9 Haziran 2008 Pazartesi

Kahramanın Yazınsal Portresi [Sınırda, Mayıs-Ağustos 2008, sayı 10]

KAHRAMANIN YAZINSAL PORTRESİ

Isınan Kayalar

Tepelerin, sıradağların, engin ufukların uçsuz bucaksız olmalarından kaynaklanan özlem: Posta arabalarının kayar gibi gidişi. Torbaların içine tıkıştırılan zarfların sessiz iniltisi ve bir ucu yırtılınca zarfı tutan ele yayılan sıcaklık dalgası. Zamanı donduran fotoğraf artık yada henüz yeterli değil. Zarfın yolculuğu dayanılmaz sıcakta bir kez daha yinelenmeli. Mektup gerçek zamanda yazılmalı ve okuyucu bu mektubu kendi sandalyesinde okuyup karanlık odada her şeyi başından sonuna kadar yeniden yazmalı-- yazının ve uzaklığın büyüsünü, postanenin yavaşlığını yeniden keşfetmeli, yazılanları odasında gerçek zamanda yeniden yaşamalı/yazmalı. Bunu yalnızca anımsamanın ve okunmanın vereceği haz için değil, gereksiz ve usandırıcı yinelemenin büyüsünü geri çağırmak için yapmamalı. Çünkü posta arabası hızla giderken yakınlaşan yolun uzaklığı yazının sonsuzluğuna adamakıllı yakın.
Jeolojik engebelerin sıradan fiziksel yükseltilerinin tersine, postanede metafizik bir anıtsallık. Rüzgarın, suyun, sıcağın, buzun derinliğinin silinip zamanın başına geri dönüşe zorlayan bir akış ve dingin devinimli bir yıkımın acımasız sonsuzluğuna sürükleniş birbirine sarmallanıp yeni bir dirimi körükler. Burada toprağın yüzeyinde ağır ağır kımıldaşmak için milyonlarca, yüz milyonlarca yılın geçmesini beklemek ve gerektiğini ileri sürmek çok saçma ve gereksiz, çünkü bu sav kestane rengi takımlı beyin postaneye gelişinden çok önce, yazan eller arasında yapılmış bir tür aşınma ve erozyon anlaşmasından kaynaklanan birtakım göstergelerin bulunduğu varsayımını çıkarır ortaya. Tümüyle yazınsal/ jeolojik nitelikli bu koskocaman göstergeler süprüntüsü içinde kestane rengi takımlı beyin her halde hiç bir anlamı olmamıştır.
Mektup kutularının bir buçuk adım ötesinde yazınsallıkla hiç bir ilişkisi bulunmayan silik bir karaltı göze çarpıyor, postane içinde bir engebe olarak yalnızca, önemsiz bir çıkıntı yada girinti gibi. Ama belki de yazınsal olmaktan çıktıkları için yazının ne olduğu konusunda en iyi fikir veren bu engebelerdir, kim bilir. Eh, ne de olsa anlatılar göstergelerin aşınmasından doğar, değil mi ya?
Toplumsal, psikolojik yada ‘bellek’sel katmanlardan, düzeneklerden bütünüyle arınmış bir halde jeolojiye özgü yavaşlığına tanıklık eden elleriyle başbaşa, ama iki ayağının üzerinde (belki de yüklendiği ve/yada üzerinden bir türlü atamadığı tek mirasıydı bu-- ne dehşet!) öylece duruyordu. Ama onu anlamak için, az ilerde duran boş sandalyeye yapacağı yolculuğu yazmak gerek, yolculuk gözden kaybolmanın estetiği olduğundan ötürü.
Sandalyede oturuk durmak yazılmaktan kaçmanın en saf biçimi. Ne ki henüz oturuk değil! Mektup kutularının önünde jeolojik bir yavaşlığa gömülmüş de olsa, mektup kutularının önünde ayakça dikili durduğundan yazılabilirliğin sınırları içinde de duruyor aynı zamanda ve dahası yazılmalı da, çünkü yazı yazın’ın en hırçın bir eleştirisi, gözden kaybolmanın en arı bir biçimi.
Sevgisizlik, soğukluk en arı biçimini hızın yokluğunda buluyor; yazılmaktan kaçmanın soğuk ve ölü yanı bu(rada), postanenin kavurucu sıcaklığında.
Henüz sandalyeye yolculuğuna başlamadığına göre o, yazılabilir. Ve daha ilk adımı bile atmadığına göre yazının en başlarındayız demektir. Yazının en başında!-- Ne büyük bir sanş. Herkese nasip olmaz bu.

Isı, postanenin karanlığında belirdi, ta ayaklarının dibine dek sızdı. Uçsuz bucaksız bir evren açıyordu önünde. Kapkara, hareketsiz, dümdüz, yüzeysiz, üzerinde en küçük bir kırışıklık, en küçük bir hava kabarcığı yok. Kaynağı nerden geldiği belli değil. Binlerce, yüz binlerce yıldan beri orada ve postane tarafından kıskıvrak yakalanmış olarak orada kalmayı sürdürüyor. Kesintisiz bir örtü halinde taşsıl yuvasının içinde yayılmak için çırpınıyor. Madenler, kayalar dünyasınca tutsak alınmış olarak - zaman o bulutsu kütleye sıkışmış- o da kendisini tutan renksiz, devcileyin kayaya dönüşmek üzere sanki. O ağır dünyanın katılığına katılmaya yazgılı, sıkıştıkça sıkışıyor. Sıkışmış ağırlığın altında gizini korumaya didinen ağır kalker katmanlarının içinden süzülerek yüzeye çıkmaya çalışıyor -meraktan-, çıktığı anda nitelik değiştireceğini bile bile. Yoğun bir sıvı halinde fışkıracak, yüz binlerce yıl kendi içine kıstırılmışlığının, sıkışmışlığının öcünü almak için, alarak taş’acak. Saydamlığı ve benzersiz koyuluğu fosforlanmalarla yüklenip yüzeyde kaçışkan pırıltılar halinde yansıyan bir başka bilinmeze dönüşecek, çünkü saydamlığı, fosforlanması, parıltısı derinlerdeki dingin, karanlık güçlerin yüzeyde beliren işaretleriydi. Bu elektriklenmeler uyku halindeki yaşamını ve henüz harekete geçmemiş korkunç gücünü belli ediyordu. Bulutsu kütlenin içine sıkışan zaman kılıfından taş’ıp gümbür gümbür yüzeye akacaktı. Mektup kutularının bir buçuk adım berisinde geçmiş zamanın tıkırdayışlarını duyuyordu şimdiden.
İçinde bulunduğu bu ürkütücü yapının bir an önce keşfedilmesi ve açıklanması gerekiyordu. Tavandan aşağılara sarkan avize, giriş katındaki kapı, içi betonla dolmuş temel. Temelin altındaki toprağı kazıdığınızda üst katmanda sileksten yapılma aletlere, daha derinlerdeki katmanlarda da buzul çağına ait bitki örtüsünün kalıntılarına rastlıyoruz. İşte beyimizin geçmişi, öyküsü burada. Öykü burada. Ölümcül bir dinginlikle öykü; kahramanını bekliyor, kendine çağırıyor. O çağrıyı hangimiz duymayız? Duymayız.
Isı bulutsusunun içine sıkışan moleküller gitgide gevşiyor. Isı bulutsusunun içine sıkışan moleküller gitgide gevşedikçe gevşedikçe iki ayağının üzerinde dikili duran beyimiz büzüşüyor. O büzüştükçe kahramanını çağıran öykünün çağrısına bir çağrı daha ekleniyor. Sandalyenin çağrısı bu. “Otur. Otuur. Otuuur.” Ses dalga dalga beyimizin içine giriyor, ayakça durduğu yerde büzülüyor. Ses yayılıyor, o büzülüyor. Yayılıyor, büzülüyor. Büzülüyor. Kestane rengi takımı elbisesi o büzüldükçe kırış kırış oluyor. Elbisesinin içine sıkışıyor. Eli, yüzü, ayakları, omuzları bumburuşuk, mektup kutularının önünde ha yığıldı ha yığılacak. Öte yandan ses daha bir gür üzerine geliyor. “Otur. Otuur. Otuuur.” Ancak büzüşmeyi öğrenmiş olanlar oturma EYLEMİNİ yoğun olarak yaşayabilirler. Ayak parmaklarını kımıldatıyor. Kımıldıyor parmacıkları. Kımıl kımıl. Kımıldıyor. Ayakkabının içinde deri. Derinin içinde küçük bir solucan, kımıldıyor. Daha kımıldıyor. O kadar. Kımıldamanın ötesine sıçrayamıyor. Bir daha. Daha. Gücü tükeniyor. Toz torbacığı halinde deri, ayakkabının içinde büzüşüyor. Solucan. Parmağının kemiksiz, sümüksü bir et parçasına... Parmağını duyumsamıyor artık.
Isı bulutsusunun molekülleri gevşiyor.
Gevşiyor.
Yavşıyor.
Yavsıyor.
Yoruluyor.
Daha da hiç bişey -mıyor.
Isı bulutsusunun molekülleri gevşiyor.
Azot, helyum, hidrojen, karbon dioksit, amonyak, baryum, sodyum bir podyumda el ele verip birbirine geçişiyor. Gazların karnavalı. Bir cümbüştür kopuyor. Bir düğün alayı. Önce N geliyor, ardından He, onun arkasından NH OH’ile sıkı fıkı olmuş ama H kocaman cüssesiyle aralarına girmeye, belki de açmaya, çalışıyor. NO, NA, SO, F, O, CA, HCI, FE, B, koca bir çember oluşturmuş koşa koşa geliyorlar. Isı bulutsusunun molekülleri gevşiyor. Görece olarak düşük sıcaklıklarda, bir gaz, atomik kohezyon kuvvetlerinin ortaya çıktığı bir dereceye kadar sıkıştırılabilir ve gaz, bir gaz olarak kalmasına karşın, bir katı gibi davranır. Sıvılar belirli bir hacme sahiptirler ancak biçimleri yoktur. Yersel koşullarda sıvılar, genellikle, onları içeren kapların biçimini alırlar. Ama kimi koşullarda nesne, bulunduğu hal ile uyuşmaz gözüken yollarda da hareket edebilir. Mermer serttir ve kolay kırılır, ama bir kaç yüz bin atmosferlik basınç altında bir sıvı gibi akmaya başlar. Kristal içindeki elektrostatik özelliğe sahip bağlar çözülür ve atomlar, akışkanlarda olduğu gibi, bağımsız hareket etmeye başlar. Sözcükler de nesneler gibidir, ancak maddenin hangi haline bağlı olduğu üzerinde bir anlaşmaya varılmamıştır, bugüne dek gerek duyulmamıştır buna.
Harflerin hareketleri, birbirleriyle eşleşmeleri değişkendi. Kimi harfler belli bir harfin çevresinde, yanında, yöresinde toplanıyor ve kimileyin kendi benzeşlerini (o, ö; ı, i; b, p; d, b), kimileyinse uzaksılarını (H, s; R, ı; c, z; i, Y; l, ş; Ğ, e) kendilerine çekerek karmaşık bir gösteri düzenliyorlardı. Bu birbirinden ilginç gösterilerinden birinde A ve İ yanyana gelince öbür tüm harfler bu ikiliden uzaklaşıp birbirlerine doğru koşuyorlardı. Kimi eşleşmelerde ise (ah gibi) güreşe tutuşurcasına kimileri ayağa dikiliyor (P, R, K, U, I) kimileri kıvrılıyor (ç, s, g) kimi yuvarlanıyordu (o, b, d). Kimileyin de, içlerinden biri ayrılmaya görsün tüm sayfalar boyunca birbirlerine dik dik bakıyorlardı.
Görünüş ve eşleşmelerindeki tüm değişikliklere karşın, bu hecelerin, hatta tüm bu tek tek harflerin akraba olduklarını saptamak kolaydır (Lewis Carroll bunu çok iyi anlamış olmalı). Örneğin a/A, b/B, c/C, e/E, f/F ikilileri nasıl birbirinin yakınıysa b d’nin; m n’nin; o ö’nün; R k’nin bir benzeridir, yalnızca bir uzman onları ayırdedebilir. Kimi harfler birbirine hiç benzemez, görünüşte çok farklı olsalar da aynıdırlar: r, R. Biçimleri ayrı olsa da ağızda aynı sesi çıkarıyordu a ve A.
Bir çok yazı ustası yaşamlarının büyük bir bölümünü bu harfleri, heceleri, sözcükleri ve çeşitliliklerini inceleyerek geçirmiştir. Sayfalar dolusu harfleri yanyana dizmişlerdir bıkmadan usanmadan. Epi topu yirmi dokuz harf olsa da, örneğin am’daki a ile kan’daki a’nın aynı olmadığını sezmişlerdir, de bu yüzdendir döktürdükleri onca harf kitaplarında. Kuşkusuz bu harflerin kaligrafik açıdan kolayca sınıflandırılabileceği açıktır; bu da onları yazı için yetkin bireyler durumuna sokmuştur. Tek bir atadan gelmelerine karşın sentaks, gramer adlı despotlar aracılığıyla her yanyana gelişlerinde değişik sözcükler kurmuşlardır, böylelikle sonsuz denecek sayıda çoğalabilme gücüne kavuşmuşlardır. Ancak, sözcükler de aynı koşullara tabi tutulmalarına karşın böylesi şaşırtıcı bir değişiklik gösterebilir miydi? Kimi sözcükler anlam konusunda bir öbüründen daha iyi olabilirler miydi? Neden? Nasıl olur da kimi sözcükler baştacı edilirken, kimileri aşağılanır, küçümsenir, görmezden gelinir ve ağza bile alınmaz hatta? : “ ”, “ ”...
Bu tür bir akıl yürütmenin varacağı sonuçlardan ürküldü, çünkü iyi bir yazıcının sapmaması gereken sapaklara sürüklenilebilirdi!- - Romancıların ilk günahının izi hala var: Cervantes’ciliğin, Balzac’çılığın.
İlk sözcükler, anlamdan henüz yoksun ortamda harf ve hece birleşmeleri yoluyla yalın ve gösterilensiz olarak ayakta durabiliyorlardı. Bir gösterilene sahip olan ilk sözcükler de tümüyle yüklemsiz gelişebiliyorlardı. Uzun mu uzun zamanların ardından, kısa bir süre önce, hem gösterilenli hem anlamlı sözcükler oluşmaya başladı yükleme gereksinmeksizin. Gösterilenli sözcükler yüklemsiz ortamda bir çözünüyor, bir toplanıyordu. Bu ortamda benzer harflerden, gereksiz hecelerden arındıktan sonra yanyana gelen sözcükler anlamın doğmasını zorluyorlardı. Sayfanın üzerinde oluşan lekelerin içinde yüklem yoktu belki, doğru; ama kahramanımızın yüklendiği zaman (dilbilgisel bir zaman olmasa da) bal gibi de yüklemdi, yüklemdi.
Postanede (üzerinde yada içinde) sözcüğün ilk ortaya çıktığı zamanlarda da yüklemsiz koşulların hüküm sürmekte olduğunu kabul etmemiz için nedenler var.








BİR KAHRAMANIN YAZINSAL PORTRESİ
I. Yaprak
Kahramanın bir tasviri
Dünya yüzünde ne katılar ne sıvılar ne de gazlar vardı. Yalnızca ısının halleri, kozmik uzayda düzenli ve düzensiz figürler oluşturan ısı formları vardı. İnsanoğlu ısının ve soğuğun bölünmüş hallerinden oluşan kör, sağır ve duyarsız bir harf yığınıydı.


Ve harfler eti yarattı.

II. Levha

Kahramanın dört harflik Portresi

enine boyuna

A T C T A T A G A T A-T
- - - - - - - - - - T-A
T A G A T A T C T A C-G
T-A
A-T
--------
T-A
A-T
G-C
A-T
T-A




III. Sayfa (*)

Kahramanın anlatıya bir geçit olarak Portresi

Yazıcı cesaretini toplayarak, insan dilinde adı olmayan bu yaratığı, cansız varlığı yada eylemsiz yaşamı inceledi bir süre. Kadınları, tehlikeli heyecanlar aramaya, aralarında sadece incecik parmaklıklar olduğunu düşünüp yürekleri ağızlarına gelerek, zincire vurulmuş kaplanları, boğaları seyretmeye iten o korkuyla karışık merak duygusunun dayanılmazlığına kaptırmıştı kendini yazıcı. Mektup kutularının önünde dikilen adamın sırtı her ne kadar bir gündelikçinin sırtı gibi kamburlaşmış da olsa, orta boylu olduğu kolayca anlaşılıyordu. Aşırı sıskalığı, çırpı gibi kol ve bacakları, onun her zaman ince bir yapıya sahip olduğunu gösteriyordu. Bir deri bir kemik kalmış kalçalarının etrafında yan yatmış bir yelken gibi kıvrımlar çizerek dalgalanan seten kumaştan bir pantolon vardı üzerinde. Bu garip bedeni ayakta tutmaya yarayan sıskacık bacakları gören bir anatomi uzmanının, korkunç bir zafiyetin belirtilerini teşhis etmesi işten bile değildi. Bir mezarın üstüne dikilmiş kemikten balbal gibiydiler. Uğursuz bir dikkat, yılların çöküşünün, bu insan müsveddesinde açtığı izleri size bir bir gösterdiğinde, kalbiniz adama karşı derin bir dehşet duygusuyla doluyordu. Kestane takımının altında eski moda, pastel renkli çizgili bir gömleği vardı ve ince küçük karelerle benekli kıravatına iliştirilmiş, ucundan yarım daire çizerek aşağı sarkan sarı kıravat iğnesi acınası bir rüküşlükle göz alıyordu. Ceketinin yaka cebinden uçları yukarı taşan kızıl sarı tonlarda kenarları işlemeli sahte ipekten mendili bir süsten çok bir paçavra gibi duruyordu. Kıravat iğnesinin tam ortasında üç toplu iğne başı büyüklüğünde bir taş soluk güneş gibi parlamaktaydı. Bu demode aksesuvarlar, bu gerçek ve zevksiz hazine, bu tuhaf insanın yüzünü büsbütün ortaya çıkartıyordu. Çerçeve ve portre birbiriyle şaşılası bir uyum sergiliyordu. Bu esmer yüzün her yanı girinti ve çıkıntılarla doluydu. Çenesi çukurdu; şakakları çukurdu; gözleri göz çukurlarının içinde kaybolmuştu. Anlatılması zor bir sıskalıkla çıkıklaşmış çene kemikleri avurtlarında derin çöküntüler oluşturmuştu. Işıkların yer yer aydınlattığı bu ucubelikler, bu çehrede insan yüzüne ait son özellikleri de yok eden gölgeler ve tuhaf ışıltılar yaratıyordu. Üstelik yıllar bu yüzün sarı ve ince derisini kemiklere öyle bir yapıştırmıştı ki, her yanda ya bir çocuğun attığı çakıl taşıyla suda dalga dalga yayılan halkalar gibi yuvarlak yada cam çatlağı gibi yıldız yıldız, ama hep bir kitap cildinin yan tarafındaki sayfalar kadar derin ve iç içe, bir yığın kırışıklık ortaya çıkmıştı. Kimi yaşlılar çok daha ürkütücü bir portre sunarlar, ama karşımızda beliriveren bu hayalete yapay bir yaratık görünümünü en çok veren şey, onu ışıl ışıl parlatan yüzündeki kırmızı ve beyaz renklerdi. İfadesiz yüzünde, kaşlarına düşen ışığın parlaklığı çok usta bir elden çıkmış bir boyayı ele veriyordu. Bunca yıkıntı görmekten karalar bağlamış gözlere ne mutlu ki, kurukafaya benzeyen başı, alnının üstünden, şakaklarından tel tel sarkan saçının altına gizlenmişti. Zaten, kulaklarından sarkan altın küpeler, kemikli parmaklarında ışıldayan nefis taşlı yüzükler ve bir kadının boynunda bir derenin içindeki taşlar gibi parıldayan köstekli saat, bu akla hayale ve kaleme sığmaz yaratığın kadınca süs merakını şiddetle dışarı vurmaktaydı. Üstelik bir japon bebeğinin morumsu dudaklarında sabit ve donup kalmış gülümsemesine benzer zalim ve hınzır bir gülüş bu kurukafanın ağız çukurunun üstüne takılıp kalmıştı, sanki tüm yaşamından aşırıp aşırabileceğinin tümü buymuş gibi. Bir yontuleyin sessiz ve hareketsiz. Dul kalmayı bile becerememiş yaşı geçkin kızların çeyiz sandıklarında aralarına naftalin serpiştirilmesine karşın küflenmiş o eski elbiseler gibi baygın baygın kokuyordu. İki ayağının üzerinde mektup kutularının önünde duran kestane rengi takımlı adam gözlerini kalabalığa çevirdiği zaman, insan, bir pırıltı bile yansıtmaktan aciz bu yuvarların, görülmez bir düzenekle devindiği izlenimine kapılıyordu; gözler durduğundaysa, onları inceleyenler, hiç kıpırdamamış mıydı yoksa diye kuşkuya kapılıyorlardı. Bu insan yıkıntısının yanı başında çıplak ve süt beyaz boynu ve kolları, omuzlarından sarkan bluzu zorlayan göğsü; dolgun ve güzellik fışkıran hatları, mermersi bir alından pek biçimli süzülen saçlarıyla insanda aşk uyandıran; gözleri ışığı almayıp yansıtan, hoş, körpe, mis kokulu soluğu, uçuş uçuş saçlarıyla bu silintiye, toz halindeki bu adama fazla ağır gelmiş gibi görünen bir genç kadın görmek, portreyi tümlüyordu. Bu portre, ölüm ve yaşamın ta kendisiydi. Alfabede ölgün ölgün duran harfler, bu tabloya -yazı(n) olarak- girebilmek için birbiriyle itişip duruyorlardı.

(*) Sayfa, Balzac’la birlikte yazılmıştır.


İlyaz Bingül
ilyaz­­_bingul@yahoo.com

Hiç yorum yok: