17 Kasım 2009 Salı

Serdar Turgut’a Pabuç

Serdar Turgut’a Pabuç (BirGün Gazetesi, 14 Kasım 2009)

Tersi:
Hayat ve Roman
Günlük nafakasının peşinde sabahın köründe yola düşüp geceye dek çalışan; kiraydı, faturaydı, geçim derdinde koşturan; işliklere, atölyelere, fabrikalara yada ofislere tıkılıp boş zamanı ve parası olmayan ter oğlanlarının bir romanı doldurmaya yetecek içsel zenginliği, hayal dünyası yoktur. Bir aşkı özgürce yaşabilmek bu yoksulların harcı değildir. Duyguların zenginliğini ortaya koyabilmek için bir güce, zenginliğe ihtiyacınız vardır. Olanaksızlıklarda, yetersizliklerde, ilkelliklerde, çekilen acılarda yüceltilecek bir yan yok. Hiç kimse bana maddi sorunlarla boğuşan bir insanın romanını yazdıramaz. Böyle bir romanda imgesini kurabileceğim, hayal gücüme seslenen, beni estetiğin evrenine yükselten bir şey yok. Sanatta her zaman, sanatla ilgilenecek kadar maddi olanağa sahip olmak ve sanatın cehennemlik bir uğraş olduğuna inanmak anlamında bir yücelik vardır.
Şu gördükleriniz... Kaba saba, buram buram ter-lahmacun kokan adamlar doldurdu caddeleri. Dünyanın yeniden incisi olmaya aday dünya başkenti İstanbul, onlara layık değil. Kalabalığın cehaleti tüm güzellikleri siliyor, insanı sıradanlaştırıyor. Gecekondudan dönme dış yüzeyleri kusmuk rengi gündüzkondularında, odaları tüp gaz, yanık yağ, pırasa kokan, kapı önlerinde çıkarılmış çamurlu pabuçlarla dolu aparthanlarında, üç günlük tıraşları, kara bıyıkları ve sararmış dişleriyle varoşlardan inen ve meyhanede rakısını yudumlayan her kadına umumhane kadını gözüyle bakan, giysilerinden ve konuşmalarından kırık türkçe akanların pazar günleri doldurduğu Sahil Yolu’nda kirli beyaz atletleriyle don paça soyunup geviş getire getire yatan bu kadar kalın ve bu kadar kısa bacaklı, bu kadar uzun ve kıllarla kaplı kollarıyla hart hurt orasını burasını kaşıyan adamlar, mangal yelleyip çay demlerken kâh bacaklarında kâh salıncakta bebe sallayan kara çarşaflı yada türbanlı, istisnasız hepsi de tesettürlü kadınların oluşturduğu kara bir halk, kıçını denize dönüp mutlaka et pişirmektedirler. Mangalda balık pişiren bir tek zatı muhtereme rastlayamazsınız. Bu manzara beni irkiltiyor, göz sinirlerimi geriyor. Ruhum daralıyor, kusayazıyorum. Balık sevselerdi, o mangalda balık kızartabilselerdi belki yaşamaya ve yazılmaya değer bir hayatları olurdu.
Bu’lar iki ayağı üzerine dikilmiş solucandırlar. Yukarda yutan ağızları ve aşağıda boşaltan delikleri, onları canlı kılan bu. Varlık’a dair hiç bir düşüncesi olmayan bir kara fatma, bir ot, bir taşdan farksız bu ter oğlanları, bu das man’lar yaşayabildikleri yere kadar yaşayıp telef olacaklar. – Hayat ve roman bunlara emanet edilemez.
Düzü:
Jonathan Swift, hem İngiliz dilini sivrilttiği hem de ulusal ekonomiye bir katkı sağlayacak alçakgönüllü önerilerinden birinde; iyi beslenmiş, sağlıklı bir bebeğin bir yaşına geldiğinde, ister buğulama olarak hazırlansın, ister kızartılsın, ister fırında pişirilsin, isterse haşlansın, çok lezzetli, besleyici, doyurucu bir yemek olacağını, İngiltere krallığının ağzının tadını bilen, servet sahibi tüm beyefendilerinin masalarına eklenecek bu yeni yemek türünün özellikle arazi sahiplerinin zevklerine uygun düşeceğine inanır, “hem zaten bu çocukların ana babalarının çoğunu silip süpüren onlar olduğuna göre çocuklar da herkesten önce onların hakkıdır” der. Kara mizah yapar elbette.
İngilizler ingilizce bildiği için mi ne, kara mizahtan anlarlar. İngilizce, hele ki Abd ingilizcesi bilmeyen Türkler, “PKK teröristleri” kara mizahtan nah anlarlar. Tecrübeyle sabit.
Darda olan Türkiye ekonomisini kalkındırmak için “Müdürler ve Patronlar Kérhanesi” hayal etmiş, “é”yi Perec’in Kayboluş romanından mı almıştım ne, edebiyat yapıcaz ya, arkadaşım “çok kaba” demesin mi. “Bu yazıyı basanı basarlar” diye cevap vermişti bir dergi editörü de. Sulhi Dönmezer olsaydı Bayrampaşa’ya gönderirdi belki; editör yazıyı geri çevirmekle yetindi. Milyonlarca, milyarlarca ter kokulu amelenin, vatanı kalkındırmak, ülke ekonomisine katkıda bulunmak isteyen sıradan mı sıradan vatandaşın ve daha nicelerinin akın edip eşiğini aşım aşım aşındıracağını hayal ettiğim bir teşebbüsün kapısı kapandı. –içeri girmez miydiniz? Vizite cüzi olacaktı. İyi de konumuzla ilgisi ne?
Ben o zamanlar Serdar Turgut’u bilmezdim, 24 Ocak Kararları ve 12 Eylül çiftleşmesininin çocuğu “Serdar Turgut”un özel ad değil bir tür adı olduğunu bilirdim elbette, gazeteci olduğunu; ‘Jitem’ etkisi olmadan Aydın Doğan’ın doğamayacağını da... Okumamıştım onu. Gazetecileri adam yerine mi koyaydım yani; kara mizah yapıyormuş, edebiyat yapmaya da yeltenir bu “tür”lüler. Hayalimin kapı arkası köşesinde bir ‘Das Kapital’ olabileceği hiç aklıma gelmemişti doğrusu. Edebiyatın, kara mizahın özel bir çaba olduğunu pervasızca es geçer bu (Hegel’in Tinin Görüngübilimi’ndeki “bu” değil bu bu) ‘besmelesiz çocuk’-lar, göbekbağısız-lar. İyi de iş yapar-lar. Adana’ya, Losencılıs’a kaldırmaya kalkanlar mı dersin... Sonra gelsin üçüncü sayfa haberleri, sonra best paper bed paper romanı, filmi, karalısı pembelisi dizi dizi filmi, Hindistan, Orta Doğu, Orta Asya, Kuzey ve Güney Amerika ve dahi eksikli tüm kıtaların tv kanallarında tekrar tekrar... Off. Çarşaf çarşafta pley ofboy of the’ğında... Paranın belini kırarız valla. Türkiye İmf kapılarında sürtmez artıkın o denli exracaarttan sonra. Stsiyle oynanmış portakala, topa benzeyen, araba dingiline benzemeyen dünyada, be o ‘Das Kapital’de bel mi hâlâ kalır, denilebilir. Get lan, dümbük, hayaletceesen, gazzetta hayal et. Ne o öyle Zetiné dikiş makinaası gibi. ‘Domates tarlası’, ‘otobüs’, ‘fabrika’ mı sandın argo gözlüğünü? –“Açlık belirlemiştir proleter dilini. Yoksullar karınlarını doldurmak için sözcükleri çiğnerler” yazan a be Adorno abi, burun kıvırırsın Kassımpaşşalı ağzına da, pabuç mu fırlataydım yani, ha?
Yusuf Has Hacib’in Kutadgu Bilig’indeki sözleri aklımda: “Bu türkçe sözü yabani geyik gibi gördüm; onu yavaşça tuttum, aldatarak, kendime yaklaştırdım.
Okşadım, ısındırdım, çabucak bana gönül verdi; yine de ara sıra ürküyor, korkuyor.”
Ben de türkçe korkuyorum. Sait Faik “kalemimi yonttum, yonttum” diyordu, “yazmasaydım...” Kalemimi yontuyorum yontuyorum, kalemimin ucundan ya hapis yada para cezası damlıyor. ( ) –Hakkımda kötü yazanı dava ederimceğim yollu yazıyor, Amerika striptizhanelerinde bilgisini, erfahrung’unu çoğaltıp gazete köşesi türkçesiyle kara mizah yapan k’serdarturgut’r hanesesi.
Bu satırları yazmaya başlamadan önce, bir yandan Carl Schmitt’in Siyasal Kavramı’ndan notlar alacak, bir yandan da Şerafettin Turan’ın Türkiye-İtalya İlişkileri’ni okumaya başlayacaktım ki... C. Schmitt’le, Şerafettin Turan’la Serdar Turgut ne alaka? Kel alaka. Kaleminin ucuna, akıl tasının çeperine yada dibine geleni handiyse Papalarleyin yanılmazlık halesiyle donatılmışcasına ifşa eden, ( ) müdürler ve patronlar gibi mutlak suretle her daim, ama her daim, fizik yasası derekesinde şaşmaz haklı ve hep Davut bu bularla savaşmaya enerjimizin az bir bölümünü ayırmamızda bir sakınca yok. Üstelik dilimizi ve edebimizi bozma pahasına. –Sıradaki kim?
Not 1: Serdar Turgut beyi, iki yazısında bir andığı, sanırım karısı, Rana hanımı da, incitmek istemem, ne de olsa evinin direği, varsa, çocuklarının babası bir yurdum insanı en nihayetinde; gazeteye düşmüş... Davam cins ad “Serdar Turgut”-lar; onlarla savaşmak bir ölüm kalım meselesi. Önü mutlaka kesilmeli. Oray Eğin, Cihangir Kedileri’yle yola çıkıp kalan Yıldırım Türker, Ece Temelkuran, Perihan Mağden, Ozan Kütahyalı, Mine Kırıkkanat... adını anmadıklarım, o kadar çok ki, beni bağışlasınlar.
Not 2: “Rojin” mi? Sanırım, “PKK teröristi” değil, kültür endüstrisinin yolcusu genç bir şarkıcı, sanatçı hanım. Bilgim yok, yalnızca gazetede fotoğrafını gördüm. Hülya Avşar kendini “gerçek Kürt” diyelemişti tv kamerasına bakarak, pişkin pişkin: “beyaz tenli, renkli gözlü” olurlar imiş. HA’ca bakıldığında: ‘sahte’ Kürt Rojin, ST’nin yazısı ertesinde Türkiye’nin bir başka papa/müdürü Hınçal Uluç’u aramış. Bir, HU’yu nerden tanır? Eminönü-Bağcılar halk otobüsünde yada Diyarbakır surdibi koltuk kavelerinden mi tanışırlar? İki, niye tanır da, arar?

İlyaz Bingül

Hiç yorum yok: