüzyılın ikinci çeyreğindeki sanayileşme sürecinde önderlik etmiş ve bir bakıma başarılı da olmuştu. Ne var ki bu çabalar çağdaş gözlemciler tarafından kuşkuyla izleniyordu (Müller- Wiener, 1992; 68). Alaycı müşahitler bu sanayileşme çabasını “patlamaya hazır bir istikbalin habercisi” olarak tanımlıyorlardı. 1847-8’de İstanbul, İzmit ve Bursa’daki fabrikaları gezen Charles MacFarlane bildirdiğine göre, tetkikten ziyade merasim mahiyetinde fabrikaları gezen Abdülmecid’e fabrika imalatı diye gösterilen bazı mallar etiketleri ve damgaları çıkarılmış, Avrupa’dan ithal edilen mallardı (Clark, 1992; 41, 51).
Büyük Reşit Paşa’nın çabalarıyla 1866 yılında İstanbul’da kurulan “Islahı Sanayi Encümeni” Avrupa’da kurulan büyük fabrikalar karşısında el emeğine dayanan sanayiin ayakta duramayacağı kanaatine vararak büyük sanayinin kurulması gereği hakkında tekliflerde bulunmuş, ne var ki kurulan şirketler iyi niyet teşebbüsünden öte gidememişti. 1873, 1888, 1897 yıllarında sanayii teşvik amacıyla düzenlenen yasalarda, kurulacak fabrikalara vergi ve gümrük kolaylıkları sağlanmasına karşın Osmanlı hükümetinin çabaları ümit verici olmamıştır. İstanbul Ticaret ve Sanayi Odası 1898’de Ticaret Nezaretine verdiği bir raporda, sanayiin gelişmemesi sebebini yabancı firmalarla rekabet imkansızlığına bağlamıştı (Eldem, 1970; 113-114). Paul Fesch, 19. yüzyılın sonlarında, İstanbul’da hiçbir ağır endüstrinin olmadığını vurgular. En önemli imalat seramik ve çimento, tuğla, fes, deri eşyalar, sigara tabakaları, çömlek, bavul, gül ürünleri, giyim eşyası, parça demirden yapılmış çivi vs. gibi maddelerdi. Bu teşebbüslerin hemen çoğunun sahibi İngiliz, Fransız ve İsviçrelilerdi ve küçük bir bölümü Osmanlı hükümeti ve yerli halk tarafından yürütülmekteydi. Yabancı firmalar, vasıflı işçi bulunmadığı bahanesiyle ürünlerinden hiçbirini İstanbul’da üretmemekteydi (Karpat, 2006; 504). Nedeni, niyesi bir yana, “19. yy. ne İstanbul’a ne de memlekete bir sanayi devrimi getirmemişti” (Müller- Wiener, 1992; 94).
Küçük üreticilik, imparatorluğun her döneminde ekonominin en yaygın kesimini oluşturuyordu. Esnaf ve zanaatkâr dediğimiz bu küçük üreticiler küçük imalathanelerde geçimlik ekonomisi ekseninde üretim yapmakta ve genellikle gene aynı yerde ürünlerinin satışını gerçekleştirmekteydi. İmparatorluğun gelişen dünya pazarının ekonomik yapısına sorunlu bir biçimde eklemlenmesinin geleneksel düzen üzerinde olumsuz etkileri oldu. Dokuma başta olmak üzere, kapitalist ülkelerin seri üretime dayalı birörnek sanayi ürünlerinin çok ucuza Türkiye’ye girmesi, bu dallardaki küçük üreticileri ya tasfiye etti ya da dış ülke pazarlarına yönelik bir sömürü ağının içine attı. İngiliz tekstil ürünleri Osmanlı piyasasına hakim küçük dokuma tezgahlarında çıkrıkları durdurdu. Sadri Ertem “Çıkrıklar Durunca” adlı bir roman yazmak zorunda kaldı.
Küçük bireysel çiftlikler, vakıf arazileri ve devlet arazilerine dayanan ve 16. yüzyıl sonundan beri sürekli değişmekte olan geleneksel Osmanlı tarımsal üretimi çöktü. 1926’da İsviçre Medeni Kanunu’nun kabulünden sonra özel toprak mülkiyetine, yani gerçek kapitalist toprak mülkiyeti ve üretim sistemine dayalı yeni bir sistemin ortaya çıkışıyla birlikte bu evrim zirvesine ulaştı. Geleneksel zanaatlar, geleneksel tarımsal taban ve kentlere yiyecek maddesi taşıyan geleneksel esnaf örgütlenmesi çöküş sürecine girdi (Karpat, 2003; 93). İmparatorluğun geleneksel el zanaatları sanayii, özellikle kıyı bölgelerinde, ucuz ithal sanayii ürünlerinden ciddi şekilde etkilendi. Bunun yanı sıra, bazı sınai sektörler yeniden yapılanarak ayakta kalmayı becerebilmiş, dahası yeni iş kolları türemişti. Bursa’da Ermeni girişimcilerce kurulan ipek fabrikaları, Uşak’taki halı sanayii, Selanik’te bira fabrikaları ve kiremit imalathaneleri vb. Bu küçük işletmeler son derece düşük ücretli lonca dışı emekçilere, kadın ve çocuk işçilere dayanıyordu. On kişiden fazla işçi çalıştıran sanayi kuruluşlarının yüzde 90’dan fazlası gayrimüslimlerin mülkiyetindeydi. Yeni sanayilerin büyümesi ve Avrupa’nın modern şirketlerinin doğrudan işe karışması, geleneksel kentlerdeki loncalar başta olmak üzere Osmanlı toplumunda gerginlik yaratmıştı ((Zürcher, 2007; 129).
Osmanlı topraklarının Avrupalı imalatçılar için bir pazar haline gelmesiyle birlikte birçok zanaatkâr işini kaybetti. Balkanlar'da, Müslüman Türkler zamanla el sanatlarının bel kemiği olma durumundan, kalifiye olmayan işçi durumuna düşerken, yeni bir Hıristiyan tüccar, ziraatçi, nakliyeci ve zanaatkâr grubu yetişti ve zenginlik, eğitim ve güç elde etti (Jung ve Piccoli, 2004; 50). Uluslaşma genel adlandırması adı altında iktidarın el değiştirmesi sürecinde ise, zaten zayıf olan Türk sanayiinin Rum ve Ermenilerin sahneden çekilmesiyle doğan boşluğu doldurması uzun zaman aldı. Yabancı şirketlerin, asıl rakipleri olan Rum ve Ermenilerin çekilmesiyle Türk pazarına doğrudan girip yayılması kolaylaştı. 1927’de Türkiye’de 65.000’in biraz üstünde sanayi şirketi vardı ve buralarda toplam 250.000 işçi istihdam ediliyordu. Bu şirketlerin sadece 2822’si makine gücünden yararlanıyordu; büyük çoğunluğu zanaatkâr atölyeleriydi. Türk ekonomisindeki en büyük kesim hâlâ tarım kesimiydi. 1945’lerde de sanayi işçileri Türk toplumunda çok küçük bir azınlıktı, 20 milyon civarındaki nüfusun içinde -zanaat alanında istihdam edilen birçok kişi de dahil olmak üzere- sayıları 330.000 kadardı (Zürcher, 2007; 284-285, 300). Bir tarım ülkesinde, işçi sınıfının “sırf sanayi işçisi”nden ibaret olamayacağını vurgulayan Hikmet Kıvılcımlı, genel ulaşım, nakliye, liman, deniz işçileri, tarım ürünlerinin elle işlenmesinde çalışanlar, genel şehir çalışanları ile ticaret hizmetlileri, “esnaf” sayılan proleterler (şoförler, hamallar gibi) ve nihayet ev sanayinin adsız proleterleri ve uçsuz bucaksız tarım gündelikçileri, ırgatlar vd.ni de “ücretle çalışanlar”a dahil eder; 1929 krizi öncesinde sayılarının 800-950 bin dolayında olduğunu, 14 milyonluk bir ülkede ücretli çalışanların 1/14 ila 1/16 oranını küçük bulur (Kıvılcımlı, 2008; 17, 33).
Osmanlı İmparatorluğu’ndan devralınan miras Cumhuriyetin ilk yıllarında da varlığını sürdüregeldi: Bu dönemde de Türkiye tam bir tarım ülkesi görünümündeydi. İstihdamda tarımın payı yüzde 89,6, sanayinin payı yüzde 4,6, hizmet kesiminin payı ise yüzde 5,5’ti. İktisadi yapının bir başka önemli özelliği, tüm kesimler itibariyle küçük üreticiliğe dayalı olmasıydı. Tarım kesiminde küçük arazi mülkiyetinin, sanayi alanında ise el sanatları ve küçük imalathanelerin başat olduğu bu yapının doğal sonuçlarından biri de, işgücü içerisinde kendi hesabına çalışanların ve ücretsiz aile işçilerinin ağırlıklı olması, buna karşılık ücretli çalışanların azlığıdır. 1921 yılında yapılan Sanayi Sayımı sonuçlarına göre, bu kuruluşlardaki işçi sayısı 76 216’ydı. Cumhuriyetle birlikte, olmazsa olmaz bir amaç olarak tanımlanan sanayileşme çabaları kapsamında 1927 yılında Teşvik-i Sanayi Kanunu çıkarıldı, özel kesimin teşviki güdüldü. Buna karşın 1930’lara kadar olan dönemde sanayileşme çabaları yetersiz kaldı. İş Kanunu kapsamına giren işçilerin sayısı 1937’de 265 341’e, 1943’te ise 275 083’e yükselmişti. Cumhuriyetten 1950’lere gelindiğinde ücretli çalışanların temel özellikleri, henüz kırsal kesimle bağlarını bütün bütüne kopararak bir sanayi işçisine dönüşmemiş olmaları ve niteliksiz olmaları başta geliyordu (Makal, 2002; 34-36).
Atatürk’ün 16 Mart 1923’te, Adana’da, Türk Ocağı’nda, Esnaf Cemiyeti’nin çayında yaptığı konuşmasında “sanatsız kalan bir milletin hayat damarlarından biri kopmuş demektir” demesine karşın, sanatı zanaat, sanatçıyı da zanaatkâr anlamında kullandığı aynı konuşmasında Atatürk muasır medeniyet yolundaki Türkiye’nin hedefine değinecektir: “Bugünkü tezgahla Amerika ve Avrupa’ya karşı mücadelenin nasibi mağlubiyettir... /... Bu memnuniyet ve saadetim asıl siz sanatkarların ufak dükkanlarınız yerine muhteşem fabrikalar yapıldığını gördüğüm gün, en hakiki ve en yüksek derecesini bulacaktır” (aktaran Fethi Naci, 1998; 162). On yıl sonra İsmet İnönü “Orta Anadolu sanayi mıntıkamız olacak” der. 1935 yılında da, Nazilli dokuma fabrikasının temel atma ve Kayseri dokuma fabrikasının açılış töreninde “Ekonomi Bakanı” Celal Bayar “Biz endüstriyi, büyük ziraatın yardımcısı olarak kuruyoruz” diyerek el zanaatiyle uğraşanların ekmeğinin ellerinden alınmayacağına, onlara hem yardım edileceği hem de isterlerse fabrikaya amele verebileceklerine değiniyor; sanayi hareketinde çok önemli bir rol alan kaçın kurrası kurt Bayar, Ayşe Buğra’nın belirttiği üzre, sanayi hamlesi başlarken sanayide bir emek arzı sorunuyla karşılaşılabileceğini pek dikkate almıyordu. Ne var ki, 1936’da, Tan gazetesinden Mümtaz Faik (Fenik) Kayseri ve Adana’da açılan dokuma fabrikalarında çalışacak işçi bulunamaması sorunuyla ilgili bir dizi röportaj yapıyor; Kayseri’de fabrika yöneticileri, sorunun işçileşmemiş köylü davranışlarından kaynaklandığını vurguluyorlardı: “Amele yazın mutlaka bağa gitmek ister. Gitmezse ayıp olur. Sonra etrafındakilere ne der?” İşçilerin beyanları fabrika yöneticilerini doğruluyor: “Yazın şehirde kalınamaz.” Bu beyanlarda, şehirde kalmanın onlar için alternatifsiz bir zorunluluk olmadığı, yani söz konusu olanın yaşamak için emeğini satmak zorunda kalan bir “özgür emek” yada mülksüz kitlesi olmadığı açıkça görülebiliyor. Köprüler, demiryolları, fabrikalar ve çeşitli işletmelerin inşaat işleri acemi ve usta binlerce ameleye ihtiyacı doğurmuş, bu ihtiyaç da amele meselesini. Köylüler gelmezse amele nereden sağlanacaktır? Köyden koparılıp şehre iniltilen bu satırları yazanın tersine, sözkonusu inşaatlarda amele olarak çalışmayacak “Erguvaniler: Türkiye’de İktidar Doğanlar” sınıfına mensup Behice Boran (: “Aynı yollardan kaloriferli, fayanslarla kaplı gömme banyolu, hizmetçili, uşaklı bir sona varacaklardır ihtiyarlıklarında. Beni aşamazlar. Kolay değil. Torunum Nedim ‘Siz burjuvaların dramı yoktur’ dedi geçenlerde. On dokuzunu süren yakışıklı bir şaşkın. Bak budalaya! Sanki kendi bu aileden değilmiş gibi” –Füruzan, 1981; 301), 1942’de yazdığı makalede, bu meselenin hallinin işçinin köyden kopmasına bağlı olduğu konusunda hiçbir kuşku taşımıyor. Ne var ki, Türkiye’de, köylünün “psikolojik istikameti”nin köye çevrilmiş olduğunu ve şehirdeki işinin onun “mutad geçim vasıtası” değil “ilerde köyde geçimini temin edebilmek için sermaye biriktirmek vasıtası” olduğunu gözlemliyor (Buğra, 2008; 110-117).
Sabit işçilerin sayısının azlığı fabrikalardaki üretim kapasitesindeki artışın önündeki en önemli bir engel olarak görülür. Sümerbank Kayseri Bez Fabrikası 1938 Yılı Bilanço Raporu’nda üç vardiyalı çalışma denemelerinin başarısız olduğundan şikayet edilir. Sabit işçi bulmakta zorlanırlar. Başbakanlık Umumi Murakebe Heyeti Sümerbank İplik ve Dokuma Müesseseleri 1946 yılı Raporu’nda üç vardiyalı sistemin artık başarıyla uygulanabileceğinden söz edilir. 1949 yılına gelindiğinde mevsimlik işçi sayısının ve işçi değişim oranlarının önceki yıllara göre iyice azaldığı, sabit işçi sayısı artarken iş değiştirme hareketliliğinin dengeli bir durum aldığı belirtilir (Doğan, 2009; 93). Ege Adaları’ndan ve Batı Trakya’dan göç edenlerin buralara yerleştirildiğini hatırlatalım. Göçmen nüfusun iskanında gerek barınma gerekse iş olanağı bakımından Sümerbank Fabrikası önemli bir rol oynamıştı.
Türkiye’de Cumhuriyetin ilk dönemlerinden başlayarak sürekli bir sanayi işçiliğinin oluşmadığının en önemli göstergelerinden biri “işgücü devir” oranlarının, yani yıl içinde işe zırt pırt girip çıkanların oranının yüksekliğidir. Dönemin en büyük iktisadi devlet teşekküllerinden Sümerbank’ta, 1944 yılı içirisinde toplam 24 194 işçiden 23 578’i işten ayrılmıştı ve çıkış oranı yüzde 93,58’e ulaşmaktaydı. 1935 yılında kurulan Kayseri Bez Fabrikası’nda, kuruluşundan 1940 yılına kadar çalışan işçi sayısı 19 761 kişiye ulaşmıştı ve bu da işçi kadrolarının 5 yıl içerisinde tam yedi defa yenilenmiş olması anlamına geliyordu. Diğer İktisadi Devlet Teşekkülleri yanında, özel kesime ait sanayi kuruluşları da aynı sorunları yaşıyordu. Örneğin Mensucat Santral Fabrikası’nda işgücü devir oranı 1947’de yüzde 67, 1948’de yüzde 64, 1949’da yüzde 73 idi. 1953 yılında yapılan bir araştırmaya göre, İstanbul mensucat sanayiinde işçi devir oranı yüzde 72 idi. 1942 yılı itibariyle Demir Çelik fabrikaları, 4 300 kişilik bir kadrosu olmasına karşın, 3 100 işçi ile çalışmak zorunda kalmıştı. Şark Kromları İşletmesi de, 1941 yılı itibariyle 520 işçiye ihtiyaç duymasına karşın, sadece 300 işçi sağlayabilmişti. Maden işçilerinin büyük bir bölümü de “muvakkat ve yarı daimi amele olarak çalışmakta (ortalama olarak 45 gün kadar) ve bir miktar para kazandıktan sonra yine köylerine dönmektedir. 1950 yılında yayınlanan bir yazıda, madenlerde çalışan daimi ve profesyonel amele oranının yüzde 5-8’i geçmediği belirtilmektedir (Makal, 2002; 110-114). Neden? Bunun birbiriyle bağlantılı, bağlantısız pek çok nedeni olabilir; ben, Türk halkının, dönem itibariyle ücretli çalışmaya yanaşmadığı, ısınmadığı kanaatindeyim. Ücretli çalışmaya “evet” diyecek kadar salak bir halk olmadığını çıkartabiliriz. Ama, bilimsellik kisvesine de kispetine de bürünmemiş bu cıbıldak yargı, tek neden değil kuşkusuz. Çünkü ilk kuruluş yıllarında işçi devir oranları yüksek olmasına karşın, zamanla işçinin sanayi yaşamına, ücretli çalışmaya uyum sağlamasıyla bu oranlar düşme eğilimi gösterecek; mevsimlik işçiliğe dayanan “köylü-işçi” tipi, köyle bağını asla koparmamakla birlikte şehirde yerleşmeye gelerek sürekli işçi tipine yerini bırakacaktır. Bu süreç için 1960’lar sonrasını ve 70’leri beklemek gerekecektir.
Batı ülkelerinin endüstrileşme deneyimleri, kırsal kesimle ilgileri kesilerek süreklilik kazanan bir işçi sınıfının varlığı üzerine kurulmuştu. Bu, Batı ülkeleri genelinde, hem iş deneyiminin ve ortamının, hem de çalışma ilişkileri alanına ilişkin örgütlenme, iş mücadelesi deneyimlerinin kuşaktan kuşağa aktarılması sonucunu da doğurmuştu. Türkiye’de gözlenen durum ise farklı olmuş; tarım kesimindeki küçük üreticiliğe dayalı yapı, bu kesimin kendi içinde geniş ve aynı zamanda süreklilik taşıyan bir ücretliler kitlesinin ortaya çıkmasını engelleyici yönde etki yapmıştı. Bu yapı, sanayi kesimine yönelecek sürekli ve geniş bir işçi kitlesinin oluşumunu da olumsuz yönde etkiledi. Bu koşullar altında, Cumhuriyetin başlangıç dönemlerinde de, Osmanlı İmparatorluğu’nda olduğu gibi, belki “köylü-işçi” kavramıyla ifade edebileceğimiz, süreklilik kazanmamış bir işçi kesiminin varlığı sözkonusudur. Kendisine ait küçük arazi parçaları üzerinde çiftçilik yapan bu kişiler, bu arazinin sağladığı olanaklar yetersiz olduğundan, tarım mevsimi dışında, rızkını çıkarmak için bir süre tarımsal yada tarım dışı kesimlerde geçici işçi olarak çalıştıktan sonra para biriktirip köylerine dönmeyi tercih etmektedirler (Makal, 2002 ; 113).
Orhan Kemal’in hikayelerinden çok romanlarını boydan boya kaplayan köylüler şehre gelmeye ne istekli ne de meraklıydılar. İşin garibi, tek parti dönemindeki siyasetçilerin köyün çözülmesi gerektiğini bütünüyle kabul ettikleri söylenemez. 1950’lerden itibaren kırsal alanlardan büyük kentlerin varoşlarına yığılacak olanlar, Cumhuriyetin erken dönemindeki tek parti yetkililerinin gözünde, Osmanlı’dan intikal eden reaya topluluğuna mensuptular.
* Ameleden İşçiye
Genelde 1950-1960’lı yıllarda ve o yılları kaleme alan Orhan Kemal’in roman kişilerinin toplumsal ve sınıfsal davranış kalıplarına, zihniyet ve yaşam alışkanlıklarına baktığımızda modern anlamda işçi hisleri ve davranış kalıpları kazandığını söyleyemeyiz. Orhan Kemal’in gerek öykülerinde gerekse romanlarında işçileşme olgusu köyle derin bağlar taşır, roman kişileri henüz birinci kuşağı oluştururlar. Bunda şaşılacak bir yan da yoktur, çünkü Tanzimat’ta olsun Cumhuriyet döneminde olsun Türkiye’de yaşanan değişim kavgaları sınıfsal kavga içeriğine sahip değildi. Nasıl olsun ki, işçi sınıfıyla işveren sınıfı, toprak sahipleriyle topraksız köylüler arasında bir sınıfsal çatışma bu topraklarda yaşanmamıştı.
Osmanlı İmparatorluğu’nda ücretli emek öncelikle inşaat sektöründe, madencilikte ve askerlikte ortaya çıktı. 1550-1557 yıllarında Süleymaniye Camii ve İmareti inşaatında 2,7 milyon işgünü çalışılmıştı. Bu sürenin 1,5 milyon gününü ücretli işçiler, 1,1 milyon gününü acemi oğlanlar, 140 bin gününü de köleler gerçekleştirmişti. 1631 yılında Musul Kalesi’nin yapımında ücretli olarak çalışanların sayısı 3035 idi. Devlete ait madenlerde de ücretli işçi çalıştırılırdı (Koç, 1998; 15). Kapıkullarının önemli bir bölümü de ücretli emeke dahildi. Kapıkullarının acemi oğlanlar kesimi 17. yüzyıldan itibaren handiyse “özgür emek” niteliği kazanmıştı. Acemi oğlanlar, ücret karşılığında, inşaat sektöründe, kamu imalathanelerinde, kamu gemilerinde, odun ambarlarında, Tophane’de, kamu fırınlarında, su yollarında, bahçelerde, hasta odalarında ve bazı bölgelerde de sultan hanımların hizmetlerinde çalışırlardı. Yeniçeriler ücretli savaşçılardı. Kapıkullarının Cebeci Ocağındaki cebeciler, silah yapımı, barut ıslahı ve silah tamiriyle uğraşırlardı. Topçu Ocağı ve Top Arabacıları Ocağı mensupları da ücretli çalışanlardı. Bundan daha önemlisi, gerek loncalarda gerekse vakıflarda, araştırmacıların ihmal ettikleri önemli bir ücretli çalışma olgusuyla karşılaşırız. Bu ücretliler işlevlerini tamamlayıp tarihsel süreç içinde yok oldu; çağdaş işçi sınıfına dönüşmedi.
Osmanlı toplumunda her ikisi de “sınıf”laşamamış başlıca iki ‘sınıf’ vardı. Birincisi, yönetimin otoritesini temsil eden ve vergi vermeyen bürokrat, asker, ilmiye mensuplarından oluşan yönetici sınıf. Paşalar, vüzera, ayanlar, valiler, mültezimler, tacirler ve sarraf-tefecilerin de içiçe geçtiği bu kesim politik temelli örgütlenmelerin içinde kümelenmişler, ekonomik temelli sınıflaşma eğilimleri ve alternatif sosyal “hegemonya” geliştirme yetenekleri son derece güdük kalmıştı. İkinci kesim ise üretim yapan ve vergi veren tüm tebaayı kapsayan yönetilen re’aya sınıfıdır. Türkçedeki sınıf terimi zanaatçı anlamına gelen esnaf’la ilgilidir; cumhuriyetin ilk dönemlerinde bile sınıf sözcüğüne pek ender rastlanır. Sınıfla anlamdaş olarak sık sık “tabaka” sözcüğünden yararlanılmış, alt ve üst sınıflar için aşağı tabaka ve yukarı tabaka denilmiştir. İşçi sözcüğü de, pek kolay ortaya çıkmamıştır.
1729 yılında padişah III. Ahmet tarafından çıkarılan “Maden işçilerinin nizam ve vazifelerine dair” bir fermanda “işçi” kavramı kullanılmaktadır. 1845 tarihli Polis Nizamı’nın ünlü 12. maddesinde de işçi kavramı kullanılır. Bu tekil kullanımların dışında “işçi” kavramı, Osmanlı İmparatorluğu’nda ücretli çalışanlar için yaygın olarak kullanılmamıştır. Amele, ecir, rençber, ırgat, gündelikçi terimleri arasında en yaygın kullanılanı amele idi. Öyle ki bir çok örgütün isimlerinde de işçi sözcüğü değil, amele sözcüğü kullanıldı: Ameleperver Cemiyeti, Amele-i Osmani Cemiyeti gibi. 1894-1895 tarihli Genel İstatistik Sayımında, ücretliler için kullanılan kavram “amele” idi (Makal, 1997; 165). Amele sözcüğü, 19. yüzyılın ikinci yarısına kadar, daha çok inşaat, tarım, madencilik alanlarında yoğunlaşmış olan işgücü için, daha sonraki dönemlerde de, genelde ağır işlerde çalışan vasıfsız işçileri adlandırmak için kullanılmıştı.
“İşçi”ler çeşitli zanaat kollarında çalışıyor ve kendilerini sınıflarından çok, işkollarıyla özdeşleştiriyorlardı. Etnik işbölümünün de sınıf bilincinin gelişmesinin önünü tıkayan bir etmen olduğunu aklımızın bir kıyısında tutarak, toplam nüfus içindeki ücretli işgücünün fabrikalardan çok ufak tefek zanaat atölyelerine dağılmış küçük küçük azlıklar olma niteliği, işçilik bilincinin gelişmesini engelleyen bir başka etmen olduğu söylenebilir. Tarihsel açıdan bir etken olarak işçi sınıfı mevcut değildi. Öyle ki 19. yüzyılın ilk yarısında görülmeye başlayan sanayi üretimi, yenilenen ordu için giysi, teçhizat ve silah üreten imalathaneler olarak ortaya çıkmıştı. Bunların en bilineni kuşkusuz Feshane idi. 1840 ve 1850’lerde açılan fabrikalar da ticari üretim yapmaktan çok ordunun, devletin gereksinimlerini karşılıyordu. Devlet organlarınca denetlenen bu imalathaneler devletin ihtiyaçlarına yönelik üretim yapıyor ve bu fabrikalarda çalışanlar ise asker sayılıyordu, işçi değil! İşçi bulmak zordu.
1783 tarihinde baruthane kadrosunun genişletilmesi konusunda yazılan bir dilekçede İstanbul, Selanik ve Gelibolu baruthanelerinde çalıştırılan personelin işlerinin başında her zaman bulunmadıkları, sadece kuşluk vakti biraz çalışıp daha sonra kendi işlerine gittikleri, dürüst çalışanların ise dilenci ve acuze taifesi olduğu için bunların yerine rençberden bir takım kişilerin işe alındığı fakat bu işçilerin de istenilen işi görmeye muktedir olmadıkları anlatılır. Belgenin devamında baruthanede kabiliyetli personel bulunmayışının nedenleri arasında işçilerin mevcut yevmiyeleri ile geçinemedikleri; çalışanların “rençber yollu, fakir ve muhtaç ademler” olduklarından mesleklerinde ilerlemek konusunda hiçbir istek ve gayrete sahip olmadıkları ayrıca belirtilir. Baruthanelerde çalışmak isteyenlere fabrika işçiliği teşvik edilip, ücretlerinde artışlar görülse de barutçu amelesi temininde, belirli bölgelere zorunlu mükellefiyet usulüne başvurulmuştu, çünkü fabrikasyon usulü bir imalat ve çalışma sistemi halka hiç de cazip bir iş olarak görünmüyordu (Çetin, 2001;102-111). 19. yüzyılın birinci yarısında İstanbul’da kurulan fabrikaların çoğu askeri gereksinimleri karşılar nitelikteydi. Haliç sahilleri bazıları çok modern olan askeri tesislerle donatıldı İngiliz Büyükelçiliği’nde papaz olan R. Walsh, 1830’larda silah depolarının Galata’dan başlayarak liman boyunca bir dizi depo ve atölyeyi kapsayacak şekilde bir buçuk millik bir alana yayıldığını ve buralarda, işledikleri suçlar nedeniyle hapse atılmış beş yüz kadar işçi köleler gibi birbirlerine zincirlenmiş olarak çalıştığını yazar (Karpat, 2006; 484).
Üç sultana ait yalının bulunduğu yerde 1826/27’de Eyüp’de kurulan 350 metreye yakın cephesi ile iki katlı Riştehane-i Amire de denilen iplik fabrikasında askerlerden başka hafif suçlular, hırsızlar ve her türlü serseri işçi olarak çalıştırılıyordu. Bunlar kısmen şehir polisi tarafından gönderilirdi. İşletmenin organizasyonu o zamanlarda Avrupa’da da mutat çalışma evrelerininkine benziyordu ve askeri tarzda düzenlenmişti. Bu tesis iplik kışlası adıyla da tanınıyordu (Müller- Wiener, 1992; 74).
Selanik ve Makedonya’daki iplik fabrikalarında genç kızlar ve kadınlar işgücünün ezici çoğunluğunu oluşturuyordu. Niausta’daki ilk fabrika, 1870’lerdeki kuruluşunun hemen ardından, 250 genç kadın ve 50 erkek istihdam ediyordu, bu işçilerin hepsi Yahudi’ydi. 1906 civarında, Makedonya’daki iplik fabrikalarında çalışan toplam işçi sayısı 1.570’ti. bu işçilerin dörtte üçü kadınlar ve genç kızlardı; içlerinde altı yaşında çocuklar bile vardı. İç kesimler, yani Selanik’ten uzak bölgelerde bulunan fabrikalarda çoğunlukla Rumlar çalışıyordu, Vodena’da ise, işçilerin çoğu Bulgar’dı. 1890’lı yıllarda Makedonya iplik fabrikalarında işçiler, günde yazın 15, kışın 10 saat çalışıyorlardı. Selanik’teki iki fabrikada 1885 yılında toplam 800 işçi çalışıyordu. 1890’ların ilk yarısında ise çocuk ve yetişkin 169 erkek ve 480 tane, 12-18 yaşlarında kız istihdam ediliyordu. Selanik şehrinde Yahudilerin nüfus üstünlüğü bu fabrikalara da yansımıştı: İşçilerin hepsi Yahudi’ydi (Quataert, 2008; 87-88).
Osmanlı İmparatorluğu’nun son yüzyılında da işgücü kıtlığından söz edilebilir. Ülkede nüfus az, küçük bir bedel karşılığında ekilebilir toprak boldu. Devlet, işgücü yetersizliği nedeniyle, yol yapımında, madencilikte ve ulaşımda zorla çalıştırmaya başvuruyordu. Madenlerde çalışanların büyük bir bölümü henüz tam olarak mülksüzleşmemiş yarı-işçiydi. Tarım ve inşaat sektöründe de aynı yapı geçerliydi (Koç, 1998; 16). Osmanlı Devleti, sürekli emek kıtlığı çekilen bir ekonomide, gerektiği hallerde yeterli sayıda işçi bulma müzmin probleminin üstesinden gelmek için, bir dizi mekanizmaya başvuruyordu. Dolayısıyla, devlet fabrikalarında ücretli emek dışında çeşitli türde işgücü de üretime dahil ediliyordu. Örneğin, İstanbul Eyüp’te devlete ait bir iplik fabrikasında yaklaşık 60 gayrimüslim çalışıyor, buna karşılık cizyeden muaf tutuluyordu (belki ücret de alıyorlardı). Devlet fabrikaları (riştehane-i amire), sürekli olarak Osmanlı donanması için iplik eğirmek üzere yüzlerce yetim çocuk çalıştırıyordu. Çocuklar, fabrikalarda “uygun ücretle”, bir rotasyona göre, belirli kısa dönemlerde çalışıyorlardı. Önce Erzurum, Van ve Sivas’tan Ortodoks Ermeni çocuklar istihdam edildi, ama sayılarının yetersiz kaldığı görülünce Ankara, Ürgüp, Niğde yörelerinden 100 Rum ve Katolik yetim çocuk daha getirildi. 1850’lerde, bu iplik fabrikasında, hafif suçlardan hüküm giyenler çalıştırıldı. Bu kişiler ceza süreleri boyunca çalışıyor, sonra serbest bırakılıyordu. Başka iplikçiler de, devlet siparişiyle çalışıyordu. Örneğin Gelibolu yarımadasında İstanbul çadırcılar loncası için eğirdikleri iplik karşılığında parça başı ücret alan kişiler bunlar arasındaydı (Quataert, 2008; 62-63).
19. yüzyılın ilk yarısında Ege Bölgesi’nde yabancılar tarafından kurulan tarım işletmelerinde ücretli çalışanlar ortaya çıktı. 1868 yılında İzmir yakınlarında tarıma elverişli toprakların en az üçte biri İngilizlerin tapulu malı oldu. 1877 Rus Savaşı’ndan sonra topu topu 41 İngilizin eline geçen tarımsal alanlar daha da genişledi. Gel gör ki “Homer devrinden beri değişmemiş yöntemlerle” tarım yapılamayacağını ileri sürerek çiftçilikten vazgeçtiler. Kapitalist tarıma geçişi engelleyen bir örnek, çok geniş topraklara sahip D. Baltazzi’nin çiftliklerinin ancak 16.000 dönümü üzerinde ücretli işçi çalıştırdığını, geriye kalan topraklarının ise köylüler tarafından eski anlaşmalarca işletildiğini belirtmesidir. Köylüleri topraklarından atmak için en kanlı yollara başvuran İngilizlerin çiftlikleri 1883’te işgal edildi. Bu, tarihimizde bilinen ilk toprak işgaliydi (Kurmuş, 1982; 81-85). Pamuk işleme sanayiindeki geri teknolojiyi ortadan kaldırmayı düşünen Gout İzmir’de Dolma Han’da çırçır fabrikası kurar. Gout’un bu ilk fabrikası üretime geçemeden, İngiliz Konsolosuna göre “tutucu Türkler tarafından ateşe verildi, çünkü fabrikanın bacası bir minareyi andırıyordu”. Aslında fabrikayı yakanlar, fabrikanın üretime geçmesiyle geçim yollarını yitirecek olan yerli atölye sahiplerinin kışkırtmasıyla bu atölyelerin işçileriydi (Kurmuş, 1982; 108). İzmir-Aydın demiryolu inşaatı, tam olarak mülksüzleşmemiş birçok kişinin işçilik yaparak ek gelir elde etmesini sağladı. Kapitalist üretime evrilmeyen, küçük üretimin egemen olduğu lonca örgütlenmesinde ustaların yanında ücret karşılığı çalışan kalfa ve çıraklar, çağdaş anlamda işçi sınıfına dönüşmedi. Emeğin “özgür”leşmesi, kölelik veya serflik bağlamından kurtulup, emekgücünün meta haline gelmesi; geçimini sağlayabilmek için emeğini satmaktan başka hiç bir mülkü ve dayanışması olmaması işçi tipinin olmazsa olmazıdır. Dolayısıyla bütünüyle mülksüzleşmemiş ve işçiliğe geçici bir durum olarak bakan geçici işçilerde işçilik bilinci kolay kolay gelişmez.
Bu dönemde, Tanzimat sonrası yoğunlaşan yasalaştırma çalışmalarının en önemlilerinden biri, “Mecelle-i Ahkam-ı Adliyye” tamamlanır (1869-1876). Mecelle’nin çalışma ilişkileri alanına yönelik maddeleri, “kira sözleşmeleri”ne (icarat) ayrılmış bölümde yer alır. Burada Mecelle ile Roma Hukukunun düzenlemeleri arasında ilginç paralellikler görüyoruz. Roma Hukukunda olduğu gibi Mecelle’de de insan çalışması, kira akdi içinde düzenlenmiştir. Mecelle’nin 413. maddesine göre işçi (ecir) “nefsini kiraya veren kimse” olarak tanımlanmaktadır. Kiralanan husus, iş veya faaliyet değil, fakat şahsın bizzat kendisidir. İşçiyi kiraya verilen şey, yani sözleşmenin öznesi (taraflardan biri) değil, fakat nesnesi (konusu) olarak tanımlayan, işçinin emeğini ve çalışma gücünü değil, fakat nefsini yani kendisini ve kişiliğini kiraya veren bir kimse olduğunu belirten ve ücreti de bu tür bir kira sözleşmesi karşılığında ödenen kira ücreti olarak gören Mecelle, işçi-işveren ilişkilerinin kendine özgülüğünü kavrayamamış ve bu ilişkilere “köle-efendi ilişkileri” çerçevesinde eğilmiştir (Makal, 1997; 237-238).
19. yüzyıl Osmanlı modernleşmecileri arasında hakiki üretimin/imalatın tanımı konusunda silik sülük yeni bir fikir belirir gibidir: Üretim/imalat fabrikada makineyle yapılmalıdır. Ne de olsa fransızcadan okunan metinlerde böyle yazıyordur. İşin garibi, sonraki dönemin tarihçileri de yalnızca, 19. yüzyılın ilk yarısında kurulan makineyle üretim yapan devlet fabrikalarının kuruluşuna dikkat çekerler, ardından 1880’ler sonrası azın azın beliren özel fabrikalara, 20. yüzyıl başlarında endüstriyel faaliyetlerin hızla artışına dikkat ederler. Gerek çalışma ilişkilerine damgasını vuran köylü emeği gerekse ev ve atölyelerde gerçekleşen üretim, imalat gibi çalışma ilişkilerine hiç değinmezler. Büyük ölçekli, sermaye ve emek yoğun fabrikalar Sanayi Devrimi’nin asal figürleri arasında görülür. Daha ileri bir dünyayı temsil eden bu fabrikalar zanaatkârları ve köylülüğü saf dışı bırakacak, muasır medeniyete giden yolu açacaktır. Teorik olarak fabrikanın sunduğu geleceğe duyulan güven 1960’lara gelindiğinde tepeye vuracaktır. Ne var ki tam o yıllarda yazan Orhan Kemal, romanlarında fabrikayı da fabrika işçiliğini de hiç ululamaz.
Bir ‘buğday imparatorluğu’ olarak doğup 20. yüzyılın başlarına kadar varlığını sürdüren Osmanlı İmparatorluğu’nda sınıf olmanın ötesinde nicel olarak da gelişmiş bir işçi sınıfı yoktu. 1900 öncesinde kurulan ve makineyle üretim yapan fabrikaların büyük bir kısmı devletin denetimindeydi. 20. yüzyıl başları itibariyle, Osmanlı İmparatorluğu’nda ücretlilerin toplam nüfusa oranı ise yüzde 1’ler civarındaydı. 1850-1920 yıllarını kapsayan çalışmasında Osmanlı toplumunun sınıfsal yapısını çözümleyen Ahmet Makal gerek kentsel gerekse kırsal kesimler içinde ücretliler ve işverenlerin, belirgin bir biçimde sınıfsal nitelik kazanmadığını, İstanbul ve Selanik ile sınırlandırıldığında sınıfsal yapının imparatorluğun tümündekinden farklılıklar taşıdığını ifade eder (Makal, 1997; 164,176-177). Devletin sahip olduğu ve işlettiği fabrikalar konusundaki boşluk bilinçli olarak bırakılmıştı. Bu fabrikalar ekonomik açıdan önemli değildi, marjinal konumdaydı. Bir sayıma göre, 1913 yılında devlete ve özel sektöre ait bütün Osmanlı fabrikaları 36.000 dolayında kişiyi istihdam ediyordu (Eldem’den aktaran Quataert, 2008; 17).
Osmanlı İmparatorluğu’nda iktisadi yaşamda, özellikle de sınai ve ticari faaliyetlerde, gayrimüslimlerin nüfus içerisindeki oranlarından çok daha büyük bir egemenliği vardı. Ahmet Makal’ın çeşitli kaynaklardan aktardığına göre, gayrimüslimlerin toplam nüfus içindeki oranı 1906 yılında yüzde 25, 1915 yılında yüzde 18.76 idi. 1913-1915 Sanayi Sayımı sonuçlarına göre ise, toplam 264 sanayi kuruluşundan 172’si (yüzde 65), gayrimüslim unsurlara aitti. 1912 yılında Türklerin iç ticaretteki payları yüzde 15, sanayi ve zanaatlardaki payı yüzde 12 idi; ağırlık Rumlardaydı, onları Ermeniler ve Yahudiler takip ediyordu. 1919’da Batı Anadolu’daki 3.300 imalat sanayii işyerinin 573’ü Rumlara aitti. Bu işyerlerindeki 22.000 işçinin de yüzde 85’i gayrimüslimdi. İmparatorluğun son yıllarında, Türk girişimcilerin, ithalat ve ihracatçılar içindeki payı yüzde 4, komisyonculukla uğraşanlar içerisindeki payı yüzde 3, toptancı tüccarlar içerisindeki payı ise yüzde 15, perakendeci tüccarlar içerisindeki payı yüzde 25 idi. Türk girişimcilerin tüm ticaret burjuvazisi içerisindeki payı ise yüzde 5-10 arasındaydı. Türkler ağırlıklı olarak tarım kesimi ve özellikle taşradaki küçük ticaret alanında yoğunlaşmışlardı (Makal, 1999; 345-346). Osmanlı İmparatorluğu’nda 1911 yılında çalıştırdığı personel sayısı 1000’in üstünde olan 13 kuruluş vardı. 1913 ve 1915’te yapılan sanayi sayımında 14,1 bin işçi çalışıyordu. Bunların yalnızca yüzde 15’i Müslüman, yüzde 60’ı Rum, yüzde 15’i Ermeni ve yüzde 10’u Yahudiydi. Sayımın kapsamı dışında kalanlar da eklendiğinde bu sayı 1913’ 44 bin, 1915’te 38,8 bin kişi çalışıyordu. 1914 yılında Osmanlı Devleti’nin toplam nüfusunun 18,5 milyon ve bunun 15 milyonluk bölümünün Müslüman olduğu düşünülürse, sanayi işçilerinin azlığı ortaya çıkar (Koç, 1998; 17). “Sanayileşme olmadan sınıf bilincine sahip bir çalışan sınıf yoktur; dolayısıyla bir sınıf çatışmasından da söz edemeyiz” (Thompson, 2004; 35-36). Peki var olan çatışmalar neyin kavgasıdır? Bu sorunun yanıtı mutlaka verilmelidir ve vardır, amma velakin yeri bu sayfalar değildir.
Ordunun ve sarayın ihtiyaçlarını karşılamak üzere kurulan, bir başka deyişle kamu sektörünün başrol oynadığı ilk fabrikalar başta olmak üzere, madenlerde ve diğer fabrika, atölyelerde çalışanlar asker-işçi, mahkum-işçi, köylü-işçi gibi karma bir kimlikle ortaya çıkarlar; meslek olarak, emeğin geçimini sürdürmenin asal aracı olarak işçiliğin ortaya çıkışı için 1940’ların sonunu beklemek gerekecektir. Türkiye’de “işçi”lerin durumu, klasik kapitalizmin emek-sermaye diyalektiğinde serpilip gelişen işçi-oluş sürecinden bir başkalığa işaret eder.
Osmanlı Devleti’nin son yıllarındaki Balkan Savaşları, I. Dünya Savaşı, Ermeni tehciri, İstiklal Harbi ve özellikle Rum mübadelesi zaten cılız olan üretken işgücünü, dahası Batılı kapitalistlerin rakip olarak gördüğü ‘Osmanlı burjuvazisi’ni önemli ölçüde tahrip etti. İşçi ve memurların sayılarının göreceli azlığı, bunların çoğunun henüz tam olarak mülksüzleşmemiş olması, gelişen milliyetçi hareketlerin yarattığı bölünmeler, zayıf olan sınıf bilincini daha da zayıflatmış, sınıf çıkarları doğrultusunda toplumsal ve siyasal gelişmelere ağırlığını koyamamıştı.
Atlatılan bu badirelerin ardından 1923’te yapılan İzmir İktisat Kongresi’nde, işçi grubunun ortaya koyduğu taleplerden biri, “amele”den “işçi”ye geçişin sembolik miladı niteliğindedir. Amele sözcüğü toplumsal ve kültürel olarak küçültücü bir anlam taşıdığı için, “amele” namiyle hitap edilmekte olan kadın ve erkek emek erbabına bundan böyle “işçi” denilmesi talep edilmişti. (Makal, 1999; 209).
* Modernleşme
İyi tanımlanmış bir ideolojisi olmayan İttihatçıların amacı imparatorluğu kurtarmak ve imparatorluğun çok dinli, çok milletli toplumunun 20. yüzyılda birlik içinde yaşayabilmesi amacıyla, reform yapmaktı. Sonuçta, toplumsal sınıflar arasında bir devrim yerine, yönetici seçkinler sınıfı içinde bir darbe gerçekleştirmekte başarılı oldular. Bu arada, İmparatorluğu ve imparatorluğun idari mekanizmalarını modernleştirme amaçlı II. Meşrutiyet reformları Türk olmayan gayrimüslim nüfus arasında önemli ölçüde rahatsızlık yarattı, Arnavutluk’ta büyük isyanlara yol açtı (Ahmad, 2007a; 63, 69). Jön Türkler yönetici sınıfa mensup olmaları ve yığınlara duydukları derin güvensizlikle, halkı çekip çevirme misyonunu üstlenmiş elitist konumları ve dahi anti-demokratik davranışlara sahipken anayasa ve özgürlük şampiyonu kesilmeleri doğrusu tuhaftı. “Onların gözünde anayasa, kendi başına amaç değil, sadece bir modernleşme aracı ve göstergesiydi. Hem II. Meşrutiyet hem de Cumhuriyet dönemi tarihi, Jön Türk ve Kemalistlerin ileri gelenlerinin, “modernleşme ile gerçek demokrasi arasında bir seçim yapma durumu ile karşılaştıklarında, her zaman modernleşmeyi yeğlediklerini gösterecektir” (Zürcher, 2004; 262-263). Ancak Osmanlı’yla derin bağları olan bu modernleşme, “modernitenin içeriğinden yoksun bir modernleşmeydi” (Öğün, 2004;15). Sanayie dair önceki bölümlerde sözünü ettiğimiz kerhen “gelişmeler” olurken, 19 Mart 1877 tarihinde İstanbul’da ilk kez bir Osmanlı Parlamentosunun toplandığını görüyoruz. –Hoppalaaa. Bu gelişmenin, Avrupa’da görülen örneklerinde olduğu gibi uzun bir sürecin beklenen bir sonucu olduğunu ileri sürmek mümkün değil. Osmanlı ülkesinde bir parlamento binasının inşa edilmesi neyin nesiydi? Dahası, 24 Temmuz 1908 sabahı İstanbul’da gazetelerini açanlar, Kanun-i Esasi’nin yeniden yürürlüğe konduğunu ve hiç bir seçim sonucu olmamasına karşın Meclis-i Mebusan’ın toplantıya davet edildiğini okuyacaktı. Sonra bi de 23 Nisan 1920’de Ankara’da Kanun-i Esasi’yi tanımadığını bildiren, ulus devlet inşası bir meclis açılacaktır. Hal böyle olunca Raymond Aron’un Osmanlı yenileşme taraftarlarını anlattığı bir yazısında “gelişmişlik ölçütünün, fabrika bacası olarak değil de parlamento binası olarak görül”düğünü (zikreden Hanioğlu, 2007; 304) yazmasında şaşılacak bir yan yoktur.
Modern politik gelişmeler burada Avrupa’daki örüntülerine göre hayli önemli farklılıklar sergiliyordu. Avrupa’da modern devlet, sivil-ekonomilerin dinamikleri ve talepleri üzerinden şekillenen bir içeriğe sahipti. 15. yüzyıldan başlayarak pekişen ulusal monarşiler ve merkantalizm büyük ölçüde kırdan kente kaynak aktarımını ve sözkonusu bu aktarımın hem örgütlenmesi hem de politik yapılanmayla uyumlu kılınmasını ifade ediyordu. Bir başka türlü denirse, modernite biri kırsal-kapitalist, öbürü kentsel-ticari iki dinamiğin ulusal-kamusal düzeyde bütünleşmesi anlamına geliyordu. Burada vurgulamak istediğim bu değil. Bir: Modernleşme süreçleri içinde aşağıdakiler daima kaybetmiştir. Örneğin İngiltere’de kapitalist zihniyetli lordlar tarafından çit çevirme operasyonu ile kırsal dünyanın geleneksel ekonomisi ve küçük köylülük tasfiye edilmişti, Rusya’da ise Petro, artık aşılmış olan feodaliteden koparak iyi kötü toprak sahibi olmuş mujikleri yeniden köleleştirerek yandaşı olan gözüpek girişimci toprak aristokrasisine hediye etmişti. İki: Modernleşme, ekonomik oligarşi ile politik elit arasındaki diyalektiğe oturmaktadır. Bu diyalektiğin kapsamı içinde öncelikle birikim/sermaye süreçlerinin el değiştirdiğini görüyoruz. Türk modernleşmesinde önümüze dikilen soru şu olacaktır: Bir, kim(ler) kaybedecek; iki, sermaye kimin eline geçecek?
Osmanlı İmparatorluğu da içinde olmak üzere, modern öncesi tarımsal toplumda çalışma hem bedenseldi hem de, Eliade’ın belirttiği üzre “emeğin dinsel, kutsal ve ibadet boyutu vardı” (Bingül, 2008-9; 73) ve küçük zanaatkar temelli çalışma ilişkileri kapitalizmin ücretli çalışma düzeneğine kapalıydı. Eğer zanaatkarlar ve esnaf kapitalizmin çalışma mantığına direnirse, pazar ekonomisine ve seri üretime “hayır” derse önlerinde birkaç seçenek vardır: Asimile olmak, göç etmek yada katliam, tehcir, aşağılama gibi yollarla “temizliğe” tabi olmak. Bu, 20. yüzyılda tanık olduğumuz süreçlerdir. Tarımsal bir imparatorluk olan Osmanlı İmparatorluğu Batılılaşma deneyiminden modernleşme sürecine adım atarken, bu sürece direnen zanaatkar kesim acımasızca yok edilir. Bu süreçte devlet eliti “etnik olarak Türk değildi. Elbette elit tabaka Türkçe konuşuyordu. Türkçe konuşması yalnızca bir tesadüftü. Siyasal elit görece gerilemeden kurtulmanın yolunu arıyor ve dayanacağı bir etnik grup bulma gereğini duyuyordu. Siyasal elitin etnik bir gelin araması gerekiyordu. Anadolu köylülüğü buna uygundu. Gelin, çevresinde olup bitenlerin farkında değildi” (Gellner, 2005; 197). “Eğer siyasi birimi yönetenler, yönetilen çoğunluğun ulusundan başka bir ulusa aitseler, bu, ulusçular açısından, siyasal törelerin oldukça açık ve dayanılmaz bir biçimde çiğnendiği anlamına gelir. Bu durum, ya ulusal toprakların büyük bir imparatorluk tarafından yönetilmesi ya da yabancı bir grubun yerel hakimiyet kurmasıyla gerçekleşir” (Gellner, 2008; 70). Osmanlı Devleti, özellikle Jön Türk devriminin (1908) ardından imparatorluğun son döneminde, sivil bürokraside ve hükümet hizmetlerinde Yahudileri tercih etti. Hıristiyanların aksine Yahudiler hiçbir zaman bakan olmamıştı, ancak kilit bakanlıklarda müsteşar ve teknokrat olarak, bakanlardan daha önemli roller üstlenmişlerdlr (F. Ahmad'dan aktaran Jung ve Piccoli, 2004; 178). 1908 Anayasası kabul edildiği zaman “imparatorluk maliyesi nerdeyse Camando (Yahudi) ve Dadian (Ermeni) ailelerinin tekelindedir. Dolayısıyla, Türk ulusal bilincinin oluşmasının uzun zaman aldığı görülür” (Abel, 20009; 181).
1914-1918 I. Dünya Savaşı sonunda yıkılan bir anlamda Roma İmparatorluğuydu. Ortodoks Hıristiyan halkları Türk’e karşı ayaklandırmayı başaramayan Avrupa devletleri, imparatorluk içinde ulusal devrim/milliyetçilik fikrini ortaya attılar. ‘Genç Türkler’ (=gayri Türkler?) imparatorluğun meşruluğu denklemini ulusların ve dinlerin çeşitliliği içinde çözmek için, İngiliz tarzı liberal ve toplulukçu bir yol ile Fransız tarzı jakoben ve bütünleştirmeci bir yol tutturmak arasında gidip geliyorlardı. Hem seri üretime hayır diyen zanaatkar, hem de Avrupalı şirketlerin rakip olarak gördükleri “burjuva” kesimi oluşturan gayrimüslimlerin bir bölümünü oluşturan Ermeniler Avrupa tarihinin bir parçası olarak modernleşmenin gereğince kırılır; 1850’lerden itibaren Balkanlar, Kırım ve Kafkaslardaki Müslüman unsurlarını temizlemek amacıyla Osmanlı’ya göçler başlar, 20. yüzyıl başlarında da Türkiye Cumhuriyeti ulus inşaası (?) gereklerince, az çok Avrupa’nın güçlü devletlerinin düzenlediği yer değiştirme ile Rumlar ile Müslümanlar mübadele edilir. Petrollerde gözü olan Ruslar ve İngilizler 1914’te Ermenileri silahlandırır. Fransızlar Sevr haritasında Suriye ve Kilikya’yı içine alan bölgeyi kendine mal ederken kendi jeostratejileri içine soktukları Almanlar ne yapar? “Batı Avrupa’nın güçlü devletlerinin o zaman olan bitenlerde ezici bir sorumlulukları vardır” (Abel, 2006; 184).
Bu dönemde “Osmanlı topraklarından yeni diyarlara göçler; Jön Türk yönetiminin ilk kez Osmanlı uyruklu Hıristiyan ve Yahudileri askerlik hizmetine tabi kılmasıyla yeni bir ivme kazanmıştı. Hıristiyan Osmanlı vatandaşları Rumlar, Ermeniler, Lübnanlılar büyük kitleler halinde askerlikten ve dolayısıyla da imparatorluktan firar ediyorlardı” (Quataert, 1998; 118-119). Son Roma İmparatorluğu olan Osmanlı camiası (Pax Ottomana) ulusalcı hareketlerle aşınmaktaydı (Ortaylı, 2008; 61). 19. yüzyıl boyunca, önce Balkanlar’da daha sonra da Asya’daki eyaletlerde milliyetçiliğin gelişmesi, Osmanlı Devleti’nin yıkılmasında en önemli etken olmuştu (Zürcher, 2007; 47). Batı’da sömürge ticaretinin uzak demiryollarını kullanarak gelişmesi, Avrupa’ya giren altın ve gümüşün merkantalist ekonomik güçleri yaratması, ardından sanayi devrimine temel olan manüfaktürün yeni buluşlarla yaygınlaşması, kısacası kapitalizmin doğuşu Osmanlı düzenini sarsan nedenleri yaratmıştı (Çavdar, 2003; 47). Osmanlı İmparatorluğu, kapitalizmle bütünleşme süreci içinde geriledi ve çeşitli milliyetçi ayrılık hareketlerinin başarıya ulaşması sonucu parçalandı. Kapitalizmle bütünleşme, geleneksel bürokrasiye rakip bir burjuva sınıfını ortaya çıkardı (Keyder, 1990; 9).
İttihat ve Terakki, on dokuzuncu yüzyıl ıslahat hareketlerinin ve özellikle Genç Osmanlıların bir devamı niteliğindeydi. Genç Osmanlılar gibi İttihatçıların da en öncelikli, dahası biricik sorunu devletin, imparatorluğun nasıl kurtarılacağı idi. Jön Türkler Genç Osmanlılarla aynı toplumsal değerleri ve hedefleri paylaşmalarına karşın toplumda aynı yere sahip değillerdi. Genç Osmanlılar devlet müessesesinin mensupları olmalarına karşılık, Jön Türkler Abdülhamit’in ıslahat çalışmaları sonucu kurulan devlet okullarındaki müderrisler, Batı hukuku okumuş avukatlar, gazeteciler, küçük memurlar, bürokratlar ve Batılı anlayışa uygun harp okullarındaki ikinci dereceki görevliler gibi yeni doğmakta olan meslekler sınıfına mensuptular. İyi bir eğitim almış olmalarına karşın devlet idaresi konusunda tecrübeleri yoktu. Jön Türkler geldikleri köken ve konum itibariyle yönetici olarak yeteneklerinin ve yeterliliklerinin sınırlı olduğunun farkındaydılar; bu yüzden de yüksek idari makamları ele geçirmeyi düşünmediler (Ahmad, 1986; 43). Yeni doğan iktidar blokunun gazeteci-muhalif kesimine mensup Zekeriya Sertel’in anlatımıyla: “İttihatçılar meseleleri çözecek bir programla gelmemişlerdi. Hatta idareyi ellerine alacak bir kadroları bile yoktu. Hükümeti devralmaya cesaret edememişlerdi. İktidara gelirlerse, işin içinden çıkamayacaklarından korkuyorlardı. Onun için sorumlu mevkilere yine eski devrin paşalarını getirmişlerdi” (Sertel, 1977; 37). Hükümet esas itibariyle hariciyeci paşaların elindeydi. Tanzimattan itibaren en makbul ve prestijli meslek fransızca bilen bir hariciye yada dahiliye memuru olmaktı. Subaylık, hariciye mesleğinin yanında ikinci sınıf bir meslekti (Akşin, 1980; 9). Mekteb-i Ulum-u Harbiye 1834’te kurulmasına karşın çoğu taşralı ve alaylı, dolayısıyla da erlikten yetişmek zorunda kalan mektepli subaylar orduya egemen olmaktan uzaktı. Sonradan İttihat ve Terakki adı alacak olan ihtilal örgütü, “İttihad-ı Osmani” adıyla 1889’da Askeri Tıbbiye’de gizlice kuruldu. Osmanlı İmparatorluğu’nun çöküş döneminde devleti/imparatorluğu kurtarmak amacıyla kurulan bu örgüt 1908 devriminin birinci dereceden faili idi. 1908’de siyasi öncelik yeni bir toplumsal sınıfa geçti, Osmanlı tarihinde yeni bir sayfa açıldı.
Jön Türkler (İttihat ve Terakki) uluslaşma projesinin doğal uzantısı olarak Osmanlı İmparatorluğu’nun sosyoekonomik tarihinde yeni bir evre açtılar. Jön Türklerin karşılaştıkları ekonomik sorunun üç cephesi vardı: Bir, imparatorluğu yabancı sermayeye bağlanmaya zorlayan şartları kaldırarak milli bir ekonomi yaratmak; iki, ülke ekonomisini ellerinde tutan azınlıkların ve temsilcilerinin yerine Müslüman Türkleri geçirmek; üç, halkı tarım dışında ticari, sınai alanlarda işe girişmeyi teşvik etmek
Padişah’ın eniştelerinden biri, Damat Mahmut Paşa’nın oğullarından Prens Sebahattin kişiliğinde Genç Türkler bir koruyucu, Osmanlı büyük burjuvazisi de ilk nazariyecisini buldu; Prens Sebahattin “Teşebbüs-i Şahsi ve Adem-i Merkeziyet Cemiyeti”ni kurdu. Bu hareket Osmanlı liberal burjuvazisinin bütün siyasal oluşumlarının temelinde yer alır ve ülkenin günümüze kadarki siyasal hayatının kanatlarından birini oluşturur. Öbür kanat da, küçük burjuva nazariyecilerine dayanan, gelecekteki “İttihat ve Terakki Cemiyeti”nin Jön Türkler’idir. Bu iki kanat, başlangıçta pek açık seçik olmamakla birlikte, giderek bir milli burjuvazi yaratma ortak paydasında birleşir. Doğum halindeki (yeni) burjuvazinin bu iki hizbi, tarihin zorunlulukları ve karşılıklı uzlaşmalar, çatışmalarla birlikte 1960-1970’lere kadar Türkiye’nin siyasal tarihini ve tercihlerini şekillendirdi. Bu şekillendirmelerden biri “milli burjuvazi” yaratmak ise bir öbürü de işçi hareketi, bir başkası da ‘yeni bir din’ yaratmaktı -laiklik.
1908’den I. Dünya Savaşı’nın sonu 1918’e gelindiğinde zenginleşerek burjuva kesimi oluşturacak “yeni sınıf”ın doğuşuna tanık oluruz. Osmanlının son yüzyıldaki imparatorlukla uyumlu “burjuva”, daha iyi bir ifadeyle ‘Osmanlı burjuvazisi’ diyebileceğimiz kesimden farklı, ulusal bir burjuva yaratmadıkça 20. yüzyılda hayatta kalamayacağına karar veren İttihatçılar, “milli ekonomi” kurulması kampanyası çerçevesinde küçük ticari işletmeler ve bankalar açarak, 16. yüzyılın yeni tipi mültezim, 18. yüzyıl sonlarının “yeni”si ayanlardan görece farklı bu “yeni sınıf”ı destekledi. Oysa Cumhuriyete evrilerek parçalanacak imparatorluk toprakları hala tarım ağırlıklıydı. 1914’te kapitülasyonların kalkmasıyla birlikte büyük toprak sahipleri buğday, tütün, pamuk vb. ürünlerini doğrudan satarak zenginleşti. Bu yeni tipler, savaş sonrasında ortaya çıkan milliyetçi hareketin omurgasını oluşturdular. Yeni burjuvazinin yanı sıra, savaş, aynı zamanda savaş üretimi amacıyla Alman gözetiminde kurulmuş fabrikalarda sınırlı bir işçi kesimi de yarattı. Balkan savaşıyla başlayan I. Dünya Savaşı’yla devam eden savaşlar dönemin okumuş yazmış entelektüel kesimin yanısıra, en iyi demirci nalbandından, zanaatkarına, çiftçisine kadar büyük bir zayiat vermişti. Meşrutiyetin hemen ertesinde savaşlar sonunda azalan erkek nüfusla birlikte kadınlar ücretli hayata dahil oldular, kentli kadınlar hemşirelik, santral memurluğu, Boğaz vapurlarında kasiyerlik yaptılar.
1914 yılı Ağustos ayından itibaren Osmanlı hükümeti İzmir’deki bütün yabancı kuruluşlardan, Rum görevlilerin işlerinden çıkarılarak yerlerine Müslümanların alınmalarını ister. Böylece yabancı işletmelerde işe alınan Türk görevliler “meslek sırları”nı öğrenirler; dahası, Türk işçiler ustalaşmak üzere gruplar halinde Almanya’ya gönderilir (Yerasimos, 1989; 16); Orhan Kemal’in romanlarında da boy gösteren “Galip Usta”lar orada sosyalist mücadeleyi de öğrenirler. Türklüğe mensubiyetin ölçütünün din olmaya devam ettiği Cumhuriyet’in ilk yıllarında izlenen ekonomiyi Türkleştirme politikaları, işgücünün ve sermayenin Türkleştirilmesi şeklinde iki koldan yürüdü (Koraltürk, 2008; 63). 1920’lerin ortalarında, Yunanistan’la nüfus mübadelesinin sonrasında, tesisatçılık veya kunduracılık gibi en basit teknik işler bile Türkler tarafından yapılamıyordu, çünkü bu tür işler gayrimüslimlerin tekelindeydi (Ahmad, 2007a; 112). 1917-1924 yıllarında azınlıkların Türkiye’den ayrılışı halkı ticaret ve zanaate girmeye mecbur etmişti. Hemen hemen bütün zanaatler ile ticaret azınlıkların elinde olduğundan, azınlıkların gidişi bu alanlarda birçok güçlük yaratmıştı. Zorunlulukların baskısıyla Türk halkı daha önce azınlıkların yaptığı işleri üzerine aldı. Bu yeni işlere alışma zorluğu ancak birkaç yıl sürdü. Yüzyıllar boyunca Batılılar ile azınlıklar, ekonomik işlerle başa çıkacak yetenekte olmadıklarına Türkleri inandırmaya çalışmıştı. Türk milleti fabrikalar kurup işletmeyi, çeşitli imalatta bulunmayı, aracılara ihtiyaç duymaksızın mal alıp satmayı çabucak öğrendi (Karpat, 2008; 198-199). Demiryolculuktan banka memurluğuna kadar modern toplumun gereksindiği tüm işleri becermeyi öğrendiler. Kadınlar da kendi yada ailesinin hesabına orak biçmek, çapa vurmak, hayvan sağmaktan gayrı ücretli hayata kısmen dahil oldular, tekstil tezgahlarında, tütün fabrikalarında işçi ve sekreter olarak çalışmaya başladılar.
İstiklal Harbi’nde şehit düşmüş dedemin civar köylerde diz boyu yoksulluğa gömülü halde çobanlık yapan oğlu Kadir babamın yada hem onun hem de Romanya göçmeni hakiki babam “lümpen proleter” Nail babamın oğlu ben İlyaz Bingül’ün, bacağını, önceleri meydanlarda çok geçmeden de ‘liberal’ barlarda çalınan bir Cem Karaca şarkı-sözünde değil yalnızca, hakkaten Sakarya’da bırakmış dedemin oğlu gözünü çapak almış tornacı babamın ve onun çocuğunun işçi olmasına karar vermiş birilerinin kararı uyarınca işçi kılınmışlar... Bilmem anlatabiliyor muyum Gedikpaşa ayakkabı atölyelerinde yada yarı köylü yarı inşaatlarda amele, (kaynak gösteriyorum: 053326113.. cep telefonlu) taze karım Candan tarafından olma Hasan Basri kayınbabamın, ve tüm Bu (bu Bu’yu Hegel’in Tinin Görüngübilimi’den aşırıyorum) onların zürriyetinin bir çokluğu dolduracağına, olduracağına birilerinin birileri adına gözü kesmiş... Hadi bakalım köylü çokluktan işçi çokluka adım atalım bu millettin effendisi efendiqler. Bu memleket birilerinin aklınca dingonun ahırı ya hesapta, anadımmı –bu ne biçim türkçe lan, denyo!? Tarih rast gele ağalar. - -Orhan Kemal’in doğmasına daha var.
“Hadi koçum ikile, ikile de ense tırraşını görelim. Yürrüüüü eşşek arabası, bir İstanbul massalııı- -
Koro: Kah-rolsun, oligarşi. Bağ-ğımsız Türkiyye. Kah-rolsun... - - Haa bi de “laik Türkiye” vardı saayı, kol saati hesabı -Eyvallaaah şahım ev-val-lahh...
Kaydol:
Kayıt Yorumları (Atom)
Hiç yorum yok:
Yorum Gönder