Sanat(çı)lar, Felsefe(ci)ler Neyle Yaşar? (BirGün Gazetesi, 9 Kasım 2009)
Saban ile toprağın sürülmesi, bahçe yada ev önü ekiminden tarla tarımcılığına yol açtı; bu tarlalarda kölelerin çalıştırılması, toplumun asgari bir yaşam düzeyi sürdürmesini olanaklı kıldı. Saban tarımcılığına geçiş, kölelerin emeğine dayanan bu hayat tarzı mülkiyet sahibi kesime serbest zaman, emek-dışı bir yaşama olanağı sundu. Felsefe, mimari ve müzikte gelişkin ürünler bu “özgür insan”lar yada bu özgür insanlar için seçilmiş, jimnazyumlarda, hamamlarda yetiştirilmiş okuryazar kölelerce üretilmeye başladı. –Platon’un, Aristoteles’in felsefi çalışmalarında köle emeğinin payı vardı.
Felsefeye düşülmüş dipnotlardan biri, Cogito ergo sum ilkesini bulduğu ânı Descartes şöyle kaydetti: “10 Kasım 1619’da, muhteşem bir keşfin ışığı günümü ağarttığında.” Bu gün ağarmasının kaynağı ilham perileri değildi. Bir novum’un (yenilik) ifadesinin sadece öznel değil nesnel koşulları da olmalıdır ki, kuluçka halinden sıyrılıp açığa çıkabilsin. Sosyoekonomik koşulların perisi, kapitalizmin talebi olmasaydı Descartes’ın felsefi kıpırtıları asla ilhamını bulamazdı. Ulus-devletler Batı’da belirmeye başladığında, felsefe, Kant’ın siyasi denemelerinde bu gelişmeye uyarlamıştı kendilerini. Prusya devletinin felsefe bakanı diyebileceğimiz Hegel’in, merkezine devleti oturtacağı tarih (nesir?) felsefesinin temelleri, içinden geçtiği dönemin Avrupa devrimlerinin gelgitleri arasında atılıyordu.
Descartes’ın, Kant’ın, Hegel’in yerini, yönetici sınıfın ulema kanadına mensup ‘varlığın çağrısını’ duyan oduncu-dekan Heidegger gibi, araçsal aklın papası olup ABD yönetiminin temel olarak petrol kaynakları üzerindeki denetim uğruna yürüttüğü savaşı felsefi zeminde teorikleştirerek Körfez Savaşı’nı destekleyen Habermas gibi askerî filozoflara, siyaset kuruculara, devletadamlarına bıraktı. 1990’lı yıllarda, Fransa’da tamamen gözden düşen ve zamanının çoğunu ABD’de ders vererek geçiren ağzı sıkı “esrarengiz adam” Derrida, politik konulara ilişkin peşpeşe altı kitap yayınlamasınmı. Dekonstrüksiyonun politik imalarını kavrayıp kavramadıkları feci şekilde kuşkulu Amerikalı okuyuculara mı yazılmıştı bu kitaplar? –Çok merak ettiğim bir konu var: Heidegger’in YAYINLANMAMAK üzere yazılmış, muhtemelen çok gizli çelik kasalarda korunan, yazıları var mıdır?!
C. B. Macpherson ticari kapitalizmin İngiltere’de ilk oluşmaya başladığı 17. ve 18. yüzyıllarda Hobbes ve Locke tarafından yazılmış siyaset teorisi metinlerini inceleyerek, bu metinlerde piyasa toplumuyla uyumlu bir “insan doğası” anlayışının ortaya çıktığını göstermiştir. Bu dönemin felsefesi insan/özne imgesi etrafında örgütlenir. Bu imge Locke’da, politik analizler ve bireysel özgürlük kavramı aracılığıyla özel hak ve görevlerin taşıyıcısı olarak, Descartes’da kendinin tamamen bilincinde, düşünen özne olarak, Hume’da atomların ve duyumların özgül bileşimi olarak, Leibniz’de kapısız ve penceresiz bir monad olarak anlaşılır. Filozofların birey tekine o güne kadar görülmemiş ölçüde ilgi göstermeleri; romanın ayırdedici ortak özelliklerinin tümünün hem romancının hem de filozofun ortak hedefi olması; romanın ayırdedici anlatı tarzı “gerçekçilik”in Descartes, Locke, hele hele Hegel’in bildungsroman çatısında örülmüş “Tinin Görüngübilimi”yle benzerlikler taşıması ayrıca dikkate değer.
Bireyci ve yenilikçi yönelimi en iyi yansıtan edebiyat biçimi olan roman, piyasa için yapılan üretimin doğurduğu bireyci toplumun günlük yaşamının edebiyat alanındaki yansımasıydı. Descartes’ın Yöntem Üzerine Konuşma ve Düşünceler adlı yapıtları, hakikat araştırmasını önceki gelenekten bağımsız yeni bir atılımla gerçekleştirmesi, bütünüyle bireysel bir çaba olarak değerlendirilen modern ilkenin yerleşmesine önemli katkılarda bulunmuştu.
Görkemli İtalyan sanatının doğuşu; muhteşem Moğol İmparatorluğu’nun pax Mongolorum ortamında, Marco Polo’nun da gideceği Çin’e kadar uzanan İtalyan şehir-devletlerinin ekonomik imparatorluğunun sağladığı refahla doğrudan ilgiliydi. 1499-1503’te ise, siyasi bir imparatorluk olan Osmanlıların deniz savaşlarında Venedik’i yenmeleri, İspanya ve Fransa’nın İtalya’ya girmeleri üzerine İtalyan şehir-devletleri çöktü. İtalya’da çok güçlü bir şekilde filizlenen rönesans ruhu, büyük sanat ve lüks merkezleri erozyona uğradı; 1527 yılında Roma’yı zapt eden, 16. yüzyılın ilk on yıllarında papalık sarayını rönesans düşüncesinin ve sanatının büyük merkezleri haline getiren İmparator V. Charles, hâmiler ve sanatçılar halkasını sona erdirdi.
Sanat ve felsefe her daim günün politik ve ekonomik çatışmalarına, iktidar ve güç odaklarına göbekten, finanstan bağlıydı.
Güncel sanat(çı)lara gelirsek.
Akıl, bilim, ilerleme, liberal demokrasi vb. Avrupa’nın bağlı olduğunu iddia ettiği bütün evrensel fikirlerin aslında Avrupalı olmayan “öteki”ni kendi farklılığını unutturmak için tasarlanmış spesifik kültürel silahlar olduğu yönündeki şüpheyi, 1960-1970’erde C. Lévi-Strauss yapıtlarında esaslı biçimde göstermişti.
Özgürlük, bireyselcilik, insan hakları, hukukun üstünlüğü, düşünce özgürlüğü, rekabetin yararları, azınlık hakları, liberalizmin erdemleri ve bilumum her biri reklam ajanslarınca servis edilmiş “kavramlar” üzerinden işgören, reklamcı ve gazeteci kafasıyla düşünen murtaza sanatçılar bu kavramları nereden devşiriyorlar? Bunlar onların düşünceleri mi?
Soğuk Savaş’ın bitmesinin ardından, “noeliberalizm” olarak adlandırılan kapitalizmin küresel çapta güçlenmesi sanat dünyasının da karakterini değiştirmiştir. Neoliberal ekonomik sistemde, ABD başta olmak üzere çalışma ilişkileri de değişim sürecine girdi; en büyük kârlar artık sanayide değil, hizmet, bilgi-işlem, tıp, hukuk, eğitim, reklam, sinema ve tabiki finans sektörlerinde elde edilmeye başlandı, sanayinin emek-yoğun çalışma ve yaşama ilişkileri yerini bilgi-yoğun çalışma ve yaşama ilişkilerine bırakıyor.
1989 yılı ve sonrasında yaşanan küresel olaylar (Sovyetler birliğinin dağılması, Doğu ve Batı Almanya’nın birleşmesi, küresel ticari antlaşmalar, Çin’in kısmen kapitalist bir ekonomiye yönelmesi, yeni Ortadoğu düzeni projeleri, demokrasinin gereği kimi katliamlar vb.) sanat dünyasının karakterini de değiştirdi. 1945-1970’lerde “altın çağ”ını yaşayan kapitalizm on yıllık bir duralamanın ardından, ABD ve İngiltere başta olmak üzere, Türkiye’nin de dahil olacağı, 1980’lerin başından itibaren sanat dünyası süratle bu yeniden yapılanmanın sürecine girdi. Dünyanın dört bir yanını sanat etkinlikleri sardı; farklı ulusal, etnik kültürel kimlikler taşıyan ve Batı’nın göz ardı ettiği pek çok sanatçı ticari başarı kazandı. sanat eseri fiyatları ve hacmi, hisse senedi piyasasıyla at başı gitmeye başladı: Finans merkezleri aynı zamanda en önemli sanat satış merkezi oldu. Sanat piyasası aynı zamanda sanat eserlerinin yatırım, vergiden kaçırma ve kara para aklama gibi çeşitli amaçlar için kullanıldığı ikincil bir spekülasyon piyasasıdır. Japonya’daki alıcılar, gayrı menkul kârlarına konan vergilerden kaçınmak için sanat eseri alıyorlar.
Özel şirketlerin sponsorluğu ve kamu fonlarına bağımlı gerçekleşen sanatsal etkinlikler, şirketlerin sanata müdahil olması, hatta sanat yapıcı olması sanatçıları kendi kökeninden koparır- kopukturlar.
Sanatsal bir etkinlik olarak bienaller, festivaller ve onların sanatçıları yeni dünya düzeninde yeni ekonomik ve politik güçlerin kültürel düzeyde hegemonyasına hizmet ediyor. Örneğin İstanbul Bienali; Türkiye’yi yöneten ve çekip çevirenlerin AB üyeliğine girmek için gerekli olan seküler ve neoliberal standartlara uyum sağlandığının bir garantisini sergiliyor, arzuluyor..
Ürkütücü olan, sanatın noeliberalizmin propagandasını yapması değil, neoliberalizmin inşasında rol ve işlev üstlenmesi. Bu neoliberal küreselleşme sanat dünyasını şirket enternasyonalizmini benimseyecek şekilde dönüştürmüştür.
Şenlikli sürprizler, ahlakın barbarca/soysuzca ihlali ve birçok inanç sistemine yönelik saldırılar, pek bilmiş bir tefekkür, kendinden emin sav sözler, gazeteci sığlığına taş çıkartan entellektüel oyunlara bürünüp gelişen bir sirk alanı çağdaş sanatlar. Süzme felsefecilerin elinden çıkmış sanısına kapılacağımız felsefi çeşitlemeler, her şeyi reddeden alaysı, küstah çıkışların adamı çağdaş sanatçılar da bu alanın malı, sirk soytarıları. Serbest ticaret ve serbest sanat bu alanda birbirini tamamlar –öpüşürler; Ecegil iç içe geçmiş iki kaşık!
Küresel neoliberal ekonomi sisteminden bağımsızmış gibi görünen bu sanatlı manzara;
Her biri ayran delisi misali özgürlük şakşakçısı;
Modernizmin manevi ızdırap ve öfke yüklü çilekeş sanatçısı yerini lakayt, sorumsuz liberal sanatçı tipine bıraktı.
Koçum, hâlâ anlamadın mı, sanat neyle yaşar?
Faili meçhul finansla yaşar.
İlyaz Bingül
Kaydol:
Kayıt Yorumları (Atom)
Hiç yorum yok:
Yorum Gönder