26 Ocak 2011 Çarşamba

Osmanlıda Toplumsal Hayat Mekanları: Bekar Odaları

Osmanlıda Toplumsal Hayat Mekanları: Bekar Odaları

Fayrap, sayı 32, 2010 Ekim


“İstanbul daima fakiri bol memleketti” (Tanpınar, 1960; 247). İstanbul’da perişanlık içindeki toprağından kopmuş “çift bozanlar”, derbeder, Gelibolulu Âli’nin demesiyle “yitik kişiler”, kışladan kovulmuş çavuşlar, “bekar ve çingeniyan taifesi”nden, hammallardan, kayıkçılardan, seyyar satıcılardan, nereden geldiği belli olmayan yoksul işçilerden, işsiz güçsüzlerden oluşan bir kitle her dönemde varolageldi. Bekarlar ve belirli bir evi olmayıp tek başına yaşayanlar hanlarda, bekar odalarında, kahvehanelerde, oda diye adlandırılan, ayrı olarak yada dükkanların üst katına inşa edilmiş mekanlarda barınırlardı. Vakıf tahrir defterleri, vakıf muhasebe kayıtları ve Divan-ı Hümayun yazışmaları, başta Osmanlı konut tarihi olmak üzere “bekar odaları”nı aydınlatacak kaynaklardır. Bu belgelerden edindiğimiz bilgilerden 16. ve 17. yüzyıllarda İstanbul ve Edirne’de, toplumsal katmanlaşmanın barınma bağlamında iki büyük grubu içerdiğini öğreniyoruz. Birinci grup mahalle organizasyonu çerçevesinde yaşayan bürokratik üst sınıfın dışında kalan aileleri içeren geniş kentli topluluğu; ikinci grupsa, sistem içinde “ötekiler” yada “marjinaller” olarak tanımlanan “bekar taifesi”nden oluşur.
1546, 1580 ve 1596 tarihlerinde derlenmiş vakıf tahrir defterleri, Fatih Sultan Mehmed külliyesinin vakfiyesi ve Aya Sofya Camii’nin mufassal muhasebe defterlerini inceleyen Stefanos Yerasimos, bu kayıtlarda yer yer bir toplu konut türününün tarifine rastlar: “on dört süflî evleri ve on dört sundurması ve on dört sofasıyla ve bir su kuyusu ve üç kenif (hela) ve zâte eşcâr-ı müsmire müştemil mülk odaları”; “yedi oda, bir kuyu ve kenefler; her odanın kendine ait avlusu ve zullesi”; “dört hücre, her birinin kendine ait avlusu, sofası ve ve zullesi, kenefler ve müşterek kuyu”; “alt katta altı hücre, her birinin kendi sofası, kenefi ve avlusu; hücrelerden birine bağlı küçük bir hücre, bir kuyu, kapının üzerinde ahşap gurfe”. Bu konutlar, 16. yüzyılda Anadolu’yu yaşanmaz hale getiren huzursuzluklardan ve isyanlardan kaçan çok sayıda göçmeni barındırmak üzere İstanbul’daki vakıfların yaptırdığı bekar odalarının erken örnekleri olarak düşünülebilir (Yerasimos, 2006; 327).
Osmanlı yönetiminde görülmedik bir hızda Batıya, Anadolu dışına taşan yayılma hareketi, Anadolu’da kum gibi kaynayan işsiz ve ekmeksiz insanlar, geçim zorluklarıyla kıvranan kitleler, çift bozan köylüler için önemli bir ekmek kapısıydı İstanbul ve Marmara Bölgesi. Selçuklular döneminde olduğu gibi, şehirlerdeki zanaat ve esnaflığa ticaret hayatının usta-çırak kadrolarını dolduranlar hep köylerden geliyordu. Köylerinden, yurtlarından ayrılanların çoğu “bekardı”; köylerinden kopan bu yersiz-yurtsuzlar için şehirlerde “bekar odaları” şeklinde yapılan hanlar getirisi yüksek bir işletme oluvermişti. Neredeyse tüm önemli Osmanlı şehirlerinde bekar hanları bulunurdu. Bunlar çoğunlukla, isminin çağrıştırdığının tersine, yolcu bekarlar için konaklama yerleri değil, şehirde çalışan evlenmemiş yada evinden kopmuş işçilerin yatakhaneleridir (Karpat, 2002; 50). Bürokratik yönetici sınıf dışında kalıyorsa, ailesiz ve mahallesiz insan, yani tüm bekar erkekler Osmanlı sistemi için, statüsü yasadışı olmayan, ama toplum içine karışması titizlikle engellenen marjinal bir gruptu. Kendi içlerinde homojen bir grup olmamakla birlikte, bu marjinal kesim toplum bütününden yalıtılmış, aile ve mahalle hayatına katılmaları engellenmişti. Dolayısıyla farklı bir barınma mekan ve standartları içinde yaşardı. Bekarların kolektif konutu olan “bekar odaları” kent içinde belirli noktalarda, doğal olarak da bu grupların çalışma alanı olan ticaret merkezi ve yakın çevresinde yoğunlaşırdı. Evliya Çelebi, Seyahatname’sinin “İstanbul içinde bulunan mücerred yani bekar odalarını bildirir” adlı bölümünde “Yolgeçen Odaları”nın hepsinden büyük olduğunu belirttikten sonra Mercan Odaları, Mahmutpaşa yakınında Cephane Odaları, Pertev Paşa Odaları, Süleymaniye’de Hilalci Odaları, Atpazarı’nda ve Büyük Karaman’da kırkar bekarhane, Gedikpaşa Bekarhanesi ve Unkapanı yakınında yedi azepler bekarhanesini anar (Evliya Çelebi, 2006; 281).
16. yüzyılda İstanbul ve Edirne gibi Osmanlı’nın klasik dönem metropollerinde “hücre” (çoğulu “hücerat”) tipi konutlarda çok geniş bir kentli mülksüz kitlenin barındığını görüyoruz. Öyle ki, Edirne’de bu tür bazı odalarda barınanların vergiden muaf (“avarızdan ve tekalif-i örfiyeden muaf”) oldukları da görülüyor. Vergi bile veremeyecek düzeyde bir gelir durumuyla hayata tutunan, latince “proleter” diyebileceğimiz bir kesimle karşı karşıyayız. Minimal koşullarda barınan bir mülksüz kitlenin varlığına pek de şaşırmamalıyız. Tersine, her gün düzenli olarak binlerce kişiye bedava yemek dağıtan imaretlerle dolu dev bir kent İstanbul’da ve diğerlerinde bu yemekleri kimlerin yediğini sormalıyız. Ortada hiç kuşkusuz bir hayırseverlik edimi vardır, ama bir o kadar da hayra muhtaç bir kitle vardır (Tanyeli, 1996). Ortaçağ ve sonrasının Avrupa kenti ise kendi “lümpen”lerinden, “proleter”lerinden kurtulmak isteyen bir kenttir; Braudel’in deyişiyle “burjuva vahşeti”, beslenecek ekstra boğazlara tahammül etmemiştir. Klasik Osmanlı sistemi tam aksine, Antik Roma’dakine benzer biçimde, onları barındırıp beslemektedir. Özellikle 16. yüzyılda en büyük ve en kalabalık kent olan İstanbul’da devasa boyutlarda olduğunu tahmin ettiğimiz bir “artık nüfus” görünürde hayır sahipleri, gerçekteyse kamu kaynakları aracılığıyla düpedüz “iaşe ve ibate” edilmektedir.
İstanbul’da mukim olabilmek, bekar uşağı addolunmamak, şehirli kategorisine girebilmek için evli olmak gerekirdi. Bu nedenle de bekarlar mahalle içine alınmıyorlardı. Dolayısıyla mahallede ikamet edemeyen bu gibi kişilerin çoğu toplu olarak hanlarda, bekar odalarında kalmak zorundaydılar. Hammallar, kayıkçılar ve başka esnaf gruplarının mensupları han ve odalarda, dükkan üzerlerinde yatarlardı. Belgelerden anlaşıldığı kadarıyla yüzyıllar boyunca bu yaşam biçimi aynı kalmıştı. 1553 yılında, ticaretle de uğraşan askerler ve sair kimseler hep birlikte kervansaraylarda yada açıkta, boş arsada yatmaktadır. Hammallar, kayıkçılar vd. iş kollarına dahil bekar gruplar odalarda çoğunlukla kalabalık gruplar halinde barınıyorlardı. Son dönemlerde de bekarlar kahvehanelerde, hatta kahvehanelerin bahçelerine yaptırılan barakalarda barınırlardı (Ertuğ, 2008; 152). İstanbul’un bekar hayatına alışanların bir kısmı, memleketlerindeki aile yaşam tarzının ağırlığını taşımak istemez, memleketlerine geri dönmezlerlerdi.
16. yüzyılın başından itibaren resmi yada özel iş alanlarında eriyemeyecek denli büyük bir kitle oluşturan “bekar ve gurbet taifesi” şehir yaşamını baskı altında tutuyordu. Kendilerine “levend” adı takılan bu insanların başta İstanbul olmak üzere en çok toplandıkları bölge, büyük şehirleri ve çiftlik hayatı, koyunculuk ağırlıklı hayvancılığı ile oldukça gelişmiş olan Marmara bölgesiydi. 16. yüzyılın ortalarında, başkente göçenlerin çoğunluğu bunu kendi istekleriyle mi yapıyordu? Kıt kanaat geçim şartlarına karşı saltanat merkezi İstanbul’un ve yakın çevresinin sağladığı veya öyle sanıldığı geniş geçim olanakları, az çok endişesiz bir hayat özlemi miydi onları çeken? Belki. Sabri Ülgener, bunlardan daha önemlisi siyasi baskıyı göz önünde bulunmak gerektiğini ileri sürer: “Köylüyü çiftini ve orağını bırakarak şehre koşturan başlıca sebep burada aranabilir: Zulüm ve teaddiden, tahammülü aşan vergi yükünden, bir kelime ile kötü idareden kurtulabilmek!” (Ülgener, 2006; 77).
16. yüzyılda mücerred (bekar) ve caba (bağımsız geçim kaynağı olması beklenen bekar köylü) nüfusunun vergi mükellefi erkek nüfusuna oranla daha hızlı arttığı ve artışın Doğu Anadolu’da siyasi-askeri kargaşanın en şiddetli olduğu 1520- 1554 yıllarında daha da yoğunlaştığı, yüzyıl sonuna doğru ise Orta-Kuzey Anadolu’ya yöneldiği görülmektedir (İslamoğlu-İnan, 1991; 174). Endüstrileşme-öncesi kentlerde nüfusun kendini yeniden üretemediği ve bu kentlerin büyümesinin ve hatta varlığını korumasının köylerden gelen sürekli göçe bağlı olduğu düşüncesi genellikle paylaşılan bir kanıdır. Çift bozup toprağını terkeden köylüler şehirlere akın ediyordu. İmparatorluğun en büyük şehri İstanbul göç alan şehirlerin başında geliyordu. Ziraattan başka bir iş bilmeyen bu yığınların şehirde yapabilecekleri işler oldukça sınırlıydı. “Köylerini bırakanların, en çok, Bursa, Edirne, İstanbul çevrelerine yığıldıkları görülmekteydi. Aynı yerlerde, geniş bahçe ekimi ve binlerce koyun sürüleri beslenmesi, (ekabir çiftliklerinde) pek çok ırgat, çoban, hizmetkar ve kul çalıştırmayı lüzumlu kıldığından, Rumeli tarafından kalabalık “Arnavut ve kefere” levendler, buralara gelip doluyorlardı; ucuz ücrete razı olduklarından dolayı da, çiftlik ve sürü sahipleri bunları tercih etmekteydiler” (Akdağ, 1995; 99).
İstanbul bu hareketlilikten payına düşeni alıyor, şehrin nüfusu şiştikçe şişiyordu. Yerinden yurdundan kopan levendler şehirlerde han ve bekar odalarında, dükkan köşelerinde kalıyordu. Devlet kayıtlarında “bekar”lıklarına sıklıkla değinilen bu kişiler “ev ve ocaklarından uzakta kaldıkları cihetle de ahlaki görüşleri kolaylıkla ve çabucak bozulabiliyordu. Onun için kolaylıkla kötü hareketlere tevessül edebiliyor ve fesatlara alet olabiliyorlardı. (...) Bekar levendler şehir içinde kadınlara sataşıyorlar, bazılarını türlü şekilde kandırıyorlar veya fahişelerle yaşıyorlardı” (Cezar, 1965; 137-138).
Toplumun ve tarihin de kenarına itilmiş gerçek bir proletarya, emeğinden başka satacak hiçbir şeyi olmayan bu mülksüz kesimlere tarihçiler, ancak şiddetli protesto hareketlerinde, kıtlık, pahalılık, salgın hastalık dönemlerinde çıkan isyanlarda, kimileyin de ortodoks dini çalkantılarda yer vermişlerdir. İdari yada adli işlemleri gerektirecek mirası yada geliri hiç olmayan bu nüfus kesimi hakkında arşivlerde belge yok denecek kadar azdır. Bu kesim, ancak şikayet üzerine idari memurlar tarafından cezalandırılmaları nedeniyle kayıtlara geçebilmiştir. Arşive, tarihe girebilmek için ya mülkiyete ya da suça sahip olmak gerekmektedir ve onların payına da çoğunlukla suç düşmüştür. Kentin suça eğilimli bu “küçük insan”ları, “yitik adam”lar, “sarışın tarihçiler”in horlayıcı değerlendirmelerine kurban edilen, üretim araçlarından yoksun bu halk kesimi gezici ve geçici işlerle (suculuk, eşekçilik, hammallık, fırıncılık, kürekçilik, sebze meyve satıcılığı, seyyar satıcılık, gece bekçiliği, kapıcılık, hizmetçilik, gündelik işçilik), çoğunlukla sefil “bekar odaları”nda, yırtık pırtık giysileriyle ancak yaşamalarına yetecek kadar beslenebilecekleri koşullarda yaşardı.
İnşaat, fırın, değirmen işçileri vd.nin ücretleri günlük olarak belirlenmekteydi. 1543-1563 yıllarında İstanbul’da vasıfsız inşaat işçisinin aldığı yevmiye 5,2 ila 6,0 akçe arasındayken, hemen hemen aynı dönemde (1547-1564) 1 akçeye alınabilen ekmek miktarı 0,7 ila 0,8 okka (2-2,5 adet ekmek) arasında değişmekteydi. I. Ahmed döneminde, 1613’te 1 akçeye 1,3 okka (yaklaşık 1800 gram) ekmek alınabilmekteydi. Fırın şakirdinin günde 2 akçe yevmiye aldığı döneme tekabül eden bu rakamlar, vasıfsız işçilerin hayat standardı için önemli bir ip uçu veriyor (Demirtaş, 2008; 57). Düz inşaat işçilerinin reel ücretleri 16. yüzyıl boyunca İstanbul’da olduğu gibi Avrupa’nın birçok kentinde yüzde 30 ile 40 oranında düşme eğilimi içinde olmuştur. Düz bir inşaat işçisi, 16. yüzyılda, günlük ücretiyle ya 8 kilo ekmek, ya 2.5 kilo pirinç, ya da 2 kilo et alabilmekteydir. Vasıflı inşaat işçilerininki ise bunun 1.5 ile 2 katı arasındadır (Pamuk, 2007; 170-173). Fırın ve değirmenlerde çalışan işçiler genellikle İstanbul dışından gelen işçilerdi. İşçilerin İstanbul dışından gelmelerinin bazı sakıncaları vardı. Özellikle ücretlerin düşük olduğu dönemlerde birçok işçi memleketlerine firar etmekte, dolayısıyla değirmen ve fırınlarda işçi sorunu yaşanmaktaydı. İşçilerin aldığı ücretler (1740-1840) günümüz asgari ücretlerine oldukça yakındı (Aynural, 2001; 155-159).
Geceleri sokakta, bekledikleri dükkanların, çarşıların, hanların yada evlerin kapı eşiklerinde, “bekar odaları”nda yatıp kalkan çoğu fırıncı, hammal, kayıkçı yada basit zanaat sahibi bu azgelirli ve çoğunlukla taşralı kesim sık sık işsiz kalıyor, kıt kanaat bir yaşam sürüyor ve kent toplumuyla bütünleşememenin sıkıntısını içlerinde taşıyorlardı. Gerek ekonomik açıdan, gerekse barınma açısından “gerçek marjinaller”di. Ve suçlular bu kesimin içinden çıkıyordu. Para çalma, sahtekarlık, adam öldürme, yaralama, arsa işgali, emlake müdahale, soygun, kundaklama, tecavüz gibi.
Adolphus Slade 1837’de bekar odalarındaki yaşamı şöyle aktarıyor: “Böylelerinin amacı para biriktirmek olduğundan genellikle beş veya altısı birlikte kalırlar ve bir kişinin bir günlük kazancının yarısından fazla olmayan aylık 10 kuruşa büyük bir oda tutarlar. Burada herkes kendi yastığını ve halısını temin eder. Genellikle içlerinden birinin akrabası olan yaşlı bir adamı odanın genel temizliğini yapması ve akşam yemeklerini hazırlaması için tutarlar ve verdikleri kiradan biraz fazlasını bu kişiye verirler. Bu yaşlı kimse yiyeceklerin tedariki ve hakemlik vazifelerini icra eder” (Aktaran, Ertuğ, 2008; 162). 1869 tarihli İngiliz konsolosluğu raporlarına da giren, uzaklardan İstanbul’a çalışmaya gelen “bekar”lar 150-350 kişilik “bekar hanları”nın odalarını mesken tutuyorlardı. Bu işçiler, belli bir parayı kazandıktan sonra dönmek umuduyla ailelerini geride bırakmış insanlardı. 1872 tarihli raporda bu meskenlerin genellikle berbat olduğu yazılır. “Ancak zenginler taş ve tuğla (kargir) binalarda oturabilirler. Geri kalan halk tahtadan, çamur ve kireçle sıvanmış entipüften (ahşap) evlerde yaşar. Evlerin kötü bir planda kötü malzemeyle yapılmış olmaları, kanalizasyon diye bir şeyin bilinmemesine rağmen İstanbul’daki en düşük tabakalar bazı Avrupa başkentlerindeki benzer tabakalardan bir ölçüde iyi yerlerde oturmaktadırlar” (Türkcan, 1984; 35-36, 39).
Bekarlığın gizil bir tehlike sayıldığı, toplumsal açıdan huzur bozucu “levend” teriminin 16. ve 17. yüzyıl kayıtlarında sık sık geçmesiyle anlaşılıyor. 15. yüzyılın ikinci yarısından itibaren yayılan levend tabiri 16. yüzyılda, korsan gemilerinde çalışan güçlü, kuvvetli muharip askerler için kullanıldı. Donanma işleri bozulunca bu levendlerden bir kısmı bazı paşaların maiyetlerine girmişler, bir kısmı Anadolu’da topluca gezerek çapulculuğa başlamış ve İstanbul’da oturan ve yerli levend denilen sınıfın bazı edepsizlikleri dolayısıyla Galata, Üsküdar, Eyüp ve Beşiktaş’da çeşitli levend kullukları ihdas edilerek kaldıkları hanlardan, bekar odalarından çıkartıldılar (Uzunçarşılı, 1988; 479-481). Levendin göze çarpan en belirgin özelliklerinden biri dikbaşlılığı ise, öbürü de cinsel açıdan saldırgan oluşudur. Bu dönemde levend teriminin çapkın erkek anlamındaki kullanımı yalnızca bekar ve genç erkeklerle bağlantılı değildi; gönüllü yada paralı asker, bahriyeli anlamında da kullanılıyordu. Yerel bir topluluğa mensup olmayan ve padişahın daimi askerlerindeki sadakatten de yoksun ve köksüz bu gönüllü asker, içgüdü ve iştahın aşırılıklarına daha kolay kapılabilecek bir erkekti. Genç levendlerin enerjisi savaşa yönlendirildiğinde övülen bir nitelikken, toplumsal düzeni korumaya çalışan kent kültüründe cinsel saldırı tehdidini taşıyan dizginlenmemiş enerjisi gizil bir tehlike oluşturuyordu. Bazı bölgelerde bu grubun aile çevrelerinden uzak tutulması amacıyla bekar odaları yada mahalleleri kuruldu. 17. yüzyıla gelindiğinde yaygın bir biçimde, köyünü ve kasabasını terk edip Anadolu’daki güçlü paşa hanelerine kapılanan erkekler için kullanılır oldu (Pierce, 2000; 171-2).
Osmanlı İmparatorluğu’nun temellerine geri dönersek, fetihçi gazilerin çok özel bir yapı içinde örgütlendiklerini görürüz. Bu yapı, “erkek dernekleri” olarak tanımlanabilir. Her iki cins, anacıl toplum düzeni gereklerine uygun olarak, kimi durumlarda, gizli töreleri sürdürmek için ayrılırlar, her grubun ayrı giysileri olur. Kişi belli yaşlarda, belli kapalı gruplara özel törenlerle cemaate kabul edilir. Bugün bile, özellikle görece daha tutucu köy cemaatlerinde, bekarların ayrı bir grup oluşturduklarına, kimi durumlarda sürekli, kimileyinse dönemsel olarak yaşlıların ve evlilerin toplantılarının dışında bırakıldıklarına tanık olunur. Erkek grupları, kadın birlikleri ve “kadın bayramları”, eski seks gruplaşmalarının yeni cemaatlerde de sürüp giden kalıntılarıdır. Şamanizmde gizli erkek dernekleri kadınların egemenliğine bir tepkiydi (Eliade, 1999; 198). Ahi ve lonca örgütlenmesinin “delikanlı sohbetleri”nin çerçevesi bu geleneğin halesiyle kuşatılmıştır (Alangu, 1983 ; 90). Şerif Mardin’e göre, Osmanlı toplumunun bir çok değerlerinin bu savaşçılar topluluğunun törelerine bağlanması gerekir. Bu grupların kadınlara karşı olan tutumu, kadınlarla serbest ilişkilerin gizli olarak savaşmanın üzerinde yıkıcı bir etkisi olduğu şüphesine dayanır (Mardin, 1991; 72-73). 16. yüzyılda açılan ve bir cinsellik pratiğini de bağrında taşıyan kahvehanelerin (Bingül, 2004) şamanik-savaşçı ruhunu koruyagelenler için bir tür “erkek dernekleri” olduğu ileri sürülebilir (Bingül, 2007).
Geleneksel Türk toplumsal bünyesi, çok sayıdaki bekar gençlerin iktisadi yapıyla bütünleşmesi bakımından büyük bir istikrarsızlık gösteriyordu. Esnaf ve zanaatkar kuruluşlarıyla bütünleşmiş durumda olmayan ve büyük bir grup oluşturan bu gençler, Ortadoğu toplumları için sürekli bir dert ve yöneticiler için de sürekli bir endişe kaynağı olmuş görünüyorlar. Halife Nasır, şehirlerde zarar-ziyana sebep olan genç ve işsiz ayak takımının önüne geçmek üzere daimi bir seyyar güç ve gençlik kulübü (fütüvvet) kurmak biçiminde bir çözüm getirmiştir. Osmanlı İmparatorluğu’nda Yeniçeri sistemine eleman devşirmek için kullanılan yöntem de, aynı problemi çözmenin başka bir yolu olmuş gibi görünüyor (Mardin, 1991; 278-279).
Devlet kendi yöneticilerini devşirme yöntemi ile çevresine toplarken onların kanbağı ile oluşturdukları ilişkiler ağını yadsıyıp toplumsal kökenlerini keserek kendine nasıl kul yapmışsa, 16. yüzyıl başında Bektaşileri mücerretlik erkanına (bekarlık kurumuna) bağlamış ve bu zümreyi Yeniçeri Ocağı içinde örgütlemiştir. Mücerretlik erkanı aracılığıyla aile kurarak güçlenmesi engellenen Bektaşiler bir kışla içinde, ailelerinin ve dinsel kurumlarının da oluşmasını engelleyen askeri örgütlenmenin yaşam koşullarında İstanbul’un şehir hayatına nüfuz etmekte zorlanacak ve mahalle ölçeğine giremeyecektir (Işın, 1995; 199). Daha sonra bu erkan kalkacak ve esnaflaşma süreci başlayacaktır. Bekarlık kurumuna bağlı Bektaşiler’in, Yeniçeriler’in bu gelişim süreci kahvehanelerin doğuşuna ve gelişimine eşlik edecektir.
İster medrese hayatına atılan, isterse leventliği seçen köy delikanlıları aile yaşamından yoksundular. 1550’lerde köyde, şehirde, dağda ve bayırda çıkan bütün “harami” levent ve suhte bölükleri tamamıyle bekar insanlardan oluşuyordu. Bursa, Edirne ve İstanbul gibi üç büyük şehirde yirmi-otuz veya daha çok odalı hanlarda üç-beş bekar bir arada kalıyorlardı. Bu durum fuhuşu ve homoseksüelliği de artırıyordu. Bu kadar kalabalık genç kitlenin toplu halde bekarlık hayatı sürerken kırsal hayatın ahlaki ve davranış kalıpları terk ediliyordu. Çiftbozan levend, sekban ve suhteler, dolay çiftlik ve otlaklardan inen çobanlar, büyük şehirlerin çehresini biçimliyorlardı. Kazançlı kira getirdikleri için “bekar odaları” biçiminde yapılan hanlarda yatıp kalkan, çarşı pazarlarda dolaşan, bugünden yarına geçimi bulunmayıp ücretli çalışmaya, eş deyişiyle işçi sınıfını oluşturmaya aday işsiz güçsüz yığınlar bir yanda; göze batacak denli zenginleşmiş tembeller zümresi öte yanda.
Devlet kayıtlarında “bekar taifesi”, Gelibolulu Mustafa Ali’nin kaleminde “yitik kişi”ler diye anılan başıboşlar, çiftbozanlar, ‘efendisiz insanlar’ herhangi bir yere ait değildi; davranışlarından ötürü toplumsal sorumluluk taşıyacak bir üstleri, aileleri, cemaatleri yoktu. Topluluğun bir parçası haline getirilemeyecek, uyumlu kılınamayacak denli kalabalık bir topluluk oluşturan onlar, insan varoluşunun temellerini sarsmaya aday bir tehdit unsuruydular. Bu “yitik”, “kopuk” kişiler, bekar odalarında yatıp kalkan bu yersiz-yurtsuzlar, geçimlerini sağlama becerisinden yoksun çiftbozanlar, toplumsal yeniden üretimin geleneksel mekanizmalarının eskimişliğini dışa vuruyorlardı. Bu; kırsal kesimde doğan, ama kendini kentte açığa vuran bir yoksulluktu, yoksulluğun kentleştirilmesiydi. Bu yeni yoksulluk türü toplumsal düzende sorunlar yaratıyordu.
Bu dönemde devlet kayıtlarında bekar yada “bekar taifesi” diye adlandırılan kişilerde, sözlük anlamıyla “1- Evlenmemiş kimse, 2- Evli olduğu halde ailesinden ayrı, yalnız yaşayan kimse”den öte, sosyolojik bir tiple karşı karşıyayız. 1550’lerde, köyde, şehirde, dağda ve bayırda çıkan bütün “harami” levend ve suhte bölükleri tamamıyle bekar insanlardan ibaretti. 16. yüzyılda bu kadar kalabalık genç kitlenin toplu şekilde sonu gelmeyen bir bekarlık hayatı sürmesi, bunların köyde sahip olduğu davranış ve ahlaki kalıpları sürdürmelerine imkan bırakmıyordu. “Bekarlık İstanbul, Bursa, Ankara gibi büyük şehirlerde ahlakın düşmesine sebep olmakta idi. 1553’te açılan kahvehaneler, levendlerin genç erkek çocuklarla içip eğlendikleri birer batakhane haline gelmişlerdi. Bu sırada Anadolu’nun her tarafında dolaşan “gurbet ve çingeniyan taifesi” güzel kadınlar tedarik ederek levendleri çadırlarında topluyorlar, ‘alet-i lehv u luup’ ile eğlenceler tertip ediyorlardı. Hemen Anadolu’nun her tarafından bunların ahlakı bozduklarına dair şikayetler duyulmakta idi” (Akdağ, 1995; 73-74).
“Mahkemelik olan olayları kayıt için tutulmuş bulunan 1555 (962 H.) tarihli bir defterin gözden geçirilmesi, sözü geçen yıl içinde şarap içmenin ne kadar yaygın olduğunu bize çok iyi anlatmaktadır. Evlerde, kadınlı erkekli gizli toplantılar düzenleyerek şarap içilip zevk edildiğine de bol bol rastlanıyordu. Aynı sıralarda, İstanbul’da da geceleri içildiğini ve bu yüzden birçok olayların çıktığını, başşehrin kadılıklarına ait defterlerin incelenmesinden anlamaktayız.(...) İstanbul mahallelerinde, pek çok fahişe kadınların yuvalandıkları bekar odalarında, levendlerle düşüp kalktıkları, birçok evlerin buluşma yeri olarak kullanıldığı, bazı defa, evli barklı kadınların bile bu işlere karıştıkları, devrin mahkeme ve polis kayıtlarından kolayca öğrenilmektedir. Ayrıca, levendler veya öteki bekar hayatı yaşayan kimselerin (yeniçeri veya sipahi gibi) “hamamda, yolda ve sair yerlerde emret oğlanları levata” ettikleri, hatta bu yüzden bir oğlanın hamamda öldüğü şikayetleri kadıya bildirilmiştir” (Akdağ, 1995; 105- 106).
16. yüzyılın sosyo-ekonomik ortamında doğup gelişen, içkili, eğlenceli sefahat hayatına katılıp işin ticaretini düşünen gezgin çingeneler, bu yüzyılın toplumsal yaşamının vazgeçilmez bir parçasını oluşturuyorlardı (Bingül, 2004a). Devlet kayıtlarında “gurbet ve çingeniyan taifesi” olarak geçen evsiz barksız gezgin bir yaşam süren bu insanlar, satın alıp edindikleri güzel cariyelerden yararlanıp çalgılı, oyunlu eğlenceler düzenliyorlardı. Özellikle büyük şehirlerin elverişli yerlerinde açığa kurdukları çadırlarında geçen bu toplantılara levend, suhte ve öteki ergen (bekar) kimseler pek itibar etmekte, zengin ailelerin delikanlıları, hatta evli erkekler bile kendilerini buradaki yaşama kaptırıyorlardı. Kahvehaneler şehirde mantar gibi çoğalmaya başlayınca çingenelerin kadınlı-erkekli oyuncu grupları buralara girmeye başladılar (Akdağ, 1995; 107). “Meyhaneler, kahvehaneler, bozahaneler İstanbul’un bilhassa bekar odaları, hanları dolu olan semtlerinden başlıyarak yayılmıştı” (Rifat Osman, 1931; 235).
16. yüzyıl İstanbul’unda kentleşmenin, aşırı nüfus şişmesinin ve yoksulluğun artışı, çiftbozanlar, “bekar taifesi” adı altında tehlikeli bir başıboşlar sınıfının yükselişine yol açarken; kapılarını yabancılara en azından taşradakine göre daha kolaylıkla açan ve bu gezginleri, evsizleri, “bekar taifesi”ni içeri alan meyhaneler, bozahaneler, konaklamaya da elverişli hanlar, kervansaraylar ve bekar odalarının arasına, bitişiğine 1554/1555’te, Osmanlı’nın bu erken modern döneminde, yepyeni bir toplumsal hayat mekanı kahvehaneler katılır.


Alıntılanan Yayınlar:

Akdağ, Mustafa (1995) Türk Halkının Dirlik ve Düzenlik Kavgası (Celali isyanları), Cem y., İst.
Alangu, Tahir (1983) Türkiye Folkloru Elkitabı, Adam y., İst.
Aynural, Salih (2001) İstanbul Değirmenleri ve Fırınları, Tarih Vakfı Yurt y., İst.
Bingül, İlyaz (2004) “Cinsellik Mekanı Olarak Kahvehane”, Varlık, Sayı 1158
Bingül, İlyaz (2004a) “Kahvehane ve Eğlence”, Toplumsal Tarih, sayı 126
Bingül, İlyaz (2007) “16. Yüzyıl İstanbul’u ve İlk Kahvehaneler”, Sınırda, sayı 6, İzmir
Cezar, Mustafa (1965) Osmanlı Tarihinde Levendler, İstanbul Güzel Sanatlar Akademisi Yayınları, İst.
Demirbaş, Metin (2008) Osmanlıda Fırıncılık, Kitap y., İst.
Eliade, Mircea (1999) Şamanizm, çev. İsmet Birkan, İmge Kitabevi, Ank.
Ertuğ, Nejdet (2008) Osmanlı Döneminde İstanbul Hammalları, Timaş y., İst.
Evliya Çelebi (2006) Evliya Çelebi Seyahatnamesi: İstanbul, hzl. Seyit Ali Kahraman- Yücel Dağlı 1. Cilt- 1. Kitap, YKY, İst.
Işın, Ekrem (1995) “Osmanlı Dünyasında İnanç Bilgi İkilemi” (Söyleşi), Anatomi Dersleri: Osmanlı Kültürü içinde, YKY, İst.
İslamoğlu-İnan, Huricihan (1991) Osmanlı İmparatorluğu’nda Devlet ve Köylü, İletişim y., İst.
Karpat, Kemal H. (2002) Osmanlı Modernleşmesi, çev. Akile Zorlu Durukan- Kaan Durukan, İmge y., Ank.
Mardin, Şerif (1991) Türk Modernleşmesi, İletişim y., İst.
Pamuk, Şevket (2007) Osmanlı Ekonomisi ve Kurumları, İş Bankası y., İst.
Pierce, Leslie P. (2000) “Ekberiyet, Cinsellik ve Toplum Düzeni”, Modernleşmenin Eşiğinde Osmanlı Kadınları içinde, ed. Madeline C. Zilfi, çev. Necmiye Alpay, Tarih Yurt Vakfı y., İst.
Rifat, Osman (1931) “Memleketimizin Tarihinde Mükeyyifata Bir Bakış”, İstanbul Belediye Mecmuası, sayı 78/6
Tanpınar, Ahmet Hamdi (1960) Beş Şehir, İş Bankası-TTK, 2. Bs., Ank.
Tanyeli, Uğur (1996) “Klasik Dönem Osmanlı Metropolünde Konutun ‘Reel’ Tarihi”, Doğan Kuban’a Armağan içinde, hzl. Zeynep Ahunbay- Deniz Mazlum- Kutgün Eyüpgiller, Eren y., İst.
Türkcan, Ergun (1984) “İngiliz Konsolosluk Raporlarına Göre 110 Yıl Önce İstanbul’da Çalışma Hayatı”, Tarih ve Toplum, sayı 11
Uzunçarşılı, İsmail Hakkı (1988) Osmanlı Devletinin Merkez ve Bahriye Teşkilatı, TTK, 3. bs., Ank.
Ülgener, Sabri F. (2006) Tarihte Darlık Buhranları, Derin y., İst.
Yerasimos, Stefanos (2006) “16. Yüzyıl’da İstanbul Evleri”, Soframız Nur Hanemiz Mamur içinde, derl. Suraiya Faroqhi- Christoph K. Neumann, çev. Zeynep Yelçe, Kitap y., İst.

Hiç yorum yok: