5 Mayıs 2010 Çarşamba

Orhan Kemal Edebiyatında İşçi-Oluş (III-IV-V)

Toplumsal-Tarihsel Arkaplan
İnsancıl, Mart-Nisan-Mayıs 2010, sayı 236-238

Osmanlı İmparatorluğu’nda, ücretlilerin çalışma hayatı hakkında bildiklerimiz teorik çıkarsamalardan yada genel geçer bir iki malumattan öteye geçmemektedir. Çalışan nüfus içinde ücretlilerin miktarı, çalışma koşulları ve faaliyet alanları, ücret seviyeleri ve ücret sistemleri incelenmiş konular değildir. Devlet teşkilatı dışında büyük işçi veya memur kitlelerini barındıran kurumların, fabrikaların azlığı göz önüne alındığında bunda şaşılacak bir yan olmadığı ileri sürülebilir.
Devletin kömür ihtiyacını karşılayacak Zonguldak kömür havzasına baktığımızda, işçi sayısı 1840’lı yıllarda birkaç yüz iken 1890’lı yıllarda istihdam edilen amale ve kazmacı sayısı yılda 6.000’e yükselmişti. I. Dünya Savaşı itibariyle yılda en az 8- 10.000 vasıfsız ve sayısı tam olarak bilinmeyen binlerce vasıflı yeraltı ve yerüstü işçisi işe alındı. Osmanlı Devleti, ilk başlarda uyguladığı, işgücünün serbest emeğe dayalı olarak elde edilmesi yöntemiyle yeterli işçi sağlayamayınca, işçi tedarik etmek için, askerlikten muaf tutma karşılığı başta olmak üzere, mükellefiyete dayalı bir emek sistemi kurdu. Dolayısıyla, 1867 yılından sonra, çevre halktan sağlanan, köyde ve madende eşit süre kalarak iki haftalık sürelerle münavebeli çalışan bu serbest olmayan emek gücü, madenlerde çalışan işgücü içerisinde sıradan hatta egemen hal aldı (Quataert, 2009; 91).
İlk büyük işçi topluluğuna Ereğli kömür havzasında rastlıyoruz. 19. yüzyılın ortalarında kömür üretiminde ve diğer yardımcı işlerde 1000’in üzerinde işçi çalışıyordu. Ocaklarda işçi barınakları tahta ve bütün tesisat da ilkeldi. İşçi emeği bir süre istismar kaynağı olmuş, işçiler en ucuz ücretlerle bulunur ve azami ölçüde sömürüye maruz kalırdı. İşçilerin bu perişan hali sonunda hükümeti harekete geçirmiş ve Dilaver Paşa Nizamnamesi ile istihdam edilen işçilerin çalışma, dinlenme ve tatil zamanları saptandığı gibi, ücretler ve bunların ödenme şekilleri, iaşe ve barınma sorunları bir esasa bağlanmış, ayrıca işçilerin sağlığını koruyucu önlemler gündeme gelmiştir. Devletin sosyal alanda attığı ilk adımlardan biri olarak görülebilecek bu nizamnameyi 1869, 1887, 1906 tarihli diğerleri takip etmiştir. İşçilik henüz sürekli bir meslek, geçim kaynağı halini almamış, köylerden çalışmaya gelenler kısa bir zaman sonra işi terk edip memleketlerine dönmüşlerdir. I. Dünya Savaşı’na denk düşen yıllarda maden sanayiinde 25.000 kişinin çalıştığı, taşocakları ve tuz üretiminde çalışanlarla birlikte bu sayının 30.000’e ulaştığı söylenebilir. Burada çalışanların yalnız yarısını sürekli maden işçisi sayabiliriz; diğer yarısı madenlerde bir kaç ay çalıştıktan sonra köyüne dönen ve yerini bir başka geçici işçiye bırakan kimselerdi (Eldem, 1970; 97).
1911’e gelindiğinde personel sayısı 1000’den fazla olan müesseseler ve işçi sayıları şöyleydi (Eldem, 1970; 208):
Tütün Rejisi 13969
Şark Demiryolları 3758
Anadolu Demiryolları 2850
Aydın Demiryolları 1607
İzmir-Kasaba vd. demiryolu 1983
Seyrisefain İdaresi 1200
İmalatı Harbiye fabrikaları 2733
Ereğli kömür şirketi 5185
Balya-Karaaydın madeni 1018
Yorgi ve Rumbaki kömür ş. 1488
Osmanlı Bankası 1216
Ziraat Bankası 1022
Hicaz Demiryolu 1628

19. yüzyılın Avrupalı yüzünde Sanayi Devrimi yaşanırken Osmanlı yüzünde, çok özetleyerek söylersek, askeri bir örgütlenme tarzı, “özel mülkiyet olmadığı için sadece idari ve siyasi bir birim” (Barkey, 1999; 95) olan tımar sisteminin daha 16. yüzyıldan itibaren zayıflamasına bağlı olarak gelişen iltizam sistemi 1780’lerde ayan denilen yeni bir yerel yönetici seçkinler grubu yaratmasına yol açmıştı. Bu yeni durumda, imparatorluğun geleneksel yapısını oluşturan askeri sınıf içindeki tımar erbabı ve ulema kaybeden unsurlar olurken yerel düzeyde gelişen ayanlar ve bürokrat zümre güçleniyordu. Bunun yanı sıra gayrimüslim azınlıklar başta olmak üzere ticaret kesiminin de önü açılmıştı. Kırsal kesimde üretimin yasal yada kaçak yollardan dış pazara açılması, imparatorluğun bazı bölgelerinde büyük topraklar üzerinde özel mülkiyet edinmesine koşut “topraksız köylü”, “mevsimlik işçi” gibi yeni kategorilerin azın azın ortaya çıkmasıyla sonuçlanacak bir değişime tanık oluyoruz. Öte yandan 1830’lardan itibaren lonca üretimi dışında, çok sınırlı da olsa devletin ihtiyaçlarını karşılamak üzere kurulan feshane, tophane gibi fabrika türü üretimin ortaya çıkması ile Osmanlı toplum yapısında çok cılız da olsa “işçi”/ ücretli çalışan diyebileceğimiz geleceği henüz belirsiz yeni bir unsurun filiz verdiğini görüyoruz. Bu gelişmeler, aslında Osmanlı imalat ve tarımının 19. yüzyılda giderek daha fazla biçimde uluslararası ekonominin belirlediği koşullar altında üretime yöneldiğinin bir göstergesi olarak okunabilir. Gerçi Osmanlı İmparatorluğu 16. yüzyıldan başlayarak Avrupa kapitalizminin genişleyen hareketinin etki alanına girmiş, adım adım Avrupa pazarının bir parçası olarak Osmanlı tarımında piyasaya bağımlılık ilişkileri görülmeye başlamıştı. 16. yüzyıl ile 19. yüzyıl arasındaki farklar neydi sorusunun yanıtını şimdilik bir yana bırakalım. Özetleyin, tarıma dayalı çalışma ilişkileri hüküm sürüyordu.
Osmanlı devleti Batı’daki sanayileşme ve pazar ekonomisinin genişlemesinin etkisini bütünüyle hisseden Batılı olmayan ilk ülkeydi. 1838 Ticaret Antlaşması İngiltere’ye ticaret ve gümrük ayrıcalıkları verdi ve bu ayrıcalıklar Osmanlı el zanaatları sanayiinin zayıflamasının başlangıcı görülebilir. “Zanaatlerin gerilemesi sürecini Serbest Ticaret Anlaşmaları gibi hukuki ya da kurumsal düzenlemelere bağlayarak değil, esas olarak, Sanayi Devrimi sonrasında dünya ölçeğinde gerçekleşen uzun dönemli iktisadi değişimler çerçevesinde açıklamak” gerekir (Pamuk, 2005; 130). Sanayileşmiş Batı ülkelerine sağlanan gümrük kolaylıkları, gerekse dünya ölçeğindeki değişimleri sonucunda Osmanlı tezgah sanayiinin iflasa sürüklenmesinden sonra, 19. yüzyılın ikinci yarısından başlayarak modern sanayi kurma çabaları başarısızlıkla sonuçlanmıştı. “Devlet öncülüğüyle kurulmuş birkaç fabrika ile yabancı sermayenin meydana getirdiği sayısı çok az olan tesisler dışında, imalat sanayi dalında hemen hiçbir faaliyete rastlanmamakta”ydı (Çavdar, 2003; 116). Yüzyıl sonuna gelindiğinde küçük zanaat ve evlerde parça başı üretim, büyük ölçüde el emeğine dayanan halıcılık, dericilik gibi manüfaktür ve gıda maddeleri üretimiyle Osmanlı sanayiinin ana hatları çiziliyordu (Ortaylı, 2006; 41).
Osmanlı İmparatorluğu’nda sanayiin kuruluş ve gelişimine baktığımızda ilk büyük tesislerin devlet tarafından yapıldığını görüyoruz. Devletin büyük tezgahlarda yüzlerce işçi çalıştırdığı tesislerin tamamı askeri nedenlerle, kısmen de sarayın ihtiyaçları için kurulmuş; ticari bir amaç bunların kuruluşunda rol oynamamıştı. II. Bayezıd devrinde (1505?) kurulan Tophane Osmanlı’nın ilk “sınai” tesisiydi diyebiliriz. III. Selim, II. Mahmut ve Abdülmecit döneminde silah fabrikaları yeni ihtiyaçlara karşılık verecek şekilde düzenlenmiş ve yenileri eklenmişti: Zeytinburnu silah fabrikası, Bakırköy barut fabrikası, Karaağaç tapa fabrikası, Hendek ve Biga’da hızar fabrikaları, Konya ve Kayseri’deki güherçile kalhaneleri. Savaş sanayi dışında devletin saray ve ordunun ihtiyaçları için 1812’de Beykoz deri fabrikası kurulmuş ve 1884’te kundura imalathanesi ilave edilmiştir. 1833’de fes imal eden Feshane 1843’de Hereke dokuma, 1850’de Makriköy’de (Bakırköy) basmahane, 1845’te İzmit dokuma fabrikasının yanı sıra Yıldız “Çini fabrikai hümayunu” sayabiliriz. Bütün devlet sınai kuruluşlarında 1913 yılında 5000 kadar işçi çalışıyordu (Eldem, 1970; 117-120).
Babasından aldığı barutçuluk mesleği ile barutçubaşılığa yükselen Ohannes Dadian’ın 19. yüzyılın ilk yarısındaki sanayileşme faaliyetinde etkin bir rol oynamıştı. 1820-1822 yıllarında Beykoz Kağıt Fabrikası, 1826-1829 yıllarında da Eyüp Dokuma Fabrikası müdürlüklerinde bulunmuştur. 1827 yılında Tüfenkhane, İplikhane ve Selviburnu’nda deri fabrikası için önemli bir makine icat eden O. Dadian’ın nezaretinde kurulan fabrikaların bazıları arasında Beykoz Tabakhanesi, İzmit Çuha Fabrikası, Hereke Kumaş Fabrikası ve Zeytinburnu Demir Fabrikası sayılabilir. Ohannes Dadian 1848’de fabrikalara teknik eleman yetiştirmek amacıyla Zeytinburnu’nda kurulan sanayi mektebinin de kurucuları arasındadır (Çetin, 2001; 131-132). Dadian ailesi 19. yüzyılın ikinci çeyreğindeki sanayileşme sürecinde önderlik etmiş ve bir bakıma başarılı da olmuştu. Ne var ki bu çabalar çağdaş gözlemciler tarafından kuşkuyla izleniyordu (Müller- Wiener, 1992; 68). Alaycı müşahitler bu sanayileşme çabasını “patlamaya hazır bir istikbalin habercisi” olarak tanımlıyorlardı. 1847-8’de İstanbul, İzmit ve Bursa’daki fabrikaları gezen Charles MacFarlane bildirdiğine göre, tetkikten ziyade merasim mahiyetinde fabrikaları gezen Abdülmecid’e fabrika imalatı diye gösterilen bazı mallar etiketleri ve damgaları çıkarılmış, Avrupa’dan ithal edilen mallardı (Clark, 1992; 41, 51).
Büyük Reşit Paşa’nın çabalarıyla 1866 yılında İstanbul’da kurulan “Islahı Sanayi Encümeni” Avrupa’da kurulan büyük fabrikalar karşısında el emeğine dayanan sanayiin ayakta duramayacağı kanaatine vararak büyük sanayinin kurulması gereği hakkında tekliflerde bulunmuş, ne var ki kurulan şirketler iyi niyet teşebbüsünden öte gidememişti. 1873, 1888, 1897 yıllarında sanayii teşvik amacıyla düzenlenen yasalarda, kurulacak fabrikalara vergi ve gümrük kolaylıkları sağlanmasına karşın Osmanlı hükümetinin çabaları ümit verici olmamıştır. İstanbul Ticaret ve Sanayi Odası 1898’de Ticaret Nezaretine verdiği bir raporda, sanayiin gelişmemesi sebebini yabancı firmalarla rekabet imkansızlığına bağlamıştı (Eldem, 1970; 113-114). Paul Fesch, 19. yüzyılın sonlarında, İstanbul’da hiçbir ağır endüstrinin olmadığını vurgular. En önemli imalat seramik ve çimento, tuğla, fes, deri eşyalar, sigara tabakaları, çömlek, bavul, gül ürünleri, giyim eşyası, parça demirden yapılmış çivi vs. gibi maddelerdi. Bu teşebbüslerin hemen çoğunun sahibi İngiliz, Fransız ve İsviçrelilerdi ve küçük bir bölümü Osmanlı hükümeti ve yerli halk tarafından yürütülmekteydi. Yabancı firmalar, vasıflı işçi bulunmadığı bahanesiyle ürünlerinden hiçbirini İstanbul’da üretmemekteydi (Karpat, 2006; 504). Nedeni, niyesi bir yana, “19. yy. ne İstanbul’a ne de memlekete bir sanayi devrimi getirmemişti” (Müller- Wiener, 1992; 94).
Küçük üreticilik, imparatorluğun her döneminde ekonominin en yaygın kesimini oluşturuyordu. Esnaf ve zanaatkâr dediğimiz bu küçük üreticiler küçük imalathanelerde geçimlik ekonomisi ekseninde üretim yapmakta ve genellikle gene aynı yerde ürünlerinin satışını gerçekleştirmekteydi. İmparatorluğun gelişen dünya pazarının ekonomik yapısına sorunlu bir biçimde eklemlenmesinin geleneksel düzen üzerinde olumsuz etkileri oldu. Dokuma başta olmak üzere, kapitalist ülkelerin seri üretime dayalı birörnek sanayi ürünlerinin çok ucuza Türkiye’ye girmesi, bu dallardaki küçük üreticileri ya tasfiye etti ya da dış ülke pazarlarına yönelik bir sömürü ağının içine attı. İngiliz tekstil ürünleri Osmanlı piyasasına hakim küçük dokuma tezgahlarında çıkrıkları durdurdu. Sadri Ertem “Çıkrıklar Durunca” adlı bir roman yazmak zorunda kaldı.
Küçük bireysel çiftlikler, vakıf arazileri ve devlet arazilerine dayanan ve 16. yüzyıl sonundan beri sürekli değişmekte olan geleneksel Osmanlı tarımsal üretimi çöktü. 1926’da İsviçre Medeni Kanunu’nun kabulünden sonra özel toprak mülkiyetine, yani gerçek kapitalist toprak mülkiyeti ve üretim sistemine dayalı yeni bir sistemin ortaya çıkışıyla birlikte bu evrim zirvesine ulaştı. Geleneksel zanaatlar, geleneksel tarımsal taban ve kentlere yiyecek maddesi taşıyan geleneksel esnaf örgütlenmesi çöküş sürecine girdi (Karpat, 2003; 93). İmparatorluğun geleneksel el zanaatları sanayii, özellikle kıyı bölgelerinde, ucuz ithal sanayii ürünlerinden ciddi şekilde etkilendi. Bunun yanı sıra, bazı sınai sektörler yeniden yapılanarak ayakta kalmayı becerebilmiş, dahası yeni iş kolları türemişti. Bursa’da Ermeni girişimcilerce kurulan ipek fabrikaları, Uşak’taki halı sanayii, Selanik’te bira fabrikaları ve kiremit imalathaneleri vb. Bu küçük işletmeler son derece düşük ücretli lonca dışı emekçilere, kadın ve çocuk işçilere dayanıyordu. On kişiden fazla işçi çalıştıran sanayi kuruluşlarının yüzde 90’dan fazlası gayrimüslimlerin mülkiyetindeydi. Yeni sanayilerin büyümesi ve Avrupa’nın modern şirketlerinin doğrudan işe karışması, geleneksel kentlerdeki loncalar başta olmak üzere Osmanlı toplumunda gerginlik yaratmıştı ((Zürcher, 2007; 129).
Osmanlı topraklarının Avrupalı imalatçılar için bir pazar haline gelmesiyle birlikte birçok zanaatkâr işini kaybetti. Balkanlar'da, Müslüman Türkler zamanla el sanatlarının bel kemiği olma durumundan, kalifiye olmayan işçi durumuna düşerken, yeni bir Hıristiyan tüccar, ziraatçi, nakliyeci ve zanaatkâr grubu yetişti ve zenginlik, eğitim ve güç elde etti (Jung ve Piccoli, 2004; 50). Uluslaşma genel adlandırması adı altında iktidarın el değiştirmesi sürecinde ise, zaten zayıf olan Türk sanayiinin Rum ve Ermenilerin sahneden çekilmesiyle doğan boşluğu doldurması uzun zaman aldı. Yabancı şirketlerin, asıl rakipleri olan Rum ve Ermenilerin çekilmesiyle Türk pazarına doğrudan girip yayılması kolaylaştı. 1927’de Türkiye’de 65.000’in biraz üstünde sanayi şirketi vardı ve buralarda toplam 250.000 işçi istihdam ediliyordu. Bu şirketlerin sadece 2822’si makine gücünden yararlanıyordu; büyük çoğunluğu zanaatkâr atölyeleriydi. Türk ekonomisindeki en büyük kesim hâlâ tarım kesimiydi. 1945’lerde de sanayi işçileri Türk toplumunda çok küçük bir azınlıktı, 20 milyon civarındaki nüfusun içinde -zanaat alanında istihdam edilen birçok kişi de dahil olmak üzere- sayıları 330.000 kadardı (Zürcher, 2007; 284-285, 300). Bir tarım ülkesinde, işçi sınıfının “sırf sanayi işçisi”nden ibaret olamayacağını vurgulayan Hikmet Kıvılcımlı, genel ulaşım, nakliye, liman, deniz işçileri, tarım ürünlerinin elle işlenmesinde çalışanlar, genel şehir çalışanları ile ticaret hizmetlileri, “esnaf” sayılan proleterler (şoförler, hamallar gibi) ve nihayet ev sanayinin adsız proleterleri ve uçsuz bucaksız tarım gündelikçileri, ırgatlar vd.ni de “ücretle çalışanlar”a dahil eder; 1929 krizi öncesinde sayılarının 800-950 bin dolayında olduğunu, 14 milyonluk bir ülkede ücretli çalışanların 1/14 ila 1/16 oranını küçük bulur (Kıvılcımlı, 2008; 17, 33).
Osmanlı İmparatorluğu’ndan devralınan miras Cumhuriyetin ilk yıllarında da varlığını sürdüregeldi: Bu dönemde de Türkiye tam bir tarım ülkesi görünümündeydi. İstihdamda tarımın payı yüzde 89,6, sanayinin payı yüzde 4,6, hizmet kesiminin payı ise yüzde 5,5’ti. İktisadi yapının bir başka önemli özelliği, tüm kesimler itibariyle küçük üreticiliğe dayalı olmasıydı. Tarım kesiminde küçük arazi mülkiyetinin, sanayi alanında ise el sanatları ve küçük imalathanelerin başat olduğu bu yapının doğal sonuçlarından biri de, işgücü içerisinde kendi hesabına çalışanların ve ücretsiz aile işçilerinin ağırlıklı olması, buna karşılık ücretli çalışanların azlığıdır. 1921 yılında yapılan Sanayi Sayımı sonuçlarına göre, bu kuruluşlardaki işçi sayısı 76 216’ydı. Cumhuriyetle birlikte, olmazsa olmaz bir amaç olarak tanımlanan sanayileşme çabaları kapsamında 1927 yılında Teşvik-i Sanayi Kanunu çıkarıldı, özel kesimin teşviki güdüldü. Buna karşın 1930’lara kadar olan dönemde sanayileşme çabaları yetersiz kaldı. İş Kanunu kapsamına giren işçilerin sayısı 1937’de 265 341’e, 1943’te ise 275 083’e yükselmişti. Cumhuriyetten 1950’lere gelindiğinde ücretli çalışanların temel özellikleri, henüz kırsal kesimle bağlarını bütün bütüne kopararak bir sanayi işçisine dönüşmemiş olmaları ve niteliksiz olmaları başta geliyordu (Makal, 2002; 34-36).
Atatürk’ün 16 Mart 1923’te, Adana’da, Türk Ocağı’nda, Esnaf Cemiyeti’nin çayında yaptığı konuşmasında “sanatsız kalan bir milletin hayat damarlarından biri kopmuş demektir” demesine karşın, sanatı zanaat, sanatçıyı da zanaatkâr anlamında kullandığı aynı konuşmasında Atatürk muasır medeniyet yolundaki Türkiye’nin hedefine değinecektir: “Bugünkü tezgahla Amerika ve Avrupa’ya karşı mücadelenin nasibi mağlubiyettir... /... Bu memnuniyet ve saadetim asıl siz sanatkarların ufak dükkanlarınız yerine muhteşem fabrikalar yapıldığını gördüğüm gün, en hakiki ve en yüksek derecesini bulacaktır” (aktaran Fethi Naci, 1998; 162). On yıl sonra İsmet İnönü “Orta Anadolu sanayi mıntıkamız olacak” der. 1935 yılında da, Nazilli dokuma fabrikasının temel atma ve Kayseri dokuma fabrikasının açılış töreninde “Ekonomi Bakanı” Celal Bayar “Biz endüstriyi, büyük ziraatın yardımcısı olarak kuruyoruz” diyerek el zanaatiyle uğraşanların ekmeğinin ellerinden alınmayacağına, onlara hem yardım edileceği hem de isterlerse fabrikaya amele verebileceklerine değiniyor; sanayi hareketinde çok önemli bir rol alan kaçın kurrası kurt Bayar, Ayşe Buğra’nın belirttiği üzre, sanayi hamlesi başlarken sanayide bir emek arzı sorunuyla karşılaşılabileceğini pek dikkate almıyordu. Ne var ki, 1936’da, Tan gazetesinden Mümtaz Faik (Fenik) Kayseri ve Adana’da açılan dokuma fabrikalarında çalışacak işçi bulunamaması sorunuyla ilgili bir dizi röportaj yapıyor; Kayseri’de fabrika yöneticileri, sorunun işçileşmemiş köylü davranışlarından kaynaklandığını vurguluyorlardı: “Amele yazın mutlaka bağa gitmek ister. Gitmezse ayıp olur. Sonra etrafındakilere ne der?” İşçilerin beyanları fabrika yöneticilerini doğruluyor: “Yazın şehirde kalınamaz.” Bu beyanlarda, şehirde kalmanın onlar için alternatifsiz bir zorunluluk olmadığı, yani söz konusu olanın yaşamak için emeğini satmak zorunda kalan bir “özgür emek” yada mülksüz kitlesi olmadığı açıkça görülebiliyor. Köprüler, demiryolları, fabrikalar ve çeşitli işletmelerin inşaat işleri acemi ve usta binlerce ameleye ihtiyacı doğurmuş, bu ihtiyaç da amele meselesini. Köylüler gelmezse amele nereden sağlanacaktır? Köyden koparılıp şehre iniltilen bu satırları yazanın tersine, sözkonusu inşaatlarda amele olarak çalışmayacak “Erguvaniler: Türkiye’de İktidar Doğanlar” sınıfına mensup Behice Boran (: “Aynı yollardan kaloriferli, fayanslarla kaplı gömme banyolu, hizmetçili, uşaklı bir sona varacaklardır ihtiyarlıklarında. Beni aşamazlar. Kolay değil. Torunum Nedim ‘Siz burjuvaların dramı yoktur’ dedi geçenlerde. On dokuzunu süren yakışıklı bir şaşkın. Bak budalaya! Sanki kendi bu aileden değilmiş gibi” –Füruzan, 1981; 301), 1942’de yazdığı makalede, bu meselenin hallinin işçinin köyden kopmasına bağlı olduğu konusunda hiçbir kuşku taşımıyor. Ne var ki, Türkiye’de, köylünün “psikolojik istikameti”nin köye çevrilmiş olduğunu ve şehirdeki işinin onun “mutad geçim vasıtası” değil “ilerde köyde geçimini temin edebilmek için sermaye biriktirmek vasıtası” olduğunu gözlemliyor (Buğra, 2008; 110-117).
Sabit işçilerin sayısının azlığı fabrikalardaki üretim kapasitesindeki artışın önündeki en önemli bir engel olarak görülür. Sümerbank Kayseri Bez Fabrikası 1938 Yılı Bilanço Raporu’nda üç vardiyalı çalışma denemelerinin başarısız olduğundan şikayet edilir. Sabit işçi bulmakta zorlanırlar. Başbakanlık Umumi Murakebe Heyeti Sümerbank İplik ve Dokuma Müesseseleri 1946 yılı Raporu’nda üç vardiyalı sistemin artık başarıyla uygulanabileceğinden söz edilir. 1949 yılına gelindiğinde mevsimlik işçi sayısının ve işçi değişim oranlarının önceki yıllara göre iyice azaldığı, sabit işçi sayısı artarken iş değiştirme hareketliliğinin dengeli bir durum aldığı belirtilir (Doğan, 2009; 93). Ege Adaları’ndan ve Batı Trakya’dan göç edenlerin buralara yerleştirildiğini hatırlatalım. Göçmen nüfusun iskanında gerek barınma gerekse iş olanağı bakımından Sümerbank Fabrikası önemli bir rol oynamıştı.
Türkiye’de Cumhuriyetin ilk dönemlerinden başlayarak sürekli bir sanayi işçiliğinin oluşmadığının en önemli göstergelerinden biri “işgücü devir” oranlarının, yani yıl içinde işe zırt pırt girip çıkanların oranının yüksekliğidir. Dönemin en büyük iktisadi devlet teşekküllerinden Sümerbank’ta, 1944 yılı içirisinde toplam 24 194 işçiden 23 578’i işten ayrılmıştı ve çıkış oranı yüzde 93,58’e ulaşmaktaydı. 1935 yılında kurulan Kayseri Bez Fabrikası’nda, kuruluşundan 1940 yılına kadar çalışan işçi sayısı 19 761 kişiye ulaşmıştı ve bu da işçi kadrolarının 5 yıl içerisinde tam yedi defa yenilenmiş olması anlamına geliyordu. Diğer İktisadi Devlet Teşekkülleri yanında, özel kesime ait sanayi kuruluşları da aynı sorunları yaşıyordu. Örneğin Mensucat Santral Fabrikası’nda işgücü devir oranı 1947’de yüzde 67, 1948’de yüzde 64, 1949’da yüzde 73 idi. 1953 yılında yapılan bir araştırmaya göre, İstanbul mensucat sanayiinde işçi devir oranı yüzde 72 idi. 1942 yılı itibariyle Demir Çelik fabrikaları, 4 300 kişilik bir kadrosu olmasına karşın, 3 100 işçi ile çalışmak zorunda kalmıştı. Şark Kromları İşletmesi de, 1941 yılı itibariyle 520 işçiye ihtiyaç duymasına karşın, sadece 300 işçi sağlayabilmişti. Maden işçilerinin büyük bir bölümü de “muvakkat ve yarı daimi amele olarak çalışmakta (ortalama olarak 45 gün kadar) ve bir miktar para kazandıktan sonra yine köylerine dönmektedir. 1950 yılında yayınlanan bir yazıda, madenlerde çalışan daimi ve profesyonel amele oranının yüzde 5-8’i geçmediği belirtilmektedir (Makal, 2002; 110-114). Neden? Bunun birbiriyle bağlantılı, bağlantısız pek çok nedeni olabilir; ben, Türk halkının, dönem itibariyle ücretli çalışmaya yanaşmadığı, ısınmadığı kanaatindeyim. Ücretli çalışmaya “evet” diyecek kadar salak bir halk olmadığını çıkartabiliriz. Ama, bilimsellik kisvesine de kispetine de bürünmemiş bu cıbıldak yargı, tek neden değil kuşkusuz. Çünkü ilk kuruluş yıllarında işçi devir oranları yüksek olmasına karşın, zamanla işçinin sanayi yaşamına, ücretli çalışmaya uyum sağlamasıyla bu oranlar düşme eğilimi gösterecek; mevsimlik işçiliğe dayanan “köylü-işçi” tipi, köyle bağını asla koparmamakla birlikte şehirde yerleşmeye gelerek sürekli işçi tipine yerini bırakacaktır. Bu süreç için 1960’lar sonrasını ve 70’leri beklemek gerekecektir.
Batı ülkelerinin endüstrileşme deneyimleri, kırsal kesimle ilgileri kesilerek süreklilik kazanan bir işçi sınıfının varlığı üzerine kurulmuştu. Bu, Batı ülkeleri genelinde, hem iş deneyiminin ve ortamının, hem de çalışma ilişkileri alanına ilişkin örgütlenme, iş mücadelesi deneyimlerinin kuşaktan kuşağa aktarılması sonucunu da doğurmuştu. Türkiye’de gözlenen durum ise farklı olmuş; tarım kesimindeki küçük üreticiliğe dayalı yapı, bu kesimin kendi içinde geniş ve aynı zamanda süreklilik taşıyan bir ücretliler kitlesinin ortaya çıkmasını engelleyici yönde etki yapmıştı. Bu yapı, sanayi kesimine yönelecek sürekli ve geniş bir işçi kitlesinin oluşumunu da olumsuz yönde etkiledi. Bu koşullar altında, Cumhuriyetin başlangıç dönemlerinde de, Osmanlı İmparatorluğu’nda olduğu gibi, belki “köylü-işçi” kavramıyla ifade edebileceğimiz, süreklilik kazanmamış bir işçi kesiminin varlığı sözkonusudur. Kendisine ait küçük arazi parçaları üzerinde çiftçilik yapan bu kişiler, bu arazinin sağladığı olanaklar yetersiz olduğundan, tarım mevsimi dışında, rızkını çıkarmak için bir süre tarımsal yada tarım dışı kesimlerde geçici işçi olarak çalıştıktan sonra para biriktirip köylerine dönmeyi tercih etmektedirler (Makal, 2002 ; 113).
Orhan Kemal’in hikayelerinden çok romanlarını boydan boya kaplayan köylüler şehre gelmeye ne istekli ne de meraklıydılar. İşin garibi, tek parti dönemindeki siyasetçilerin köyün çözülmesi gerektiğini bütünüyle kabul ettikleri söylenemez. 1950’lerden itibaren kırsal alanlardan büyük kentlerin varoşlarına yığılacak olanlar, Cumhuriyetin erken dönemindeki tek parti yetkililerinin gözünde, Osmanlı’dan intikal eden reaya topluluğuna mensuptular.


* Ameleden İşçiye


Genelde 1950-1960’lı yıllarda ve o yılları kaleme alan Orhan Kemal’in roman kişilerinin toplumsal ve sınıfsal davranış kalıplarına, zihniyet ve yaşam alışkanlıklarına baktığımızda modern anlamda işçi hisleri ve davranış kalıpları kazandığını söyleyemeyiz. Orhan Kemal’in gerek öykülerinde gerekse romanlarında işçileşme olgusu köyle derin bağlar taşır, roman kişileri henüz birinci kuşağı oluştururlar. Bunda şaşılacak bir yan da yoktur, çünkü Tanzimat’ta olsun Cumhuriyet döneminde olsun Türkiye’de yaşanan değişim kavgaları sınıfsal kavga içeriğine sahip değildi. Nasıl olsun ki, işçi sınıfıyla işveren sınıfı, toprak sahipleriyle topraksız köylüler arasında bir sınıfsal çatışma bu topraklarda yaşanmamıştı.
Osmanlı İmparatorluğu’nda ücretli emek öncelikle inşaat sektöründe, madencilikte ve askerlikte ortaya çıktı. 1550-1557 yıllarında Süleymaniye Camii ve İmareti inşaatında 2,7 milyon işgünü çalışılmıştı. Bu sürenin 1,5 milyon gününü ücretli işçiler, 1,1 milyon gününü acemi oğlanlar, 140 bin gününü de köleler gerçekleştirmişti. 1631 yılında Musul Kalesi’nin yapımında ücretli olarak çalışanların sayısı 3035 idi. Devlete ait madenlerde de ücretli işçi çalıştırılırdı (Koç, 1998; 15). Kapıkullarının önemli bir bölümü de ücretli emeke dahildi. Kapıkullarının acemi oğlanlar kesimi 17. yüzyıldan itibaren handiyse “özgür emek” niteliği kazanmıştı. Acemi oğlanlar, ücret karşılığında, inşaat sektöründe, kamu imalathanelerinde, kamu gemilerinde, odun ambarlarında, Tophane’de, kamu fırınlarında, su yollarında, bahçelerde, hasta odalarında ve bazı bölgelerde de sultan hanımların hizmetlerinde çalışırlardı. Yeniçeriler ücretli savaşçılardı. Kapıkullarının Cebeci Ocağındaki cebeciler, silah yapımı, barut ıslahı ve silah tamiriyle uğraşırlardı. Topçu Ocağı ve Top Arabacıları Ocağı mensupları da ücretli çalışanlardı. Bundan daha önemlisi, gerek loncalarda gerekse vakıflarda, araştırmacıların ihmal ettikleri önemli bir ücretli çalışma olgusuyla karşılaşırız. Bu ücretliler işlevlerini tamamlayıp tarihsel süreç içinde yok oldu; çağdaş işçi sınıfına dönüşmedi.
Osmanlı toplumunda her ikisi de “sınıf”laşamamış başlıca iki ‘sınıf’ vardı. Birincisi, yönetimin otoritesini temsil eden ve vergi vermeyen bürokrat, asker, ilmiye mensuplarından oluşan yönetici sınıf. Paşalar, vüzera, ayanlar, valiler, mültezimler, tacirler ve sarraf-tefecilerin de içiçe geçtiği bu kesim politik temelli örgütlenmelerin içinde kümelenmişler, ekonomik temelli sınıflaşma eğilimleri ve alternatif sosyal “hegemonya” geliştirme yetenekleri son derece güdük kalmıştı. İkinci kesim ise üretim yapan ve vergi veren tüm tebaayı kapsayan yönetilen re’aya sınıfıdır. Türkçedeki sınıf terimi zanaatçı anlamına gelen esnaf’la ilgilidir; cumhuriyetin ilk dönemlerinde bile sınıf sözcüğüne pek ender rastlanır. Sınıfla anlamdaş olarak sık sık “tabaka” sözcüğünden yararlanılmış, alt ve üst sınıflar için aşağı tabaka ve yukarı tabaka denilmiştir. İşçi sözcüğü de, pek kolay ortaya çıkmamıştır.
1729 yılında padişah III. Ahmet tarafından çıkarılan “Maden işçilerinin nizam ve vazifelerine dair” bir fermanda “işçi” kavramı kullanılmaktadır. 1845 tarihli Polis Nizamı’nın ünlü 12. maddesinde de işçi kavramı kullanılır. Bu tekil kullanımların dışında “işçi” kavramı, Osmanlı İmparatorluğu’nda ücretli çalışanlar için yaygın olarak kullanılmamıştır. Amele, ecir, rençber, ırgat, gündelikçi terimleri arasında en yaygın kullanılanı amele idi. Öyle ki bir çok örgütün isimlerinde de işçi sözcüğü değil, amele sözcüğü kullanıldı: Ameleperver Cemiyeti, Amele-i Osmani Cemiyeti gibi. 1894-1895 tarihli Genel İstatistik Sayımında, ücretliler için kullanılan kavram “amele” idi (Makal, 1997; 165). Amele sözcüğü, 19. yüzyılın ikinci yarısına kadar, daha çok inşaat, tarım, madencilik alanlarında yoğunlaşmış olan işgücü için, daha sonraki dönemlerde de, genelde ağır işlerde çalışan vasıfsız işçileri adlandırmak için kullanılmıştı.
“İşçi”ler çeşitli zanaat kollarında çalışıyor ve kendilerini sınıflarından çok, işkollarıyla özdeşleştiriyorlardı. Etnik işbölümünün de sınıf bilincinin gelişmesinin önünü tıkayan bir etmen olduğunu aklımızın bir kıyısında tutarak, toplam nüfus içindeki ücretli işgücünün fabrikalardan çok ufak tefek zanaat atölyelerine dağılmış küçük küçük azlıklar olma niteliği, işçilik bilincinin gelişmesini engelleyen bir başka etmen olduğu söylenebilir. Tarihsel açıdan bir etken olarak işçi sınıfı mevcut değildi. Öyle ki 19. yüzyılın ilk yarısında görülmeye başlayan sanayi üretimi, yenilenen ordu için giysi, teçhizat ve silah üreten imalathaneler olarak ortaya çıkmıştı. Bunların en bilineni kuşkusuz Feshane idi. 1840 ve 1850’lerde açılan fabrikalar da ticari üretim yapmaktan çok ordunun, devletin gereksinimlerini karşılıyordu. Devlet organlarınca denetlenen bu imalathaneler devletin ihtiyaçlarına yönelik üretim yapıyor ve bu fabrikalarda çalışanlar ise asker sayılıyordu, işçi değil! İşçi bulmak zordu.
1783 tarihinde baruthane kadrosunun genişletilmesi konusunda yazılan bir dilekçede İstanbul, Selanik ve Gelibolu baruthanelerinde çalıştırılan personelin işlerinin başında her zaman bulunmadıkları, sadece kuşluk vakti biraz çalışıp daha sonra kendi işlerine gittikleri, dürüst çalışanların ise dilenci ve acuze taifesi olduğu için bunların yerine rençberden bir takım kişilerin işe alındığı fakat bu işçilerin de istenilen işi görmeye muktedir olmadıkları anlatılır. Belgenin devamında baruthanede kabiliyetli personel bulunmayışının nedenleri arasında işçilerin mevcut yevmiyeleri ile geçinemedikleri; çalışanların “rençber yollu, fakir ve muhtaç ademler” olduklarından mesleklerinde ilerlemek konusunda hiçbir istek ve gayrete sahip olmadıkları ayrıca belirtilir. Baruthanelerde çalışmak isteyenlere fabrika işçiliği teşvik edilip, ücretlerinde artışlar görülse de barutçu amelesi temininde, belirli bölgelere zorunlu mükellefiyet usulüne başvurulmuştu, çünkü fabrikasyon usulü bir imalat ve çalışma sistemi halka hiç de cazip bir iş olarak görünmüyordu (Çetin, 2001;102-111). 19. yüzyılın birinci yarısında İstanbul’da kurulan fabrikaların çoğu askeri gereksinimleri karşılar nitelikteydi. Haliç sahilleri bazıları çok modern olan askeri tesislerle donatıldı İngiliz Büyükelçiliği’nde papaz olan R. Walsh, 1830’larda silah depolarının Galata’dan başlayarak liman boyunca bir dizi depo ve atölyeyi kapsayacak şekilde bir buçuk millik bir alana yayıldığını ve buralarda, işledikleri suçlar nedeniyle hapse atılmış beş yüz kadar işçi köleler gibi birbirlerine zincirlenmiş olarak çalıştığını yazar (Karpat, 2006; 484).
Üç sultana ait yalının bulunduğu yerde 1826/27’de Eyüp’de kurulan 350 metreye yakın cephesi ile iki katlı Riştehane-i Amire de denilen iplik fabrikasında askerlerden başka hafif suçlular, hırsızlar ve her türlü serseri işçi olarak çalıştırılıyordu. Bunlar kısmen şehir polisi tarafından gönderilirdi. İşletmenin organizasyonu o zamanlarda Avrupa’da da mutat çalışma evrelerininkine benziyordu ve askeri tarzda düzenlenmişti. Bu tesis iplik kışlası adıyla da tanınıyordu (Müller- Wiener, 1992; 74).
Selanik ve Makedonya’daki iplik fabrikalarında genç kızlar ve kadınlar işgücünün ezici çoğunluğunu oluşturuyordu. Niausta’daki ilk fabrika, 1870’lerdeki kuruluşunun hemen ardından, 250 genç kadın ve 50 erkek istihdam ediyordu, bu işçilerin hepsi Yahudi’ydi. 1906 civarında, Makedonya’daki iplik fabrikalarında çalışan toplam işçi sayısı 1.570’ti. bu işçilerin dörtte üçü kadınlar ve genç kızlardı; içlerinde altı yaşında çocuklar bile vardı. İç kesimler, yani Selanik’ten uzak bölgelerde bulunan fabrikalarda çoğunlukla Rumlar çalışıyordu, Vodena’da ise, işçilerin çoğu Bulgar’dı. 1890’lı yıllarda Makedonya iplik fabrikalarında işçiler, günde yazın 15, kışın 10 saat çalışıyorlardı. Selanik’teki iki fabrikada 1885 yılında toplam 800 işçi çalışıyordu. 1890’ların ilk yarısında ise çocuk ve yetişkin 169 erkek ve 480 tane, 12-18 yaşlarında kız istihdam ediliyordu. Selanik şehrinde Yahudilerin nüfus üstünlüğü bu fabrikalara da yansımıştı: İşçilerin hepsi Yahudi’ydi (Quataert, 2008; 87-88).
Osmanlı İmparatorluğu’nun son yüzyılında da işgücü kıtlığından söz edilebilir. Ülkede nüfus az, küçük bir bedel karşılığında ekilebilir toprak boldu. Devlet, işgücü yetersizliği nedeniyle, yol yapımında, madencilikte ve ulaşımda zorla çalıştırmaya başvuruyordu. Madenlerde çalışanların büyük bir bölümü henüz tam olarak mülksüzleşmemiş yarı-işçiydi. Tarım ve inşaat sektöründe de aynı yapı geçerliydi (Koç, 1998; 16). Osmanlı Devleti, sürekli emek kıtlığı çekilen bir ekonomide, gerektiği hallerde yeterli sayıda işçi bulma müzmin probleminin üstesinden gelmek için, bir dizi mekanizmaya başvuruyordu. Dolayısıyla, devlet fabrikalarında ücretli emek dışında çeşitli türde işgücü de üretime dahil ediliyordu. Örneğin, İstanbul Eyüp’te devlete ait bir iplik fabrikasında yaklaşık 60 gayrimüslim çalışıyor, buna karşılık cizyeden muaf tutuluyordu (belki ücret de alıyorlardı). Devlet fabrikaları (riştehane-i amire), sürekli olarak Osmanlı donanması için iplik eğirmek üzere yüzlerce yetim çocuk çalıştırıyordu. Çocuklar, fabrikalarda “uygun ücretle”, bir rotasyona göre, belirli kısa dönemlerde çalışıyorlardı. Önce Erzurum, Van ve Sivas’tan Ortodoks Ermeni çocuklar istihdam edildi, ama sayılarının yetersiz kaldığı görülünce Ankara, Ürgüp, Niğde yörelerinden 100 Rum ve Katolik yetim çocuk daha getirildi. 1850’lerde, bu iplik fabrikasında, hafif suçlardan hüküm giyenler çalıştırıldı. Bu kişiler ceza süreleri boyunca çalışıyor, sonra serbest bırakılıyordu. Başka iplikçiler de, devlet siparişiyle çalışıyordu. Örneğin Gelibolu yarımadasında İstanbul çadırcılar loncası için eğirdikleri iplik karşılığında parça başı ücret alan kişiler bunlar arasındaydı (Quataert, 2008; 62-63).
19. yüzyılın ilk yarısında Ege Bölgesi’nde yabancılar tarafından kurulan tarım işletmelerinde ücretli çalışanlar ortaya çıktı. 1868 yılında İzmir yakınlarında tarıma elverişli toprakların en az üçte biri İngilizlerin tapulu malı oldu. 1877 Rus Savaşı’ndan sonra topu topu 41 İngilizin eline geçen tarımsal alanlar daha da genişledi. Gel gör ki “Homer devrinden beri değişmemiş yöntemlerle” tarım yapılamayacağını ileri sürerek çiftçilikten vazgeçtiler. Kapitalist tarıma geçişi engelleyen bir örnek, çok geniş topraklara sahip D. Baltazzi’nin çiftliklerinin ancak 16.000 dönümü üzerinde ücretli işçi çalıştırdığını, geriye kalan topraklarının ise köylüler tarafından eski anlaşmalarca işletildiğini belirtmesidir. Köylüleri topraklarından atmak için en kanlı yollara başvuran İngilizlerin çiftlikleri 1883’te işgal edildi. Bu, tarihimizde bilinen ilk toprak işgaliydi (Kurmuş, 1982; 81-85). Pamuk işleme sanayiindeki geri teknolojiyi ortadan kaldırmayı düşünen Gout İzmir’de Dolma Han’da çırçır fabrikası kurar. Gout’un bu ilk fabrikası üretime geçemeden, İngiliz Konsolosuna göre “tutucu Türkler tarafından ateşe verildi, çünkü fabrikanın bacası bir minareyi andırıyordu”. Aslında fabrikayı yakanlar, fabrikanın üretime geçmesiyle geçim yollarını yitirecek olan yerli atölye sahiplerinin kışkırtmasıyla bu atölyelerin işçileriydi (Kurmuş, 1982; 108). İzmir-Aydın demiryolu inşaatı, tam olarak mülksüzleşmemiş birçok kişinin işçilik yaparak ek gelir elde etmesini sağladı. Kapitalist üretime evrilmeyen, küçük üretimin egemen olduğu lonca örgütlenmesinde ustaların yanında ücret karşılığı çalışan kalfa ve çıraklar, çağdaş anlamda işçi sınıfına dönüşmedi. Emeğin “özgür”leşmesi, kölelik veya serflik bağlamından kurtulup, emekgücünün meta haline gelmesi; geçimini sağlayabilmek için emeğini satmaktan başka hiç bir mülkü ve dayanışması olmaması işçi tipinin olmazsa olmazıdır. Dolayısıyla bütünüyle mülksüzleşmemiş ve işçiliğe geçici bir durum olarak bakan geçici işçilerde işçilik bilinci kolay kolay gelişmez.
Bu dönemde, Tanzimat sonrası yoğunlaşan yasalaştırma çalışmalarının en önemlilerinden biri, “Mecelle-i Ahkam-ı Adliyye” tamamlanır (1869-1876). Mecelle’nin çalışma ilişkileri alanına yönelik maddeleri, “kira sözleşmeleri”ne (icarat) ayrılmış bölümde yer alır. Burada Mecelle ile Roma Hukukunun düzenlemeleri arasında ilginç paralellikler görüyoruz. Roma Hukukunda olduğu gibi Mecelle’de de insan çalışması, kira akdi içinde düzenlenmiştir. Mecelle’nin 413. maddesine göre işçi (ecir) “nefsini kiraya veren kimse” olarak tanımlanmaktadır. Kiralanan husus, iş veya faaliyet değil, fakat şahsın bizzat kendisidir. İşçiyi kiraya verilen şey, yani sözleşmenin öznesi (taraflardan biri) değil, fakat nesnesi (konusu) olarak tanımlayan, işçinin emeğini ve çalışma gücünü değil, fakat nefsini yani kendisini ve kişiliğini kiraya veren bir kimse olduğunu belirten ve ücreti de bu tür bir kira sözleşmesi karşılığında ödenen kira ücreti olarak gören Mecelle, işçi-işveren ilişkilerinin kendine özgülüğünü kavrayamamış ve bu ilişkilere “köle-efendi ilişkileri” çerçevesinde eğilmiştir (Makal, 1997; 237-238).
19. yüzyıl Osmanlı modernleşmecileri arasında hakiki üretimin/imalatın tanımı konusunda silik sülük yeni bir fikir belirir gibidir: Üretim/imalat fabrikada makineyle yapılmalıdır. Ne de olsa fransızcadan okunan metinlerde böyle yazıyordur. İşin garibi, sonraki dönemin tarihçileri de yalnızca, 19. yüzyılın ilk yarısında kurulan makineyle üretim yapan devlet fabrikalarının kuruluşuna dikkat çekerler, ardından 1880’ler sonrası azın azın beliren özel fabrikalara, 20. yüzyıl başlarında endüstriyel faaliyetlerin hızla artışına dikkat ederler. Gerek çalışma ilişkilerine damgasını vuran köylü emeği gerekse ev ve atölyelerde gerçekleşen üretim, imalat gibi çalışma ilişkilerine hiç değinmezler. Büyük ölçekli, sermaye ve emek yoğun fabrikalar Sanayi Devrimi’nin asal figürleri arasında görülür. Daha ileri bir dünyayı temsil eden bu fabrikalar zanaatkârları ve köylülüğü saf dışı bırakacak, muasır medeniyete giden yolu açacaktır. Teorik olarak fabrikanın sunduğu geleceğe duyulan güven 1960’lara gelindiğinde tepeye vuracaktır. Ne var ki tam o yıllarda yazan Orhan Kemal, romanlarında fabrikayı da fabrika işçiliğini de hiç ululamaz.
Bir ‘buğday imparatorluğu’ olarak doğup 20. yüzyılın başlarına kadar varlığını sürdüren Osmanlı İmparatorluğu’nda sınıf olmanın ötesinde nicel olarak da gelişmiş bir işçi sınıfı yoktu. 1900 öncesinde kurulan ve makineyle üretim yapan fabrikaların büyük bir kısmı devletin denetimindeydi. 20. yüzyıl başları itibariyle, Osmanlı İmparatorluğu’nda ücretlilerin toplam nüfusa oranı ise yüzde 1’ler civarındaydı. 1850-1920 yıllarını kapsayan çalışmasında Osmanlı toplumunun sınıfsal yapısını çözümleyen Ahmet Makal gerek kentsel gerekse kırsal kesimler içinde ücretliler ve işverenlerin, belirgin bir biçimde sınıfsal nitelik kazanmadığını, İstanbul ve Selanik ile sınırlandırıldığında sınıfsal yapının imparatorluğun tümündekinden farklılıklar taşıdığını ifade eder (Makal, 1997; 164,176-177). Devletin sahip olduğu ve işlettiği fabrikalar konusundaki boşluk bilinçli olarak bırakılmıştı. Bu fabrikalar ekonomik açıdan önemli değildi, marjinal konumdaydı. Bir sayıma göre, 1913 yılında devlete ve özel sektöre ait bütün Osmanlı fabrikaları 36.000 dolayında kişiyi istihdam ediyordu (Eldem’den aktaran Quataert, 2008; 17).
Osmanlı İmparatorluğu’nda iktisadi yaşamda, özellikle de sınai ve ticari faaliyetlerde, gayrimüslimlerin nüfus içerisindeki oranlarından çok daha büyük bir egemenliği vardı. Ahmet Makal’ın çeşitli kaynaklardan aktardığına göre, gayrimüslimlerin toplam nüfus içindeki oranı 1906 yılında yüzde 25, 1915 yılında yüzde 18.76 idi. 1913-1915 Sanayi Sayımı sonuçlarına göre ise, toplam 264 sanayi kuruluşundan 172’si (yüzde 65), gayrimüslim unsurlara aitti. 1912 yılında Türklerin iç ticaretteki payları yüzde 15, sanayi ve zanaatlardaki payı yüzde 12 idi; ağırlık Rumlardaydı, onları Ermeniler ve Yahudiler takip ediyordu. 1919’da Batı Anadolu’daki 3.300 imalat sanayii işyerinin 573’ü Rumlara aitti. Bu işyerlerindeki 22.000 işçinin de yüzde 85’i gayrimüslimdi. İmparatorluğun son yıllarında, Türk girişimcilerin, ithalat ve ihracatçılar içindeki payı yüzde 4, komisyonculukla uğraşanlar içerisindeki payı yüzde 3, toptancı tüccarlar içerisindeki payı ise yüzde 15, perakendeci tüccarlar içerisindeki payı yüzde 25 idi. Türk girişimcilerin tüm ticaret burjuvazisi içerisindeki payı ise yüzde 5-10 arasındaydı. Türkler ağırlıklı olarak tarım kesimi ve özellikle taşradaki küçük ticaret alanında yoğunlaşmışlardı (Makal, 1999; 345-346). Osmanlı İmparatorluğu’nda 1911 yılında çalıştırdığı personel sayısı 1000’in üstünde olan 13 kuruluş vardı. 1913 ve 1915’te yapılan sanayi sayımında 14,1 bin işçi çalışıyordu. Bunların yalnızca yüzde 15’i Müslüman, yüzde 60’ı Rum, yüzde 15’i Ermeni ve yüzde 10’u Yahudiydi. Sayımın kapsamı dışında kalanlar da eklendiğinde bu sayı 1913’ 44 bin, 1915’te 38,8 bin kişi çalışıyordu. 1914 yılında Osmanlı Devleti’nin toplam nüfusunun 18,5 milyon ve bunun 15 milyonluk bölümünün Müslüman olduğu düşünülürse, sanayi işçilerinin azlığı ortaya çıkar (Koç, 1998; 17). “Sanayileşme olmadan sınıf bilincine sahip bir çalışan sınıf yoktur; dolayısıyla bir sınıf çatışmasından da söz edemeyiz” (Thompson, 2004; 35-36). Peki var olan çatışmalar neyin kavgasıdır? Bu sorunun yanıtı mutlaka verilmelidir ve vardır, amma velakin yeri bu sayfalar değildir.
Ordunun ve sarayın ihtiyaçlarını karşılamak üzere kurulan, bir başka deyişle kamu sektörünün başrol oynadığı ilk fabrikalar başta olmak üzere, madenlerde ve diğer fabrika, atölyelerde çalışanlar asker-işçi, mahkum-işçi, köylü-işçi gibi karma bir kimlikle ortaya çıkarlar; meslek olarak, emeğin geçimini sürdürmenin asal aracı olarak işçiliğin ortaya çıkışı için 1940’ların sonunu beklemek gerekecektir. Türkiye’de “işçi”lerin durumu, klasik kapitalizmin emek-sermaye diyalektiğinde serpilip gelişen işçi-oluş sürecinden bir başkalığa işaret eder.
Osmanlı Devleti’nin son yıllarındaki Balkan Savaşları, I. Dünya Savaşı, Ermeni tehciri, İstiklal Harbi ve özellikle Rum mübadelesi zaten cılız olan üretken işgücünü, dahası Batılı kapitalistlerin rakip olarak gördüğü ‘Osmanlı burjuvazisi’ni önemli ölçüde tahrip etti. İşçi ve memurların sayılarının göreceli azlığı, bunların çoğunun henüz tam olarak mülksüzleşmemiş olması, gelişen milliyetçi hareketlerin yarattığı bölünmeler, zayıf olan sınıf bilincini daha da zayıflatmış, sınıf çıkarları doğrultusunda toplumsal ve siyasal gelişmelere ağırlığını koyamamıştı.
Atlatılan bu badirelerin ardından 1923’te yapılan İzmir İktisat Kongresi’nde, işçi grubunun ortaya koyduğu taleplerden biri, “amele”den “işçi”ye geçişin sembolik miladı niteliğindedir. Amele sözcüğü toplumsal ve kültürel olarak küçültücü bir anlam taşıdığı için, “amele” namiyle hitap edilmekte olan kadın ve erkek emek erbabına bundan böyle “işçi” denilmesi talep edilmişti. (Makal, 1999; 209).




* Modernleşme


İyi tanımlanmış bir ideolojisi olmayan İttihatçıların amacı imparatorluğu kurtarmak ve imparatorluğun çok dinli, çok milletli toplumunun 20. yüzyılda birlik içinde yaşayabilmesi amacıyla, reform yapmaktı. Sonuçta, toplumsal sınıflar arasında bir devrim yerine, yönetici seçkinler sınıfı içinde bir darbe gerçekleştirmekte başarılı oldular. Bu arada, İmparatorluğu ve imparatorluğun idari mekanizmalarını modernleştirme amaçlı II. Meşrutiyet reformları Türk olmayan gayrimüslim nüfus arasında önemli ölçüde rahatsızlık yarattı, Arnavutluk’ta büyük isyanlara yol açtı (Ahmad, 2007a; 63, 69). Jön Türkler yönetici sınıfa mensup olmaları ve yığınlara duydukları derin güvensizlikle, halkı çekip çevirme misyonunu üstlenmiş elitist konumları ve dahi anti-demokratik davranışlara sahipken anayasa ve özgürlük şampiyonu kesilmeleri doğrusu tuhaftı. “Onların gözünde anayasa, kendi başına amaç değil, sadece bir modernleşme aracı ve göstergesiydi. Hem II. Meşrutiyet hem de Cumhuriyet dönemi tarihi, Jön Türk ve Kemalistlerin ileri gelenlerinin, “modernleşme ile gerçek demokrasi arasında bir seçim yapma durumu ile karşılaştıklarında, her zaman modernleşmeyi yeğlediklerini gösterecektir” (Zürcher, 2004; 262-263). Ancak Osmanlı’yla derin bağları olan bu modernleşme, “modernitenin içeriğinden yoksun bir modernleşmeydi” (Öğün, 2004;15). Sanayie dair önceki bölümlerde sözünü ettiğimiz kerhen “gelişmeler” olurken, 19 Mart 1877 tarihinde İstanbul’da ilk kez bir Osmanlı Parlamentosunun toplandığını görüyoruz. –Hoppalaaa. Bu gelişmenin, Avrupa’da görülen örneklerinde olduğu gibi uzun bir sürecin beklenen bir sonucu olduğunu ileri sürmek mümkün değil. Osmanlı ülkesinde bir parlamento binasının inşa edilmesi neyin nesiydi? Dahası, 24 Temmuz 1908 sabahı İstanbul’da gazetelerini açanlar, Kanun-i Esasi’nin yeniden yürürlüğe konduğunu ve hiç bir seçim sonucu olmamasına karşın Meclis-i Mebusan’ın toplantıya davet edildiğini okuyacaktı. Sonra bi de 23 Nisan 1920’de Ankara’da Kanun-i Esasi’yi tanımadığını bildiren, ulus devlet inşası bir meclis açılacaktır. Hal böyle olunca Raymond Aron’un Osmanlı yenileşme taraftarlarını anlattığı bir yazısında “gelişmişlik ölçütünün, fabrika bacası olarak değil de parlamento binası olarak görül”düğünü (zikreden Hanioğlu, 2007; 304) yazmasında şaşılacak bir yan yoktur.
Modern politik gelişmeler burada Avrupa’daki örüntülerine göre hayli önemli farklılıklar sergiliyordu. Avrupa’da modern devlet, sivil-ekonomilerin dinamikleri ve talepleri üzerinden şekillenen bir içeriğe sahipti. 15. yüzyıldan başlayarak pekişen ulusal monarşiler ve merkantalizm büyük ölçüde kırdan kente kaynak aktarımını ve sözkonusu bu aktarımın hem örgütlenmesi hem de politik yapılanmayla uyumlu kılınmasını ifade ediyordu. Bir başka türlü denirse, modernite biri kırsal-kapitalist, öbürü kentsel-ticari iki dinamiğin ulusal-kamusal düzeyde bütünleşmesi anlamına geliyordu. Burada vurgulamak istediğim bu değil. Bir: Modernleşme süreçleri içinde aşağıdakiler daima kaybetmiştir. Örneğin İngiltere’de kapitalist zihniyetli lordlar tarafından çit çevirme operasyonu ile kırsal dünyanın geleneksel ekonomisi ve küçük köylülük tasfiye edilmişti, Rusya’da ise Petro, artık aşılmış olan feodaliteden koparak iyi kötü toprak sahibi olmuş mujikleri yeniden köleleştirerek yandaşı olan gözüpek girişimci toprak aristokrasisine hediye etmişti. İki: Modernleşme, ekonomik oligarşi ile politik elit arasındaki diyalektiğe oturmaktadır. Bu diyalektiğin kapsamı içinde öncelikle birikim/sermaye süreçlerinin el değiştirdiğini görüyoruz. Türk modernleşmesinde önümüze dikilen soru şu olacaktır: Bir, kim(ler) kaybedecek; iki, sermaye kimin eline geçecek?
Osmanlı İmparatorluğu da içinde olmak üzere, modern öncesi tarımsal toplumda çalışma hem bedenseldi hem de, Eliade’ın belirttiği üzre “emeğin dinsel, kutsal ve ibadet boyutu vardı” (Bingül, 2008-9; 73) ve küçük zanaatkar temelli çalışma ilişkileri kapitalizmin ücretli çalışma düzeneğine kapalıydı. Eğer zanaatkarlar ve esnaf kapitalizmin çalışma mantığına direnirse, pazar ekonomisine ve seri üretime “hayır” derse önlerinde birkaç seçenek vardır: Asimile olmak, göç etmek yada katliam, tehcir, aşağılama gibi yollarla “temizliğe” tabi olmak. Bu, 20. yüzyılda tanık olduğumuz süreçlerdir. Tarımsal bir imparatorluk olan Osmanlı İmparatorluğu Batılılaşma deneyiminden modernleşme sürecine adım atarken, bu sürece direnen zanaatkar kesim acımasızca yok edilir. Bu süreçte devlet eliti “etnik olarak Türk değildi. Elbette elit tabaka Türkçe konuşuyordu. Türkçe konuşması yalnızca bir tesadüftü. Siyasal elit görece gerilemeden kurtulmanın yolunu arıyor ve dayanacağı bir etnik grup bulma gereğini duyuyordu. Siyasal elitin etnik bir gelin araması gerekiyordu. Anadolu köylülüğü buna uygundu. Gelin, çevresinde olup bitenlerin farkında değildi” (Gellner, 2005; 197). “Eğer siyasi birimi yönetenler, yönetilen çoğunluğun ulusundan başka bir ulusa aitseler, bu, ulusçular açısından, siyasal törelerin oldukça açık ve dayanılmaz bir biçimde çiğnendiği anlamına gelir. Bu durum, ya ulusal toprakların büyük bir imparatorluk tarafından yönetilmesi ya da yabancı bir grubun yerel hakimiyet kurmasıyla gerçekleşir” (Gellner, 2008; 70). Osmanlı Devleti, özellikle Jön Türk devriminin (1908) ardından imparatorluğun son döneminde, sivil bürokraside ve hükümet hizmetlerinde Yahudileri tercih etti. Hıristiyanların aksine Yahudiler hiçbir zaman bakan olmamıştı, ancak kilit bakanlıklarda müsteşar ve teknokrat olarak, bakanlardan daha önemli roller üstlenmişlerdlr (F. Ahmad'dan aktaran Jung ve Piccoli, 2004; 178). 1908 Anayasası kabul edildiği zaman “imparatorluk maliyesi nerdeyse Camando (Yahudi) ve Dadian (Ermeni) ailelerinin tekelindedir. Dolayısıyla, Türk ulusal bilincinin oluşmasının uzun zaman aldığı görülür” (Abel, 20009; 181).
1914-1918 I. Dünya Savaşı sonunda yıkılan bir anlamda Roma İmparatorluğuydu. Ortodoks Hıristiyan halkları Türk’e karşı ayaklandırmayı başaramayan Avrupa devletleri, imparatorluk içinde ulusal devrim/milliyetçilik fikrini ortaya attılar. ‘Genç Türkler’ (=gayri Türkler?) imparatorluğun meşruluğu denklemini ulusların ve dinlerin çeşitliliği içinde çözmek için, İngiliz tarzı liberal ve toplulukçu bir yol ile Fransız tarzı jakoben ve bütünleştirmeci bir yol tutturmak arasında gidip geliyorlardı. Hem seri üretime hayır diyen zanaatkar, hem de Avrupalı şirketlerin rakip olarak gördükleri “burjuva” kesimi oluşturan gayrimüslimlerin bir bölümünü oluşturan Ermeniler Avrupa tarihinin bir parçası olarak modernleşmenin gereğince kırılır; 1850’lerden itibaren Balkanlar, Kırım ve Kafkaslardaki Müslüman unsurlarını temizlemek amacıyla Osmanlı’ya göçler başlar, 20. yüzyıl başlarında da Türkiye Cumhuriyeti ulus inşaası (?) gereklerince, az çok Avrupa’nın güçlü devletlerinin düzenlediği yer değiştirme ile Rumlar ile Müslümanlar mübadele edilir. Petrollerde gözü olan Ruslar ve İngilizler 1914’te Ermenileri silahlandırır. Fransızlar Sevr haritasında Suriye ve Kilikya’yı içine alan bölgeyi kendine mal ederken kendi jeostratejileri içine soktukları Almanlar ne yapar? “Batı Avrupa’nın güçlü devletlerinin o zaman olan bitenlerde ezici bir sorumlulukları vardır” (Abel, 2006; 184).
Bu dönemde “Osmanlı topraklarından yeni diyarlara göçler; Jön Türk yönetiminin ilk kez Osmanlı uyruklu Hıristiyan ve Yahudileri askerlik hizmetine tabi kılmasıyla yeni bir ivme kazanmıştı. Hıristiyan Osmanlı vatandaşları Rumlar, Ermeniler, Lübnanlılar büyük kitleler halinde askerlikten ve dolayısıyla da imparatorluktan firar ediyorlardı” (Quataert, 1998; 118-119). Son Roma İmparatorluğu olan Osmanlı camiası (Pax Ottomana) ulusalcı hareketlerle aşınmaktaydı (Ortaylı, 2008; 61). 19. yüzyıl boyunca, önce Balkanlar’da daha sonra da Asya’daki eyaletlerde milliyetçiliğin gelişmesi, Osmanlı Devleti’nin yıkılmasında en önemli etken olmuştu (Zürcher, 2007; 47). Batı’da sömürge ticaretinin uzak demiryollarını kullanarak gelişmesi, Avrupa’ya giren altın ve gümüşün merkantalist ekonomik güçleri yaratması, ardından sanayi devrimine temel olan manüfaktürün yeni buluşlarla yaygınlaşması, kısacası kapitalizmin doğuşu Osmanlı düzenini sarsan nedenleri yaratmıştı (Çavdar, 2003; 47). Osmanlı İmparatorluğu, kapitalizmle bütünleşme süreci içinde geriledi ve çeşitli milliyetçi ayrılık hareketlerinin başarıya ulaşması sonucu parçalandı. Kapitalizmle bütünleşme, geleneksel bürokrasiye rakip bir burjuva sınıfını ortaya çıkardı (Keyder, 1990; 9).
İttihat ve Terakki, on dokuzuncu yüzyıl ıslahat hareketlerinin ve özellikle Genç Osmanlıların bir devamı niteliğindeydi. Genç Osmanlılar gibi İttihatçıların da en öncelikli, dahası biricik sorunu devletin, imparatorluğun nasıl kurtarılacağı idi. Jön Türkler Genç Osmanlılarla aynı toplumsal değerleri ve hedefleri paylaşmalarına karşın toplumda aynı yere sahip değillerdi. Genç Osmanlılar devlet müessesesinin mensupları olmalarına karşılık, Jön Türkler Abdülhamit’in ıslahat çalışmaları sonucu kurulan devlet okullarındaki müderrisler, Batı hukuku okumuş avukatlar, gazeteciler, küçük memurlar, bürokratlar ve Batılı anlayışa uygun harp okullarındaki ikinci dereceki görevliler gibi yeni doğmakta olan meslekler sınıfına mensuptular. İyi bir eğitim almış olmalarına karşın devlet idaresi konusunda tecrübeleri yoktu. Jön Türkler geldikleri köken ve konum itibariyle yönetici olarak yeteneklerinin ve yeterliliklerinin sınırlı olduğunun farkındaydılar; bu yüzden de yüksek idari makamları ele geçirmeyi düşünmediler (Ahmad, 1986; 43). Yeni doğan iktidar blokunun gazeteci-muhalif kesimine mensup Zekeriya Sertel’in anlatımıyla: “İttihatçılar meseleleri çözecek bir programla gelmemişlerdi. Hatta idareyi ellerine alacak bir kadroları bile yoktu. Hükümeti devralmaya cesaret edememişlerdi. İktidara gelirlerse, işin içinden çıkamayacaklarından korkuyorlardı. Onun için sorumlu mevkilere yine eski devrin paşalarını getirmişlerdi” (Sertel, 1977; 37). Hükümet esas itibariyle hariciyeci paşaların elindeydi. Tanzimattan itibaren en makbul ve prestijli meslek fransızca bilen bir hariciye yada dahiliye memuru olmaktı. Subaylık, hariciye mesleğinin yanında ikinci sınıf bir meslekti (Akşin, 1980; 9). Mekteb-i Ulum-u Harbiye 1834’te kurulmasına karşın çoğu taşralı ve alaylı, dolayısıyla da erlikten yetişmek zorunda kalan mektepli subaylar orduya egemen olmaktan uzaktı. Sonradan İttihat ve Terakki adı alacak olan ihtilal örgütü, “İttihad-ı Osmani” adıyla 1889’da Askeri Tıbbiye’de gizlice kuruldu. Osmanlı İmparatorluğu’nun çöküş döneminde devleti/imparatorluğu kurtarmak amacıyla kurulan bu örgüt 1908 devriminin birinci dereceden faili idi. 1908’de siyasi öncelik yeni bir toplumsal sınıfa geçti, Osmanlı tarihinde yeni bir sayfa açıldı.
Jön Türkler (İttihat ve Terakki) uluslaşma projesinin doğal uzantısı olarak Osmanlı İmparatorluğu’nun sosyoekonomik tarihinde yeni bir evre açtılar. Jön Türklerin karşılaştıkları ekonomik sorunun üç cephesi vardı: Bir, imparatorluğu yabancı sermayeye bağlanmaya zorlayan şartları kaldırarak milli bir ekonomi yaratmak; iki, ülke ekonomisini ellerinde tutan azınlıkların ve temsilcilerinin yerine Müslüman Türkleri geçirmek; üç, halkı tarım dışında ticari, sınai alanlarda işe girişmeyi teşvik etmek
Padişah’ın eniştelerinden biri, Damat Mahmut Paşa’nın oğullarından Prens Sebahattin kişiliğinde Genç Türkler bir koruyucu, Osmanlı büyük burjuvazisi de ilk nazariyecisini buldu; Prens Sebahattin “Teşebbüs-i Şahsi ve Adem-i Merkeziyet Cemiyeti”ni kurdu. Bu hareket Osmanlı liberal burjuvazisinin bütün siyasal oluşumlarının temelinde yer alır ve ülkenin günümüze kadarki siyasal hayatının kanatlarından birini oluşturur. Öbür kanat da, küçük burjuva nazariyecilerine dayanan, gelecekteki “İttihat ve Terakki Cemiyeti”nin Jön Türkler’idir. Bu iki kanat, başlangıçta pek açık seçik olmamakla birlikte, giderek bir milli burjuvazi yaratma ortak paydasında birleşir. Doğum halindeki (yeni) burjuvazinin bu iki hizbi, tarihin zorunlulukları ve karşılıklı uzlaşmalar, çatışmalarla birlikte 1960-1970’lere kadar Türkiye’nin siyasal tarihini ve tercihlerini şekillendirdi. Bu şekillendirmelerden biri “milli burjuvazi” yaratmak ise bir öbürü de işçi hareketi, bir başkası da ‘yeni bir din’ yaratmaktı -laiklik.
1908’den I. Dünya Savaşı’nın sonu 1918’e gelindiğinde zenginleşerek burjuva kesimi oluşturacak “yeni sınıf”ın doğuşuna tanık oluruz. Osmanlının son yüzyıldaki imparatorlukla uyumlu “burjuva”, daha iyi bir ifadeyle ‘Osmanlı burjuvazisi’ diyebileceğimiz kesimden farklı, ulusal bir burjuva yaratmadıkça 20. yüzyılda hayatta kalamayacağına karar veren İttihatçılar, “milli ekonomi” kurulması kampanyası çerçevesinde küçük ticari işletmeler ve bankalar açarak, 16. yüzyılın yeni tipi mültezim, 18. yüzyıl sonlarının “yeni”si ayanlardan görece farklı bu “yeni sınıf”ı destekledi. Oysa Cumhuriyete evrilerek parçalanacak imparatorluk toprakları hala tarım ağırlıklıydı. 1914’te kapitülasyonların kalkmasıyla birlikte büyük toprak sahipleri buğday, tütün, pamuk vb. ürünlerini doğrudan satarak zenginleşti. Bu yeni tipler, savaş sonrasında ortaya çıkan milliyetçi hareketin omurgasını oluşturdular. Yeni burjuvazinin yanı sıra, savaş, aynı zamanda savaş üretimi amacıyla Alman gözetiminde kurulmuş fabrikalarda sınırlı bir işçi kesimi de yarattı. Balkan savaşıyla başlayan I. Dünya Savaşı’yla devam eden savaşlar dönemin okumuş yazmış entelektüel kesimin yanısıra, en iyi demirci nalbandından, zanaatkarına, çiftçisine kadar büyük bir zayiat vermişti. Meşrutiyetin hemen ertesinde savaşlar sonunda azalan erkek nüfusla birlikte kadınlar ücretli hayata dahil oldular, kentli kadınlar hemşirelik, santral memurluğu, Boğaz vapurlarında kasiyerlik yaptılar.
1914 yılı Ağustos ayından itibaren Osmanlı hükümeti İzmir’deki bütün yabancı kuruluşlardan, Rum görevlilerin işlerinden çıkarılarak yerlerine Müslümanların alınmalarını ister. Böylece yabancı işletmelerde işe alınan Türk görevliler “meslek sırları”nı öğrenirler; dahası, Türk işçiler ustalaşmak üzere gruplar halinde Almanya’ya gönderilir (Yerasimos, 1989; 16); Orhan Kemal’in romanlarında da boy gösteren “Galip Usta”lar orada sosyalist mücadeleyi de öğrenirler. Türklüğe mensubiyetin ölçütünün din olmaya devam ettiği Cumhuriyet’in ilk yıllarında izlenen ekonomiyi Türkleştirme politikaları, işgücünün ve sermayenin Türkleştirilmesi şeklinde iki koldan yürüdü (Koraltürk, 2008; 63). 1920’lerin ortalarında, Yunanistan’la nüfus mübadelesinin sonrasında, tesisatçılık veya kunduracılık gibi en basit teknik işler bile Türkler tarafından yapılamıyordu, çünkü bu tür işler gayrimüslimlerin tekelindeydi (Ahmad, 2007a; 112). 1917-1924 yıllarında azınlıkların Türkiye’den ayrılışı halkı ticaret ve zanaate girmeye mecbur etmişti. Hemen hemen bütün zanaatler ile ticaret azınlıkların elinde olduğundan, azınlıkların gidişi bu alanlarda birçok güçlük yaratmıştı. Zorunlulukların baskısıyla Türk halkı daha önce azınlıkların yaptığı işleri üzerine aldı. Bu yeni işlere alışma zorluğu ancak birkaç yıl sürdü. Yüzyıllar boyunca Batılılar ile azınlıklar, ekonomik işlerle başa çıkacak yetenekte olmadıklarına Türkleri inandırmaya çalışmıştı. Türk milleti fabrikalar kurup işletmeyi, çeşitli imalatta bulunmayı, aracılara ihtiyaç duymaksızın mal alıp satmayı çabucak öğrendi (Karpat, 2008; 198-199). Demiryolculuktan banka memurluğuna kadar modern toplumun gereksindiği tüm işleri becermeyi öğrendiler. Kadınlar da kendi yada ailesinin hesabına orak biçmek, çapa vurmak, hayvan sağmaktan gayrı ücretli hayata kısmen dahil oldular, tekstil tezgahlarında, tütün fabrikalarında işçi ve sekreter olarak çalışmaya başladılar.
İstiklal Harbi’nde şehit düşmüş dedemin civar köylerde diz boyu yoksulluğa gömülü halde çobanlık yapan oğlu Kadir babamın yada hem onun hem de Romanya göçmeni hakiki babam “lümpen proleter” Nail babamın oğlu ben İlyaz Bingül’ün, bacağını, önceleri meydanlarda çok geçmeden de ‘liberal’ barlarda çalınan bir Cem Karaca şarkı-sözünde değil yalnızca, hakkaten Sakarya’da bırakmış dedemin oğlu gözünü çapak almış tornacı babamın ve onun çocuğunun işçi olmasına karar vermiş birilerinin kararı uyarınca işçi kılınmışlar... Bilmem anlatabiliyor muyum Gedikpaşa ayakkabı atölyelerinde yada yarı köylü yarı inşaatlarda amele, (kaynak gösteriyorum: 053326113.. cep telefonlu) taze karım Candan tarafından olma Hasan Basri kayınbabamın, ve tüm Bu (bu Bu’yu Hegel’in Tinin Görüngübilimi’den aşırıyorum) onların zürriyetinin bir çokluğu dolduracağına, olduracağına birilerinin birileri adına gözü kesmiş... Hadi bakalım köylü çokluktan işçi çokluka adım atalım bu millettin effendisi efendiqler. Bu memleket birilerinin aklınca dingonun ahırı ya hesapta, anadımmı –bu ne biçim türkçe lan, denyo!? Tarih rast gele ağalar. - -Orhan Kemal’in doğmasına daha var.
“Hadi koçum ikile, ikile de ense tırraşını görelim. Yürrüüüü eşşek arabası, bir İstanbul massalııı- -
Koro: Kah-rolsun, oligarşi. Bağ-ğımsız Türkiyye. Kah-rolsun... - - Haa bi de “laik Türkiye” vardı saayı, kol saati hesabı -Eyvallaaah şahım ev-val-lahh...

Değişen İstanbul

(Fayrap, Nisan-Mayıs 2010, sayı 26-27)


İstanbul’u yeniden Tanrı şehri yapmak
Bunun için savaşırım ben (...)
Savaşçıyım ben atalarım gibi
İstanbul için savaşırım
(Sezai Karakoç, Alınyazısı Saati)

İstanbul niye var?
İstanbul’a kimin ihtiyacı var?
Bu İstanbul kimin?
–Sen, İstanbul’un neresindensin?

Cumhuriyet İstanbul’u
İmparatorluktan ulusal devlete geçildiği dönem boyunca İstanbul Osmanlı geçmişinin izlerini taşıdı: Kapalı, gizemli, irrasyonel ve tabiki İslami bir imgeydi bu; Kemalist anlayışa göre İslama, dolayısıyla “ortaçağ karanlığı”na aitti ve muteber değildi. İstanbul imgesi dindışı olmalıydı, geleneğin kusurlarından arınmış, pozitivizm ve ilerleme aşısıyla aşılanmalıydı. Kemalist dünya görüşü, gerek mübadele gerekse tehcir ve kıyımla yok edilen Hıristiyan burjuvazinin (Avrupa kapitalizmine eklen-e-meyen ve Avrupa burjuvazisinin kendi rakibi gördüğü Osmanlı ‘burjuvazi’sinin) ve İstanbul’un batılılaşma deneyimi ile İslam’ın yüksek kültürü alanındaki birikimi önemsiz hale getiriyordu. Kemalizmin Anadolu geleneğiyle içini doldurduğu Ankara’sı ise bu imgenin tersine, rasyonel ve laikti. 1920’lerden itibaren genç Cumhuriyetin ulus devlet yaratma çabasında siyasi nitelik ön plandaydı ve bu doğrultuda başkent Ankara’da modern bir kent yaratılacaktı. İstanbul ise ciddi bir ekonomik ve siyasi düşüşe maruz kalacaktır. İstanbul, Ankara'ya kaptırdığı yeni olma özelliğini 1950'lerde devralır. Bu tarihten itibaren de “yeni” önce İstanbul'u mesken tutar, Türkiye'nin her yanına ordan yayılır.
1947 Marshall Planı ile başlayıp 24 Ocak Kararları ve 12 Eylül askeri darbe çiftleşmesiyle son bulan dönemde traktör, sanayileşme, şehre göç ve nüfus artışı Cumhuriyet’in yapamadığını yaptı: Toplumsal dönüşüm her alana sızdı. Tarımsal yapıların çözülmesiyle çalışma ilişkilerinde köklü bir dönüşüm yaşandı: kapitalizmin olmazsa olmazı “ücretli çalışma”/işçileşme yaşama önemli ölçüde dahil oldu.
1980’ler; Türkiye için keskin bir dönümü, dünya içinse Amerika’da R. Reagan, İngiltere’de M. Thatcher’ın iktidar olmasıyla birlikte Yeni Sağ’ın iş başına geçtiği bu dönemde, 16. yüzyılda başlayıp Sanayi Devrimi ve 1789’da siyasi devrimle de kurumsallaşarak yerleşen modernitenin bitişini, kimilerine göre ise postmoderne geçişi, ifade ediyordu. Küreselleşmenin dönüşümlerini eşzamanlı olarak Türkiye’de de yerleştirebilmek, kendisini asıl 1980 sonrasında göstermiş bir gelişmedir. Bu dönemde kapitalizmin atılımları neredeyse günü gününe Türkiye’ye taşınmış, buna bağlı olarak yeni bir insan ve zihniyet ortaya çıkmıştır: Neo gayrimüslim tabaka.
1980’lerden bu yana yeni bir dünyada ve yeni bir Türkiye’de yaşıyoruz. Yeni dünyada eskinin ulusal ekonomilerinin kaderini artık sermaye belirliyor ve sınır tanımıyor; buna globelleşme deniyor. Devletin ekonomideki ve siyasetteki söz hakkı ve belirleyiciliği yitiyor. Kısası, ekonomi artık Ankara’ya sorulmuyor, tersine Ankara ekonominin gidişatına ayak ve siyaset uydurmak zorunda kalıyor. Ulusal kapitalizmden dünya kapitalist sistemine geçiliyor: Bütün dünyada birden karar veren, her ülkeyi potansiyel üretim alanı ve pazar olarak gören, kendi hareketliliğine -ulusal sınırlar da dahil- engel tanımayan şirketlerin oluşturduğu bir sistem! Bu dönemin en çarpıcı özelliği kapitalizmle modernleşme arasındaki bağın kopması, modernleşmenin vaatlerini yani geleceğini terk etmesi. Kapitalizm modernleşme değneğine gereksinmiyor artık. Sermayenin sömürüsüne maruz kaldıkları için kendilerini şanslı sanan ücretli çalışanlar sürekli sömürüleceklerinden bile emin değiller artık! Yeni yoksulluk ve onun yeni yoksulları, “bırakınız gebersinler” diyen yeni dünyanın ve yeni İstanbul’un yeni “hayalet”leri olacak.
Ulusal kalkınmacılığın iflasını vurgulayan Çağlar Keyder’in demesiyle , artık bütün mesele dünya ekonomisine entegre olmak; entegre olamamanın maliyeti de çok yüksek: Dünyanın bir çok yöresi ölümcül bir dışlanma riskiyle karşı karşıya. Ülkelerin dünya ekonomisine entegrasyonu ise bankacılık, sigorta, hukuk, muhasebe, danışmanlık, iletişim, reklam, pazarlama, mühendislik vb. hizmetler sunabilen şehirlerden geçmeye mecbur. Artık ulusal ekonomiler şehirleri değil, şehirler ulusal ekonomileri taşıyacak. Bu yüzden İstanbul’u globalleştirmek için yapılacak yatırımlar, aktarılacak kaynaklar, Türkiye’nin de geleceğini doğrudan etkileyecek.
Bu süreçte kentler üretim mekanları olmaktan çıkıp tüketim mekanları olmaya doğru evrilmekte, çalışma ilişkilerinde ise emek-yoğun işgücüne ihtiyaç azalıp bilgi-yoğun işgücüne dayalı hizmet sektörü en önemli kazanç kapısını oluşturur. İleri teknoloji ile çalışan hizmetler, medya, hukuk, finans, reklamcılık, bilişim vb. alanlarda yüksek ücretli işgücü tahsis edilir. Bu ‘sanayisizleşme’ döneminde turizm sektörünün uzantısı yatırımlar, tüketim kültürüne uyumlu merkezi iş alanları, alışveriş merkezleri, kongre merkezleri, fuar ve eğlence alanları ve lüks konut yatırımları sermayenin ilgi alanındadır. Zenginliğin kaynağı emek bir yana, kent ve kentsel arazi, sermaye birikiminin ana kaynağı olmaya evrilir. Bu süreçte şiddet ve şiddet uygulayıcılar da değişimden payını alacaktır kuşkusuz. Asker, polis, karakol, mahkemeler görünür şiddet uygulayıcıları iken artık şiddet görünmez kılınıp alçalmakta hiçbir beis görmeyen gazeteci, gazeteci-yazar, tv yorumcusular, psikolog, profesör, hukuk adamı, bilim adamı, entelektüel, sinemacılar başta olmak üzere sanatçılar, reklamcılar, bilmem ne uzmanı, bilmem ne stratejisti, yatırım azmanı vb. “iyi eğitim almış” tezgahından geçenler şiddetin birinci el uygulayıcıları, en süzme faşistler olacaktır.
Yabancı nüfusun, bankaların, ticaret şirketlerinin varlığı, tüketim kapasitesiyle tüm bölgede sermayeye yönelik hizmetleri karşılayabilecek konumda; kalifiye eleman sayısı, iletişim şebekesi, beş yıldızlı otelleri, modern ölçütlere uyarlı iş merkezleri, yeni konut/rant sahaları ve romancıları, sinemacılarıyla İstanbul atlama yapmaya hazırlanıyor. Bu atlamadan en önce faydalananlar hiç kuşkusuz zaten ayrıcalıklı konumda olan burjuvazi ve yüksek düzey “iyi eğitim almış” profesyoneller olacak. Bu gelişme zaten varolan kutuplaşmayı daha da kötüleştirecek, kent ekonomisi ve toplumun ikili bölünmesini keskinleştirecek, alt sınıfların önünü tümden tıkayacaktır. Geçişler üst sınıflar arasında yaşanacaktır. Bu dönemde gazeteciler, şovmenler, şarkıcılar, komedyenler, genelev ve gazete patronları vergi rekortmeni olacaktır. Diplomalı işsizler, tinerci çocuklar, evsizler çoğalacak, sosyal devlet anlayışı budanacaktır.
Yeni İstanbul'da, göçün getirdiği olumsuzlukların şiddetini azaltan, yoksulluğun üstesinden gelmeyi mümkün kılıp yumuşak bir toplumsal dönüşüme evrilmesinde emniyet sübabı gören “enformel sektör”, yeni iktisadi rasyonalite karşısında geriliyor, bunun sonucunda da geniş toplumsal kesimlerin kente tutunmalarına olanak tanımıyor. Bunun sonucunda İstanbul artık göç almayacak, çünkü yeni gelenler artık kendi başlarının çaresine bakmak zorunda kalacak. İkincisi, tarihinde ilk kez, İstanbul göç verecek, çünkü en zayıf olanlar, korunaksız gruplar hızla yoksulluk ağına düşecek, en başta emekliler İstanbul'u terk edecek, tutunamayanlara başka toplumsal katmanlar eklenecek: tek başına yaşayanlar, bekarlar, işsizler, dullar, yaşlı kadınlar, kim bilir dinsel, muhalif örgütlenmeler, hayatın yükünü taşıyıp toplumsal özne olamayan bahtsız kara eşekler, inatçı katırlar, para kültürüne dahil ol(a)mayanlar, hayır diyenler, ayak direyenler vb.
1980’ler sonrası Amerika ve İngiltere öncülüğünde küreselleşme ve neoliberal ekonomi politikaların uygulamaları dünya ölçeğinde çalışma ilişkileri, emek ve siyasi örgütlenmelere damgasını vurdu. Türkiye’de 24 Ocak Kararları ve 12 Eylül darbesi bu minval üzere biçimlenmişti ve AKP şimdilik bu zincirin son halkasıdır ve asıl mesele asla AKP değildir. Kentler ve bölgeler bu politikaların ve uluslararası güç dengelerinin etkisi altında evrilirken İstanbul'da, Türkiye’de ve dünyada siyasi bakımdan neler oluyor?

Başkent İstanbul
Anadolu’da tarihin belli dönemlerinde Ankara dışında, Edirne, Bursa, Konya, Trabzon, Kayseri, Van gibi 16 önemli kent başkent oldu. Değişen devlet yapılarının, siyasi yapılanmanın sonucuydu bu. Avrupa Birliği, küreselleşme, “Büyük Orta Doğu projesi” çerçevesinde sadece Irak’ın değil Türkiye, İran, Suriye, Suudi Arabistan’ın da parçalanması ile Ortadoğu’da kurulacak olası bir “Ortadoğu Birleşik Devletleri”nin başkentliğine iki aday öngörülüyor: biri anayasası olmayıp Tevrat’la yönetilen İsrail merkezli Kudüs, öbürü de Amerika ve küreselleşme merkezli Osmanlı hinterlandında İstanbul. Uzaktaki bir üçüncü aday/olasılık ise Pekin.
Sovyetler Birliği'nin çöküşü ve sonrasında Kafkasya ile Orta Asya'daki ülkelerin bağımsızlıklarını kazanması, Türk-İsrail ekseninin oluşumu, Pantürkizmin yeniden canlanması, Kuzey Irak'taki askeri operasyonlar Türkiye'yi daha etkin bir oyuncu olmaya sürüklüyor. Kafkaslar'ı ve Orta Asya'yı da içine alan daha geniş bir Ortadoğu'nun ortaya çıkışı Türkiye'nin geleceğini pek çok açıdan etkiliyor, kimilerine göre Osmanlı mirasını yeniden canlandırıyor. Geçici bir süre için emperyalizm ve sonrasında da Soğuk Savaş'ın hakim olduğu uluslararası yapıların arkasında üstü örtülü kalan Osmanlı mirası, yeni yeni ortaya çıkan daha geniş bir Ortadoğu’da yeniden görünür hale geldi . “Erguvaniler: Türkiye’de İktidar Doğanlar” zümresine mensup Yalçın Küçük 4 Temmuz (2003) Tezleri’nde, Ottoman Emprime of America kurulmaktadır, plan budur ve burada, “Türkler” için yer yoktur diyordu. Şimdi “Ottoman Empire of Israel” de diyebiliriz, arada fark görmüyorum, diyor. A. Toynbee, tarihteki imparatorlukların içinde geleceğin dünya devleti olmasına en yakın, onun çekirdeğini taşıyan tek imparatorluk Osmanlı İmparatorluğu’dur, dediğini belleğimden aktarıyorum. İmparatorluğun varisi Türkiye Cumhuriyeti bu durumun üstesinden nasıl gelecek? Türkler’in merkezdeki yerini şimdi İsrail alıyor ve bölgenin birbirine düşman etnik ve dinsel topluluklara bölünmesi hedefleniyor; Kemalist Cumhuriyet’in varolma gerekçeleri azaltılıyor. Ben şu sıralar az şiir, daha az roman, “Hazar Devleti neden çöktü?” sorusu aklımda, Hazar tarihi, çok tarih okuyorum.
Gerek Osmanlı devletinden önce gerekse de sonra, “Barbarosa’nın Haçlı Seferleri’nden başlayarak Batılı yazarların bu ülkeden, Türklerin egemenliği altında olan başka hiç bie ülkeye vermedikleri bir adla, ‘Turchia, Türkiye diye söz etmeye başlamışlardı” . 11. yüzyılda İtalyanların Turchia dediği, 13. yüzyıldaki son göçebe göçü dalgasıyla Türkler tarafından seçilmiş topraklar kılınan Türkiye, günümüz sonrasının tarihini çizmek isteyen güçlerin önünde bir tıkaç, bir engel olarak görülüyor.
Bu tıkaç, 15. yüzyılda İtalyan şehir devletleri kapitalistlerinin önünü Osmanlı İmparatorluğu donuna, tuğrul kuşuna bürünerek kesmişti. Hâlâ yaşayan bu engelin aşılması için Türkler ve İslamiyet kösteği ortadan kaldırılmalı düşünülüyor. Bugün, 13. yüzyıl ortalarında İslam medeniyet dairesine dahil olarak doğup 15.-17. yüzyıllarda almanca Turkenfurcht (Türk korkusu) ile içiçe geçen Turkenfrage (Türk sorunu) sıcak gündemi oluşturuyor; 16. yüzyıldan bu yana İtalyanların “Mamma li Turchi! (Anneciğim, Türkler!)” dediği Türk engeli aşılmalıdır için düşünülüyor.
Aslen İtalyanca olan “Türkiye” İstiklal Harbi ile öz türkçe olmuştu. Kurtuluş Savaşı sırasında Milli Mücadelenin kitleleri birleştirme ve seferber etmede en önemli araçlarından biri İslamiyet'ti. Türk köylüleri Kurtuluş Savaşı'nı laik Cumhuriyetin ulusal zaferinden ziyade İslamın kafirler üzerindeki galibiyeti olarak görüyordu. Milli Mücadele kazanılana kadar başta Mustafa Kemal olmak üzere bu mücadeleyi yönetenler sürekli İslam birliğine, “İslam ümmeti” kavramına vurgu yaptılar. Bu bir politikaydı aslında ve sebebi de çok açıktı: Mustafa Kemal ve Ankara hükümeti İşgalci devletlere karşı giriştiği mücadelede İslam dünyasını da arkasına alabilmek için bu vurguları yapmak durumundaydı. Bu sayede, Hindistan’dan önemli ölçüde destek de alındı. Balkan Savaşları sırasında Hindistan Müslümanları, kutsal yerlerin korunması için Encümen-i Huddam-ı Kabe adlı bir örgüt kurup Türkiye'ye yardım için para toplamıştı. Londra İslam Cemiyeti'nin sekreteri Sait S. Muhammedi, İç İşleri Bakanı Fethi (Okyar) Bey'e mektup yazıp İstanbul'un “Darülhilafe” olarak devletin ikinci başkenti yapılmasını istemişti . Hintli Müslümanlar Halide Edip aracılığıyla Milli Mücadele için harcanmasını şart koştukları parayı Atatürk’e vermişti. Atatürk bu parayı Milli Mücadele sırasında kullanmamış, zaferden sonra İş Bankası’nın kuruluş sermayesi olarak kullanmıştı . Dün, Hindistan’dan gelen Hint Müslümanlarının yardım paraları ile kurulan İş Bankası bugün, genel müdürlüğünü değişen İstanbul’a taşıdı; özel bankalar da. Dünyadaki bütün ülkelerin merkez bankaları başkenttedir, Türkiye’de ise merkez bankasının da İstanbul’a taşınması gündemdedir. Azılı bir küreselleşme taraftarı AKP hükümeti İstanbul Belediyesi’nde doğmuştu ve bugün Başbakanlık Ofisi İstanbul’dadır. Türkiye İstanbul’dan yönetiliyor, Ankara’dan değil. Ergenekon Davası ve tutuklamaları dahi İstanbul’da yapılıyor. Ankara’nın devre dışı bırakıldığı bir yapılanma ile karşı karşıyayız nerdeyse. Türkiye Cumhuriyeti Devleti yeniden mi yapılanıyor? Anayasa'nın değiştirilmesi teklif dahi edilemez maddelerinden “Türkiye'nin başkenti Ankara'dır”, değiştiriliyor mu? Bu, bir anayasa ihlalidir, mesela.
Tam bu dönemde İstanbul “Dünya Başkenti” seçildi. Bu ne demek?
Türk edebiyatı; ağzıyla, eliyle, yüreğiyle, mapusluğuyla yazan yazarlara tanık olmuştu. Orhan Pamuk'la birlikte burnuyla yazan yazarla da tanıştık. Bir çıkarı olmadan yaralı parmağa bile işemez bir karaktere sahip ‘koku’ alma duyusu güçlü Nobel tasmalı Orhan Pamuk'un İstanbul üzerine bütünüyle burnuyla bir kitap yazması boşuna değildi. Tüm yazdıkları ve söyledikleri bütüyle protez bu aşksız adam şimdilerde İstanbul’da geçen bir aşk romanı yazmasın mı? Dişlerimi sıkıyorum.
Oxford Üniversitesi'nde yaptığı bir konuşmada, Orhan Pamuk'un yine burnuyla, koklayarak yazdığı Kar adlı romanını bir daha okuduğunu söyleyen AB Genişleme Komiseri Olli Rehn'in “belki de Avrupa hikâyesinin gelecek bölümünü İstanbul'da yazmamız gerekiyor” sözlerinin bir anlamı olmalı.
Fatih Sultan Mehmet döneminde, fonksiyonunu yitirmek üzere olan Ortodoks Rum Patrikliği ihya edildi. Patrikhaneye Bizans İmparatorlarından daha fazla dini ve hukuki haklar tanındı. Bir süre sonra Osmanlı toplum yapısı içinde Rum Ortodoks kilisesi etrafında toplanan tüm Ortodoks kavimler üzerinde Ortodoks patrikliğine hükümranlık hakkının tanınmasına yol açıldı. Bunun bir uzantısı olarak da Eflak-Boğdan bölgelerine Fener soylu Rum ailelerinden prensler atandı. Avrupa ile ilişkiler artınca tercümanlık görevlerine de Rumlar tayin edildi. Osmanlı Devleti bu yönüyle adeta bir “İslam-Hıristiyan Ortodoks Birliğine” dönüşmüştü .
Bilgi tüccarı bir şirket adamı Erhan Göksel’in bugün “İstanbul dükalığı”ndan söz etmesinin koşulları mevcuttur.
Lozan Antlaşnası’nın/ Dinlenmesi’nin Avrupa’da savunuculuğunu yapmış olan Vatikan Türkiye’deki çıkarlarını düşünerek ve İstanbul’un yeniden Ortodoks aleminin merkezi olmasını engellemek amacıyla Lozan’a taraf devlet olarak katılmış ve antlaşmanın Avrupa’daki devletler arasında onaylanması için kulis faaliyetinde bulunmuştu. Vatikan Lozan’la birlikte hilafet makamının da kaldırılacağını biliyordu. (Hilafetin kaldırılma tarihi Osmanlı İmparatorluğu’nun yıkılış tarihidir, denebilir.) Vatikan’ı Lozan kulisine sevk eden bir diğer etmen de İstanbul’daki Ortodoks sayısının bu antlaşmayla azalacak olmasıydı. Nitekim 1918’de 364.000 olan Ortodoks sayısı, 1923’te 90.000’e inmişti. Lozan Antlaşması’ndan sonra bu sayının mübadele ile daha da azalacağı ve İstanbul’daki Ortodoks yapının artık Vatikan için bir tehdit oluşturmayacağı hesaplanmıştı .
Osmanlı devleti en erken İslam hükümetlerine kadar giden bir kurum olan Ehl-i Kitab’ın korunagelen konumunu (dimma) vurguladı . Katolikliğe karşıt bir siyaset güden Osmanlılar, Papalığın üniversalist din egemenliği iddiasına karşıt olarak İstanbul Ortodoks Patrikliğine bütün Ortodoks kavimlerinde ruhani egemenlik kapsayan (oikumenik) bir nitelik vermişlerdi. Eflak-Buğdan bölgelerine İstanbul’da Fener soylu ailelerinden prensler atamışlardı. Avrupa devletleriyle diplomatik ilişkilerde, donanmada, elçiliklerde tercümanlıklara batı dillerini bilen Ortodoks Rumlar tayin ediliyordu. Avrupa’da bir İslam devleti olarak görülen Osmanlı devleti, bu yanlarıyla gerçekte bir İslam-Hıristiyan Ortodoks birliğinin siyasal gücü niteliğini taşıyordu. Balkanlar’da, Anadolu’da, Levant’da (bugünkü Suriye ve Lübnan) bulunan Hıristiyan topluluklarının kiliseleri imtiyazlı durumlarıyla bırakılmıştı .
Osmanlı Devleti, “Ortodoks Kilisesi ile milyonlarca Ortodoks Hıristiyanın koruyucusu olarak doğmuştur. İslam, itaat etmek ve cizye ödemek koşullarıyla, Hıristiyan ve Yahudilerin mal ve can güvenliğini sağlıyordu” . Osmanlı coğrafyasında Ortodoks Hıristiyanlık olanca gücüyle varlığını sürdürmüştür. Osmanlı döneminde Ortodoks Hıristiyanlık yalnız muhafaza edilmemiş, aynı zamanda sürekli gelişmiş ve bugüne kadar bir merkez olarak yaşayagelmiştir. Kudüs Patriği Anthimos 1790’larda yazdığı Daskalikia adlı kitapta şöyle yazacaktır: “Allah, sultanı, Ortodoks Hıristiyanlara onların iyiliği için hediye göndermiştir” .
Bugüne geldiğimizde ise, “her Yunanlı’nın yüreğinde bir gün İstanbul ve İzmir’de Yunan bayrağını görmek hayali yatar” diyen Halil İnancık’ın belirttiği üzre: batı devletleri vatandaşı olan Ermeni ve Yunan-Rum Diasporası ve son on beş yıl içinde dışardaki Kürtler Türkiye Cumhuriyeti aleyhine şiddetli bir kampanya başlatmışlardır. Türkiye’nin sınırdaş devletleri Yunanistan ve Ermenistan, Türkiye’ye karşı gizli açık haklar iddia etmektedirler. Güçlü bir Türkiye büyük devletlerin Ortadoğu’daki oyunlarını bozabilir, Türkiye’yi zayıf ve bağımlı tutmak gerekmektedir .
Bugün, İstanbul din mi değiştiriyor? İstanbul el mi değiştiriyor? Evet. Bu oluşuma “evet” mi diyeceğiz? Hayır.

İstanbul İşgal Altında
1. Yıl 1919. İstanbul işgal kuvvetlerinin elinde. Sokaklarda Senegalli, Hintli, Cavalı sömürge askerleri, çeşit çeşit elbiseleriyle geziyorlar. “Bu matem gününde yüzü gülenler, ancak Rumlar... Sokaklarda laterna çalarak dolaşıyorlar. Hiç durmadan şarkı söylüyor, içiyor, nara atıyorlar. Harpte yenilen yurttaşlarına tepeden bakıyorlar. Kadınların çarşaflarını yırtıyorlar, kızlara saldırıyorlar” diye yazacaktır anılarında evleneceği kızın “Dönme” bir aileye mensup olduğundan ötürü “dönmelik kastına ölüm yumruğu indiriyorsun, nikahınızı biz kıyacağız, işi gazetelere duyuracağız bu nikahı bir aile olayından çıkarıp milli bir olay haline getireceğiz, ” diyerek Zekeriya Sertel’i kutlayan İttihat ve Terakki’nin merkez komite üyesi Doktor Nazım tebrikleri ve Talat Paşa’nın nikah vekili olduğu Sabiha Sertel.
2. 700 binlik nüfusuyla Türkiye’nin en büyük şehri İstanbul. Atatürk İstanbul’a küskün. İstanbul Ankara’ya muhalif. Savaş kazanılmış, hala muhalifler; yapılan inkılaplara katılmıyorlar. Atatürk burayı kendinden görmüyor.
3. Hıristiyan burjuvazi siyasi arayışlar içine girdiğinde (özellikle 1909 sonrasında), Avrupa devletler-arası sistemi Osmanlı İmparatorluğu’nu parçalanmaya mahkum etmişti. Hıristiyan burjuvazinin yürüttüğü politika, imparatorluğun parçalanacağı öngörüsü üzerine temellendirildi .
4. Kurtuluş Savaşı sırasında da, “çoğunlukla İstanbul ve İzmir’de üslenmiş bulunan kozmopolit ticaret burjuvazisi, genel olarak ulusal hareketi tutmamıştı” .
5. “Mübadele” fikri, daha 1918 yılı sonrasında kağıda düştü. Venizelos Yunan mill,yetçisiydi ve tabii İstanbul büyül ülküsü idi; yalnız, önce etrafını kuşatmanın gerekli olduğuna inanmaktaydı. Ege sahilleri ve Trakya alındıktan sonra İstanbul’a sıra gelecekti. Mübadelenin tohumları atıldı. Öte yandan Yunani’ler, içlerindeki Yahudiler’den çok rahatsızdılar ve Selanik çevresindeki sabetayistlerden kurtulmak istiyorlardı. Sabetayistler, “biz Türk değiliz dediler”, müslüman olarak görünüyorlardı, anlaşmada, Türkiye’den söküleceklere “Rum” ve “Ortadoks” dendi ve gelecekler “Müslüman” sayıldılar. Birmilyon altıyüzbin çıkarıldı ve dörtyüzbin ithal edildi; gidenler, evlerini, konaklarını ve uçsuz bucaksız tarlalarını götüremediler. Gelenler, buralara kondular. Hürriyet Gazetesi’nin isminin altında hâlâ yazan, “Türkiye Türklerin’dir” dövizi, İngilizce “Turkey for the Turks”, bize, İttihatçılar’dan kalmadır, ne kast edildiğini ve Türk’ün kim olduğunu anlamakta büyük güçlüklerimiz var . ()
İşgal altındaki İstanbullulara Mustafa Kemal Paşa Nutuk'ta “İstanbullular: Düşmanın gözü üstünüzdedir” diye sesleniyordu. “Bütün dünyanın etkisine açık İstanbulumuz'un çevresi”ne dünyanın dikkat ettiğini vurgulayan Atatürk “bin engel ortasında bize hep yakınlık göstermiş olan İstanbulumuz'un düşmanı umutlandıracak biçimde” davranmayacağına inanır, ben de inanmak istiyorum.
İstanbul’u ve gayrı Türk ve gayrı Müslümanların tekelindeki medyayı elinde tutan 10-15 ailenin ise bu inancı paylaşmadıklarını görüyorum.
Bugün de, İstanbul’un işgal altında olduğunu söyleyebiliriz

Soylulaştırma
Sanayileşmiş ülkelerin 'sanayisiz' şehirlerinde -Londra, Paris, San Fransisco, Washington, Toronto vs- kentsel politikalarda da oldukça etkili olan neoliberal politikalar, kentsel yeniden yapılanmanın bir boyutu olan soylulaştırmanın yol açtığı olumsuz sonuçlar karşısında çözüm üretmede yetersiz kalmak bir yana düpedüz bu sorunlara kayıtsız kalmaktadır.
Soylulaştırma; köhnemiş eski kent içi alanlarının sokak veya mahalle ölçeğinde yoksul-alt sınıfların, dahası sınıfsızların yeni orta sınıf veya daha yüksek gelirli bir sınıf tarafından yerinden edilerek sınıfsal ve mülkiyet yapısı itibariyle değişime uğramasıdır. Kavram bu yanıyla konut, arazi piyasasındaki uygulamalarla sınırlı imiş gibi görünse de, değildir. Özellikle İstanbul bağlamında bu kültürel ve de özellikle dinsel uzantılarından ayrı düşünülemez.
Cihangir, Ortaköy, Galata, Kuzguncuk, Sulu Kule, çok yakında Tarlabaşı'nda gerçekleştirilecek “soylulaştırma” harekatı, öte yandan Halkalı'dan başlayıp Silivri yönünde ve Anadolu yakasında İstanbul'un epey dışına yapılan onbinlerce, yüzbinlerce konutluk siteler bir sermaye aktarımı, birikimi olmanın yanı sıra halkın da ötelere taşınması işlevini yerine getirmektedir. İstanbul halkı İstanbul dışına taşınıyor! Soylulaştırma kapsamında İstanbul'un önce müstesna ve nezih hale getirilen merkezi, İstanbul’a yakışır görülmeyen yoksul-alt sınıflardan, Müslümanlardan, Türklerden, Kürtlerden ve Çingenelerden “temiz”lenecektir, “temiz”leniyor.
Dünyanın yeniden incisi olmaya yatan İstanbul, onlara layık değil. Çalgıcılıktan dönme bir gazetevi-yazarın demesiyle “gecekondudan dönme dış yüzeyleri kusmuk rengi gündüzkondularında, odaları tüp gaz, yanık yağ, pırasa kokan, kapı önlerinde çıkarılmış çamurlu papuçlarla” dolu apartmanlarında, üç günlük tıraşları ve sararmış dişleriyle varoşlardan inen ve meyhanede rakısını yudumlayan her kadına genel kadın gözüyle bakan, giysilerinden ve konuşmalarından kırık türkçe akanların pazar günleri doldurduğu Sahil Yolu’nda, bir başka murtaza “gazetevi-yazar” sürüsüne mensup Mine Kırıkkanat’çığınızın neomuhafazakar ve (“faşizm, kapitalizmin ürettiği son koddur” diyen Deleuze’den kalkarak:) Türkiye’de itişen kakışan kapitalizmin “son kodu” Radikal gazetesinde belirttiği üzre, kirli beyaz atletleriyle don paça soyunmuş geviş getire getire yatan bu kadar kalın ve bu kadar kısa bacaklı, bu kadar uzun ve kıllarla kaplı kollarıyla hart hurt orasını burasını kaşıyan adamlar, mangal yelleyip çay demlerken kâh bacaklarında kâh salıncakta bebe sallayan kara çarşaflı yada türbanlı, istisnasız hepsi de tesettürlü, ‘vergi’sini ödemeyen başı ve romanları “açık” Latife Tekin’in “göz sinirlemi bozuyor” kadınların oluşturduğu kara bir halk artık kıçını denize dönüp mangalda et yelleyemeyecek, çünkü onlar İstanbul dışına yapılan büyük toplu konut projelerine tıkılacak.
Dubai ile AB müzakere süreci kıskacında bir İstanbul'un Arap/Amerikan tower/fallus'larına bakıyor, Hummer'lı, Aqua City, Kemer Country sakini, kapkaççılardan rahatsızlık duyan, tiner değil amma pahalı uyuşturucular koklayarak tecavüz ettikleri mankenleri beline dolayan travesti zenginlerinin hormonlu çocuklarından korkuyorum.

Modern Yoksulluk
Döşemesi 24 Ocak 1980 kararları ve 12 Eylül darbesine uzanan, Türkiye tarihinin gerçek anlamda kapitalist ilk krizi 2001’den sonra iktidara getirtilen AKP döneminde, Cumhuriyet tarihinde olmadığı kadar Batı kapitalizmine eklemlendiği, Türkiye’nin ilk kez kapitalist topluma özgü “modern yoksulluk” olgusuyla karşılaştığına dikkat edelim.
Yaşayabilmesi için emeğini satmak zorunda kalan mülksüz insanın “özgür emek”i ekseninde biçimlenen çalışma ilişkisi kapitalizmin olmazsa olmazıdır. “Özgür emek”e bağlı olarak türeyen “modern yoksulluk” kapitalist düzenlemenin ürünüdür. Bu toplumsal düzenekte yoksul olmayanların talebi: bu yoksullların göz önünden kaldırılması. Bu talep yerine getirilemeyen bir taleptir, bu “insan”lar sadece göz önünden silinmesi geren bir sorun değil, aynı zamanda işgücü deposudurlar ve mülkiyet temelli ekonominin işlemesi için onların varlıklarına katlanmak gereklidir. Öyleyse ne yapmalı? İstanbul dışına, merkezin gözünden uzağa yapılacak konutlara onları tıkmak. Sonra? Sonrası Allah kerim.
Bu arada şunu eklemeliyim: Dünyada ve Türkiye’nin İstanbul’unda neo-liberalizmin 80’lerde iyice belirginlik kazanan yeni aşamasında, çalışma ilişkilerinde son derece önemli değişimlere tanık oluyoruz. Sanayileşme döneminde kolgücü yoğun emek zenginliğin bir kaynağı iken günümüzde bir, emek zenginliğin en önemli kaynağı değil, iki, emek-yoğun işgücüne olan talep yerini bilgi-yoğun emeğe bırakıyor. Emek-yoğun işgücüne sahip olanlar bugün itibariyle çalışsalar dahi yoksullar! Bu yoksulları ne yapacağız? Nasıl yok edeceğiz, sindireceğiz? Savaşlar, salgın hastalıklar, nükleer deneme adı altında yaratılan depremler, konforlarını korumak için üst gelir grubuna dahil profesyonellerin destekleyeceği faşizmler kısmen de olsa bir çare olabilir. Olmaz mı yani? Koca koca şen profesörler celalleniyor “İstanbul’da muhakkak deprem olacak” diye bağırıyor Yeşilköy’e bütünüyle sahip Şengör ailesinden derpem profesörü Celal Şengör. Ulan, İstanbul’da tabi ki deprem elbet bir gün olacak; bunu söylemek için profesör olmaya gerek mi var? İstanbul’da şu an zaten gümbür gümbür bir ‘deprem’ oluyor. Görmüyonuz mu? -Kör herifler. (Sen ne biçim konuşuyon lan, denyo. Biraz edepli, edebi ol, bilimsel konuş, öküz.)
Yoksulların varlığından duyulan rahatsızlık, onların mekansal olarak tecrit edilmeleri talebi zaman zaman güçlenerek hep ortaya çıkar. Türkiye’de, tek parti döneminde, köyden şehre göçün mümkün olduğunca engellenmesine dayanan yoksulluğun kırsal mekana tecriti çabası (köy enstitüleri örneğin), İkinci Dünya Savaşı’nı izleyen yıllarda, iki partili döneme geçişin sonrasında köyden şehre göçlerin başladığı ve köylü çokluktan işçi çokluğa sokulanların seçmen kılığında Bir’in etrafında siyasal ‘özne’ olarak yer aldığı bu dönem aynı zamanda İstanbul’un yeni bir oluşuma yeltendiği bir dönem olarak tezahür eder.

Bilgi-yoğun/Emek-yoğun İşgücü Çatışması
Dünyada değişen emek/çalışma ilişkilerine uyumlu İstanbul-merkezde yüksek ücretli bilgi-yoğun işgücü ile emek-yoğun işgücü arasında bir ayrışma baş gösterecek. Alt gelirli yoksul kesime uygulanan baskı ve şiddetin hem taraftarı hem de uygulayıcıları yüksek ücretli “iyi eğitim almış” profesyoneller ordusuna mensup bilgi-yoğun işgücüne dahil olanlar ve hiç kuşku yok ki kendi konforlarının (“Boğaz'da iki duble rakı içemezsem yaşayamam valla”cılar, Walter Benjamin yokluğunda patates baskısı çoğaltımcılar, “aman ekonomik kriz çıkmasın, borsa düşmesin de, ister İstanbul işgal edilsin, satılsın, biricik tanecik yavrumun milyarlar tutan eğitim masrafı, aldığım ev, araba, yazlık ev kredilerinin borcunu henüz bitirmedim”ci düşüklerin, alçalmışların, alçakların) korunması karşılığında İstanbul'un el değiştirmesinde, satılmasında, işgal edilmesinde, dahası bir sermaye hareketi, “kapitalizmin ürettiği son kod” olan faşizmin hortlamasında sessiz kalacaklar, gerektiğinde azılı destekçileri olacaktır eğitimli ve üst gelir ücretli profesyoneller grubunun kolaycana düşebilen yaylı kafalı murtazaları.
“İngiliz İşçi Sınıfının Oluşumu” adlı klasikleşmiş kitabın yazarı E. P. Thompson'un “Sanayileşme olmadan sınıf bilincine sahip bir çalışan sınıf yoktu; o türden bir sınıf çatışması yoktu; yalnızca çatışmanın bölük pörçük ilk örnekleri vardı; tarihsel bir etken olarak işçi sınıfı mevcut değildi” saptamasını aklımızda tutarak şunu ileri sürebiliriz: İstanbul'da, artık polis, asker, devlet vb. görünür güç uygulayıcıların yerini alan konforuna düşkün, İstanbul’a yuvalanan bilgi-yoğun işgücü (gazeteciler, tv yorumcuları, ekonomi uzmanları, müdürler, genel müdürler, gazete/dergi/yayınevi müdürleri, “eğitim şart” kafalı bilgi militanı öğretim görevlileri, psikologlar, danışmanlar, hukukçular, doktorlar, bilişimciler, futbolcular, iletişimciler, yüksek viziteli mankenler, reklamcılar, halkla ilişkilerciler, “kültür yönetimi”ciler sinemacılar başta olmak üzere tahakküm uzmanı sanatçılar, “özgürlük”, “demokrasi”, “insan hakları”, “azınlık hakları”, “düşünce özgürlüğü” vıraklayan kurbağalar vb.) ile alt gelirli emek-yoğun işgücüne mensup katmanlar arasında gayrı “sınıf mücadelesi” temelli protestolar, çatışmalar yükselebilecektir, yükselmelidir.

”Filistin Köprüsü”
İstanbul stratejik konumu ile Avrupalı Yahudilerin kurtarılmasında “Filistin Köprüsü”, Avrupa'daki topraklarından kovulan Yahudi göçmenler için Filistin'e uzanan bir geçiş merkezi haline gelmişti. 1941 yılında, 400 Yahudi mülteci Filistin'e gitmek için Türkiye'den geçmiş, savaşın sonunda tahminen bu sayı yüz bine ulaşmıştı. Tarihte ve bugün “Osmanlılık/ Ottomanization” ile Yahudiler’in Filistin’e göç etmeleri, devlet olmaları, güçlenmeleri ve yayılmaları için bir perde ve yedek yurt işlevi görmektedir.
Değişen İstanbul 1980'lerde Afgan göçmenlerle başlayan yeni bir sürece dahil olmuş, 1990'larda Afrika ve Kuzey Irak'tan gelen illegal uluslararası göçlerin bir bölümüne köprü işlevi gören bir konum edinmiştir. Dünyadaki yeni ekonomilerin gereksinim duyduğu vasıflı iş gücü yasal yollardan küresel emek pazarına akarken, vasıfsız işgücü de yasal olmayan yollardan bu pazara hareket etmektedir. Türkiye ve özellikle İstanbul bu illegal göç hareketlerinde bir eşik kent olarak belirli bir süre bu nüfusu barındırmaktadır. Kaçak göçmenlerin yaşadığı ve genellikle kent merkezlerine yakın bu mahalleler (Harbiye, Elmadağ, Tarlabaşı, Cihangir gibi) bir yandan gettolaşmakta, aynı zamanda da soylulaştırma, “kentsel dönüşüm” (kent kırımı), “dünya kenti” projeleri adı altında “kamu yararına” perdesiyle dönüşüme uğratılmaktadır.
Gerçekte olan ise, kentsel rantlar artmakta, çökmeye terk edilmiş alanları “yeniden kazanmak” türü söylemlerle bu rant artışları meşrulaştırılmaktadır. Burada dikkati çeken, bu birikim modeli rasyonalitesini belirli mekanları üst-gelir gruplarına açmaya dayandırarak seçilmiş, ayıklanmış bir orta ve üst sınıf demokrasisi uygulamalarıyla merkezi işgal etmektedir. Kentin eski sahipleri yerini yeni sahiplere bırakmaktadır. Farklı tarafların ortak kararlarına ve uzlaşmasına dayanmadığı için yalnızca belirli grupların kısa vadeli çıkarlarını üstlenen İstanbul'un bu geçici yeni sahipleri kimdir? Yalnızca sınıfsal özellikleriyle mi göze çarpmaktadırlar? Bu adamların sınıfsal özellikleri var mıdır? Yoktur efendim yoktur, bu herifler düpedüz sınıfsızdırlar, köksüzdürler, ‘kültür’süzdürler, ne iş olsa yaparlar, her işi yaparlar! Yineliyorum bu adamlar, Ece Ayhan’ın içiçe geçmiş iki kaşık demesince her işi yaparlar abiler. Uygun parayı verene her şeyi satarlar; uygun fiata her türlü katliamları düzenlerler, çıkarları gereğince bir sermaye hareketi olan faşizmin evetleyicileri, destekleyicileridirler, iki duble rakı, iki karının iki bacak arasına alçalırlar ve dahi “Boğaz'da iki duble rakı içemezsem yaşayamam valla”cı patates baskı çoğaltımıdırlar. -Walter Benyamin'in kulakları çınlasın: İstanbul'un Kentsel Dönüşümü Çağında Patates Baskıcılar.
Yoksa İstanbul'un şurası Araplara, burası Yahudilere, ha şurası Rumlara, bir kısmı 'neo' Kürtlere, bir bölümü 1453'teki fetihten önce Ortodoks İstanbul'a sokulmayan Ermenilere, bir kısmını murtaza üniversitelere, arta kalanı da Türklere mi bölüştürülüyor?

İstanbul Depremi
Avrupa tarihinin yüz karası, Komünist Manifesto’da ise Marx’ın “tarihin ilerici sınıfı” diyelediği “burjuvazi, Türkiye’yi nereye götürür?” sorusunu, yanıtı bence malum (:faşizme) olduğu için değil sormayışım. Bir Avrupa çocuğu olan burjuvazi, tarihsel kapitalizmin dünyaya bir hediyesidir. Uzatmayalım efendim, burjuvazi 1914 yılı dolaylarında silinmeye başlamıştır, kısaca dersek, bugün burjuvaziden söz edemeyiz. Bu peşrevin ardından, Türkiye’de tarihsel burjuvazi var mıydı? Hayır yoktu. Hiç mi yoktu? Hani kapitalizm, sermaye, işçi sınıfı, sömürü falan da mı yoktu? Sınıf mücadelesi falan, hıı?
Findley’in demesiyle, “son dönem Osmanlı toplumunun bir dilimi olarak mülkiye memurlarının öneminin, Batı Avrupa’daki burjuvazinin önemiyle aşağı yukarı aynı olduğunu iddia etmek fazla ileri gitmek olmasa gerek” . Gayrimüslim varlığın en dikkat çekici hale geldiği yer, en başta Hariciye Nezareti olmak üzere mülkiye memuriyetindeydi. 1856 Fermanı’nı izleyen çeyrek yüzyıl boyunca, gittikçe büyüyen mülki yönetim kurumlarında çok sayıda gayrimüslim bulunuyordu, bir. İki, Rumlar ile Yahudiler arasında müthiş husumet, çatışma vardı. 1908-1923 tarihlerinde iktidar el değiştiriyordu, bu tarihsel arada (ne Avrupa Ekonomi Topluluğu: AET, ne de Avrupa Birliği: AB vardı) Avrupa tarihinin bir parçası olarak modernite gereğince seri üretime hayır diyen zanaatkâr ve başı dik bir millet Ermeniler katledildi. Tarımsal toplumda çalışma bedenseldi ve küçük zanaatkâr temelli çalışma ilişkileri kapitalizmin meta ve seri üretim temelli ücretli çalışma düzeneğine kapalıydı. Zanaatkârlar ve esnaf kapitalizmin çalışma mantığına direnirse önlerinde birkaç seçenek vardır: Asimile olmak, göç etmek yada katliam, tehcir, aşağılama gibi yollarla “temizliğe” tabi olmak. Bu, 20. yüzyılda tanık olduğumuz süreçlerdir. Tarımsal bir imparatorluk olan Osmanlı İmparatorluğu Batılılaşma deneyiminden modernleşme sürecine adım atarken, bu sürece direnen zanaatkâr kesim acımasızca yok edilir. Devlet eliti “etnik olarak Türk değildi. Elbette elit tabaka Türkçe konuşuyordu. Türkçe konuşması yalnızca bir tesadüftü. Siyasal elit görece gerilemeden kurtulmanın yolunu arıyor ve dayanacağı bir etnik grup bulma gereğini duyuyordu. Siyasal elitin etnik bir gelin araması gerekiyordu. Anadolu köylülüğü buna uygundu. Gelin çevresinde olup bitenlerin farkında değildi” .
Bugün de, İstanbul merkezli olmak üzere, Avrupa Birliği kapısının önünde pinekleyen Türkiye’de iktidar el değiştiriyor; küresel sermaye ile içiçe geçiyor. Faşizmin bir sermaye hareketi; “kapitalizmin ürettiği son kod” (Deleuze); farklı ülkelerde farklı biçimlere bürünmesine karşın önünde sonunda piyasa toplumunun/ küresel ekonominin yapısına kök salmış uluslararası bir şiddet dalgalanması olduğunu bilen ben, ufukta olası bir katliamın ayak seslerini duyuyorum. Konuşamıyorum. Velevki konuştum, nerede, hangi basın yayın organında konuşabilirim? Ancak bir uçbeyi olarak! Devam ediyorum-
24 Ocak 1980 kararları bu değişimde milattı. Tipik bir IMF uyum programı olan bu kararları uygulamak mevcut siyasal ortam içinde mümkün görünmüyordu. 12 Eylül 1980 darbesi bunun üzerine geldi ve askeri darbenin en önemli taahhütlerinden biri, bu programın uygulanması oldu. 1988’de, kapatılan siyasi partilerin yöneticilerinin siyasete dönmelerine izin verilen bu sürece damgasını vuran askeri darbe rejimi ithal ikamesine dayanan sanayileşme modelini terk etti; Türkiye hızla neo-liberal küresel ekonomiye dahil oluyordu. 1989’da sermaye hareketlerinin serbest bırakılmasıyla bu yönde son derece önemli bir adım daha atıldı .
1990-95’lerde artık şehir yoksullarının konut edinme imkanları giderek zorlaşırken, çevre yollarının ulaşımı kolaylaştırmasıyla, tüketim kalıpları iyiden iyiye azgınlaşan yeni para sahiplerinin tercihleri doğrultusunda, şehir merkezinden çevreye doğru bütünüyle steril lüks konutlardan ibaret şatolar, küçük şehirler kurulmaya başlandı.
1983-1993 aralığı, Oktay Ekinci’nin adlandırmasıyla “İstanbul’u Sarsan On Yıl”dı. İstanbul’un kaymak bölgesi Yeşiköy’ü neredeyse tümüyle tapusuna geçirmiş Şengör ailesinin mensubu akademikEr Celal Şengör 99 depreminin ardından peyda olmasın mı; İstanbul’da deprem olacak, hem de pek güzel olacak deyu basbas bağırmaya başladı tvlerde, gastelerde. Israrla “İstanbul’da muhakkak deprem olacak” demiyorlar mı, şaşıyorum. Deprem kuşağındaki İstanbul’da deprem olacağını bilmek için ilkokul öğrencisi olmak kafi. İstanbul’daki depremin mahiyeti nedir? Bir süredir İstanbul’da düşük yoğunluklu bir deprem olmuyor mu?

İstanbul’u Terkedin! Evacuate İstanbul!
28/06/2008 tarihli Radikal Gazetesi

The Marmara Pera Oteli’nin üstünde yer alan ve iki yıldır gelen geçen çoğunluk tarafından reklam panosu sanılan büyük ekranda, Anadolu’daki deprem sensörlerinden gelen verileri neredeyse gerçek zamanlı olarak görselleştiren ‘İstanbul’u Terkedin!’ projesinin yaratıcılarından sanatçı ve Bilgi Üniversitesi Görsel İletişim Tasarım Bölümü öğretim görevlisi Ahmet Atıf Akın, görsel iletişim tasarımcı Gökçe Taşkan ve yine sanatçı Ali M. Demirel tarafından geliştirilen proje Anadolu’daki deprem sensörlerinden gelen verileri gerçek zamanlı bir biçimde grafiklerle şehire sunuyor ve sismik aktivitenin izlenmesine imkan veriyor.
Akın projenin çıkış sürecini şöyle anlatıyor: “Bir süredir Bilgi Üniversitesi Görsel İletişim Tasarım bölümünde LED ışık sistemleri ve veri görselleştirme teknikleri üzerine araştırma geliştirme yapıyoruz. Danışmanlığını yaptığım projelerden birinin de sahibi Gökçe Taşkan. Bu alanda bir mezuniyet projesi ile bu yıl mezun oldu bölümden. Bu tür bir projeyi kamusal alanda sergilemek bize doğru geldi ve Yama için deprem konusunu ele aldık.” Projenin kavram geliştirme aşamasına Ali M. Demirel de katılmış. Demirel de Akın’ın bir dönem ODTÜ’de danışmanlığını yapmış. Yani üç farklı nesilden geliyorlar aslında.
Projenin basın bülteninde İstanbul’un deprem sorunu şöyle açıklanıyor: Şehir Anadolu’nun kuzeyinden gelip Marmara Denizine doğru uzanan Kuzey Anadolu fay hattının oldukça yakınında kurulu. Bu fay hattı tarih boyunca defalarca ölümcül depremlere sebebiyet vermiş. Fayın güney katmanı kuzey katmanını ve İstanbulu her yıl Arap yarım adasından Avrupa kıtasına doğru 2.5 cm (bir inç) itiyor.
Açıklamanın böylesinin sembolik çağrışımlar yapmaması imkansız. Atıf Akın “Aslında burada konu sadece deprem değil. Bilinen ama göz ardı edilen gerçeklerin şehir ölçeğinde görselleşmesi fikri zaten başlı başına bir neden bizim için” diyor ve bu derece sembolik kısmını böylelikle geçmiş oluyoruz. Ama konunun sadece deprem olmadığı da açık: “Bu pano depremi hatırlatırken depremler de daha kritik memleket meselelerini temsil ediyor”.
‘Depremi hatırlatırken’ diyor ama yanlış anlaşılmaması gereken bir şey var: Panonun amacı ‘Aman dikkat deprem olabilir’ demek değil. “Bu bir sosyal sorumluluk projesinden çok depremin bir afet değil insan eliyle afete dönüşen bir gezegen hareketi olduğunu savunan ve İstanbul’u buna örnek gösteren bir gösteri” diyor Akın. Projenin ismi ‘İstanbul’u Terkedin!’ de bu gösterinin önerisi: “Depremi engelleyemeceğimize göre radikal bir önlem hatırlatmak istiyoruz: Terketmek!”
Peki deprem insan eliyle nasıl felakete dönüşüyor? “Şöyle düşünelim: Yağmur da yağıyor ama kimse ölmüyor. Ama son büyük depremde 30.000 kişi hayatını kaybetti Anadolu’da. İstanbul’un deprem olmasa da terkedilmesı gerekiyor” diye cevaplıyor. Yahu ne geveliyor bu sanatçı hep sanatçı adamı, bilim adamı da hemler miii. Hep. Ama hep yani. Pes!
Gereğinden fazla alıntıladım, biliyorum. İstanbul’u terketmemiz enjekte ediliyor, bilimsel ve dahi sanatçısal reklam panosu ve gazete haberi aracılığıyla. –“Toparlanın, gitmiyoruz!” (İsmet Özel).

İstanbul Bienali
Bienaller “dünya kenti” olduğunu iddia eden yada “dünya kenti” olmaya heveslenen kentlerin turizm, çeşitli kültür ve spor faaliyetleri gibi gerçekleştirmesi gereken işlerden biri. Yönetimler, kentlerin birbiriyle yatırım, şirket yönetim merkezleri ve turizm konularında küresel düzeyde giderek yoğunlaşan bir rekabet içindeler. Bu yarışta en başarılı olan kentler, dinamik bir ekonomiye sahip olmak zorundalar. Kısacası bu yeni dünya kentleri, yeni bir dünya düzeni için yeni ekonomik, kültürel ve hatta politik güçlerin yükselişini temsil ediyor. İstanbul Bienali, Türkiye özelinde, Avrupa Birliği’ne üyeliğin gerektirdiği laik, muasır medeniyete ve daha önemlisi dünya ölçeğinde neoliberal standartlara uyum sağlandığı yolunda Avrupa Birliği’ne gönderilen bir mesaj da aynı zamanda. “Neoliberalizm” olarak adlandırılan dizginsiz kapitalizmin küresel çapta güçlenmesi ile sanat dünyasının soluk çehresine renk katan bienal türü etkinliklerin birbirine çakıştığına tanık oluyoruz.. Burada dikkati çeken bienalin neoliberalizmin propagandasını yapması değil, asal fail olmasa da, düpedüz neoliberalizmin bileşenlerinden biri olması: Şirket enternasyonalizmi modelini benimseyerek sanatı dönüştürmesidir.
En büyük kâ0rlar artık emek-yoğun sanayide değil, bilişim (bilgi-işlem) ve finans başta olmak üzere bilgi-yoğun hizmet sektörlerinde (hukuk, tıp, eğitim vb.) elde edilmeye başlandı; bu sektörlerin başarısı ise neoliberal ekonomilerle doğrudan bağlantılıydı –göbekten, üreme organsal demek istiyorum. Yani karşılıklı bir düzüşme mevzuu bahis. Görsel-plastik sanatlar da bugün işte bu özgürlükçü atılımın destekçisi, neoliberalizmin ajanı olarak iş görüyor.
Tam bir köksüzlük ve kültürsüzlük abidesi olup ne iş olsa yapmaya aday bu ajanlar, kendilerini “liberal” diyeliyorlar. Ne burjuva ne işçi sınıfı vs. olmayan bir yerde liberal(izm)den de söz edilemez, mümkün değil. Ama cahilanece söz ediyorlar. Neden?
“Liberal” donu feci şekilde gavurcadır; öz türkçesiyle bunlar düpedüz ‘neo gayrimüslim’dirler; Türkiye’de iktidar doğanlar: Erguvanilerin bir köksüz bloğudurlar. “Liberal”miş, yerim lan ben sizi. Hoooop. Yedim.