Gazetecilere Dair
(“Haydi ‘Bağımsız Basın’ Şerefine” adıyla BirGün Gazetesi, 22 Ekim 2009)
Bonapart karşıtlarından biri olan Maurice Joly 1864’te, Montesquieu ile Machiavelli arasında cehennemde geçen bir diyaloğun anlatıldığı isimsiz bir kitap yayımladı. Bu kitapta, Montesquie’nün liberalizmin önlenemez yükselişine dair inancına dayanan zayıf önermeleri, Machiavelli’nin 19. yüzyılın ortalarında bir liderin iktidarı ele geçirececeğini, şiddet yoluyla ve dalkavukluk yaparak muhalefeti bastıracağını, dikkatleri başka yöne çekmek için askeri harekatlara girişeceğini, yani biçimsel özgürlüklerin aldatıcı dış görünüşünün ardında toplumu “muazzam bir despotlukla” yöneteceğini haber veren post eventum (olay sonrası) kehanetleri tarafından bertaraf edilir. “Despotizm modern halkların toplumsal durumuna tümüyle uyan tek yönetim biçimidir“ diyerek bitirir Machiavelli/Joly. Daha önce, Amerika Birleşik Devletleri’nde yaptığı seyahatlerin etkisiyle Tocqueville de tüyler ürpertici bir kehanette bulunmuştu: “Günümüzün demokratik ülkelerinde bir despotizm kurulursa eğer, bu despotizm muhtemelen geçmiştekilerden çok farklı bir karaktere sahip olur” demişti. Joly’nin Machiavellisi Montesquieu’ye “İlerde basının yine basın yoluyla, etkisizleştirileceğini düşünüyorum” demişti. “Gazetecilik öyle büyük bir güç ki hükümetim tamamen gazeteciliğe dayanacak. Gazeteciliğin ta kendisi olacak.” Bu kehanet yirminci yüzyılda gerçeğe dönüşecekti. Walter Benjamin’in Paris üzerine yazdığı tamamlanamamış eserinde şu pasaja yer veriyordu:
“Dikkatli bir gözlemci vaktiyle, faşist İtalya’nın büyük bir gazete gibi yönetildiğini ve hatta büyük bir gazeteci tarafından yönetildiğini söylemişti: her güne bir fikir, yarışmalar, sansasyonel hikayeler, okurun dikkatinin toplumsal yaşamın haddinden fazla genişlemiş belli alanlarına istilacı bir tavırla ve akıllıca yönlendirilmesi, belli pratik amaçlar doğrultusunda okurun anlayışının sistematik bir biçimde çarpıtılması. Doğruyu söylemek gerekirse faşist rejimler reklama dayalı rejimlerdir” (Ginzburg, 2009; 68-72 ). -Gazeteciler (ve reklamcılar) faşist midirler? Faşizim, sermaye hareketidir, sermayenin ürünüdür. Sermaye ile “iki kaşık içiçe” girenler, evet.
Savaşçılar, dua ediciler ve çalışanlar uygarlık tarihi boyunca hemen hemen tüm toplumlarda görülen üçlü şemanın oluşturucularıdır. Ana hatlarıyla üçlü şemayı sürdüregelen savaşçılar savaşıyor, dinadamları (büyücüler, rahipler, şairler, bilimadamları, entellektüeller vs.) dua ediyor, çalışanlar kah çiftçi, kah sanayide işçi, memur, esnaf olup toplumsal görevlerini yerine getiriyorlar, hala. Peki gazeteciler bu üçlü şemanın neresinde yer alıyor? Üretiyorlarsa ne üretiyorlar, alım satım işiyle uğraşıyorlarsa ne satıyorlar? Gazeteciler niye varlar? Varolmaları gerekiyor mu?
Türk edebiyatının mücevher kutusu “Bize Göre”nin de yazarı Ahmet Haşim 1928’de, İkdam gazetesindeki “Başlangıç” adlı ilk yazısında “gazetede yazmaktan utanıyorum” diyordu, çünkü gazetecilik ticari bir hüviyet kazandıktan sonra müşteri olan “okuyucunun hoşuna gitmek gayretiyle gazeteler, yavaş yavaş sütunlarından ‘fikr’in bütün şekillerini süpürüp attılar.” diyebilmişti.
Fikir gazeteden kovulmuştur. Çin tarihini, İslamiyeti, yıldız savaşlarını, gen haritasını, Alman edebiyatını, belediye hizmetlerini, Ataryemez sporun oyun stratejisini, semt pazarlarında çürük domates toplayan çocukların dramını, matematik problemlerini, pahalı fahişelerin sutyen numaralarını, Roma hukunu, herşeyi ama her şeyi bilen bu gazeteciler güruhunun hiçbir fikri yoktur. “Düşünceden yoksun bu düşünce ustaları” (Pierre Bourdieu; Sanatın Kuralları) boğazlarına kadar siyasete boğulmuşturlar.
Siyaset nedir? Siyaset, özetleyin, ülke zenginliğini paylaşma savaşıdır. Bu göbekbağısızlar ailesine mensup gazeteci takımları yaptıkları iş karşılığında çok, ama çok yüksek paralar alıyorlar. Eş deyişiyle siyaset yapıyorlar: ülke zenginliğinden pay alıyorlar. Bir işçinin, bir öğretmenin, doktorun, profesörün, imamın, askerin, yargıcın, bir asgari ücretle çalışanın, eş deyişiyle bir ülkeyi ayakta tutan, cefasını ve ezasını çeken bu insanların gözü önündeki bu bir avuç az(g)ınlığın aldığı paralar bir emeğin karşılığı mıdır? Uzatmadan söyleyelim, aldıkları paralar ne maaş, ne ücrettir, düpedüz rüşvettir! Bir de hukuktan, ifade özgürlüğünden, pazar aşklarından söz etmezler mi, çıldırıyorum. Çıldırıyorum! Bu kadar yüksek “maaş” alanlar adaletten söz edemezler, ‘rüşvet’ alanlar hukuktan, düşünce özgürlüğünden söz edemezler.
Karl Kraus’un basın özgürlüğüne karşı kullandığı aşağılayıcı ifadelerinden dem vuran üstad Adorno diyor ki: “Basın (düşünce, İB) özgürlüğü şemsiyesi altında serpilen aptallaştırma ve yalan, tinin tarihsel ilerleyişinde rastlansal olgular değildir; tersine köleliğin damgasıdır bunlar, çünkü tinin (düşüncenin, İB) özgürleşmesi -sahte bir özgürleşim- bu köleliğin çerçevesi içinde gerçekleşmektedir”. Yaşşa be Adorno. “Düşünce özgürlüğü”nden dem vuran sersemlerin, düşüklerin, budalaların, dahası kötü niyetlilerin kakafonisinde senin sesini duymak...
Ben susuyorum. New York Times Gazetesi’nin eski bir editörü Swinton konuşuyor: "Amerika'da özgür basın diye bir şey olmadığını, siz de, ben de biliyoruz. Hiçbiriniz sahici kanaatlerinizi yazmaya cesaret edemezsiniz, etseniz bile, asla basılmayacağını bilirsiniz. Ben, gerçek düşüncelerimi bağlı olduğum gazeteye sokmamak için para alıyorum. Sizler de benzer paraları, benzer nedenlerle alıyorsunuz. Aranızda gerçek düşüncelerini yazacak kadar aptal olanınız varsa, kendisini sokakta başka bir iş ararken bulacaktır. Gerçek düşüncemin gazetemin tek bir nüshasında görünmesine izin versem, yirmidört saat geçmeden işimden olurum. Gazetecinin işi, gerçeği yok etmek; açıkça yalan söylemek; saptırmak; kötülemek; servet tanrısına yaltaklanmak ve günlük rızkını çıkarmak için ülkesini ve soyunu satmaktır. Bunun böyle olduğunu ben de, siz de bildiğinize göre 'bağımsız basın' şerefine kadeh kaldırmak da nasıl bir maskaralıktır?! Bizler sahne arkasındaki zengin adamların köleleriyiz. Bizler, ipleri çekildiğinde dans eden kuklalarız. Yeteneklerimiz, imkânlarımız ve hayatlarımız başkalarına aittir. Entelektüel fahişeler, bizler buyuz” (aktaran Alev Alatlı).
Ben susuyorum, Hüküm Gecesi’nde Yakup Kadri Karaosmanoğlu konuşuyor: Gazete yazarı için dayak, kurşun, hapishane veya ip varsa bu zavallı kadın için de her an bir sarhoşun yumruğu, bir katilin bıcağı, bir frengililinin mikrobu vardır ve bir gazeteci okuyucularının sayısını artırmak yolunda bedeni ve fikri ne kadar gayret harcarsa, beş olan müşterisini ona çıkarmak için çalışan bir fahişenin harcadığı gayret de hemen aynı nisbettedir. Ahmet Kerim kendi kendine: “Günlük bir gazete yazarıyla bir kaldırım fahişesi arasındaki benzerlikler yalnız bundan ibaret değil” dedi. “Bunun da, onun da biricik sermayesi halkın budalalığıdır. Amme efkarı bunların birinde hakikat ihtiyacını, ötekinde aşk ihtiyacını tatmin ettiğine inanır. Halbuki fahişenin verdiği aşk ne derece samimi ise gazetecinin söylediği hakikat de o derece doğrudur.”
12 Eylül'e denk gelen ilkgençliğimde işkencecilerden ve tecavüzcülerden iğrenirdim, bugünse, gazete tezgahları kuruluyor, gazeteciler ürüyor –işkenceciler ve tecavüzcüler, şiddet uygulayıcılar beden ve meslek değiştirmiş. –Uluyorum. Köpekler gibi uluyorum. Ben İlyaz Bingül, işkence altındayım, tecavüz ediliyo-ruuuuuuuuuu um. İçime suçlar akıyor. Elimde suçlar birikiyor. Cezamı çekiyorum. Hiç bir ceza suçsuz kalmamalı: Suçumu arıyorum.
Çok sevgili arka'daşım Pierre Bourdieu’nün Karşı Ateşler’de ısrarla vurguladığı üzre: bugün, televizyonla birlikte ve televizyona karşı özel savaşım izlenceleri olmadan toplumsal savaşlar yürütülemez; bu savaşımda, medyatik aydınlara karşı savaş çok önemlidir; araştırmacıların bir kesiminin zamanlarının ve enerjilerinin bir bölümünü, onların eylemine militan biçimde karşı koymaya ayırmalarını ister. “Örgütlü sorumsuzluğu” elverişli kılarak yurttaşları etkisizleştiren, toplumsal tartışmayı tekellerine alan, aynı zamanda hileli sınıflandırmalar yapmayı amaçlayan soruşturmalar veya yıldönümleri düzenleyen “düşünceden yoksun yeni düşünce ustaları gazeteciler”, medya entelektüelleri yada “heteronom entelektüeller” adını verdiği çevreye karşı mücadele edilmeden, toplumsal alanda mücadele etmenin de olanağı yoktur, diyor. Tekrarlıyorum: Medya entellektüelleri, gazetecilerle mücadele edilmeden toplumsal alanda mücadele edilemez. Edilemez, çünkü, Zygmunt Bauman’ın belirttiği üzre “beyin yıkamakta ve ciddi düşüncenin yerine ucuz eğlenceyi geçirmekte uzmanlaşan medya, aldatma ve ayartma konusunda uzmanlaşan tüketici piyasasının başlıca hainleri olarak rol al”maktadır
Roland Barthes ise: radyonun, televizyonun, büyük basının estetik açıdan bir incelemesini yapmak, hangi örtük değerlerin yükseldiğini ve hangilerinin reddedildiğini göstermek gerekir; kendimizi savunmamız gerekir, bir ölüm kalım meselesidir bu, yazıyor. Derrida da, günümüz aydınlarının çok acil bir sorumluluğu var, çağrısında bulunur: “Doxa’ya, artık “medyatik entellektüeller” diye adlandırabileceklerimize ve politik ekonomik lobilerin kontrolü altında olan medyatik güçler tarafından önceden şekillendirilen genel söyleme karşı tavizsiz bir savaş açılması gerekiyor.” Derrida’ya göre, “bu lobiler, aynı zamanda yayımcı ve akademik de olabilirler ve elbette ki, hep Avrupalı ve globaldirler”.
Bourdieu’ye göre: “Medyayla suç ortaklığı etmiş patronlara, din adamlarına yada gazetecilere (biz ekleyelim, edebiyatçılara, şu sıralar çekirge sürüsü kabilinden türeyen romancılara, sinemacılara... İB) güvenilemez- kendi erklerinin gizli temellerini açığa vuran çalışmalarının bilimselliğini övmek için bile olsa”. “Gazeteciler ve medya mensupları asla düşünceyi destekleyen bir ivedilik içinde ve özellikle de acımasız bir rekabet ortamındaki iç ve dış güçlerin sansür girişimlerini ya da baskılarını tüm ağırlığıyla kendi üzerlerinde hissederek, en önemli konular hakkında bile sıklıkla ihtiyatsızlık ve aceleci çözümler önermekle yetinmektedirler. Gerçekten de, onların tıpkı politik evrende olduğu kadar, entellektüel evrende de ürettikleri düşünceler bu bakımdan hayli tehlikeli şeylerdir”. “Yazınsal, sanatsal ve kültürel eleştiri de editörlerin (basımcıların) en fırsatçı hizmetkarlarına emanet edilmiş durumdadır”. Fast-thinker’ler (hızlı düşünürler) olarak adlandırılan bu entellektüeller, TV tartışma programlarında üstlendikleri rollerden ötürü suçludurlar. Dahası, kültürel sermayenin (ve dolayısıyla sanatçı ve edebiyatçıların) özerkliği de medya ekonomisinin ve farklı ekonomik güç merkezlerinin egemenliği altında gerilemiştir.
Edebi krizde gazetecilerin de sorumluluk payı olduğuna değinen Deleuze, kitap da yazmaya yeltenen gazeteciler kitap yazdıklarında, gazetedekinden başka bir biçime girerler, yazar olurlardı. Günümüzde durum değişti, diyor Deleuze, çünkü gazeteci, kitap onun doğal hakkı olduğu, bu biçime erişmek için özel bir çalışma yapması gerekmediği kanısına vardı. Gazeteciler doğrudan doğruya ve birlik olarak edebiyatı ele geçirdiler. Bugün, herkes kendini bir kitaba gebeymiş görüyor, yeter ki, bir mesleği yada sadece bir ailesi, hasta bir akrabası, kötü bir şefi, olsun. Herkesin bir kendi romanı var. Edebiyatın herkes için, ancak ve bizzat edebiyatın içinde varolabilecek özel bir araştırma ve özel bir çaba, özgül bir yaratma niyeti gerektirdiği unutuluyor. Bu, piyasanın bir promosyonu görününümü kazanmış kitabın talileştirilmesi ve edebiyatın ölümüdür.
Frankfurt Okulu’ndan el alarak özetleyin söyleyecek olursak, kültür/eğlence endüstrisinin elinde, piyasa toplumunun kucağına oturmuş, gazeteci-yazarların eline düşmüş, Cioran’ın çok haklı olarak “edebiyatın kaldırım orospusu” dediği roman(cı), sinema-cı, müzik-çi, resim-ci, kısası sanat-çılar, gazeteciler; içiçe geçtikleri medya ile birlikte hükmedenlerin bir körleştirme, bir tahakküm uzmanına dönüşmektedir.
İlyaz Bingül
17 Kasım 2009 Salı
Kaydol:
Kayıt Yorumları (Atom)
Hiç yorum yok:
Yorum Gönder