İlyaz Bingül, "Ücretli Çalışma Versus Çalışma", Sınırda, 2008, sayı 12
Ücretli Çalışma Versus Çalışma
Doksan yaşını aşmasına karşın ardarda, beni kıskandıracak “Şimdi” ve “Açınız” adlı romanları yazan Nathalie Sarraute’un “çalışmak eğlenmekten daha az can sıkıcı” sözünü, Enis Batur Köşebent’indeki yazısının sonuna “haftanın sözü” diye iliştirdiği günden bu yana, unutmamak üzre “bugün Allah için ne yaptın” ve Almanların “deha çalışmaktır”ın yanına mıhladım. Norbert Elias’ın Mozart’ın sosyolojik biyografisinde yayınladığı mektupta “çalışmak eğlenmekten daha az can sıkıcı” cümlesinin altını çizerken “kalp kalbe karşıdır” mı dediydim, belki. Hayatı boyunca çalışmamış “iki yüzlü” Baudelaire’in “Apaçık Yüreğim”de “Çalışmak gerek, zevkle olmasa bile en azından umutsuzlukla; çok iyi araştırdım, çalışmak eğlenmekten daha az can sıkıcı ne de olsa” düzyazı-şiirini okuduğumda aklımdan neler geçtiydi, hiç hatırlamıyorum. On yıllardır türkçe kitap okurum; özbeöz türkçe ile “çalışmak eğlenmekten daha az can sıkıcı” diyen bir cümleyi hala okuyamadım. –Bu cümleyi yazmak yoksa bana mı nasip olacak?
O cümleyi okuyamadım, doğru. Ama o çeviri cümleyi okuduğumdan çok önceleri Burhan Oğuz’un 928 sayfalık “Türkiye Halkının Kültür Kökenleri 1”in kapağını açtığımda bomboş birinci sayfada “Çalışanlara” ithafını okumuş - içim serinlemişti; 1220 sayfalık ikinci cildin ilk sayfasında “Bana çalışmayı öğreten Talat hanımın anısına.”yı; 1137 sayfalık ikinci cildin ikinci cildinde “Çalışanlara destek olan eşlere” ithafını okudum. –On ciltlik bir çalışma olacakmış.
Çalışkanlara öykündüm, onları kıskandım mı? Hep imrendiğim, saygı duyduğum kesin. Öyle ki, isim babası olan Mithat Paşa’yı neden sattığı sorusuna pişkin pişkin “bin kayme çok tatlı” geldi diyerek bana örnek olma şansını yitiren ‘satıcı’ kılıklı oportinist Ahmet Mithat Efendi’ye, kırk beygir gücünde yazdığı, yazdığı, yazdığı için yeterince, hakkınca kızamadım bir türlü.
Tembel yaratıkları hiç sevemedim. –Sen zaten kimi sevdin ki İlyaz, denilebilir. Neyse.
‘Çalışma’yı hep önemsedim. Bataille’ın “çalışma, kesinlikle, insan varlığının özüdür” deyişine yürekten katıldım. Eros’un Gözyaşları’nda söz alan Bataille’a göre: Çalışma, her şeyden önce bilginin ve aklın temeli olmuştur. Hayvan çalışma aracılığıyla insan olmuştur. İnsan varlığını, şu an olduğumuz akıllı hayvanı oluşturan çalışmadır. Michelangelo ve Leonardo gibi dahiler için de çalışmak, özgünlük ve zafere giden yoldur; bir ödev yada ceza olarak görülmeyen çalışma, ufkumuzu, sınırlarımızı aşmamızı sağlayabilir. Diderot ve Rousseau gibi burjuva düşünürler de çalışmayı yalnızca para kazanmanın bir aracı olarak değil, ‘insanın kendisi olması’nın bir yolu olarak tanımlar. Öte yandan, hayatı boyunca bir işte çalışmayıp kendini sanat/roman çalışmalarına adamış ünlü Fransız burjuvalarından Flaubert’in “çalışmak aptallaştırır”ına da o kadar yürekten katılırım. Peki nasıl oluyordu da çalışmak insanı bir yandan oldururken bir yandan da eblehleştiriyor, alçaltıyordu.
Flaubert’in sözünü ettiği çalışma, ücretli çalışmaydı. Bataille’ınki ise ücretli çalışma olamazdı. Olamazdı, çünkü ücretli çalışma insanın özü olamaz yada dünyanın en murtaza filozofu dahi “ücretli çalışma insanın özüdür” türünden bir düşünce ileri süremez. Süremez, çünkü ücretli çalışma insanı hayvanlaştırır, hayvanlaştırır. İnsanı siler. İnsandan en ufak bir iz kalmaz. Sözün gelişi insan dediğimiz o şeyden bir iz ola ki hala kalırsa, hiç tereddüt etmeden o silinmiş şeyimside kıpırdaşan o izleri yok etmeliyiz.
Demek ki, çalışma ile ücretli çalışmayı birbirine karıştırmamalı, karıştırmamalı tersine kapkalın bir çizgiyle birbirinden ayırmalıyız.
İnsan, insan olduğu andan itibaren çalışmaya mahkumdu, doğru. Burada özellikle vurgulamamız gereken, artık çalışma ikiye bölünmüştür. Çalışmanın tarihinde çalışmayı yutan bir milatla karşı karşıyayız: Ücretli çalışma. Eliade’nin belirttiği üzre, geleneksel/modern öncesi toplumlarda emeğin dinsel, kutsal ve ibadet boyutu vardı. Günümüz çağdaş/kapitalist sanayi toplumlarında, emek tam anlamıyla sekülarize edilmiş durumdadır. Özellikle fizik ve kimya bilimleri, ardından astronomi, biyoloji sayesinde doğayı fetheden insan, zamanın kölesi olmaktan çıkıp doğanın rakibi olmuştur. Uygulamalı zekasını, çalışma kapasitesini ve ekonomiyi kendi özü belleyen modern insan, zamanın görevini üstlenmektedir. İnsan, tarihinde ilk kez, önceki toplumlarda çalışmayı katlanılır kılan kutsal boyut olmaksızın, doğadan daha iyi ve daha hızlı yapma görevini üstlenmiştir. İnsan emeğinin, diyor Eliade, bu şekilde kökten sekülerleştirilmesinin, ateşin kullanılmaya başlanması ve tarımın keşfi ile karşılaştırılabilecek derecede önemli sonuçları olmuştur.
Bugün, ücretli çalışma benim saygı duyduğum ‘çalışma’yı yerinden etmiş ve geleceği kapsayan en önemli, hatta birincil sorundur. Bugün ne sömürü, ne faşizm, ne soykırım, ne küresel ısınma, ne medeniyetler çatışması vb. değil, bu sorunlara yol açmasıyla da en büyük sorun olarak önüme dikiliyor ücretli çalışma.
‘Çalışma’yı eskisi denli önemsemiyor, üzerine kafa yormuyorum, onun yerine ayak direme, “yapmamayı yeğlerim”, direniş, suç üzerine kafa yormalıyım. Şu sıralar insanı insana çağıracak ‘öz’ün... -Sözcükler ağzımda düğümleniyor –Yazmamayı yeğliyorum.
Yeryüzünde Zaman’a sahip biricik varlık insan. En büyük zenginliğimiz zamanı, bize bahşedilmiş en büyük armağan yaşamı, bir hapishaneden hiçbir farkı olmayan atölyelerde, bir işkencehaneye dönüşen ofislerde, aklı, heyecanı, geleceği ve geçmişi de yakan en çağdaş gaz odası fabrikalarda, gökdelenlerin iş(kence)liklerinde ücretli çalışmayla yok ediyoruz. Bu yokoluşa evet diyen yokolasıcılar (: patronlar, müdürler, işçiler, anneler, babalar, karılar, kocalar, tarihçiler, din adamları, filozoflar...), razı gelenler, evet yok olsun.
Bir meta gibi alınıp satılan emeğe, emekçinin kendini ifade edemediği ve sermayeye değer kazandırmaktan başka hiçbir işe yaramayan çalışma’ya evet diyenler masum değildirler; emekçilerin üzerinden yaşam silici sömürgenlerin ceza ortağıdırlar. –Hiçbir ceza suçsuz kalmamalı.
Bataille’ın o yakışıklı sözü “insanın özü çalışmadır” üzerine kafa yormuyorum artık. Çünkü ücretli çalışma ‘çalışma’ya, “insan”a karşı. Yunus Emre’nin müthiş öngörüsü ile söylersek: “Başında aklı olan ücret ile iş etmez”.
-Ayak diremek çalışmaktan daha az can sıkıcı.
II
Çalışma bir lanettir, cezadır. Adem’in işlediği günahının ardından tanrısal mahkumiyet Tekvin’de ifadesini bulur: “Toprak senin yüzünden lanetli oldu; ömrünün bütün günlerinde zahmetle ondan yiyeceksin”. Ardından Pavlus’un ünlü şu kanırtıcı cümlesi gelir: “Bir kimse işlemek istemezse, yemek de yemesin”. Günümüz türkçesi ile: Çalışmayana ekmek yok.
Hıristiyan düşünce için çalışma insanın temel faaliyetidir ve insan çalışması tanrısal yaratının yeryüzündeki devamıdır yollu argümanlar Kutsal Kitap’taki bazı metinlere ve bu sorun hakkında kilisenin geliştirdiği en yeni tavırlara dayanır. Öyle ki “Fabbrica” bina anlamına gelir, Eski Latin ve Rönesans anlamında insanın zamana yayılmış yapı yapma etkinliğidir. Bugün de Milanolular katedrallerine “la fabbrica del dom” der ve bu sözle kilisenin yapımının hem büyüklüğünü hem de zorluğunu, yapım süreci zaman içinde devam eden tek bir bina fikrini kastederler (Rossi, 2007; XVI).
Hıristiyanlığa gönderme yapmaktan kaçınan hümanist düşünce akımı da aynı kavrayışı savunur ve çalışmayı insanın yaratıcı özgürlüğünü en yüksek noktada ifade eden insan faaliyeti olarak görür. Marx ve Proudhon’dan bu yana emek kavramı evrensel bir toplumsal değer, felsefi bir kavram haline geldi. Marksist düşünce de çalışmanın merkezi bir kategori olduğunu ve insanın özünü oluşturduğunu kesin bir dille savunur. Güya kapitalizme karşı marksist esinli muhalefetin gelecekteki sınıfsız toplum tasavvuru dahi eksiksiz biçimde fabrika düzeneğiyle uyumlu bir toplum imgesi sunar. Hıristiyan, hümanist ve marksist düşünce halkaları bir zincir oluşturur: “Çalışma insanın özüdür”ünü meşrulaştırır. Nazi toplama kampları da bu düşünceyi paylaşır, Auschwitz’in girişindeki tabelada “Çalışmak özgürleştirir” yazılacaktır. Fabrikalara diri diri tıkılan endüstri proleteryasının çalışma koşulları Rönesans döneminde çalışmaya verilen isimle, tripalium’la birebir uyuşur. Çalışma anlamına gelen tripalium, aynı zamanda üç kazıklı bir işkence aletinin adıydı ve bu sözcük rahatsızlık, eziyet, ıstırap ve aşağılanma anlamlarını taşıyordu.
Modern bürokrasi, rasyonel düşünce, verimlilik ilkesi, bilimsellik ideolojisi, araçsal akıl, ücretli emek vb. temeller üzerine inşa edilen fabrika sisteminin sıradan bir uzantısıydı Auschwitz. Mal üretmek yerine, ham madde insanlardı ve son ürün ise ölümdü. Modern fabrika sisteminin en önemli simgesi olan bacalar insan etinin yakılmasıyla oluşan keskin dumanlar püskürtüyordu. Modern Avrupa’nın çok mükemmel organize olmuş demir yolu ağı, toplumsal mühendisliğin icadı fabrikalara bu kezinde yeni bir tür hammadde taşıyordu. Kitlesel üretim hattı ve onun evrensel bol bol madde düşüncesiyle, toplama kamplarında uygulanan teknoloji ve onun bol bol ölüm düşüncesi arasında, rastlantısal benzerlikten çok daha fazla zorunlu bir bağlantı vardı (Bauman, 2007; 21-22). Topraktan koparılan “özgür emek”in işçilerini diri diri bağrına basan fabrika düzeneği, bu kezinde “işçi sınıfı olmayan tek halk” Yahudilere kucak açıyordu.
Modern antisemitizm Avrupa ülkelerinde doğdu. Kentleşme, sanayileşme süreci, sınıf kavgası, sanayi proletaryası, kapitalist sınıf olmadan modern antisemitizm düşünülemez; Türkiye’de bunlar yoktu (Levi, 1998; 32-33). Avrupa medeniyeti buhar kuvveti, donanımlı ordular, zenginlik demekti. Ama bunun arkasında da kapitalist değişimin sancıları, her şeyin yıkıldığı bir Avrupa vardı. Sanayi devrimi diye adlandırılan dönemde, köyler boşaltılmıştı. İnsanlar yollarda ölüyorlardı. İngiltere'de ticari genişleme, araziyi çitleme hareketi, Sanayi Devrimi'nin ilk yılları hep darağacının gölgesinde meydana gelmişti. İdamların büyük çoğunluğu mala karşı işlenen suçlardı. Yoksulllar ülkede haklarını kaybetmişlerdi ve sefaletleri, yetersiz koruma önlemleri yüzünden suça itiliyorlardı. Küçük esnaf yada ustalar, borç nedeniyle hapse düşmek korkusuyla gayrimeşru işlere ve sahtekarlığa itiliyordu. Hoş bir manzara değildi ve Britanya halkı tüm Avrupa'da kargaşalı haliyle tanınıyor, Londra ahalisi yabancı ziyaretçileri itaatsizliği ile şaşırtıyordu (Thompson, 2004 100-101). 19. yüzyılın Londra’sı bizim Tanzimatçıları da korkutmuştur. Çünkü ahalinin önemli bir çoğunluğu hırsızlık ve fuhuşla geçiniyordu. Geçen asrın Doğulusu –ki bunların başında Türkler gelir- bu tip bir değişimi istemiyor, bu dünyaya çok şüpheyle bakıyordu (Ortaylı, 2007; 35).
Tarımsal toplumda çalışma bedenseldi ve küçük zanaatkar temelli çalışma ilişkileri kapitalizmin ücretli çalışma düzeneğine kapalıydı. Zanaatkarlar ve esnaf kapitalizmin çalışma mantığına direnirse önlerinde birkaç seçenek vardır: Asimile olmak, göç etmek yada katliam, tehcir, aşağılama gibi yollarla “temizliğe” tabi olmak. Bu, 20. yüzyılda tanık olduğumuz süreçlerdir. Tarımsal bir imparatorluk olan Osmanlı İmparatorluğu Batılılaşma deneyiminden modernleşme sürecine adım atarken, bu sürece direnen zanaatkar kesim acımasızca yok edilir. Devlet eliti “etnik olarak Türk değildi. Elbette elit tabaka Türkçe konuşuyordu. Türkçe konuşması yalnızca bir tesadüftü. Siyasal elit görece gerilemeden kurtulmanın yolunu arıyor ve dayanacağı bir etnik grup bulma gereğini duyuyordu. Siyasal elitin etnik bir gelin araması gerekiyordu. Anadolu köylülüğü buna uygundu. Gelin çevresinde olup bitenlerin farkında değildi” (Gellner, 2005; 197). Osmanlı İmparatorluğu’ndan Türkiye Cumhuriyeti’ne geçilen bu süreçte anti-kapitalist bir sistemle “seri üretime hayır” diyen küçük imalat sektörünün zanaatkar kesimi Ermeniler kıyıldı. Atatürk’ün 16 Mart 1923’te, Adana’da, Türk Ocağı’nda, Esnaf Cemiyeti’nin çayında yaptığı konuşmasında dediği üzre “sanatsız(*) kalan bir milletin hayat damarlarından biri kopmuş demektir”. 1915’de tohum halindeki Cumhuriyetin eli kesilir. Aynı konuşmasında Atatürk muasır medeniyet yolundaki Türkiye’nin hedefine değinecektir: “Bugünkü tezgahla Amerika ve Avrupa’ya karşı mücadelenin nasibi mağlubiyettir... /... Bu memnuniyet ve saadetim asıl siz sanatkarların ufak dükkanlarınız yerine muhteşem fabrikalar yapıldığını gördüğüm gün, en hakiki ve en yüksek derecesini bulacaktır” (aktaran Fethi Naci, 1998; 162).
17. yüzyıldan başlayarak toplumsal ilişkilerimizi baştan aşağı yapılandıran, modern yaşamın merkezine oturan çalışma’nın insanı nasıl ezdiğini, yok ettiğini gören modern Yahudi-Hıristiyan düşüncesi çalışmanın dönüşüm geçirmesini savunur, ne ki bu müdahale “eşit işe eşit ücret”, yada “adil ücret” talebinden öte gitmez. Bu; çalışmayı bir alet olarak kullanan, onu para yada sermaye gibi fetişleştiren, onu alınıp satılan bir meta gibi gören modern toplumların üzerinde inşa edilen mevcut düzeni savunmaktan, ücretli çalışmayı meşrulaştırmaktan başka bir şey değildir.
Ücretli emek toplumsallığın gerçekleştiği bir toplumsal ilişkiler örgüsü, toplumsal ilişkilerin hakikati, odağı oluverir. Üretim unsuru olan emek doğrudan doğruya zenginlik üretmenin yolu olarak görülür. Kitlesel işçi figürünün ortaya çıkış dönemine tekabül eden emek ve sermaye çözümlemesinde, emeğe işçinin değil, sermayedarın görüş açısıyla bakan Marx, gelecekteki kötülüklerin nedenini emeğin bu çarpıcı dönüşümünde görür: emek yabancılaşmıştır artık. Çalışma artık, antropolojik bir kategori, yani insan doğasının yada tüm uygarlıkların ortak paydada birleştiği bir değişmezi değildir. Tersine insanı silen, yiyip bitiren bir canavara dönüşen tarihsel bir kategori ile karşı karşıyayız.
Ücretli emek ezelden beri varolagelmedi. Ama nasıl ve ne oldu da çalışmayı kişisel ve toplumsal yaşamımızın merkezi kabul ettik? Şöyle oldu: Zenginliğin mutlak anlamda arzu edilen bir şey olduğu fikri Adam Smith ve ardıllarında açık seçik bir hal aldı. Zenginleşme tutkusunun mahkum edilmesinin yerini, zenginliği arttırmayı hedefleyen deneyim, araştırma, deneme ve teoriler çılgınlığı aldı başını gitti. Onaltıncı yüzyıl İngiltere’sinde güç ve zenginliğin işareti başkaları tarafından hizmet edilmekti. Bir kişinin kendisinden daha güçsüz, daha incinebilir olan ötekilerin emeği sayesinde beslenme düşüncesi İngiltere’de, işgalci bir kimliği değil bir beyefendiyi tanımlardı, çünkü “diğer insanların alın terleriyle yaşamak” beyefendilerin gıpta edilen talihleriydi (Greenblatt, 2001; 44). Adam Smith’i büyüleyen şey ise, doğru olarak örgütlenmiş insan emeğinin katbekat değer, zenginlik yaratma potansiyeliydi. Çalışma/emek zenginliğin biricik kaynağıydı! Çoğaltma, taklit ve yeniden üretim, binlerce kez kullanılan yöntemlerin binlerce kez amaçlanan aynı hedefe varma, çalışmanın tarihinde baştan beri temel yeri tutuyordu. Çalışmanın karakterinde yeni olan, zenginliği üretmesiydi. Bundan böyle insan emeği ekonomi politiğin baş aktörü olarak sahneyi düpedüz işgal eder, Antik Yunan’dan Roma’ya, ortaçağ ortalarına dek aşağılanan, göz ardı edilen çalışma birden bire tüm 18. yüzyıl eserlerinde boy atar. Smith’in derdi çalışmanın doğası değildi; emeğin genel mübadeleyi sağlayan töz olduğunu keşfetti: Çalışma/emek zamanın ta kendisi idi, zaman emeğin hammaddesi, nihai oluşturanı idi. Bir tarlayı ekmek, mobilya yapmak, elbise dikmek, duvar örmek arasındaki ortak özellik neydi? Emek! Çalışma kavramını başımıza, kıçımıza sokanlar emeğin mübadelenin temeli olacak, hesap edilebilir ve ölçülebilir niteliğini keşfettiler. Çalışmanın/emeğin özü zamandı. Ve tabiki THE TİME İS MONEY!
Batı’nın 18. yüzyılı, çalışma ilişkilerinde niteliksel bir değişime uğrar. Bu, imalat ve ticaretin kapsam ve hacminde meydana gelen bir artışla sınırlı değildir. Fabrikanın ve saatin disiplini. Tekstil fabrikaları ve mühendislik atölyeleri başta olmak üzere endüstrilerde yeni zaman disiplini bütün şiddetiyle uygulanır, zaman etrafındaki çekişme daha yoğunlaşır. İngiltere’de ilk kuşak fabrika işçilerinin kafasına ustaları tarafından zamanın önemi kakılır. Endüstriyel olmayan kurumların başında gelen okullarda “zaman tutumluluğu” öğretilir. Püritanizm sanayi kapitalizmiyle yaptığı mantık evliliğinde, insanları yeni zaman değerlerine alıştıran ve vakit nakittir denklemini aşılayan bir ajan olarak iş görür (Thompson, 2006; 475-491). Bu zaman kavramı yeni bir edebi türün, piyasa toplumu ve burjuvaziyle işbirliğine giren romanın da müjdecisiydi.
19. yüzyıla gelindiğinde emek insanın özü olarak görülmeye başlar. Büyük bir dönüşüme maruz kalan emeğin/çalışmanın, insanın özü olduğu fikrini felsefi olarak temellendiren idealist bir felsefe gelişir. En baba temsilcisi Hegel’dir. Tinin Görüngübilimi’nin önsözünde çok açık yazar: “Çağımızın bir doğuş ve yeni bir döneme geçiş çağı olduğunu görmek zor değildir. Tin şimdiye değin içinde varolduğu ve imgelediği dünya ile bozuşmuştur ve onu geçmişe gömme düşüncesini taşımaktadır: artık kendi öz dönüşümünün emeği (çalışması, İB) içindedir. (...) Tin usulca yeni şekline doğru olgunlaşır, önceki dünyasının yapısını parça parça çözer, ve bunun sarsıntısı tek tük belirtilerde sezilir; kurulu düzende yayılan kayıtsızlık ve can sıkıntısı, bir bilinmeyenin belirtisiz önsezisi, -bunlar yaklaşan değişimin müjdeleridir” (Hegel, 1986; 26). Hegel’in ilgilendiği çalışma, gözleri önünde manifaktürde cereyan eden emek/çalışma değil, tinsel faaliyettir. Tin, Tarih’in ve doğanın son kertesine kadar durmaksızın çalışır; amaç, tümüyle tinselleşmedir. Descartes ve Bacon’da temelleri atılan doğayı bütünüyle insani bir dünya haline getirme, düzenleme istiği Hegel uğrağında meşrulaştırılır. Ardılı Marx’ta da, Hegel’le aşık atacak denli, doğal olana karşı bir kin, doğayı egemenliği altına alma isteği vardır. Doğadan söz eden dil 17. yüzyıldan beri askeri kavram ve metaforlarla doldurulmuştu: Doğa fethedilmeli. Diderot partisyenlerle teorisyenleri doğayı fetih ve itaat altına alma ortak paydasında birleşmeye davet ederken, Fransız neferi Descartes usun ilerleyişini doğaya karşı açılmış bir dizi muzaffer savaşa benzetti. Kültürün/Felsefenin bir başka yılmaz savaşçıları Claude Saint-Simon ve August Comte, aralarında ciddi fikir ayrılıkları olan Marx’ın tarihi gelişimi “insanın doğa üzerindeki egemenliğinin durdurulamaz ilerleyişi” olarak tanımlamasında hemfikirdirler (Bauman, 1999; 19).
Tarımsal ve el zanaatlarına dayalı ekonomiden, sanayi ve fabrika üretiminin hakim olduğu yeni bir ekonomik örgütlenme biçimine geçişi sağlayan Sanayi Devrimi çağdaş kapitalizmin tarihinin başlangıcı sayılır. Günümüzde ise sanayileşme teknolojik gelişme temelinde tanımlanıyor. Hammaddeyi dönüştürmeyen, hatta hammaddeye dokunmayan, spekülatif yatırımlara yönelen sermaye miktarı gitgide artıyor. Makine ve teknoloji azın azın insanın yerini aldıkça insanın çalışma zamanı artık zenginlik üretiminin biricik ölçü birimi olmaktan çıkar. Dünyanın en büyük endüstriyel şirketlerinin, örneğin Siemens, finansal yatırımları üretim faaliyetlerinden çok daha fazla kazandırıyor. Servet edinmek için emek artık elzem değil. Uygarlığın seyri boyunca, kölelerle yapıldığında başlangıçta oldukça verimsiz olan çalışma giderek daha üretken hale geldi ve daha kolaylaştı. Bugün emeğin üretkenliği, 1950’li yıllardan beri, hızla arttı. Giderek daha az insan emeği kullanarak daha çok üretebilecek durumdayız. Çalışmanın üzerimizde uyguladığı baskının ve kısıtlamaların gevşemesi nihayet mümkün görünüyor. Acaba gerçekten öyle mi? Teknolojik gelişme boş vakitleri ve özgürlük alanlarını arttırmıyor, işsizliği katlıyor ve korku tohumları ekiyor. Korku her yana yayılıyor.
İkinci Dünya Savaşı’nın ardından Batı’da neoliberalizmin emek ve sermaye arasındaki yoğun mücadeleyi gerilettiği ileri sürülebilir. Kapitalizmin bu “altın çağ”ında düzenli sermaye birikiminin ve uyumlu işçi ilişkilerinin yaşandığı bir süreç başladı; merkezdeki kapitalist ülkelerde işçiler yeni işler elde ettiler, ücretleri arttı, sosyal hizmetlere sahip oldular, sendikalarda örgütlendiler vb. Özetleyin Batı’daki işçiler II. Savaştan güçlenmiş olarak çıktılar. Ve yine bu dönemde kitlesel işsizlik heyulası bizzat kapitalist politika yürütücülerini korkutmaya başladı, çünkü işsizliğin olağan kapitalist sistemin ayrılmaz bir parçası olduğu anlaşıldı (Munck, 2003; 40-42). Günümüzde kimi ekonomi uzmanları ve politikacılar istihdamın öncelikli olmadığını ileri sürüyor, üretkenlik artışının insan emeğini işe yaramaz kıldığını düşünüyor. Bu kezinde toplumsal kötülük, huzursuzluk kaynağı olarak görülen işsizlik kategorisinin hortladığı, modern toplumlarda işsizlik heyulası katı olan her şeyi silip süpürebileceği, toplumu kemirdiği, işsizliğe maruz kalan bireyleri suça sürüklediği ve işsizliği toplumları öngörülemez tepkilere yönelten bir kanser olarak gördükleri için istihdamı arttırmaya yönelmeleri, bir başka deyişle çalışmayı meşrulaştırmaları ücretli çalışmanın bir kanser olduğu gerçeğini ortadan kaldırmaz, olsa olsa biraz daha öteler. Bu kezinde insanları işsizlikle korkutarak çalışmayı ayakta tutarlar. İşsizlikle beraber iş güvencesi eksikliği de her geçen gün dünyaya salgın bir hastalık gibi yayılıyor. Üstün nitelikli meslek sahipleri dahi istikrarsızlığa ve belirsizliğe mahkumlar. 18. yüzyılın Sanayi Devriminden 21. yüzyılılın “Küreselleşme Devrimi”ne gelindiğinde, çalışanların işlerinde ve dahası hayatlarındaki belirsizlik, güvensizliğe koşut, işgücünün esnekliği adı altında geçici, kayıt dışı çalışma biçimlerine doğru bir hareket gözleniyor.
Modern zamanlarda düzenli çalışmaya itilen yoksulları içine çeken fabrikaların “üretici toplum”undan” tüketim estetiğiyle yönlendirilen “tüketici toplum”a geçildiğinde seri üretim artık kitlesel emeğe ihtiyaç duymuyor. Bir zamanlar “yedek sanayi ordusu” olarak görülen yoksullar, felsefenin de, sanatın da dışladığı “defolu tüketiciler”e dönüştürüldü. Artık emeklerine ihtiyaç duyulmayan bu ‘artık’lar ne olacak? Emeğine bile ihtiyaç duyulmayan bu yoksulların bedenlerini nasıl zapturapt altına alacağız, nasıl yok edeceğiz? –Yeni bir felsefeye ihtiyacımız var. Felsefeciler uyuyor mu? Liberal totalitarizmin olmazsa olmazı faşizme bir kez daha acilen ihtiyacımız var.
Modernleşme süreci tarımdan endüstriye geçişle tanımlanırken, modernizm sonrası, ABD başta olmak üzere özellikle merkez kapitalist ülkelerde emeğin endüstriden hizmet sektörüne (sağlık, eğitim, finans, bilişim, iletişim, medya, eğlence, reklam, hukuk vb) kaydığına tanık oluyoruz. Hizmet sektörü daha bilgi-yoğun, maddi-olmayan emekle kendini gösterir. Yeni global düzende maddi-olmayan emeğe yalnızca ekonomik değil, öncelikle politik sebeplerle yatırım yapmak gerektiğini vurgulayan ABD’nin Clinton hükümeti döneminin çalışma bakanı Robert Reich’e göre “uzun dönemde maddi-olmayan emek ürünleri her ülkenin canalıcı malvarlığıdır: bilimsel ve teknolojik araştırma, işgücünün eğitimi, yönetim geliştirme, iletişim, elektronik finans şebekeleri. Düşünsel emek evreninde, araştırmacıları, mühendisleri, bilgisayar bilimcileri, hukukçuları, bazı yaratıcı saymanlıkları, yönetim müşavirlerini, mali danışmanları, siyaset yazarlarını, gazeteciler ve üniversite profesörlerini buluruz” (aktaran Bove ve Empson, 2007-2008; 190). Reich’ın andığı kurumlar ve kişiler aynı zamanda mücadele alanımızı da işaret ediyor.
Amacı tüketici inşa etmek olan bu post-endüstriyel sürecin en belirgin özelliği her türlü üretim hizmet üretimi haline geliyor, öyle ki endüstriyel imalat dahil. Emek/Üretim enformatikleşiyor. “Küresel hiyararşide orta düzey konumlar için rekabet endüstrileşme üzerinden değil, üretimin enformatikleşmesi üzerinden yürütülüyor” (Negri, 300). Günümüzde enformasyon ve iletişim, üretim süreçlerinde asli bir rol oynamaya başladı. “Enformasyon ekonomisi”ne geçiş zorunlu olarak emeğin niteliği ve doğasındaki değişimi de ardı sıra getiriyor. Hizmet üretimi ortaya maddi ve kalıcı bir ürün çıkarmadığından, bu üretim sürecindeki emek “maddi-olmayan emek” olarak adlandırılıyor. Bilgisayar ve iletişim devrimi emek pratiklerini kökten değiştiriyor. Sermaye mekanını küresel ağın bir başka noktasına kolaylıkla taşıyarak emeğin pazarlık gücünü zayıflatıyor, sözleşmesiz çalışma, evde çalışma, yarım gün, parça başı, esnek çalışma biçimleri uygulamaya sokulabiliyor.
Tarım modernleştikçe, üzerinde serimlenen çalışma ilişkileri, disiplin, teknoloji ve ücret ilişkileriyle arazi, dahası toplum bir fabrika haline gelmişti. Endüstriyel ekonomiden enformasyon ekonomisine geçişin ilk coğrafi sonucu üretimin merkezsizleşmesidir. Fabrika kent merkezlerine kitleler halinde göçü kışkırtmıştı. Endüstriyel seri üretimin etkililiği, fabrika mekanı yaratmak ve ulaşımı kolaylaştırmak için, üretim unsurlarının yoğunlaşmasına ve birbirine yakınlaşmasına bağlıydı. “Artık fabrikalar çeşitli bölgelere dağılabiliyor. Çalışanların tam anlamıyla yeni enformasyon teknolojileri kullandıkça bazı sektörlerde fabrika mekanı ortadan kalkmıştır. Enformasyon ekonomisine geçişle birlikte, üretim bandının yerini üretimin örgütsel modeli olarak ağ almış”tır (Negri, 307). Üretimin enformatikleşmesi ve maddi-olmayan emeğin ortaya çıkışının sonucu, somut emeğin heterojenliği azalmaya yüz tutup işçi emeğinin nesnesinden daha fazla kopuyor ve emek süreçlerinde homojenleşme kendini gösteriyor. Üretim aracı artık nerdeyse, ne sermaye, ne doğal kaynaklar (toprak, madenler vb.), ne de emektir; bilgidir.
Sınıf mücadelesi, özetle, kapitalist gelişmenin motoruydu; emek bu üretim sürecinin en içsel unsuru ve sermayenin asıl kaynağı idi. Bugünse emek pratiklerinin gerek biçimlenişi gerekse uzamı değişmiştir. Kapitalist sömürü ve tahakküm ilişkilerinin nesnesi fabrika ve onun özgün üretici faaliyetleri ile sınırlı olmaktan çıkıp toplumsal alanı tümden kuşatmıştır. Şimdi sorun, Negri ve Hardt’la birlikte söylersek, isyan edilecek düşmanın nasıl belirleneceğidir.
Bana göre bugün, eğitimli kesim, türkçede “iyi eğitim almış” deniyor şu günler, savaşmamız gereken birinci dereceden düşmanlarımızdır. Gazeteci-televizyoncular başı çekiyor, eğlence endüstrisinin sanatkarları, plastik sanatçılar, müzikçiler ve sinemacılar kuyrukta bekleyenler, ana okulundan üniversitedeki proföserine “iyi eğitim almış”lar cephede yerini alıyor. Bu adamlar vd. geleceğin en süzme faşistleri olarak toplumu takahküm altına alacaklar, aldılar, alıyorlar.
Liberal/Global totalitarizmin ücretli muhafızları öbeğinde yer alan sanatçılar (plastikçileri, müziksiyencileri, sinemacıları başta olmak üzere), ana okulu öğretmenlerinden üniversitede kürsü akrobatı profesörlerine varıncaya dek uzun ve de güçlü bir zinciri oluşturan “iyi eğitim almış”cılar ve bu saydıklarımızdan daha aşırı muhafazakar fundamental “düşünce özgürlüğü” gardiyanları gazeteci, gazetevi-yazar, gazetevi-siyasetçi, gazeteden-zengin, gazeteci-emlakçıya varana dek geniş ve pişkin bir başka yelpazeyi oluşturanlar hep birlik olup kültürü, toplumu yelleyen, maddi-olmayan/enformatik emek yelpazelerinin içinden çıkacaktır günümüzün ve yakın dönem Türkiye’nin görünmez ağa sinen faşistleri. Unutmayalım ki, Weimar Almanyası’nda Nazizme yan çıkanlar işsiz güçsüzler değil, düpedüz işini kaybetmek korkusuyla yanıp tutuşan hali vakti yerinde iş-güç sahipleriydi.
Ey ‘Bilgi Cumhuriyeti’nin maddi-olmayan/enformatik emeğin çocuğu! Gelecek yaşam senin eserin olacak! Piyasa toplumunun alçak kavrayışlı, para kafalı “iyi eğitim almış” tek satır okumaz ve tek satır yazmaz okur-yazarları; Türkiye’nin zenginliğini kemiren ve kaymağını Tarama Sözlüğü’ndeki anlamıyla sömüren günümüz ve yakın dönemin en tehlikeli yaratıkları olarak yontulmaktadır. Bu elleri, zihinleri, giysileri ve dahi günlük alışkanlıkları yontulmuş sopalar karşımıza konan kanon olarak dikilmekte, gazeteci, gazeteci yazar, uzman, stratejist, iletişimci, hukukçu, doktor, banka hortumcusu, profesörcü, ekonomistci, yatırım azmanı, editör, genel yayın yönetmeni, translektüel olarak karşımıza çıkıyorlar, işkenceci, tecavüzcü, travesti olarak değil, ne tuhaf, kap kaççı, otopark değnekçisi, hanutçu, üç kağıtçı, et ve toprak satıcısı, hokkabaz, Sülün Osman, Çanakkaleli Melahat, zurnacı, sekizlik çivi, dörde dört kereste, filistin askısı, don lastiği, 12 Eylül 1980’lerde kimi kıçları param parça eden şise ağzı, atık su gideri, pisuvar, ayakkabı bağcığı, kapı menteşesi, kerpeten, mahkum, volan, kol işçisi ve çocuk ve dahi Allah olarak çıkmıyorlar karşımıza. ‘Bilgi Cumhuriyeti’nin pazarcıları bu o’lar Tv ekranlarında, dergi-gazete künyelerinde, korkuluklarla çevrili sitelerde, nezih restoran köşeleri, steril üniversite hücreleri, emlakçı dükkanları, hukuk ofisleri, çok yıldızlı aşk odalarında beslenip serpiliyorlar, mezbahalarda ve dahi ahırlarda rastlayamadığımız bu o’lara iki yılda bir düzenlenen mezbaha performansında, “sefalet” happeninginde rastlıyoruz.
Ben bunları türkçe dedim. Fransız kibarı ve de filozofu olsa idim şöyle derdim: Maddi-olmayan enformatif emeğin: “çok geniş bir meslek yelpazesindeki profesyoneller (öğretmenler, psikiyatristler, her çeşidinden eğitimciler, vs.) geleneksel olarak polise ait olmuş işlevleri yerine getirecekler” (Deleuze, 2007; 223).
Çalışma tarihseldir dedik. Eski Yunan’da çalışma neydi, çalışmayı nasıl görürlerdi?
Felsefi, tarihsel ve edebi metinlerden tanıdığımız, kapitalizm-öncesi “ev içi iktisat”a özgü özellikler sunan Yunan toplumu ve onun filozofları, çalışmayı “çalışma sorunu” olarak görmezler, tersine çalışma alçaltıcı değerlerle özdeşleştirildiğinden çalışmaya asla değer vermezler. “Homeros manzumelerinde hayatın sırf egemen sınıf arasında aktığını, diğerlerinin ancak bu sınıfın hizmetkarı rolünde sahnede yer alabildiğini” görürüz (Auerbach, 2007; 24). Çalışanlar/emekçiler toplumsal olarak aşağı tabakadan görülmekle kalmaz, aşağılık biri gibi kabul edilirlerdi. İnsanların en aşağısında kölenin ve théte’nin (uzmanlaşmış bir bilgiye sahip olan zanaatkardan farklı olarak, her türlü işe koşulabilen ve bir mülk sahibine belirli bir süre kol gücünü kiralayan, para karşılığı iş gören kişi) faaliyeti vardır. Ardından demiurgos’lar/zanaatkarlar gelir. Bunlar “teknik”e hakimdirler, iyi ama, toplumsal alçalmadan payına düşeni alırlar, çünkü onlar demos (halk) için çalışırlar, yani kendi yaşam koşullarını, tıpkı dilenciler ve dahası ticari faaliyette bulunan tüccarlar gibi, başkalarına borçludurlar. Bir tek tarımsal faaliyette bulunanlar çalışmanın alçaltıcılığına mahkum edilmekten kurtulurlar, çünkü bunlar başkasına bağımlı değildir (Méda, 2004; 38-39). Özetleyin çalışma kol gücüne dayalı olduğundan değil, bu faaliyetlerin kendisi için değil başka bir amaçla (örneğin para kazanmak) gerçekleştirildiği, başkasına bağımlı olduğu için, kölelik nedeniyle aşağılanıp mahkum edilir.
Çalışmaya dayalı faaliyetleri küçümseyen Yunan felsefesi ve filozofları hakiki özgürlüğün, yani insanın en insani şeye, yani logos’a göre davranmasını sağlayan şeyin, maddi ihtiyaçlar sağlandıktan sonra gerçekleşeceğini düşünür. Aristoteles’ten Cicero’ya, Ksenopson’dan mistik Plotinos’a dek Yunan ve Roma düşüncesine göre yurttaşlık erdemine sahip olmak için özgür insan olmak yetmez, kölelerin, zanaatkarların ve kol emekçilerinin yapmak zorunda oldukları işlerden de kurtulmak gerekir, çünkü bir kol emekçisi hayatını sürdürürken erdemin gereklerini yerine getirmesi mümkün değildir. Beslenme, barınma, giyinme ihtiyaçları için çalışmayanlar yoksa, sedir ağacının altında yan gelip rahat rahat taşşaklarını yayma yoksa felsefe de, logos da yoktur. Felsefe yapmak, güzel olanı seyre dalmak, politik faaliyetler yürütmek ancak insan olanların yapabileceği işlerdir, çalışmaya mahkum oldukları için insan olma vasıflarına sahip olmayan aşağılık kol emekçilerinin harcı değildir. Paul Veyne’in belirttiği üzre, Aristoteles yoksulluğu bir eksiklik ve tabiki yoksulluğun kol emekçilerinin bir tür kusur olduğunu düşünür. Ona göre köleler, köylüler ve esnaf “mutlu” bir hayata, yani hem refah hem de asalet dolu bir hayata sahip olamazlar; yalnızca boş zaman insanları, “aylak”lar, manevi yönden insanlık ülküsüne uygun kişilerdir. Plotinos’a göre kol işçileri topluluğu, “erdemli insanların hayatı için gerekli olan nesneleri üretmeye yazgılı, aşağılık bir kalabalıktır.” Cicero ise “her ücretli işin iğrenç ve özgür insana yakışmayacak bir şey” olduğunu söyler. Yunan ve Roma dünyası çalışanları “sınıfsal bir aşağılama içinde boğmak amacıyla yargılar: Çalıştıkları için yargılamaz (...) Emeğe ilişkin antik düşünceler birer fikir olmaktan çok, güçlüler için olumlu, basit insanlar için olumsuz değerlendirmelerdi; önemli olan değer biçmekti: Gerekçelerin ayrıntısı önemli değil” (Veyne, 2006; 140). Burada Ernst Bloch’a kulak verelim: “Hiçbir Yunan matematikçisi diferansiyel hesabı anlayamazdı, ona o denli yaklaşan Zenon bile. Sonsuz küçüklükteki değişken büyüklük Yunan toplumunun ufkunun tamamen altındaydı; ancak kapitalizm, o vakte kadar katı ve sonlu olanı öylesine bir akışa sokmuştur ki, sükuneti/durgunluğu sonsuz küçükte bir hareket olarak düşünmek, statik olmayan büyüklük kavramını tasarlamak mümkün olabilmiştir. Yunan köle toplumuna emek kavramının yabancı olması da bununla ilgilidir” (Bloch, 2007; 166-167).
Roma İmparatorluğu’nun egemen olduğu dönem boyunca, hatta ortaçağ sonuna dek çalışma tasarımında büyük bir altüst oluş yaşanmadı. Roma İmparatorluğu çalışmaya hiçbir özel yer atfetmediği gibi, Yunan modeline dayanarak çalışmayı küçümsemekte diretir. Hıristiyanlık, yeni insan imgesiyle birlikte Roma İmparatorluğu’nun kalbinde gelişir ve yayılır. Özellikle Pavlus’un etkisiyle, Yeni Ahid’in çalışma fikri önem kazanır. Ortaçağ, anlayış ve uygulamalarda yavaş bir dönüşüme sahne olur. Kilise Babaları ve teorisyenler yavaş yavaş yeni bir çalışma fikri öne süreceklerdir. Çalışma merkezli bir modernitenin tohum vermesini sağlayacak şekilde teori ve pratiğin değişmesi ancak Ortaçağ sonlarında gerçekleşir. 12-13. yüzyılda bir kırılma yaşanır: geçmişte tamamen mahkum edilmiş olan tefecilik üzerindeki yasak yumuşamaya başlar. Hıristiyanlık yedi temel günahtan birini işlemeye yol açan tüm meslekleri özellikle de tefeciliği, ticareti yasaklamıştı. Aziz Thomas bazı meslekleri (tacirlerinkini), bazı kavramları (satış, tefecilik) topluluğun iyiliği, kamusal yarar için gerçekleştirildiğinde yeniden değerlendirir (Méda, 2004; 51-57).
XI. yüzyıldan itibaren zaman zaman ordo’nun yerine conditio, “konum” ve 1200’e doğru “tabaka” terimlerinin geçirilmesi köklü bir değişimdir. Topluma bakış açısının böyle laikleşmesi başlı başına bir önem taşımaktadır. Bu laikleşme dua edenler, savaşanlar ve çalışanlardan oluşan üçlü şemanın yıkılması ile birlikte olur. Bu, aynı zamanda Ortaçağ toplumunun bir evrim geçirdiği anlamına gelir. Bir toplumun üçlü şema tarihinde en kritik zaman o zamana dek şemada yer almamış yeni bir sınıfın ortaya çıktığı andır. Dumézil’in Hint-Avrupa toplumlarının ortak özelliği olduğunu gösterdiği bu üçlü şemayı bozan sınıf tacirler sınıfıdır. “Tanrı ruhbanları, şövalyeleri ve çiftçileri yarattı; ama şeytan burjuvaları ve tefecileri yarattı” diyen XIV. yüzyıl İngiliz vaaz kitabı bu değişimin hiç de bütünüyle ve hemen benimsenmediğini gösterir (Le Goff; 1999; 210). Ticari faaliyetler hala küçümsenmektedir, kişisel kazanç gerçekleştirmek için çalışma fikri, ticaret sayesinde kendi kazancı için çalışma fikri hala hoş görüyle karşılanmaz. Ne var ki insanlara ait olmayıp Tanrı’ya ait Zaman fikrinde gedikler oluşur; tacirler yada tefecilerin zaman spekülasyonu yapması, zamanı sahiplenmesi üzerindeki yasak kırılacaktır. Zaman artık Tanrı’ya değil insana aittir. Sekülerleşen zaman, zaman-emek kavrayışıyla toplumsal ilişkilerin merkezine oturur ve modern çağın çalışma ilişkileri örülür.
Birtakım İnsanlar adlı ‘roman’ında, “çalışan, terleyen insanlara bakan bir adam -kim olursa olsun, ne olursa olsan- gıpta, acı, kendi kendine bile itiraf edilmeyen utanma ile karışık bir hüzün duymaz mıydı? Kim bilir belki de bu, insanda bir çalışmak, bir güzelliğe, bir saadete beraber ulaşmak insiyakının duyulması, yahut uyanmasıydı. Eskiden beri bu nevi çalışanların yemek yiyişini, uyuyuşunu görenler bu hakikati hissetmişler, için için bu saadete gıpta etmişler, şaşırmışlardır” diyen Sait Faik yanılıyordu; Eski Yunan ve Roma düşüncesi ve filozofları çalışan insanlar karşısında utanmamışlar, hüzünlenmemişler, “bu hakikati” hissetmemişler, çalışanlara gıpta etmek bir yana düpedüz aşağılamışlardı.
Okuma Parçası I
Bir Oğlancı Filozof ve Bir Oğlan Eskisi Köle
Filozof, derin düşüncelerden başını ve elini kaldırıp evinin dış kapısında nöbet tutan muhafıza gözü ilişip onu pek de yaşlı bulunca hizmetçisine dönerek şöyle uludu: “Bu suyu çıkmış herif de neyin nesi böyle? Solucanların mekanını ebedi istirahatgah belleyecek bu canlı cenazeyi kapının dışına dikmekle iyi etmişsin, afferin de, nerden buldun bunu kuzum?” Artık özgür bir ter oğlanı eski köle, bu sözleri işitince filozofa şöyle karşılık verdi: “Aman Efendim, beni tanımadınız mı? Ben, çocukken üzerine bindiğiniz küheylanınızım.” Bunun üzerine filozof dönüp boy aynasında kendine baktı, odasına kaçıp ter oğlanlığının yıpratıcılığı üzerine düşünceler kaleme aldı.
Günümüze ulaşan “Yaşlılık ve Zamanın Geçiciliği Üzerine” adlı bilgelik ve ontoloji dersi o sıra yazıldı.
Okuma Parçası II
Ücretli Filozoflar Arasında
İnsanın ontolojik varoluşunu, sorunsallarını arayıp duran filozoflar, felsefeye özenen şairler, ücretli çalışmaya mahkum emekçilerde ne metafizik ne de ontolojik bir öz bulamadıkları için bizi insan olarak görmüyorlar. Ekonominin ve kültürün işlediği suçların ortağı onlar da bizim gibi, parasını yedikleri akademinin, üniversitelerin ücretli köleleri, köleleri değil mi?
*
Sanat, hadi Adornoca söyleyelim, özerk sanat, sınıflı bir toplumda kafa emeği ile kol emeği arasındaki bölünmenin mükemmel bir temsilidir. Birincisi, özerk sanat sınıflı bir toplumda işçi sınıfının dışlanmasıyla tam anlamıyla gelişebilir. İkincisi, eğlence, ücretli çalışma ilişkilerinin bir uzantısıdır. Ekonomik statükoyu koruyan kültür, varlığını kafa emeği ile kol emeği arasındaki köklü ayrışmaya borçludur. Adorno’yla birlikte söylersek, “kültürün tamamı, toplumun suçuna iştirak eder. Kültür, üretim alanında zaten geçerli olan adaletsizlikten beslenerek varlığını sürdürür.” Kültür ve sanat, illa ki savunulacaksa, varolduğu için değil, varlık nedenleri sorgulanıp süzgeçten geçtikten sonra savunulabilir.
Alıntılanan Yayınlar:
Auerbach, Erich (2007) Odysseus’un Yarası (Mimesis’ten), çev. Zeynep Altok, biri, sayı 4, İst.
Bauman, Zygmunt (1999) Çalışma, Tüketicilik ve Yeni Yoksullar, çev. Ümit Öktem, Sarmal y., İst.
Bauman, Zygmunt (2007) Modernite ve Holocaust, çev. Süha Sertabiboğlu, Versus y., İst.
Bloch, Ernst (2007) Umut İlkesi, çev. Tanıl Bora, İletişim, İst.
Bove, Arianna ve Empson, Erik (2007-2008) “Mevcudun Politikası? Negri’nin İktidar Eleştirisi’ne Katkı”, çev. Kutku Tunca, Sınırda, s. 8-9, İzmir
Deleuze, Gilles (2007) “Entellektüeller ve Güç: Foucoult ve Deleuze Arasında Bir Konuşma”, çev. Alper Oysal, Cogito, s. 8, 4. bs, YKY, İst.
Méda, Dominique (2004) Emek: Kaybolma Yolunda Bir Değer mi?, çev. Işık Ergüden, İletişim y., İst.
Fethi Naci (1998) Kıskanmak: Eleştiri Günlüğü 5, Oğlak y., İst.
Gellner, Ernest (2005) “Karşılaştırmalı Perspektiften Türk Seçeneği”, Türkiye’de Modernleşme ve Ulusal Kimlik içinde, ed. Sibel Bozdoğan- Reşat Kasaba, çev. Nurettin Elhüseyni, Tarih Vakfı Yurt Y., İst.
Greenlatt, Stephen (2001) Shakespeare ve Kültür Birikimi: Rönesans İngiltere’sinde Toplumsal Enerjinin Dolaşımı, çev. Nilgül Pelit, Dost y., Ank.
Hardt, M. ve Negri, A. (2001) İmparatorluk, çev. Abdullah Yılmaz, Ayrıntı y., İst.
Hegel, G. W. Friedrich (1986) Tinin Görüngübilimi, çev. Aziz Yardımlı, İdea y.,İst.
Le Goff, Jacques (1999) Ortaçağ Batı Uygarlığı, çev. Hanife Güven-Uğur Güven, Dokuz Eylül y., İzmir
Levi, Avner (1998) Türkiye Cumhuriyeti’nde Yahudiler, İletişim, 2. bs., İst.
Munck, Ronaldo (2003) Emeğin Yeni Dünyası, çev. Mahmut Tekçe, Kitap y., İst.
Ortaylı, İlber (2007) Tarihin Sınırlarına Yolculuk, Timaş y., 13. bs., İst.
Rossi, Aldo (2007) Şehrin Mimarisi, çev. Nurdan Gürbilek, Kanat y., İst., s. XVI)
Thompson, E. P. (2004) İngiliz İşçi Sınıfının Oluşumu, çev. Uygur Kocabaşoğlu, İletişim y., İst.
Thompson, E. P. (2006) “Zaman, İş-Disiplini ve Sanayi Kapitalizmi”, Avam ve Görenek, çev. Uygur Kocabaşoğlu, Birikim y., İst.
Veyne, Paul (2006) “Roma İmparatorluğu”, Özel Hayatın Tarihi 1 içinde, hzl. Philippe Ariés- Georges Duby, çev. Turhan Ilgaz, YKY, İst.
24 Aralık 2008 Çarşamba
Kaydol:
Kayıt Yorumları (Atom)
Hiç yorum yok:
Yorum Gönder