4 Ocak 2010 Pazartesi

Orhan Kemal'e Saygı (İnsancıl, Ocak 2010, s. 234)

Orhan Kemal’e Saygı

“Heeeeeeeyyyyt! Heppinizi basarım ulaaaann!”

Babam nara atar, annem ağlardı. Hayatın içinden ağlardı. Tam o sıralar Orhan Kemal ’in romana durduğu yıllardı. Nerden bileyim. Çocuktum. Romanya’dan göçmüş babam birinde ya var ya yok, Sirkeci garına indiklerinde. Şehremini’ne yerleşmişler. Ben onbeşimde falan gittim evlerine anca anasının. Anasını severdi. İkinci dedemi dedem gibi belleyemedim doğru, ama o hep birinci babam oldu bana. Hep. Bir fiskesini hatırlamam. Sık sık işyeri değiştirirdi. Bir yerde duramazdı. Asi miydi? Hayır. Gıkını çıkartmazdı, durmazdı da. Çalışmaktan yakındığını da duymadım hiç. Evden bir şekil uzaklaşmıştım, ayrı düşmüştüm. Bence öyle icap ediyordu. Yıllar sonra bi telefon. Babam ölmüş. Cenazesini bizim memlekete gömeceklermiş. Edirne’yi öz yurdu bellemişti. Annanemi sevmişti, üç çocuk bizi sevmişti. Yazları gittiğimizde benim sevmediğim köyümüzü sevmişti. Deri işinde makineciydi babam. Annem ikinci karısıydı. Öncekinden bir çocuğu varmış, arada şöyle bi duymuşluğum vardı. Ben onsekizinde yada ondokuzunda mıydım ne, bir akşam oğlu çıkageldi bizim eve. Babam hiç aramaz sormazdı onu. Anlamazdım, üzerinde durmazdım da ama. Ketum annemin bir kezinde annesi tuvalet bekliyormuş dediğini silik sülük hatırlıyorum onunda, onüçündeyken belki ben. O zamanlar sözcüklerin arkasındaki hayatı kuramaz, sözü söz olarak anladığımdan, ne dediğini tam anlamış olmalıyım. Daha sonra, aklım biraz erince, söz arasında annesinin pavyonlarda çalıştığını söyledi. Ne Uğur, ne annesi -ben hiç görmedim- hayatımıza girmedi. Annesinin öldüğü haberi geldi. Nasıl desem, bilmiyorum, babam da biz üç kardeş ve sanırım Uğur da “ölmüş”ü “bugün sular kesik” ayarında dinledik gibi gelir bana hatırladıkça. Bir tek annem suyun ötesinde bir kesik seziyordu, sesinde bilemediğim bir şeyler taşıyordu. Üniversite ortalarındayken ben, ilk kez babamın erkek kardeşiyle tanıştık. Paris’te göçmen işçi, yaşını başını almış, hacı sakalı bırakmış, çocukları gelmediydi. Babamın emin ellerde olduğunu görmüştü fikrimce. Bi daha da gelmediler. Öldüğünü haber etmiş annem daha sonra. “Gelmek isterdim” demiş galiba. “Nereye...” demiş. “Edirne’ye sakladık dedim” dedi annem. Bunlar yazıya gelmez. Yazılırsa bunlar olmaz.
O zamanlar ben, edebiyata gönül kondurmuştum. Romanlar, şiirler falan yani. Orhan Kemal de okudum, pek beğenmedim açıkçası –“estetiği zayıf”. Şimdi kırkımı aştım, tekrar okuyorum, bizim hayatımız ne, yazımız ne diyerekten... Bir romanında akşam içip mahallesine dönen Mustafa’nın narasına rastladım: “Heeeeeyyyyt Allaaaaah!!!” Durdum, duruldum, coştum. Ben bu sesi tanıyorum. Rahmetli babam işten dönünce, bir iki tek atar eve öyle gelirdi ben altısında, sekizinde, onikisindeyken, sokak çınlardı, annem titrerdi konu komşuya rezil olduk diye. Kimi geceler annem biz üç çocuğunu üzerine salardı sarhoş babamın, divanın üzerinde debelenen içki sersemi babamızın biri kollarını, en büyüğü ayaklarını tutar, altılarında yedilerindeki ben karnına otururdum annemin sözleri uyarınca. Yine de bize el kaldırmazdı hakiki babam. Nur içinde yatsın. Orhan Kemal’in edebi değeri azcıkın sallantılı romanlarından bir sahne cereyan ediyormuş meğersem. Nerden bileyim, alfabeyi daha yeni yeni söküyordum herhal! Sonra biz büyüdük, babam duruldu, küçüldü, sevgim büyüdü. Tabelaların üzerindeki yazıları okuya heceleye Şişhane, Azapkapı yokuşunu tırmanırken, bilet parası vermeyelim diye yürüyelim demiş olmalı annemin ve ses etmemiş babamın ellerinden tutarken ayaklarımı yerden kesip havada yürüyüşlerime hiç sızlanmayan aslan babamı hala hatırlıyorum, unutmam. Kötülükten nasibini almamış babamı hatırladıkça, edebiyat ketum annemdeydi dedim miydi o zamanlar, hiç sanmam. Orhan Kemal’de babamleyin bir iyicillik bulduğum kesin. Çok kezinde olur hani, çaresizliğin ardı sessizlik --ölüm gibi. Edebiyatın ulaşamadığı, fethedemediği tek yer.
Hatırladığım, olup olacağı birkaç sözcük mü? Sanırım. Ve benden arta kalan? Evet.
Şimdi bir hikaye uydurayım diyorum biz üç kardeşe. Biri ağabeyim Mustafa’nın, öbürü ablam Selma’nın başına. –‘Ben’ yokum bu hikayede:

Değil gece yarısı, sabaha karşı günün ilk ışıkları, dökük ahşap evler kalabalığının arkasından oynaştığı vakitlerde bile, yana kaykılmış ceketinin altında gömlek kolları dirseğine kadar sıvalı, briyantinden ışıl ışıl parlayan dağınık saçları, üzerine bastığı yumurta topuk ayakkabılarıyla sokağın alt başındaki tahtaları simsiyah, boyası dökülüp hafiften yana kaykılmış bir kibrit kutusuna benzeyen evin önüne fitil gibi sarhoş geldiğinde elini demir tokmağa daha tam uzatırken kapının vurulmadan açıldığı bir değil on değildi. Kapının kendiliğinden açılmasını yadırgamazdı. Kapıyı açan, daha çocukluğundan başlayarak ona “Mustafam” diye seslenen annesiydi, bu dünyada onu seven, üstüne titreyen tek kişi. Yakışıklı, ekmeğini taştan çıkarmaya aday bu delikanlı mahallesinde, yöresinde dönenen kızlara dönüp bakmazdı. Tenezzül mü etmiyordu, mahalleli kızları kendine denk mi görmüyordu? Hayır! “Cemile!” diyor, gönlünden bir başka söz dökülmüyordu Mustafa’nın. Doğru dürüst bir işi olsaydı... Karısının isteklerini yerine getiremedikten sonra sevda neye yarardı? Bu yüzden kızın üstüne varamıyor, ümit vermiyordu. Askerden döndüğünde, Sular İdaresi’nde odacılık, daha sonra da babasının çalıştığı dikimevinde gece işçiliği bulmuştu bulmasına ya, burun kıvırmıştı. Niye? Kendine bile sormuyordu bunu. Avareliği, serseriliği, üç kağıtçının allahı Çingen Sülo’nun rakıları ısmarlamasını sevmiyordu. Daha ne kadar böyle..? Kaç zamandır Avare’ye çıkmıştı adı. Bir işi olmalıydı. Edirnekapı’daki Arnavut Hıfzı’nınki gibi küçük, temiz bir işkembeci, yada Kofti Recep’in Çemberlitaş’taki gibi kapısında müşterilerin kuyruk olduğu bir köfteci dükkanı, ille de bu. Kendi başına kazanıp kazancını kendi başına arttıracağı bir dükkanı oluverse... Sabah erkenden gelip kepengi besmeleyle açar, sağ ayağıyla içeri girip akşam kaynar bıraktığı ayaklarla işkembe tenceresinin kapağını açar yada çırakla birlikte köfteleri yoğurur, piyazlık fasulyeleri hazırladımıydı başlardı mangır kesmeye. Kağıt beşlikleri, onlukları şöyle, demir liraları böyle dizer... Bak o zaman sen, Cemile’den kaçar mıydı gene? Hem o zaman Cemile Kapalıçarşı’ya beyaz işti, nakıştı yapmayı bırakır, çocuklarını işlerdi.
Babası gibi ne odacı olacak, el kapısını bekleyecek, ne de deri makinesinin başında ter dökecekti Mustafa. Kendi kendine and içip, “ücret ile iş tutacaksam buralardan kırlar, Deniz İşletmeleri’ne kaydımı yaptırırım, olmadı buralardan kimsenin göremeyeceği Alamanyalara göçerim” dedi.
Kat kat kokuların oluşturduğu ağır bir tabakanın arasından geçip her basışta gıcırdayan merdivenleri yalpalaya yalpalaya çıkan oğlundan çok bir şey beklemiyordu o hakgözetir annesi. Orta ikiden terk Mustafa, bir öleni saymazsak, üç çocuğundan en büyüğüydü. Ardında nasıl bir zürriyet taşıdığına kafa yormayan Selma ise Mahmutpaşa trikolarında sabahın köründen akşama kadar çalışmasının karşılığında eline geçen geçimlik paradan binbir fırıldaklar çevirerek kenara kayırdığı kağıt kaymelerle çiğ renkleriyle bas bas bağıran bir eşarp, inci, elmas taklidi küpeler, yüzükler, çanta dolusu birbirinin benzeri romanlar, renkli magazinler satın alır, ne yapar eder arkadaşlarıyla semt sinemasına kapağı atar. Boş vakitlerinde okuduğu acıklı romanlar yada yarı cıbıldak elbiseleriyle fotoğraf veren kadınların doldurduğu magazin sayfalarını okuyarak mahallesini saran viran evlerden, ekmek peşinde koşuşturmaktan başka hiçbir şeye önem vermeyen ruhsuz insanlardan, her allahın günü on saat tıkırdayıp dönen bobinlerin, triko makinelerinin gürültüsünden uzaklaşırdı. Okuduğu romanlarda, gördüğü filmlerdeki hayatı ona veremeyen annesi, babası, yarı işsiz ağabeyi, salya sümük yeğenleriyle bu dökük evden, bozuk parkeli sokaklarıyla bu mahalleden, bu basit, duygusuz, eğri büğrü insanlardan, işyerinin makine şakırtısından, işe gidip dönerken peşine takılan şu yılışık oğlanlardan iğreniyor, nefret ediyordu. Bir başka hayat, yeni bir hayat hayaliyle gözleri buğulanıyor, yaz günleri önlerinden yayan geçerken ağlamaklı olduğu büyük apartmanların arasından, aklında gıcır gıcır bir ‘hususi’, renk renk entarileri, tiril tiril eteklerini kuşanıp serçe ürkekliğiyle seke seke, bir o kadar da içi cıvıl cıvıl geziniyordu.
Daha dün gibi, göğsü iyiden iyiye kabardığı günlerde, üstü açık kamyonla çeyizinin sokak aralarında gezdirildiğini gözlerinde canlandırıyor, işlediği patiska yastık yüzlerinin, saten yorganların, pamuk şiltelerin arasında konu komşuyu gözetmeden el çırparak kızların ortasında oynuyordu kamyonda. Yüreğinin gümbürtüsü gençlerin habire vurduğu davulun sesini bastırıyor, arkada, ayakta davul sesine uyup göbek atan delikanlılar, genç kızlar yoksulluğun şen yüzleriyle ona bir hayat bahşediyorlardı. Pek çok gelinlik kız gibi Selma da yanılıyordu; çeyiz kamyonlarının yoksullukta yeri yoktu. Çeyizini mahalle mahalle gezdirenler varlıklılar, çevre köylerde toprağı olanlar, dükkan sahipleri yada en azından ev tarla sahipleriydi. Bunlar gösterişsiz, sade bir yaşam sürüp zenginlerin yanında yoksul sayılsa da, düğün, dernek denince geleneklerin hakkını verecek kadar paraları, dayanışmaları vardı. Memlekette geçimlik bulamayıp göç eden fukaralar bu yokuşlu, eğri büğrü sokaklarda koca kamyonların yol tutamayacağını öne sürerek bu geleneğe uymazlardı. Selma’nın çeyizi ne kamyona yüklendi, ne de sokaklarda turladı. Cibali Tütün Fabrikası’nda çalışmaya başladığının ilk aylarında hayalini doyuran tığla işlediği danteller, Mahmutpaşa’da yorgancının vitrininde gördüğü sarı satenden, her baklavası üstüne ayrı boncuklar işlenmiş simli yorgan, yapma çiçeklerle süslü cibinlik, ağır işlemeli kapitone yatak örtüsü hiç farkına varmadan birer birer eridi gitti. Hayallerinden bütün bütüne kopacak değildi ya, kendinden üç yaş büyük, işyerinden arkadaşı Nurten’in “Bu paçavraları ne yapacaksın kız? Aklın varsa buzdolabı hayal et!” sözleri aklını kurcaladı. Çocukken semt kasabında gördüğü “etlerimiz buzdolabındadır” yazısını boş gözlerle her okuyuşunda hiçbir şey anlamadığını ta ki Saadet hanım teyzelerin mutfağında baş köşeye kurulan üzerine danteller serili o bembeyaz cüsseyle karşılaşınca kavramıştı. Nurten’in ne dediğini anlıyordu. –Selma, bu satırların içinde dönenmekten, okuyucuların gözleriyle dikizlenmekten rahatsız oldu, romanlarda, magazin dergilerindeki imrendiği kadınların yapmacık gülüşlerinin dudaklarına yapıştığını hissetti. Kendini hikaye sayfasının dışına attı.

Hiç yorum yok: