13 Ocak 2010 Çarşamba

"Hukukun Üstünlüğü" Mü?

“Hukukun Üstünlüğü” Mü? (Birgün Gazetesi, 6 Ocak 2010)

Karolenj dünyasında Latince hukuk metinlerinde önem kazanır gibi görünmesine karşın okur-yazarlığın düzeyi, birçok hukuki kararın sözlü olarak aktarılmasına yol açıyordu. Yazılı metin; hatırlatıcı not ve yüksek statünün güvencesi olarak çifte bir işlev görüyordu. Şarlman okuma yazmayı sökmek için didindi durdu, vasatı aşamadı. İngiltere’de 1000 yılından önceki hükümdarların çoğu okuma yazma bilmiyordu. Bütün iktidarın kaynağının Tanrı’dan geldiğini vaaz eden kiliseler aristokrasinin emellerine karşı monarşik otoriteyi meşrulaştırıyor, ayrıca monarşiye de, yazı işleriyle uğraşmak ve idareyi çekip çevirmek üzere yetiştirilmiş entelektüellerin yardımını sunuyordu.
Hukuk ve din arasındaki sıkı ilişki nedeniyle, dinsel birlik hukukta tekörneklik için zorunlu bir koşuldu. Katolikliğin kabul edilmesi, İber Yarımadası’nda Germen istilacılar ile yerleşik sakinlerin yargı birliğine girmesini kolaylaştırdı.
Avrupa’da toplumsal ve dahi entelektüel faaliyet alanı, 10-11. yüzyıldan itibaren Kilise, aile ve özel mülkiyet üçgenine sıkı sıkıya bağlıydı; en dipte de özel mülkiyet temelli Roma Hukuku bulunuyordu. Kapitalizm hukuk devletine ve mülkiyeti koruyan bir altyapıya dayanıyordu. Kapitalist gelişmenin vaz geçilmez kurumu olan özel mülkiyet farklı gruplar arasında kanlı çatışmalara yol açtı. Özel mülkiyet müthiş bir dışlayıcı olduğu için tarih boyunca yaygınlaşması (örneğin Çin’de, Osmanlılarda) sorunlu olmuştu. İtalyan şehir devletleri, feodal örgütlenme, artsüremli olarak İspanya, Hollanda, İngiltere’nin yükselişi, piyasa toplumu, geç kalmış Almanya’nın kükreyişi, ulus-devlet, Don Kişot, burjuva kamusal alanı, sanayi devrimi, Fransız Devrimi vb. oluşumlara, özellikle siyasal düşüncelere hiç kuşkusuz hep hukuk eşlik ediyordu.
Yaklaşık üçer yüzyıllık uzun süremli periyodlarla Türkiye tarihine ana hatlarıyla baktığımızda; 13. yüzyılda göçebe ülüş sistemi ve ona eşlik eden (anacıl) aile örgütlenmesi, 16. yüzyılda “İslam hukuku” ve ona bağlı değişim sürecine dahil olan babacıl ‘çekirdek’ ailenin örgütlenişinin belirişi, 19. yüzyılda Arazi Kanunnamesi, Mecelle girişimi ve aile hayatında görülen kimi kısmi değişimler ve 19. yüzyıl sonuna bitişen 20. yüzyılın ilk çeyreğinde imparatorluğun çöküşünü izleyen Medeni Kanun. Tüm bu 8-9 yüzyıllık sürece eşlik edense en başta özel mülkiyetin/sermayenin yokluğu, değişimleriyle birlikte devletin (beylik, imparatorluk, ulus-devlet taklidi), ailenin (göçebe, İslamın evlilik ahdi, muasır “resmi nikah”), üreticilerin (ağırlıklı olarak tarım, kısmen hayvancılık, 1950’lerden itibaren kısmen ücretli işçi), savaşçıların (alp, gazi, yeniçeri, “her şey vatan için” vs.) ve tabiki hukukun varlığı, ana hatlarıyla.
Hukuk, her şeyden önce, bir otorite inşaı olarak şiddet formudur. Hukuk, ekonomik ve politik güçlerin etkisi altında çıkar hesabı ve uzlaşma aracılığıyla biçimlenir, dolayısıyla bölgeden bölgeye değişir. Temelde ise çokluğun Bir’in yasasına uyması. Adalet mi? Hukukun ötesinde.
“Şeriat”ın tarihte ve günümüzdeki siyasi tınısı, onun bir adalet dili olarak gerçekleştirdiği işlevi ile bağlantılıdır. O sadece modern anlamda bir ‘hukuk’tan ibaret değildir; fakat din, ahlak ve adaletin bir bütün içinde ifadelendirmesidir.
Osmanlı imparatorluğu, tek bir nizam ve yönetim çerçevesinden çıkmayan ve bir hükümdarlık ailesine gösterilen özel sadakatten ayrılmayan evrensel bir imparatorluktu. Öte yandan çok farklı bölgelere, bünyesinde birçok farklı etnik gruba, farklı dinî cemaatlere, onlarca dile, farklı sosyal düzenlere (şehir halkları, ova ve nehir vadileri köylüleri, dağ köylüleri, bozkır ve çöl göçebeleri) sahipti. Bu gruplara ve topluluklara karşı muamelelerinde, Türk ve Moğol kabile modeli uyarınca, şefin gelenek ve göreneğe dayalı bir şekilde bir kurallar dizgesini ilan etmesi ve keyfi yargıları önleyecek şekilde bu hükümlerin tarafsız bir şekilde yürütülmesini temin etmesini gerektiriyordu. Bu bir tür hukuk devletiydi ve Cengiz yasasıyla uyumluydu.
İmparatorluk sürecinde ise, geç dönem İslam tarihinde yaygınlık kazanmış olan bir ideal ilkeden hareket ettiğini görüyoruz. Kutadgu Bilig aracılığıyla türkçede cisimleşen hükümdara öğütler geleneği olmak üzere, bazı açılardan kadim İran krallık teorisinden, başka bazı açılardan da Eflatun düşüncesinden türetilmiş bu ilke, idare ettiği toplumdan ayrı olarak süregelen, sadece Allah’a ve kendi yüksek zatına karşı sorumlu olan, adalet ilkeleri ışığında o toplumun farklı fırkalarını nizama sokan mutlak hükümdar idealidir. Eflatun ideal devletini tanımlarken, filozof kral veya krallar, koruyucu sınıf ve besleyiciler sınıfı olmak üzere üç sınıftan söz eder. Osmanlı’ya baktığımızda filozof kral yanılmaz hakim-i mutlak, her şeyin doğrusunu bilen kralın padişahta, koruyucuların seyfiyede ve ilmiyede, besleyiciler sınıfının da reayada tecessüm ettiğini görmek mümkün. Burada amaç, o toplumdaki her farklı fırkanın kendi tabiatıyla uyumlu hale gelebilmesini, başkalarıyla ahenk içinde yaşabilmesini ve genel iyiye katkıda bulunabilmesini sağlamaktı. Antik Yunan imparatorluk geleneğine köklenip yakın doğu İslam toplumlarının siyasal düşünceleri üzerinde yükselen Osmanlıların bu yanıyla –tıpkı Bizans gibi- özgün yada dikkate değer yeni bir siyasal öğreti sunmadığı rahatlıkla söylenebilir. Öte yandan Osmanlıların benimsediği siyasal öğretinin değeri özgünlüğünde, yeniliğinde değil, üstlendiği ve başarıyla yerine getirdiği işlevlere dayanıyordu.
Osmanlı İmparatorluğu, en değerli malı toprak olan zirai bir ekonomiye sahipti. Toprağın kontrolü ondan sağlanan zenginliğin büyük bölümüne, dolayısıyla çoğu vergi gelirlerinin kaynağına ulaşma imkanı sağladı. Toprağı ve onun gelirlerini kimin kontrol ettiğini tespit etmekle, aynı zamanda ekonomik ve nihayetinde siyasal iktidarın zemini belirlenmiş olur. Sultan Süleyman’ın Kanuni adıyla anılmasını sağlayacak hukukçu Ebussuud Efendi 16. yüzyılda ortaya çıkar. Miri araziyi özünde haraç arazisi olarak yeniden tanımlar; vergi, arazinin statüsüne bağlı olduğundan, bu, köylü işleyicileri haraç ödemekle yükümlü kılıyor ve Osmanlı vergi sistemini Hanefi kuramı doğrultusunda yeniden tanımlıyordu. Ana hatlarıyla bu, 1858 Arazi Kanunnamesi sonrasına kadar sürdü.
Mecelle, Anayasa, derken 19 Mart 1877 tarihinde İstanbul’da ilk kez bir Osmanlı Parlamentosunun toplandığını görüyoruz. –Hoppalaaa. Bu gelişmenin, Avrupa’da görülen örneklerinde olduğu gibi uzun bir sürecin beklenen bir sonucu olduğunu ileri sürmek mümkün değil. Osmanlı ülkesinde bir parlamento binasının inşa edilmesi neyin nesiydi? Dahası, 24 Temmuz 1908 sabahı İstanbul’da gazetelerini açanlar, Kanun-i Esasi’nin yeniden yürürlüğe konduğunu ve hiç bir seçim sonucu olmamasına karşın Meclis-i Mebusan’ın toplantıya davet edildiğini okumasın mı. Sonra bi de 23 Nisan 1920’de Ankara’da Kanun-i Esasi’yi tanımadığını bildiren, ulus devlet inşası (Çocuk Bayramı) bir meclis açılacaktır, ardından Cumhuriyet.
Günümüz Türkiyesine geldiğimizde ise: “Demokrasiyi seviyoruz.” Hatırlatarak devam edelim: hukuk bir şiddet formudur. “Demokrasi” bir şiddet formudur. Ermeni tehciri, Avrupa tarihinin bir parçası olarak modernitenin ve demokrasinin gereğidir. –Ünlü Alman devletadamı ve araçsal aklın papası Habermas’ın ‘tamamlanmamış bir proje’si olarak demokrasi süreci devam (mı?) ediyor.
Faşizm; bir sermaye hareketidir, sermayenin olmadığı yerde faşizm bitmez. Faşizm, kapitalizmin anormal hali değildir. “Faşizm, kapitalizmin ürettiği son kod”dur (Deleuze). Faşizm, sermayenin metaforu değildir; sermayenin kurucu direklerinden biri, metonomidir. Metaforun sınırları eni konu benzetme uzamı ile çizilmişken, metonominin sınırları eylem uzamında çizilir.
“Hukukun üstünlüğü” metaforu (ironisi?) belirli bir şiddete evet demekten başka bir güzergâha sahip değildir. Sorun o şiddetin mahiyetidir, sahnesi. Bir başka deyişle şiddete maruz kalacaklar (latince: figura, türkçesiyle figuran) kim olacaktır? Muhtemelen “hukukun üstünlüğü”nü savunarak paçayı kurtarmayı umut eden zeytinyağlıgiller değil. “Hukukun üstünlüğü”nü savunmak şiddete karşı olmak değil şiddete maruz kalmayayım iş-mektubu, “ne iş olsa yaparım abi”cinin talebidir. Bu mektubun bir, muhatabı kimdir; iki, yazan öznesi kimdir? –Monşer, cakan kime?
Hukukun her gücün üstünde olduğuna, “hukukun üstünlüğü” ilkesine sarsılmaz bir taşralı inanç hiç kuşku yok ki savunulabilir, düşünsel oturgaları saptanıp çerçevesi çizilebilir. Herkes meşrebine göre, nihayetinde. “Hukukun üstünlüğü” adıyla cisimleşen ambalaj, “kimin üstünlüğü?” sorusunun içeriğiyle doğrudan ilişkilidir.
Türkiye’de ve Türkiye için yaşıyor ve gelecekte de yaşamayı tahayyül ediyorsak, Türk ve Moğol göçebe hukuku, İslam hukuku, Ebussuud Efendi, Ahmet Cevdet Paşa hakkında asgari bir bilgiye sahip olmalıyız. “Ne kadar asgari” sorusu bir yana, böylesi bir bilgiye sahip olmaksızın “hukukun üstünlüğü” düşüncesine sahip olduklarını iddia edenler bir “düşünce” sahibi midirler, yoksa kimi reklam ajanslarının servis ettiği bir tür ‘dolma’ya mı sahiptirler? Gaarsoon hukuk ge-tir, gaarsoon... hafifliği, sallapatiliği.
Hukuk en çetin konuların başında gelir. Cerrah, marangoz, astrofizikçi, terzi, tarihçi, anasının gözü bir avukat, hakim, antropolog, spiker, şarkıcı, futbolcu, liberal, yüksek ücretli manken yada “düşünceden yoksun düşünce ustası” gazeteci, gazeteci-yazar vs. olabilirsiniz. Bilginiz, görgünüz, eğitiminiz, beceriniz ve çıkar, ilişki hedefleriniz çerçevesinde iyi kötü üstesinden gelirsiniz bu işlerin. Hukuk bilgisine vakıf olmak ne yazık ki her babayiğidin harcı değildir, hukuk fakültesini bitirmekle hukuk tesisatçısı olabilirsiniz kuşkusuz, ne var ki hukukçu olmak çok başka bir meziyet, donanım, çalışma ister.
Benim harcım olmadığı gibi, gazetecilerin, medyayla suç birliği eden “Prof. Dr.” lakaplı akademikus etiketli emlakçı hokus pokusçuların da harcı değildir. Televizyon kanalizasyonlarında, gazete çukurunda hukuk mu anlatılır be? Bu kepazelik nerde görülmüş? Hukuk feci şekilde üst düzeyde bir soyutlamadır, bir; iki, kapalı kapılar ardında gerçekleşen güç yoğunlaşmasıdır. Kapı eşiğinde pinekleyen faili meçhul muhtelif işlerin patronlarına ve reklam gelirlerine kıç ceplerine yerleştirdikleri cüzdansal geleceklerini dayamış ‘iş’ sahibi televizyon, gazete müdürü köksüzleri ve onların konukları anlamazlar öyle mevzulardan.
Enseleri, kitapları, kafaları ve hayat standardı derileri kalınların “hukukun üstünlüğü”nden söz vurmaları yok mu?.. ‘Hukukçu’muz Metin Eloğlu’dan aldığım terbiye ile: A şıllık cakan kime? Bir başka ‘hukukçu’muz Tayfun Er’le yort savul: Yalıdaki erguvaniler! Yetti gari!
Türkiye/hukuk niye var?
Türkiye’ye/hukuka kimin ihtiyacı var?
Bu Türkiye/hukuk kimin?
–Hey sen, Türkiye’nin/hukukun neresindensin?

Hiç yorum yok: