19 Eylül 2010 Pazar

Türk Düğümü

Kitap-lık,eylül 2010, sayı 141




Av Düğümü
Canlının hedefi yeme:
Canlı, canlının benzeri.
–Av, yiyecek yordamı.

Ha insan ha geyik-
Hayvansal kurttan insana geçiş- - Ok,
insanın yiyeceği.

Savaş, avın tekrarı-
Avcının büyük dönüşümü.

Mızraklar elden ele…
Siyasal olan, avın düzeni.
–Hayvan insanın kutsalı.

Türk’e henüz gerek yok.
–Tarih yazının eksik avı.

Bekar Elektronlar Düğümü
Orta Asya’yı terk ettiklerinde varlıklarını(n gücünü) yitireceğini bilen atlılar dünyanın fethine çıkmaya çekinmemişlerdi. Göçebelere karşı hareket tüccarlar, misyonerler, tutkularının sınırlarını sınayan maceraperestlerden geldi: İpek taşıdılar, porselen, resim, dini inanç taşıdılar, alfabeleri yürüttüler. Bozkıra yabancı bu adamlar göçebelerin arasında vahşi avcı olup avının üstüne atıldı; avlandı da.
Hunlar ve Moğollar “dünyayı fethetme” hareketine kalkışmalarına karşın Hunlardan sonra, Moğollardan önce Orta Asya’da tarih sahnesine çıkan Türk adlılar (6. yüzyıl) “dünyayı fethetme” işine yeltenmediler. Türkler ne Orta Asya’da ne de Turchia’da, ilginçtir, Mete yada Cengiz Han gibi büyük önderler, “sahib-kıran” olmadılar, kişiye dayalı “deha”lar da çıkarmadılar. Bu yanıyla “müeyyed min ind-Allah” Osman Bey, Orhan Gazi, Ebu’l Feth Fatih, Kanuni; Sezar, İskender, Cengiz, Timur, Napolyon, Hitler’le karşılaştırılamaz.
Geri dönmemek üzre üç göç dalgasıyla Orta Asya’dan 13. yüzyıl itibariyle hemen hemen bütünüyle kopan (= İslamiyet’le yazuk kıltacı bolgaylar) Türkler, daha 11. yüzyılda İtalyanların -sayısal çoğunluk olduklarından mı, yoksa hakim unsur olduklarından mı-Turchia dedikleri Anadolu’da coğrafi açıdan ortaya çıkışı sırasında henüz bir popülasyondu: İhtiyacı olan belirli bir bölgeyi ele geçiren ve aynı zamanda kendini o bölgenin yapısına adapte eden, dağılmaya aday çadır(yurt)lar topluluğu. Ancak silme yaşama arzusuyla yüklü kendini kökleştirme isteği ile yerleşik kurumlara intibak etme, toprağın genişletilmesine ve iç etnos bağların güçlenmesine yol açacaktır. Bunun gerçekleşmesi için gerekli güçler, hareketli popülasyonun dağılgan itkisinden alınır, kökleşmeye imkan veren kurumlara ve ideolojiye devredilir. Sonuç: Büyük Bursalıların savaşçı sultanlık tipi ve Balkan kökenli Yeniçerilerle konsolidasyonu; modern bir ordu, Akdeniz filosunun kuruluşu, Osmanlı gölü ve İtalyan şehir devletlerinin çöküşü; Balkanlar’ın, Ön Asya’nın ve Tunus’a kadar Kuzey Afrika’nın fethi.

Haçlı Düğümü
Sefer öncesi ne vardı?

Tarlalarını bürümüş devedikenleri,
Tahıl ambarlarında kemirgenleri vardı.
Nemli havalarda baş yakan sinüsleri,
Habire tekrar eden dizanterileri,
Kıçlarında ve karınlarında güçten kuvvetten düşüren kurtçukları vardı,
Ki düşman başına.
Yiyecek ve lif fazlasını yetiştirmeleri,
Bir çok hayvan türünü evcilleştirip kullanmaları vardı.
İpliği eğirmeleri,
Çanak çömlek yapmaları,
Hantal ağırlıkları yerinden oynatmak için
Tekerleği kullanmaları vardı.
Kanırtıcı yoksulluk vardı, sefalet vardı, su değirmenleri vardı.

Hem Ortodoks hem de şaşaalı Bizans’la ‘büyük ayrılık’ vardı.
Roma Kilisesi’nin ressiment’i vardı.
Levant’ın göbeğinde Latin-Romen bir tampon üs hayal eden Papa II. Urbain vardı.
İtalyan şehir devletlerinin deniz filoları, tüccarları ve onların içinde yüzeceği, Doğu’da Akdeniz vardı.
Prensler, baronlar, mızraklı şövalyeler ve sürüsüyle çapulcu vardı.
Siyasal bölünmüşlük, fief’ler,
Şövalyeleri besleyecek ağır tahta sabanlar vardı.
Korsanların, deniz hırsızlarının gözünü açan ticaret fikri vardı.
Malazgirt vardı, Turchia vardı, Miryakefalon yoktu.
İskandinav ülkelerine seferler vardı.
Araplardan öğrenilmiş kutsal savaş,
İmal edilmiş Kutsal Kudüs vardı.

Seferden sonra,
Burnu soluk yüzlerinin önünden çıkık insanların güneşin battığı karanlıklar ülkesinden gelişleri vardı.
İlkin karadan, sonra hep denizden, denizden gelişleri vardı.
Kıyıya üşüşmeleri, çevrelerine çipil çipil bakışları vardı.
Göğün berrak bulutları,
Otların üzerinde çiy taneleri
-ni iner inmez bir koparıp çiğ çiğ yiyişleri,
Dişlerinin arasında tatmadıkları, tükürüklü bir lezzet vardı.
Dağlarda envai çeşit Katolik olmayan Hıristiyan vardı.

Aslan Yürekli derler komutanları vardı;
Dağlarda Müslümanların peşinden koşturması,
Vadide kıstırdığına mızrağını saplaması vardı.
Atından devrilen kanlı gömleğin toprağa bakışı,
Kralın göz çukurlarında Kudüs’e sırıtışı vardı.

Dünün gastecisi Frenk kronikçi Albert d’Aix’in
“Bizimkiler sadece öldürülmüş Türklerle Müslümanları değil, köpekleri bile hiç iğrenmeden yiyorlardı!” yazışı vardı.
“Frenklere bakın! Dinleri için nasıl gözleri dönmüşcesine savaşıyorlar, oysa ki biz Müslümanlar cihat yolunda hiç de ateşli değiliz” diyen Selahaddin Eyyübi vardı.
1096’dan 1396’ya Niğbolu’da - -
Osmanlı tokadı vardı.

Çöllerin, bozkırların, denizlerin, ormanların, dağların, iklimlerin ve rüzgarların değişmesiyle ancak insanların alışkanlıklarının ve güçlerinin değiştiği, biçimlendiği- -
Demirin, kerestenin, kürkün, halının ve ipeğin ve cevherin gemilerle kıyamet günü misali göz açıp kapayanda ulaştığı Yüce Gök’ün altında
Halkların kaderi ne olabilirdi, ki ...
Plansız programsız hezimet vardı.
Haçlı Seferleri’nin solgun adından gayrı
İlmek ilmek dokunan Türk Düğümü vardı.

Nar Düğümü
Göbeğin az altında iki köşegenin ortasında kırmızı kırmızı duruyorum. Bir süredir seccadeye benziyorum. Almadan, rengimi taşlara vermeye hazırlanıyorum. Az renk, at(lar)ın bilek kemiği sık doku. Yazgımı değiştirsem de çatkıma bağlıyım. Taşa, demire, tahtaya, hatta beni besleyen ipliğe bile değil, örgüme bağladım geleceğimi.
Merkezde değilim. Yer, hatta yön değiştirmemle birlikte merkez de yer değiştiriyor benimle.
Gül.
Gülü dört eksenin en ucunda yer tutarak ortalayan küçük güller
Uçları kapıyan bulutlar.
Mine.
Sağ sol iki yanı ve altlarını saran narlar
Aralarında yaprakların hareket yolları.

Gül.
Her yerde- -
Kusursuz gül.

Uç Beyi Düğümü
Göğe bakıyor toprak
Ağzın söylediği bir cümle
Kalemin gizlediği de, -binlercesi içine gömdüğü.
Yağma ile yaşama arzusu –ebedi döngü.
Alfabe bahane, din bahane.
Türk olmaya il açan, ağır çizgilerle ülüş ülüş hızlandı.
Yazıcı tarihin kılıcı.
Bir başka dil kitabe
-de yaşanır mıydı? –Beylerin korkusu

Umur bey Cenevizli Martino’yu toyladı
Tok karınlı haraçgüzâr tâbii olup Sakız’a gerü gittü
Ada illik oldu.
Latince imperium, rusça derjava, arapça Dâr’ul-İslam yazıldı.

Kitabe Düğümü: 1337
1337 kitabesini başkalarının önerdiği okuma şekli ile benim okuma şeklim farklı.
Şahadet Camii’nin doğu girişinin önündeki revakın tepesine tırmanıp boynumu kırma riskini alarak kitabenin alt satırını örten bir dizi kiremidi kaldırdım ve kendi gözlerimle kitabenin kendisini okudum.
“Büyük Emir Allah’ın savaşçısı Gaziler Sultanı Gazi oğlu devletin ve dinin ve ufuklar yiğidi çağın kahramanı Osman oğlu Orhan…”

Ganimet ve kul “gaza” donuna büründü
Taşa bir çifte kuş kazındı

Kayıt Düğümü
Kanunname ile her sancağa bir emin ve bir katip gönderileceği hüküm altına alındı. Boy boy, soy soy il yazıcıları türedi.
Cinsi, ebadı olan her ne ise vergi getiren
Öşre tabî tahıllar kile kile, şomar şomar,
Bağlar bostanlar medre medre, çabur çabur tek tek kaydedilip aynî aynî tahsil edildi
Çift resmi, ispençe, bozahane resmi akçe akçe tahsil olundu
Tahrir memurları, her dinden reayayı, özenle beslenmiş sağmal inekleri, danaları, boğaları ve dahi ayaklarının üzerinde titreye titreye duran sarılı, alacalı bulacalı buzağıları bölük bölük ayırdı, devlet yazısıyla tek tek saydı.
Çift süren öküzler kaydedilmedi.
Vergilerini kitaba uygun hep aşar verenler vakıf defterine, örfe uygun verenler tımar defterlerine toprağa kakılırca bir bir kaydolundu: Bir uzun ömürlü hikayeye yazıldılar.
Öküzünü, tohumunu toprak sahibinden alan topaksız çiftçi ortakçılar,
aşar ve çift vergisinden gayrı salma da veren haraçgüzârlar,
savaşlarda kul kılınıp toprağı işlesinler içün azat edilen âzâdegânlar,
Mim harfiynen mimlenen mücerredler,
Sultan mülkleri ve vakfiyelerinin toprağını işler durur geleceği yok mal-ı kirpas on beş akçe deyü kayd olmuş der defter-i köhnede garib elliciler,
uçmuş göçmüş ellicilerden boş kalmışları götürü bir paraynan işleyen kesimciler,
gebr, kâfir, zimmi, haracgüzâr bellidir;
Karaman, Murad, Şahin ve kardeşi İlyas çoktur;
Çevirdikçe defteri
Yüreğir’den Akça oğlu Mavrudi’nin adı Süleymandır, Zindancık’dan Kiryakos’un oğlu Mahmud, amma velakin Karasilü’den Dıranos da Akça’nın oğlu, Kazıklu’dan Karaca ise Kostantin’in, Çardak’tan Yusuf Kara Kâfir’in, Su Sığırlık’tan Vasil ise Burak’ın oğludur
Gazâ arttıkça timar yiyen çoğaldı
Alpler kâh gazi oldu kâh çift koşan
Beyler Hüdavendigâr

İki Gazi Düğümü
Sultan Rumeli’de kâfirle savaşmaya giderken doğu yanda gazilerin Bursa’ya saldıracaklarını öğrendi. Tez elden ulemayı topladı, söz danıştı: “Kuran iki gazi arasında savaşı yasaklamaz mı?”
Hukukçular kitap birliği edip “Eğer inananlardan iki zümre birbiriyle savaşırsa, hemen aralarını bulun. Âdil hareket edin. Şüphesiz ki, Allah âdil olanı sever” dediler. Darüladl’in zıddı darülbagy’dir dediler. Kâfirlere karşı savaşmanın farz-ı kifâye, Müslümanları zorbaların elinden kurtarmanın ise farz-ı ayn olduğunu söylediler. Dindar ve adil bir hükümdar olan Sultan ikinci yolu yürüdü. Karaman elçisine dedi: “Mâni-i gazaya gaza, gaza-yı ekberdir.”

Osmanlı Düğümü: Ben Geldim
Azalan zamanların, halkların sesini duydum da geldim
Alev alev deride, kırılan başakta, boğazlanan koyunda bilenen kılıcın hararetiyle rüzgarla akan nehirde, geceyle soluyan ayda, keçenin kımıldayan hışırtısında zamanın çıkrıdığını duydum, kaçtım da geldim
Kemerleri köprüleri, dağları ovaları yıktım, aştım da geldim
En sıkışık zamanlara sığdım da geldim
Bağdat’ın yıkılışına, İslambol’un fazilet arayışına uydum da geldim
Dağılan geleceğin imdadına koştum da geldim
İnancın zırhını göğsüme gerdim de geldim
Kurganımı sırtıma kazdım da geldim
Ataların çığlığını ardıma kodum da geldim
Dilimi dinimi, erimi kadınımı, yurt’umu önüme kattım da geldim
Taşından toprağına, suyundan rüzgarına sızdım da geldim
Kükremiş sel gibi bendimi akın akın yıktım da geldim
Sogd’dan, Hoçan’dan, Maçin’den süzülüp Tuğrul kuşunun dişiyle tırnağıyla çığlık çığlığa öttüm de geldim
Bağdat’ın pazarlarında, kale kapılarında mushafın sızladığını duydum da geldim
Latin rakamlı zamanın büğrüldüğünü Konstantin surlarında gördüm de geldim
Tekfur sarayında yeşilin döküldüğünü gördüm de geldim
Büyük Bursalıların donuna büründüm de geldim
Anaç bir ana, ağacımı bağrıma gömdüm de geldim
İsa’nın da Musa’nın da oğullarına Hz. Muhammed aşkına kol kanat gerdim de geldim
Ebu-l Feth’in çağrısını duydum da geldim
Süleymaniye’nin mahyasına her Ramazan’da bir kuş gerekdür, tuğrul donunda ezan oldum da geldim
-Yaşama arzusuyla, ben geldim.

Nev Zuhur Ulema Düğümü
Tarih sahifelerinin sonu yok; söz maden imiş, cevherine son yok.
Arapça ve farsça, ved dahi latince kitaplar düzülüp inci inci; türkçede söylemenin çirkinliğinde tat yok, süs yok.
Alfabe üstadları saf türkçe yazmayı engellesün, türkçe sözü kışladan dışarı salmasün; şiir de bilirim, lakin sözüm alim sözüdür, biline.
Dünya, duvarları devlet olan bir bahçedir. Devletin dili şeriat ola; şeriat olmadan padişah sözünün hükmü hiç olmaa.
Asker olmadan hükümdar zapt idemes; türkçenin kullarından tebaa hiç bolamas.
Tebaanın kulluğu adaletten geçe; Türk’ün gücü bezmden değül, rezmden geçe.
Türkîler karma karışık yaşayıp duru, kitapsız, alfabesiz hep yesün içsün; Osmanlı aşireti hem Maveraünnehr ötesinden, lakin sanki Selçukî boyundan gelir.

Türk Korkusu Düğümü: 16. yüzyıldan
Türkler, şehirleri işgal edip başdöndürücü bir uçurum ve dipsiz bir çukur gibi, ilahi ve beşerî olan her şeyi yutuyor, geniş krallıklara boyun eğdirip soylu şehirlerin ve büyük milletlerin gelişip çiçeklendikleri yerlere dehşet ve ıssızlık getiriyor. Türk’ün bastığı yerde ot bitmiyor. Ben Türklerle ve Türklerin Tanrısıyla ömrümün son damlasına kadar savaşacağım.
Türk, Hıristiyan âleminin bir şu eyaletini bir şu kasabasını yakıp yıkıyor. Krallar idam edilip tüm komşu halklar titriyor. Türklerle savaş kapının eşiğine dayandı. Eğer silahlarımızı kuşanıp düşmanın karşısına dikilmezsek, dinimiz elden gitti gider.
Onlar insan kanı dökmekten başka haz tanımazlar. Bütün dünyayı egemenliği altına almak için fethettikleri halkları kendi dinlerine döndürmek arzusuyla yanarlar.
Hıristiyan âlemi, bölünmeyin, birleşin! Yunanlılar gibi Türk’ün boyunduruğuna girmeyin.
Hıristiyan topraklarındaki üzüm bağları o azgın, vahşi yaban domuzu tarafından eşelenip alt üst ediliyor, ayaklar altında ezilip mahvoluyor. At sürülerinin üstünde saldırmaya hazırlanan şu sıska kırlangıç atağa kalkmadan şahinlere, doğanlara, kartallara dönüp onu parçalayalım.
Koşun, koşun, kılıcı kapın. Mağarasında bizi yok etmenin yollarını arıyan şu azgın ayıyı, kana susamış şu Türk köpeğini kesin.
Çoban mışıl mışıl uyurken, aç kurt ahırın kapısına dayandı ve bir bir çalıyor kilisenin koyunlarını. Kalkın!
Kilisemizi savunalım ve düşmanları gebertelim!
Köpek Türklere çekin silahları!
Uyuyan aslanı uyandırmadan, sakalını keselim.

Tarihyazımı Düğümü
“Türk” (güçlü) adı/sıfatı etnik bir kimliği imlemez. Pek kibar ve de nesnel oldu. Devam: “Türk”, tarihsel ve siyasal bir kavramdır. Türk etnosunun numarası tarihtir.
Türkler ne tarih yazımına, ne, Orhun Taşları’yla kendi dilinde ilk kez söz alan göçebeler olmasına karşın edebiyata, ne de dillerine önem vermiş bir millet değildi. Neden?
Edebiyatla uğraşmaları tarih yapmalarını engeller-diği için mi? “Türk bodun yazuk kıltacı bolgaylar” –dığı için mi? Pek çok giysi değiştirmelerine karşın alameti farikaları bıyık-giysileriyle bir mecazı ısrarla taşıdıkları için mi, yada Türkler tarafından yurt/çadır seçilmiş Anadolu’da hâlâ İslamiyette ısrar ettiklerinden..?
Uraaaannn! Haydaaaa.
İlkbaharda çalsın davullar, zurnalar kösler.
Çadırın ipleri koptu.
Alll-lahallah ya-Allah, laaa-ilahe illallah!
- - düüüüm tek, dümmm tek.
Orkestra!

Beethowen’in 9. senfonisi, “Neşeye Övgü”. Monşer, bu müzik parçasında tuhaf bir dengesizlik mevcut. Bölümün ortasında, ana melodiyi (yani 'neşe' metaforunu) üç orkestral ve üç vokal varyasyon halinde duymamızdan sonra, eleştirmenlerin zihnini son 180 yıldır kurcalayan beklenmedik bir şey olur: 331 numaralı ölçü çizgisinde ton tamamen değişir ve ağır başlı ilahisel ilerleyiş yerine aynı 'neşe' teması 'marcia turca' (Türk marşı) tarzında tekrarlanır; 18. asırda Avrupa ordularının Türk yeniçerilerinden duyup benimsediği ve üflemeli-vurmalı enstrümanların kullanıldığı askeri müzikten alınma metonimik bir tarzdır bu.
Bunun ardından makam karnavalesk bir geçit törenine, alaycı bir gösteriye dönüşür -hatta eleştirmenler marcia turca'nın başlangıcına eşlik eden fagotların ve bas davulların sesini geğirtiye benzetmiştir - -zurna, -nın zaart dediği deliği.
Müzik ses midir, nota mıdır? –Her halukârda ruhun gürültüsü.
“Bellum omnium mater, aynı zamanda medeniyeti imal etmişti” yazdı Fransız geo-ekonomisti, “uygarlığın temelinde baskı vardır” yazan Viyanalı Keçi’den sonra.
Tarih pekala notayla da yazılabilir. Tarih yazıcıları, edebiyatın iki direği metafor ve metonimide ısrarcı. Uygarlığın temelinde ikram vardır, yazamadılar. –Hayda bre!

Hiç yorum yok: