5 Mayıs 2010 Çarşamba

Değişen İstanbul

(Fayrap, Nisan-Mayıs 2010, sayı 26-27)


İstanbul’u yeniden Tanrı şehri yapmak
Bunun için savaşırım ben (...)
Savaşçıyım ben atalarım gibi
İstanbul için savaşırım
(Sezai Karakoç, Alınyazısı Saati)

İstanbul niye var?
İstanbul’a kimin ihtiyacı var?
Bu İstanbul kimin?
–Sen, İstanbul’un neresindensin?

Cumhuriyet İstanbul’u
İmparatorluktan ulusal devlete geçildiği dönem boyunca İstanbul Osmanlı geçmişinin izlerini taşıdı: Kapalı, gizemli, irrasyonel ve tabiki İslami bir imgeydi bu; Kemalist anlayışa göre İslama, dolayısıyla “ortaçağ karanlığı”na aitti ve muteber değildi. İstanbul imgesi dindışı olmalıydı, geleneğin kusurlarından arınmış, pozitivizm ve ilerleme aşısıyla aşılanmalıydı. Kemalist dünya görüşü, gerek mübadele gerekse tehcir ve kıyımla yok edilen Hıristiyan burjuvazinin (Avrupa kapitalizmine eklen-e-meyen ve Avrupa burjuvazisinin kendi rakibi gördüğü Osmanlı ‘burjuvazi’sinin) ve İstanbul’un batılılaşma deneyimi ile İslam’ın yüksek kültürü alanındaki birikimi önemsiz hale getiriyordu. Kemalizmin Anadolu geleneğiyle içini doldurduğu Ankara’sı ise bu imgenin tersine, rasyonel ve laikti. 1920’lerden itibaren genç Cumhuriyetin ulus devlet yaratma çabasında siyasi nitelik ön plandaydı ve bu doğrultuda başkent Ankara’da modern bir kent yaratılacaktı. İstanbul ise ciddi bir ekonomik ve siyasi düşüşe maruz kalacaktır. İstanbul, Ankara'ya kaptırdığı yeni olma özelliğini 1950'lerde devralır. Bu tarihten itibaren de “yeni” önce İstanbul'u mesken tutar, Türkiye'nin her yanına ordan yayılır.
1947 Marshall Planı ile başlayıp 24 Ocak Kararları ve 12 Eylül askeri darbe çiftleşmesiyle son bulan dönemde traktör, sanayileşme, şehre göç ve nüfus artışı Cumhuriyet’in yapamadığını yaptı: Toplumsal dönüşüm her alana sızdı. Tarımsal yapıların çözülmesiyle çalışma ilişkilerinde köklü bir dönüşüm yaşandı: kapitalizmin olmazsa olmazı “ücretli çalışma”/işçileşme yaşama önemli ölçüde dahil oldu.
1980’ler; Türkiye için keskin bir dönümü, dünya içinse Amerika’da R. Reagan, İngiltere’de M. Thatcher’ın iktidar olmasıyla birlikte Yeni Sağ’ın iş başına geçtiği bu dönemde, 16. yüzyılda başlayıp Sanayi Devrimi ve 1789’da siyasi devrimle de kurumsallaşarak yerleşen modernitenin bitişini, kimilerine göre ise postmoderne geçişi, ifade ediyordu. Küreselleşmenin dönüşümlerini eşzamanlı olarak Türkiye’de de yerleştirebilmek, kendisini asıl 1980 sonrasında göstermiş bir gelişmedir. Bu dönemde kapitalizmin atılımları neredeyse günü gününe Türkiye’ye taşınmış, buna bağlı olarak yeni bir insan ve zihniyet ortaya çıkmıştır: Neo gayrimüslim tabaka.
1980’lerden bu yana yeni bir dünyada ve yeni bir Türkiye’de yaşıyoruz. Yeni dünyada eskinin ulusal ekonomilerinin kaderini artık sermaye belirliyor ve sınır tanımıyor; buna globelleşme deniyor. Devletin ekonomideki ve siyasetteki söz hakkı ve belirleyiciliği yitiyor. Kısası, ekonomi artık Ankara’ya sorulmuyor, tersine Ankara ekonominin gidişatına ayak ve siyaset uydurmak zorunda kalıyor. Ulusal kapitalizmden dünya kapitalist sistemine geçiliyor: Bütün dünyada birden karar veren, her ülkeyi potansiyel üretim alanı ve pazar olarak gören, kendi hareketliliğine -ulusal sınırlar da dahil- engel tanımayan şirketlerin oluşturduğu bir sistem! Bu dönemin en çarpıcı özelliği kapitalizmle modernleşme arasındaki bağın kopması, modernleşmenin vaatlerini yani geleceğini terk etmesi. Kapitalizm modernleşme değneğine gereksinmiyor artık. Sermayenin sömürüsüne maruz kaldıkları için kendilerini şanslı sanan ücretli çalışanlar sürekli sömürüleceklerinden bile emin değiller artık! Yeni yoksulluk ve onun yeni yoksulları, “bırakınız gebersinler” diyen yeni dünyanın ve yeni İstanbul’un yeni “hayalet”leri olacak.
Ulusal kalkınmacılığın iflasını vurgulayan Çağlar Keyder’in demesiyle , artık bütün mesele dünya ekonomisine entegre olmak; entegre olamamanın maliyeti de çok yüksek: Dünyanın bir çok yöresi ölümcül bir dışlanma riskiyle karşı karşıya. Ülkelerin dünya ekonomisine entegrasyonu ise bankacılık, sigorta, hukuk, muhasebe, danışmanlık, iletişim, reklam, pazarlama, mühendislik vb. hizmetler sunabilen şehirlerden geçmeye mecbur. Artık ulusal ekonomiler şehirleri değil, şehirler ulusal ekonomileri taşıyacak. Bu yüzden İstanbul’u globalleştirmek için yapılacak yatırımlar, aktarılacak kaynaklar, Türkiye’nin de geleceğini doğrudan etkileyecek.
Bu süreçte kentler üretim mekanları olmaktan çıkıp tüketim mekanları olmaya doğru evrilmekte, çalışma ilişkilerinde ise emek-yoğun işgücüne ihtiyaç azalıp bilgi-yoğun işgücüne dayalı hizmet sektörü en önemli kazanç kapısını oluşturur. İleri teknoloji ile çalışan hizmetler, medya, hukuk, finans, reklamcılık, bilişim vb. alanlarda yüksek ücretli işgücü tahsis edilir. Bu ‘sanayisizleşme’ döneminde turizm sektörünün uzantısı yatırımlar, tüketim kültürüne uyumlu merkezi iş alanları, alışveriş merkezleri, kongre merkezleri, fuar ve eğlence alanları ve lüks konut yatırımları sermayenin ilgi alanındadır. Zenginliğin kaynağı emek bir yana, kent ve kentsel arazi, sermaye birikiminin ana kaynağı olmaya evrilir. Bu süreçte şiddet ve şiddet uygulayıcılar da değişimden payını alacaktır kuşkusuz. Asker, polis, karakol, mahkemeler görünür şiddet uygulayıcıları iken artık şiddet görünmez kılınıp alçalmakta hiçbir beis görmeyen gazeteci, gazeteci-yazar, tv yorumcusular, psikolog, profesör, hukuk adamı, bilim adamı, entelektüel, sinemacılar başta olmak üzere sanatçılar, reklamcılar, bilmem ne uzmanı, bilmem ne stratejisti, yatırım azmanı vb. “iyi eğitim almış” tezgahından geçenler şiddetin birinci el uygulayıcıları, en süzme faşistler olacaktır.
Yabancı nüfusun, bankaların, ticaret şirketlerinin varlığı, tüketim kapasitesiyle tüm bölgede sermayeye yönelik hizmetleri karşılayabilecek konumda; kalifiye eleman sayısı, iletişim şebekesi, beş yıldızlı otelleri, modern ölçütlere uyarlı iş merkezleri, yeni konut/rant sahaları ve romancıları, sinemacılarıyla İstanbul atlama yapmaya hazırlanıyor. Bu atlamadan en önce faydalananlar hiç kuşkusuz zaten ayrıcalıklı konumda olan burjuvazi ve yüksek düzey “iyi eğitim almış” profesyoneller olacak. Bu gelişme zaten varolan kutuplaşmayı daha da kötüleştirecek, kent ekonomisi ve toplumun ikili bölünmesini keskinleştirecek, alt sınıfların önünü tümden tıkayacaktır. Geçişler üst sınıflar arasında yaşanacaktır. Bu dönemde gazeteciler, şovmenler, şarkıcılar, komedyenler, genelev ve gazete patronları vergi rekortmeni olacaktır. Diplomalı işsizler, tinerci çocuklar, evsizler çoğalacak, sosyal devlet anlayışı budanacaktır.
Yeni İstanbul'da, göçün getirdiği olumsuzlukların şiddetini azaltan, yoksulluğun üstesinden gelmeyi mümkün kılıp yumuşak bir toplumsal dönüşüme evrilmesinde emniyet sübabı gören “enformel sektör”, yeni iktisadi rasyonalite karşısında geriliyor, bunun sonucunda da geniş toplumsal kesimlerin kente tutunmalarına olanak tanımıyor. Bunun sonucunda İstanbul artık göç almayacak, çünkü yeni gelenler artık kendi başlarının çaresine bakmak zorunda kalacak. İkincisi, tarihinde ilk kez, İstanbul göç verecek, çünkü en zayıf olanlar, korunaksız gruplar hızla yoksulluk ağına düşecek, en başta emekliler İstanbul'u terk edecek, tutunamayanlara başka toplumsal katmanlar eklenecek: tek başına yaşayanlar, bekarlar, işsizler, dullar, yaşlı kadınlar, kim bilir dinsel, muhalif örgütlenmeler, hayatın yükünü taşıyıp toplumsal özne olamayan bahtsız kara eşekler, inatçı katırlar, para kültürüne dahil ol(a)mayanlar, hayır diyenler, ayak direyenler vb.
1980’ler sonrası Amerika ve İngiltere öncülüğünde küreselleşme ve neoliberal ekonomi politikaların uygulamaları dünya ölçeğinde çalışma ilişkileri, emek ve siyasi örgütlenmelere damgasını vurdu. Türkiye’de 24 Ocak Kararları ve 12 Eylül darbesi bu minval üzere biçimlenmişti ve AKP şimdilik bu zincirin son halkasıdır ve asıl mesele asla AKP değildir. Kentler ve bölgeler bu politikaların ve uluslararası güç dengelerinin etkisi altında evrilirken İstanbul'da, Türkiye’de ve dünyada siyasi bakımdan neler oluyor?

Başkent İstanbul
Anadolu’da tarihin belli dönemlerinde Ankara dışında, Edirne, Bursa, Konya, Trabzon, Kayseri, Van gibi 16 önemli kent başkent oldu. Değişen devlet yapılarının, siyasi yapılanmanın sonucuydu bu. Avrupa Birliği, küreselleşme, “Büyük Orta Doğu projesi” çerçevesinde sadece Irak’ın değil Türkiye, İran, Suriye, Suudi Arabistan’ın da parçalanması ile Ortadoğu’da kurulacak olası bir “Ortadoğu Birleşik Devletleri”nin başkentliğine iki aday öngörülüyor: biri anayasası olmayıp Tevrat’la yönetilen İsrail merkezli Kudüs, öbürü de Amerika ve küreselleşme merkezli Osmanlı hinterlandında İstanbul. Uzaktaki bir üçüncü aday/olasılık ise Pekin.
Sovyetler Birliği'nin çöküşü ve sonrasında Kafkasya ile Orta Asya'daki ülkelerin bağımsızlıklarını kazanması, Türk-İsrail ekseninin oluşumu, Pantürkizmin yeniden canlanması, Kuzey Irak'taki askeri operasyonlar Türkiye'yi daha etkin bir oyuncu olmaya sürüklüyor. Kafkaslar'ı ve Orta Asya'yı da içine alan daha geniş bir Ortadoğu'nun ortaya çıkışı Türkiye'nin geleceğini pek çok açıdan etkiliyor, kimilerine göre Osmanlı mirasını yeniden canlandırıyor. Geçici bir süre için emperyalizm ve sonrasında da Soğuk Savaş'ın hakim olduğu uluslararası yapıların arkasında üstü örtülü kalan Osmanlı mirası, yeni yeni ortaya çıkan daha geniş bir Ortadoğu’da yeniden görünür hale geldi . “Erguvaniler: Türkiye’de İktidar Doğanlar” zümresine mensup Yalçın Küçük 4 Temmuz (2003) Tezleri’nde, Ottoman Emprime of America kurulmaktadır, plan budur ve burada, “Türkler” için yer yoktur diyordu. Şimdi “Ottoman Empire of Israel” de diyebiliriz, arada fark görmüyorum, diyor. A. Toynbee, tarihteki imparatorlukların içinde geleceğin dünya devleti olmasına en yakın, onun çekirdeğini taşıyan tek imparatorluk Osmanlı İmparatorluğu’dur, dediğini belleğimden aktarıyorum. İmparatorluğun varisi Türkiye Cumhuriyeti bu durumun üstesinden nasıl gelecek? Türkler’in merkezdeki yerini şimdi İsrail alıyor ve bölgenin birbirine düşman etnik ve dinsel topluluklara bölünmesi hedefleniyor; Kemalist Cumhuriyet’in varolma gerekçeleri azaltılıyor. Ben şu sıralar az şiir, daha az roman, “Hazar Devleti neden çöktü?” sorusu aklımda, Hazar tarihi, çok tarih okuyorum.
Gerek Osmanlı devletinden önce gerekse de sonra, “Barbarosa’nın Haçlı Seferleri’nden başlayarak Batılı yazarların bu ülkeden, Türklerin egemenliği altında olan başka hiç bie ülkeye vermedikleri bir adla, ‘Turchia, Türkiye diye söz etmeye başlamışlardı” . 11. yüzyılda İtalyanların Turchia dediği, 13. yüzyıldaki son göçebe göçü dalgasıyla Türkler tarafından seçilmiş topraklar kılınan Türkiye, günümüz sonrasının tarihini çizmek isteyen güçlerin önünde bir tıkaç, bir engel olarak görülüyor.
Bu tıkaç, 15. yüzyılda İtalyan şehir devletleri kapitalistlerinin önünü Osmanlı İmparatorluğu donuna, tuğrul kuşuna bürünerek kesmişti. Hâlâ yaşayan bu engelin aşılması için Türkler ve İslamiyet kösteği ortadan kaldırılmalı düşünülüyor. Bugün, 13. yüzyıl ortalarında İslam medeniyet dairesine dahil olarak doğup 15.-17. yüzyıllarda almanca Turkenfurcht (Türk korkusu) ile içiçe geçen Turkenfrage (Türk sorunu) sıcak gündemi oluşturuyor; 16. yüzyıldan bu yana İtalyanların “Mamma li Turchi! (Anneciğim, Türkler!)” dediği Türk engeli aşılmalıdır için düşünülüyor.
Aslen İtalyanca olan “Türkiye” İstiklal Harbi ile öz türkçe olmuştu. Kurtuluş Savaşı sırasında Milli Mücadelenin kitleleri birleştirme ve seferber etmede en önemli araçlarından biri İslamiyet'ti. Türk köylüleri Kurtuluş Savaşı'nı laik Cumhuriyetin ulusal zaferinden ziyade İslamın kafirler üzerindeki galibiyeti olarak görüyordu. Milli Mücadele kazanılana kadar başta Mustafa Kemal olmak üzere bu mücadeleyi yönetenler sürekli İslam birliğine, “İslam ümmeti” kavramına vurgu yaptılar. Bu bir politikaydı aslında ve sebebi de çok açıktı: Mustafa Kemal ve Ankara hükümeti İşgalci devletlere karşı giriştiği mücadelede İslam dünyasını da arkasına alabilmek için bu vurguları yapmak durumundaydı. Bu sayede, Hindistan’dan önemli ölçüde destek de alındı. Balkan Savaşları sırasında Hindistan Müslümanları, kutsal yerlerin korunması için Encümen-i Huddam-ı Kabe adlı bir örgüt kurup Türkiye'ye yardım için para toplamıştı. Londra İslam Cemiyeti'nin sekreteri Sait S. Muhammedi, İç İşleri Bakanı Fethi (Okyar) Bey'e mektup yazıp İstanbul'un “Darülhilafe” olarak devletin ikinci başkenti yapılmasını istemişti . Hintli Müslümanlar Halide Edip aracılığıyla Milli Mücadele için harcanmasını şart koştukları parayı Atatürk’e vermişti. Atatürk bu parayı Milli Mücadele sırasında kullanmamış, zaferden sonra İş Bankası’nın kuruluş sermayesi olarak kullanmıştı . Dün, Hindistan’dan gelen Hint Müslümanlarının yardım paraları ile kurulan İş Bankası bugün, genel müdürlüğünü değişen İstanbul’a taşıdı; özel bankalar da. Dünyadaki bütün ülkelerin merkez bankaları başkenttedir, Türkiye’de ise merkez bankasının da İstanbul’a taşınması gündemdedir. Azılı bir küreselleşme taraftarı AKP hükümeti İstanbul Belediyesi’nde doğmuştu ve bugün Başbakanlık Ofisi İstanbul’dadır. Türkiye İstanbul’dan yönetiliyor, Ankara’dan değil. Ergenekon Davası ve tutuklamaları dahi İstanbul’da yapılıyor. Ankara’nın devre dışı bırakıldığı bir yapılanma ile karşı karşıyayız nerdeyse. Türkiye Cumhuriyeti Devleti yeniden mi yapılanıyor? Anayasa'nın değiştirilmesi teklif dahi edilemez maddelerinden “Türkiye'nin başkenti Ankara'dır”, değiştiriliyor mu? Bu, bir anayasa ihlalidir, mesela.
Tam bu dönemde İstanbul “Dünya Başkenti” seçildi. Bu ne demek?
Türk edebiyatı; ağzıyla, eliyle, yüreğiyle, mapusluğuyla yazan yazarlara tanık olmuştu. Orhan Pamuk'la birlikte burnuyla yazan yazarla da tanıştık. Bir çıkarı olmadan yaralı parmağa bile işemez bir karaktere sahip ‘koku’ alma duyusu güçlü Nobel tasmalı Orhan Pamuk'un İstanbul üzerine bütünüyle burnuyla bir kitap yazması boşuna değildi. Tüm yazdıkları ve söyledikleri bütüyle protez bu aşksız adam şimdilerde İstanbul’da geçen bir aşk romanı yazmasın mı? Dişlerimi sıkıyorum.
Oxford Üniversitesi'nde yaptığı bir konuşmada, Orhan Pamuk'un yine burnuyla, koklayarak yazdığı Kar adlı romanını bir daha okuduğunu söyleyen AB Genişleme Komiseri Olli Rehn'in “belki de Avrupa hikâyesinin gelecek bölümünü İstanbul'da yazmamız gerekiyor” sözlerinin bir anlamı olmalı.
Fatih Sultan Mehmet döneminde, fonksiyonunu yitirmek üzere olan Ortodoks Rum Patrikliği ihya edildi. Patrikhaneye Bizans İmparatorlarından daha fazla dini ve hukuki haklar tanındı. Bir süre sonra Osmanlı toplum yapısı içinde Rum Ortodoks kilisesi etrafında toplanan tüm Ortodoks kavimler üzerinde Ortodoks patrikliğine hükümranlık hakkının tanınmasına yol açıldı. Bunun bir uzantısı olarak da Eflak-Boğdan bölgelerine Fener soylu Rum ailelerinden prensler atandı. Avrupa ile ilişkiler artınca tercümanlık görevlerine de Rumlar tayin edildi. Osmanlı Devleti bu yönüyle adeta bir “İslam-Hıristiyan Ortodoks Birliğine” dönüşmüştü .
Bilgi tüccarı bir şirket adamı Erhan Göksel’in bugün “İstanbul dükalığı”ndan söz etmesinin koşulları mevcuttur.
Lozan Antlaşnası’nın/ Dinlenmesi’nin Avrupa’da savunuculuğunu yapmış olan Vatikan Türkiye’deki çıkarlarını düşünerek ve İstanbul’un yeniden Ortodoks aleminin merkezi olmasını engellemek amacıyla Lozan’a taraf devlet olarak katılmış ve antlaşmanın Avrupa’daki devletler arasında onaylanması için kulis faaliyetinde bulunmuştu. Vatikan Lozan’la birlikte hilafet makamının da kaldırılacağını biliyordu. (Hilafetin kaldırılma tarihi Osmanlı İmparatorluğu’nun yıkılış tarihidir, denebilir.) Vatikan’ı Lozan kulisine sevk eden bir diğer etmen de İstanbul’daki Ortodoks sayısının bu antlaşmayla azalacak olmasıydı. Nitekim 1918’de 364.000 olan Ortodoks sayısı, 1923’te 90.000’e inmişti. Lozan Antlaşması’ndan sonra bu sayının mübadele ile daha da azalacağı ve İstanbul’daki Ortodoks yapının artık Vatikan için bir tehdit oluşturmayacağı hesaplanmıştı .
Osmanlı devleti en erken İslam hükümetlerine kadar giden bir kurum olan Ehl-i Kitab’ın korunagelen konumunu (dimma) vurguladı . Katolikliğe karşıt bir siyaset güden Osmanlılar, Papalığın üniversalist din egemenliği iddiasına karşıt olarak İstanbul Ortodoks Patrikliğine bütün Ortodoks kavimlerinde ruhani egemenlik kapsayan (oikumenik) bir nitelik vermişlerdi. Eflak-Buğdan bölgelerine İstanbul’da Fener soylu ailelerinden prensler atamışlardı. Avrupa devletleriyle diplomatik ilişkilerde, donanmada, elçiliklerde tercümanlıklara batı dillerini bilen Ortodoks Rumlar tayin ediliyordu. Avrupa’da bir İslam devleti olarak görülen Osmanlı devleti, bu yanlarıyla gerçekte bir İslam-Hıristiyan Ortodoks birliğinin siyasal gücü niteliğini taşıyordu. Balkanlar’da, Anadolu’da, Levant’da (bugünkü Suriye ve Lübnan) bulunan Hıristiyan topluluklarının kiliseleri imtiyazlı durumlarıyla bırakılmıştı .
Osmanlı Devleti, “Ortodoks Kilisesi ile milyonlarca Ortodoks Hıristiyanın koruyucusu olarak doğmuştur. İslam, itaat etmek ve cizye ödemek koşullarıyla, Hıristiyan ve Yahudilerin mal ve can güvenliğini sağlıyordu” . Osmanlı coğrafyasında Ortodoks Hıristiyanlık olanca gücüyle varlığını sürdürmüştür. Osmanlı döneminde Ortodoks Hıristiyanlık yalnız muhafaza edilmemiş, aynı zamanda sürekli gelişmiş ve bugüne kadar bir merkez olarak yaşayagelmiştir. Kudüs Patriği Anthimos 1790’larda yazdığı Daskalikia adlı kitapta şöyle yazacaktır: “Allah, sultanı, Ortodoks Hıristiyanlara onların iyiliği için hediye göndermiştir” .
Bugüne geldiğimizde ise, “her Yunanlı’nın yüreğinde bir gün İstanbul ve İzmir’de Yunan bayrağını görmek hayali yatar” diyen Halil İnancık’ın belirttiği üzre: batı devletleri vatandaşı olan Ermeni ve Yunan-Rum Diasporası ve son on beş yıl içinde dışardaki Kürtler Türkiye Cumhuriyeti aleyhine şiddetli bir kampanya başlatmışlardır. Türkiye’nin sınırdaş devletleri Yunanistan ve Ermenistan, Türkiye’ye karşı gizli açık haklar iddia etmektedirler. Güçlü bir Türkiye büyük devletlerin Ortadoğu’daki oyunlarını bozabilir, Türkiye’yi zayıf ve bağımlı tutmak gerekmektedir .
Bugün, İstanbul din mi değiştiriyor? İstanbul el mi değiştiriyor? Evet. Bu oluşuma “evet” mi diyeceğiz? Hayır.

İstanbul İşgal Altında
1. Yıl 1919. İstanbul işgal kuvvetlerinin elinde. Sokaklarda Senegalli, Hintli, Cavalı sömürge askerleri, çeşit çeşit elbiseleriyle geziyorlar. “Bu matem gününde yüzü gülenler, ancak Rumlar... Sokaklarda laterna çalarak dolaşıyorlar. Hiç durmadan şarkı söylüyor, içiyor, nara atıyorlar. Harpte yenilen yurttaşlarına tepeden bakıyorlar. Kadınların çarşaflarını yırtıyorlar, kızlara saldırıyorlar” diye yazacaktır anılarında evleneceği kızın “Dönme” bir aileye mensup olduğundan ötürü “dönmelik kastına ölüm yumruğu indiriyorsun, nikahınızı biz kıyacağız, işi gazetelere duyuracağız bu nikahı bir aile olayından çıkarıp milli bir olay haline getireceğiz, ” diyerek Zekeriya Sertel’i kutlayan İttihat ve Terakki’nin merkez komite üyesi Doktor Nazım tebrikleri ve Talat Paşa’nın nikah vekili olduğu Sabiha Sertel.
2. 700 binlik nüfusuyla Türkiye’nin en büyük şehri İstanbul. Atatürk İstanbul’a küskün. İstanbul Ankara’ya muhalif. Savaş kazanılmış, hala muhalifler; yapılan inkılaplara katılmıyorlar. Atatürk burayı kendinden görmüyor.
3. Hıristiyan burjuvazi siyasi arayışlar içine girdiğinde (özellikle 1909 sonrasında), Avrupa devletler-arası sistemi Osmanlı İmparatorluğu’nu parçalanmaya mahkum etmişti. Hıristiyan burjuvazinin yürüttüğü politika, imparatorluğun parçalanacağı öngörüsü üzerine temellendirildi .
4. Kurtuluş Savaşı sırasında da, “çoğunlukla İstanbul ve İzmir’de üslenmiş bulunan kozmopolit ticaret burjuvazisi, genel olarak ulusal hareketi tutmamıştı” .
5. “Mübadele” fikri, daha 1918 yılı sonrasında kağıda düştü. Venizelos Yunan mill,yetçisiydi ve tabii İstanbul büyül ülküsü idi; yalnız, önce etrafını kuşatmanın gerekli olduğuna inanmaktaydı. Ege sahilleri ve Trakya alındıktan sonra İstanbul’a sıra gelecekti. Mübadelenin tohumları atıldı. Öte yandan Yunani’ler, içlerindeki Yahudiler’den çok rahatsızdılar ve Selanik çevresindeki sabetayistlerden kurtulmak istiyorlardı. Sabetayistler, “biz Türk değiliz dediler”, müslüman olarak görünüyorlardı, anlaşmada, Türkiye’den söküleceklere “Rum” ve “Ortadoks” dendi ve gelecekler “Müslüman” sayıldılar. Birmilyon altıyüzbin çıkarıldı ve dörtyüzbin ithal edildi; gidenler, evlerini, konaklarını ve uçsuz bucaksız tarlalarını götüremediler. Gelenler, buralara kondular. Hürriyet Gazetesi’nin isminin altında hâlâ yazan, “Türkiye Türklerin’dir” dövizi, İngilizce “Turkey for the Turks”, bize, İttihatçılar’dan kalmadır, ne kast edildiğini ve Türk’ün kim olduğunu anlamakta büyük güçlüklerimiz var . ()
İşgal altındaki İstanbullulara Mustafa Kemal Paşa Nutuk'ta “İstanbullular: Düşmanın gözü üstünüzdedir” diye sesleniyordu. “Bütün dünyanın etkisine açık İstanbulumuz'un çevresi”ne dünyanın dikkat ettiğini vurgulayan Atatürk “bin engel ortasında bize hep yakınlık göstermiş olan İstanbulumuz'un düşmanı umutlandıracak biçimde” davranmayacağına inanır, ben de inanmak istiyorum.
İstanbul’u ve gayrı Türk ve gayrı Müslümanların tekelindeki medyayı elinde tutan 10-15 ailenin ise bu inancı paylaşmadıklarını görüyorum.
Bugün de, İstanbul’un işgal altında olduğunu söyleyebiliriz

Soylulaştırma
Sanayileşmiş ülkelerin 'sanayisiz' şehirlerinde -Londra, Paris, San Fransisco, Washington, Toronto vs- kentsel politikalarda da oldukça etkili olan neoliberal politikalar, kentsel yeniden yapılanmanın bir boyutu olan soylulaştırmanın yol açtığı olumsuz sonuçlar karşısında çözüm üretmede yetersiz kalmak bir yana düpedüz bu sorunlara kayıtsız kalmaktadır.
Soylulaştırma; köhnemiş eski kent içi alanlarının sokak veya mahalle ölçeğinde yoksul-alt sınıfların, dahası sınıfsızların yeni orta sınıf veya daha yüksek gelirli bir sınıf tarafından yerinden edilerek sınıfsal ve mülkiyet yapısı itibariyle değişime uğramasıdır. Kavram bu yanıyla konut, arazi piyasasındaki uygulamalarla sınırlı imiş gibi görünse de, değildir. Özellikle İstanbul bağlamında bu kültürel ve de özellikle dinsel uzantılarından ayrı düşünülemez.
Cihangir, Ortaköy, Galata, Kuzguncuk, Sulu Kule, çok yakında Tarlabaşı'nda gerçekleştirilecek “soylulaştırma” harekatı, öte yandan Halkalı'dan başlayıp Silivri yönünde ve Anadolu yakasında İstanbul'un epey dışına yapılan onbinlerce, yüzbinlerce konutluk siteler bir sermaye aktarımı, birikimi olmanın yanı sıra halkın da ötelere taşınması işlevini yerine getirmektedir. İstanbul halkı İstanbul dışına taşınıyor! Soylulaştırma kapsamında İstanbul'un önce müstesna ve nezih hale getirilen merkezi, İstanbul’a yakışır görülmeyen yoksul-alt sınıflardan, Müslümanlardan, Türklerden, Kürtlerden ve Çingenelerden “temiz”lenecektir, “temiz”leniyor.
Dünyanın yeniden incisi olmaya yatan İstanbul, onlara layık değil. Çalgıcılıktan dönme bir gazetevi-yazarın demesiyle “gecekondudan dönme dış yüzeyleri kusmuk rengi gündüzkondularında, odaları tüp gaz, yanık yağ, pırasa kokan, kapı önlerinde çıkarılmış çamurlu papuçlarla” dolu apartmanlarında, üç günlük tıraşları ve sararmış dişleriyle varoşlardan inen ve meyhanede rakısını yudumlayan her kadına genel kadın gözüyle bakan, giysilerinden ve konuşmalarından kırık türkçe akanların pazar günleri doldurduğu Sahil Yolu’nda, bir başka murtaza “gazetevi-yazar” sürüsüne mensup Mine Kırıkkanat’çığınızın neomuhafazakar ve (“faşizm, kapitalizmin ürettiği son koddur” diyen Deleuze’den kalkarak:) Türkiye’de itişen kakışan kapitalizmin “son kodu” Radikal gazetesinde belirttiği üzre, kirli beyaz atletleriyle don paça soyunmuş geviş getire getire yatan bu kadar kalın ve bu kadar kısa bacaklı, bu kadar uzun ve kıllarla kaplı kollarıyla hart hurt orasını burasını kaşıyan adamlar, mangal yelleyip çay demlerken kâh bacaklarında kâh salıncakta bebe sallayan kara çarşaflı yada türbanlı, istisnasız hepsi de tesettürlü, ‘vergi’sini ödemeyen başı ve romanları “açık” Latife Tekin’in “göz sinirlemi bozuyor” kadınların oluşturduğu kara bir halk artık kıçını denize dönüp mangalda et yelleyemeyecek, çünkü onlar İstanbul dışına yapılan büyük toplu konut projelerine tıkılacak.
Dubai ile AB müzakere süreci kıskacında bir İstanbul'un Arap/Amerikan tower/fallus'larına bakıyor, Hummer'lı, Aqua City, Kemer Country sakini, kapkaççılardan rahatsızlık duyan, tiner değil amma pahalı uyuşturucular koklayarak tecavüz ettikleri mankenleri beline dolayan travesti zenginlerinin hormonlu çocuklarından korkuyorum.

Modern Yoksulluk
Döşemesi 24 Ocak 1980 kararları ve 12 Eylül darbesine uzanan, Türkiye tarihinin gerçek anlamda kapitalist ilk krizi 2001’den sonra iktidara getirtilen AKP döneminde, Cumhuriyet tarihinde olmadığı kadar Batı kapitalizmine eklemlendiği, Türkiye’nin ilk kez kapitalist topluma özgü “modern yoksulluk” olgusuyla karşılaştığına dikkat edelim.
Yaşayabilmesi için emeğini satmak zorunda kalan mülksüz insanın “özgür emek”i ekseninde biçimlenen çalışma ilişkisi kapitalizmin olmazsa olmazıdır. “Özgür emek”e bağlı olarak türeyen “modern yoksulluk” kapitalist düzenlemenin ürünüdür. Bu toplumsal düzenekte yoksul olmayanların talebi: bu yoksullların göz önünden kaldırılması. Bu talep yerine getirilemeyen bir taleptir, bu “insan”lar sadece göz önünden silinmesi geren bir sorun değil, aynı zamanda işgücü deposudurlar ve mülkiyet temelli ekonominin işlemesi için onların varlıklarına katlanmak gereklidir. Öyleyse ne yapmalı? İstanbul dışına, merkezin gözünden uzağa yapılacak konutlara onları tıkmak. Sonra? Sonrası Allah kerim.
Bu arada şunu eklemeliyim: Dünyada ve Türkiye’nin İstanbul’unda neo-liberalizmin 80’lerde iyice belirginlik kazanan yeni aşamasında, çalışma ilişkilerinde son derece önemli değişimlere tanık oluyoruz. Sanayileşme döneminde kolgücü yoğun emek zenginliğin bir kaynağı iken günümüzde bir, emek zenginliğin en önemli kaynağı değil, iki, emek-yoğun işgücüne olan talep yerini bilgi-yoğun emeğe bırakıyor. Emek-yoğun işgücüne sahip olanlar bugün itibariyle çalışsalar dahi yoksullar! Bu yoksulları ne yapacağız? Nasıl yok edeceğiz, sindireceğiz? Savaşlar, salgın hastalıklar, nükleer deneme adı altında yaratılan depremler, konforlarını korumak için üst gelir grubuna dahil profesyonellerin destekleyeceği faşizmler kısmen de olsa bir çare olabilir. Olmaz mı yani? Koca koca şen profesörler celalleniyor “İstanbul’da muhakkak deprem olacak” diye bağırıyor Yeşilköy’e bütünüyle sahip Şengör ailesinden derpem profesörü Celal Şengör. Ulan, İstanbul’da tabi ki deprem elbet bir gün olacak; bunu söylemek için profesör olmaya gerek mi var? İstanbul’da şu an zaten gümbür gümbür bir ‘deprem’ oluyor. Görmüyonuz mu? -Kör herifler. (Sen ne biçim konuşuyon lan, denyo. Biraz edepli, edebi ol, bilimsel konuş, öküz.)
Yoksulların varlığından duyulan rahatsızlık, onların mekansal olarak tecrit edilmeleri talebi zaman zaman güçlenerek hep ortaya çıkar. Türkiye’de, tek parti döneminde, köyden şehre göçün mümkün olduğunca engellenmesine dayanan yoksulluğun kırsal mekana tecriti çabası (köy enstitüleri örneğin), İkinci Dünya Savaşı’nı izleyen yıllarda, iki partili döneme geçişin sonrasında köyden şehre göçlerin başladığı ve köylü çokluktan işçi çokluğa sokulanların seçmen kılığında Bir’in etrafında siyasal ‘özne’ olarak yer aldığı bu dönem aynı zamanda İstanbul’un yeni bir oluşuma yeltendiği bir dönem olarak tezahür eder.

Bilgi-yoğun/Emek-yoğun İşgücü Çatışması
Dünyada değişen emek/çalışma ilişkilerine uyumlu İstanbul-merkezde yüksek ücretli bilgi-yoğun işgücü ile emek-yoğun işgücü arasında bir ayrışma baş gösterecek. Alt gelirli yoksul kesime uygulanan baskı ve şiddetin hem taraftarı hem de uygulayıcıları yüksek ücretli “iyi eğitim almış” profesyoneller ordusuna mensup bilgi-yoğun işgücüne dahil olanlar ve hiç kuşku yok ki kendi konforlarının (“Boğaz'da iki duble rakı içemezsem yaşayamam valla”cılar, Walter Benjamin yokluğunda patates baskısı çoğaltımcılar, “aman ekonomik kriz çıkmasın, borsa düşmesin de, ister İstanbul işgal edilsin, satılsın, biricik tanecik yavrumun milyarlar tutan eğitim masrafı, aldığım ev, araba, yazlık ev kredilerinin borcunu henüz bitirmedim”ci düşüklerin, alçalmışların, alçakların) korunması karşılığında İstanbul'un el değiştirmesinde, satılmasında, işgal edilmesinde, dahası bir sermaye hareketi, “kapitalizmin ürettiği son kod” olan faşizmin hortlamasında sessiz kalacaklar, gerektiğinde azılı destekçileri olacaktır eğitimli ve üst gelir ücretli profesyoneller grubunun kolaycana düşebilen yaylı kafalı murtazaları.
“İngiliz İşçi Sınıfının Oluşumu” adlı klasikleşmiş kitabın yazarı E. P. Thompson'un “Sanayileşme olmadan sınıf bilincine sahip bir çalışan sınıf yoktu; o türden bir sınıf çatışması yoktu; yalnızca çatışmanın bölük pörçük ilk örnekleri vardı; tarihsel bir etken olarak işçi sınıfı mevcut değildi” saptamasını aklımızda tutarak şunu ileri sürebiliriz: İstanbul'da, artık polis, asker, devlet vb. görünür güç uygulayıcıların yerini alan konforuna düşkün, İstanbul’a yuvalanan bilgi-yoğun işgücü (gazeteciler, tv yorumcuları, ekonomi uzmanları, müdürler, genel müdürler, gazete/dergi/yayınevi müdürleri, “eğitim şart” kafalı bilgi militanı öğretim görevlileri, psikologlar, danışmanlar, hukukçular, doktorlar, bilişimciler, futbolcular, iletişimciler, yüksek viziteli mankenler, reklamcılar, halkla ilişkilerciler, “kültür yönetimi”ciler sinemacılar başta olmak üzere tahakküm uzmanı sanatçılar, “özgürlük”, “demokrasi”, “insan hakları”, “azınlık hakları”, “düşünce özgürlüğü” vıraklayan kurbağalar vb.) ile alt gelirli emek-yoğun işgücüne mensup katmanlar arasında gayrı “sınıf mücadelesi” temelli protestolar, çatışmalar yükselebilecektir, yükselmelidir.

”Filistin Köprüsü”
İstanbul stratejik konumu ile Avrupalı Yahudilerin kurtarılmasında “Filistin Köprüsü”, Avrupa'daki topraklarından kovulan Yahudi göçmenler için Filistin'e uzanan bir geçiş merkezi haline gelmişti. 1941 yılında, 400 Yahudi mülteci Filistin'e gitmek için Türkiye'den geçmiş, savaşın sonunda tahminen bu sayı yüz bine ulaşmıştı. Tarihte ve bugün “Osmanlılık/ Ottomanization” ile Yahudiler’in Filistin’e göç etmeleri, devlet olmaları, güçlenmeleri ve yayılmaları için bir perde ve yedek yurt işlevi görmektedir.
Değişen İstanbul 1980'lerde Afgan göçmenlerle başlayan yeni bir sürece dahil olmuş, 1990'larda Afrika ve Kuzey Irak'tan gelen illegal uluslararası göçlerin bir bölümüne köprü işlevi gören bir konum edinmiştir. Dünyadaki yeni ekonomilerin gereksinim duyduğu vasıflı iş gücü yasal yollardan küresel emek pazarına akarken, vasıfsız işgücü de yasal olmayan yollardan bu pazara hareket etmektedir. Türkiye ve özellikle İstanbul bu illegal göç hareketlerinde bir eşik kent olarak belirli bir süre bu nüfusu barındırmaktadır. Kaçak göçmenlerin yaşadığı ve genellikle kent merkezlerine yakın bu mahalleler (Harbiye, Elmadağ, Tarlabaşı, Cihangir gibi) bir yandan gettolaşmakta, aynı zamanda da soylulaştırma, “kentsel dönüşüm” (kent kırımı), “dünya kenti” projeleri adı altında “kamu yararına” perdesiyle dönüşüme uğratılmaktadır.
Gerçekte olan ise, kentsel rantlar artmakta, çökmeye terk edilmiş alanları “yeniden kazanmak” türü söylemlerle bu rant artışları meşrulaştırılmaktadır. Burada dikkati çeken, bu birikim modeli rasyonalitesini belirli mekanları üst-gelir gruplarına açmaya dayandırarak seçilmiş, ayıklanmış bir orta ve üst sınıf demokrasisi uygulamalarıyla merkezi işgal etmektedir. Kentin eski sahipleri yerini yeni sahiplere bırakmaktadır. Farklı tarafların ortak kararlarına ve uzlaşmasına dayanmadığı için yalnızca belirli grupların kısa vadeli çıkarlarını üstlenen İstanbul'un bu geçici yeni sahipleri kimdir? Yalnızca sınıfsal özellikleriyle mi göze çarpmaktadırlar? Bu adamların sınıfsal özellikleri var mıdır? Yoktur efendim yoktur, bu herifler düpedüz sınıfsızdırlar, köksüzdürler, ‘kültür’süzdürler, ne iş olsa yaparlar, her işi yaparlar! Yineliyorum bu adamlar, Ece Ayhan’ın içiçe geçmiş iki kaşık demesince her işi yaparlar abiler. Uygun parayı verene her şeyi satarlar; uygun fiata her türlü katliamları düzenlerler, çıkarları gereğince bir sermaye hareketi olan faşizmin evetleyicileri, destekleyicileridirler, iki duble rakı, iki karının iki bacak arasına alçalırlar ve dahi “Boğaz'da iki duble rakı içemezsem yaşayamam valla”cı patates baskı çoğaltımıdırlar. -Walter Benyamin'in kulakları çınlasın: İstanbul'un Kentsel Dönüşümü Çağında Patates Baskıcılar.
Yoksa İstanbul'un şurası Araplara, burası Yahudilere, ha şurası Rumlara, bir kısmı 'neo' Kürtlere, bir bölümü 1453'teki fetihten önce Ortodoks İstanbul'a sokulmayan Ermenilere, bir kısmını murtaza üniversitelere, arta kalanı da Türklere mi bölüştürülüyor?

İstanbul Depremi
Avrupa tarihinin yüz karası, Komünist Manifesto’da ise Marx’ın “tarihin ilerici sınıfı” diyelediği “burjuvazi, Türkiye’yi nereye götürür?” sorusunu, yanıtı bence malum (:faşizme) olduğu için değil sormayışım. Bir Avrupa çocuğu olan burjuvazi, tarihsel kapitalizmin dünyaya bir hediyesidir. Uzatmayalım efendim, burjuvazi 1914 yılı dolaylarında silinmeye başlamıştır, kısaca dersek, bugün burjuvaziden söz edemeyiz. Bu peşrevin ardından, Türkiye’de tarihsel burjuvazi var mıydı? Hayır yoktu. Hiç mi yoktu? Hani kapitalizm, sermaye, işçi sınıfı, sömürü falan da mı yoktu? Sınıf mücadelesi falan, hıı?
Findley’in demesiyle, “son dönem Osmanlı toplumunun bir dilimi olarak mülkiye memurlarının öneminin, Batı Avrupa’daki burjuvazinin önemiyle aşağı yukarı aynı olduğunu iddia etmek fazla ileri gitmek olmasa gerek” . Gayrimüslim varlığın en dikkat çekici hale geldiği yer, en başta Hariciye Nezareti olmak üzere mülkiye memuriyetindeydi. 1856 Fermanı’nı izleyen çeyrek yüzyıl boyunca, gittikçe büyüyen mülki yönetim kurumlarında çok sayıda gayrimüslim bulunuyordu, bir. İki, Rumlar ile Yahudiler arasında müthiş husumet, çatışma vardı. 1908-1923 tarihlerinde iktidar el değiştiriyordu, bu tarihsel arada (ne Avrupa Ekonomi Topluluğu: AET, ne de Avrupa Birliği: AB vardı) Avrupa tarihinin bir parçası olarak modernite gereğince seri üretime hayır diyen zanaatkâr ve başı dik bir millet Ermeniler katledildi. Tarımsal toplumda çalışma bedenseldi ve küçük zanaatkâr temelli çalışma ilişkileri kapitalizmin meta ve seri üretim temelli ücretli çalışma düzeneğine kapalıydı. Zanaatkârlar ve esnaf kapitalizmin çalışma mantığına direnirse önlerinde birkaç seçenek vardır: Asimile olmak, göç etmek yada katliam, tehcir, aşağılama gibi yollarla “temizliğe” tabi olmak. Bu, 20. yüzyılda tanık olduğumuz süreçlerdir. Tarımsal bir imparatorluk olan Osmanlı İmparatorluğu Batılılaşma deneyiminden modernleşme sürecine adım atarken, bu sürece direnen zanaatkâr kesim acımasızca yok edilir. Devlet eliti “etnik olarak Türk değildi. Elbette elit tabaka Türkçe konuşuyordu. Türkçe konuşması yalnızca bir tesadüftü. Siyasal elit görece gerilemeden kurtulmanın yolunu arıyor ve dayanacağı bir etnik grup bulma gereğini duyuyordu. Siyasal elitin etnik bir gelin araması gerekiyordu. Anadolu köylülüğü buna uygundu. Gelin çevresinde olup bitenlerin farkında değildi” .
Bugün de, İstanbul merkezli olmak üzere, Avrupa Birliği kapısının önünde pinekleyen Türkiye’de iktidar el değiştiriyor; küresel sermaye ile içiçe geçiyor. Faşizmin bir sermaye hareketi; “kapitalizmin ürettiği son kod” (Deleuze); farklı ülkelerde farklı biçimlere bürünmesine karşın önünde sonunda piyasa toplumunun/ küresel ekonominin yapısına kök salmış uluslararası bir şiddet dalgalanması olduğunu bilen ben, ufukta olası bir katliamın ayak seslerini duyuyorum. Konuşamıyorum. Velevki konuştum, nerede, hangi basın yayın organında konuşabilirim? Ancak bir uçbeyi olarak! Devam ediyorum-
24 Ocak 1980 kararları bu değişimde milattı. Tipik bir IMF uyum programı olan bu kararları uygulamak mevcut siyasal ortam içinde mümkün görünmüyordu. 12 Eylül 1980 darbesi bunun üzerine geldi ve askeri darbenin en önemli taahhütlerinden biri, bu programın uygulanması oldu. 1988’de, kapatılan siyasi partilerin yöneticilerinin siyasete dönmelerine izin verilen bu sürece damgasını vuran askeri darbe rejimi ithal ikamesine dayanan sanayileşme modelini terk etti; Türkiye hızla neo-liberal küresel ekonomiye dahil oluyordu. 1989’da sermaye hareketlerinin serbest bırakılmasıyla bu yönde son derece önemli bir adım daha atıldı .
1990-95’lerde artık şehir yoksullarının konut edinme imkanları giderek zorlaşırken, çevre yollarının ulaşımı kolaylaştırmasıyla, tüketim kalıpları iyiden iyiye azgınlaşan yeni para sahiplerinin tercihleri doğrultusunda, şehir merkezinden çevreye doğru bütünüyle steril lüks konutlardan ibaret şatolar, küçük şehirler kurulmaya başlandı.
1983-1993 aralığı, Oktay Ekinci’nin adlandırmasıyla “İstanbul’u Sarsan On Yıl”dı. İstanbul’un kaymak bölgesi Yeşiköy’ü neredeyse tümüyle tapusuna geçirmiş Şengör ailesinin mensubu akademikEr Celal Şengör 99 depreminin ardından peyda olmasın mı; İstanbul’da deprem olacak, hem de pek güzel olacak deyu basbas bağırmaya başladı tvlerde, gastelerde. Israrla “İstanbul’da muhakkak deprem olacak” demiyorlar mı, şaşıyorum. Deprem kuşağındaki İstanbul’da deprem olacağını bilmek için ilkokul öğrencisi olmak kafi. İstanbul’daki depremin mahiyeti nedir? Bir süredir İstanbul’da düşük yoğunluklu bir deprem olmuyor mu?

İstanbul’u Terkedin! Evacuate İstanbul!
28/06/2008 tarihli Radikal Gazetesi

The Marmara Pera Oteli’nin üstünde yer alan ve iki yıldır gelen geçen çoğunluk tarafından reklam panosu sanılan büyük ekranda, Anadolu’daki deprem sensörlerinden gelen verileri neredeyse gerçek zamanlı olarak görselleştiren ‘İstanbul’u Terkedin!’ projesinin yaratıcılarından sanatçı ve Bilgi Üniversitesi Görsel İletişim Tasarım Bölümü öğretim görevlisi Ahmet Atıf Akın, görsel iletişim tasarımcı Gökçe Taşkan ve yine sanatçı Ali M. Demirel tarafından geliştirilen proje Anadolu’daki deprem sensörlerinden gelen verileri gerçek zamanlı bir biçimde grafiklerle şehire sunuyor ve sismik aktivitenin izlenmesine imkan veriyor.
Akın projenin çıkış sürecini şöyle anlatıyor: “Bir süredir Bilgi Üniversitesi Görsel İletişim Tasarım bölümünde LED ışık sistemleri ve veri görselleştirme teknikleri üzerine araştırma geliştirme yapıyoruz. Danışmanlığını yaptığım projelerden birinin de sahibi Gökçe Taşkan. Bu alanda bir mezuniyet projesi ile bu yıl mezun oldu bölümden. Bu tür bir projeyi kamusal alanda sergilemek bize doğru geldi ve Yama için deprem konusunu ele aldık.” Projenin kavram geliştirme aşamasına Ali M. Demirel de katılmış. Demirel de Akın’ın bir dönem ODTÜ’de danışmanlığını yapmış. Yani üç farklı nesilden geliyorlar aslında.
Projenin basın bülteninde İstanbul’un deprem sorunu şöyle açıklanıyor: Şehir Anadolu’nun kuzeyinden gelip Marmara Denizine doğru uzanan Kuzey Anadolu fay hattının oldukça yakınında kurulu. Bu fay hattı tarih boyunca defalarca ölümcül depremlere sebebiyet vermiş. Fayın güney katmanı kuzey katmanını ve İstanbulu her yıl Arap yarım adasından Avrupa kıtasına doğru 2.5 cm (bir inç) itiyor.
Açıklamanın böylesinin sembolik çağrışımlar yapmaması imkansız. Atıf Akın “Aslında burada konu sadece deprem değil. Bilinen ama göz ardı edilen gerçeklerin şehir ölçeğinde görselleşmesi fikri zaten başlı başına bir neden bizim için” diyor ve bu derece sembolik kısmını böylelikle geçmiş oluyoruz. Ama konunun sadece deprem olmadığı da açık: “Bu pano depremi hatırlatırken depremler de daha kritik memleket meselelerini temsil ediyor”.
‘Depremi hatırlatırken’ diyor ama yanlış anlaşılmaması gereken bir şey var: Panonun amacı ‘Aman dikkat deprem olabilir’ demek değil. “Bu bir sosyal sorumluluk projesinden çok depremin bir afet değil insan eliyle afete dönüşen bir gezegen hareketi olduğunu savunan ve İstanbul’u buna örnek gösteren bir gösteri” diyor Akın. Projenin ismi ‘İstanbul’u Terkedin!’ de bu gösterinin önerisi: “Depremi engelleyemeceğimize göre radikal bir önlem hatırlatmak istiyoruz: Terketmek!”
Peki deprem insan eliyle nasıl felakete dönüşüyor? “Şöyle düşünelim: Yağmur da yağıyor ama kimse ölmüyor. Ama son büyük depremde 30.000 kişi hayatını kaybetti Anadolu’da. İstanbul’un deprem olmasa da terkedilmesı gerekiyor” diye cevaplıyor. Yahu ne geveliyor bu sanatçı hep sanatçı adamı, bilim adamı da hemler miii. Hep. Ama hep yani. Pes!
Gereğinden fazla alıntıladım, biliyorum. İstanbul’u terketmemiz enjekte ediliyor, bilimsel ve dahi sanatçısal reklam panosu ve gazete haberi aracılığıyla. –“Toparlanın, gitmiyoruz!” (İsmet Özel).

İstanbul Bienali
Bienaller “dünya kenti” olduğunu iddia eden yada “dünya kenti” olmaya heveslenen kentlerin turizm, çeşitli kültür ve spor faaliyetleri gibi gerçekleştirmesi gereken işlerden biri. Yönetimler, kentlerin birbiriyle yatırım, şirket yönetim merkezleri ve turizm konularında küresel düzeyde giderek yoğunlaşan bir rekabet içindeler. Bu yarışta en başarılı olan kentler, dinamik bir ekonomiye sahip olmak zorundalar. Kısacası bu yeni dünya kentleri, yeni bir dünya düzeni için yeni ekonomik, kültürel ve hatta politik güçlerin yükselişini temsil ediyor. İstanbul Bienali, Türkiye özelinde, Avrupa Birliği’ne üyeliğin gerektirdiği laik, muasır medeniyete ve daha önemlisi dünya ölçeğinde neoliberal standartlara uyum sağlandığı yolunda Avrupa Birliği’ne gönderilen bir mesaj da aynı zamanda. “Neoliberalizm” olarak adlandırılan dizginsiz kapitalizmin küresel çapta güçlenmesi ile sanat dünyasının soluk çehresine renk katan bienal türü etkinliklerin birbirine çakıştığına tanık oluyoruz.. Burada dikkati çeken bienalin neoliberalizmin propagandasını yapması değil, asal fail olmasa da, düpedüz neoliberalizmin bileşenlerinden biri olması: Şirket enternasyonalizmi modelini benimseyerek sanatı dönüştürmesidir.
En büyük kâ0rlar artık emek-yoğun sanayide değil, bilişim (bilgi-işlem) ve finans başta olmak üzere bilgi-yoğun hizmet sektörlerinde (hukuk, tıp, eğitim vb.) elde edilmeye başlandı; bu sektörlerin başarısı ise neoliberal ekonomilerle doğrudan bağlantılıydı –göbekten, üreme organsal demek istiyorum. Yani karşılıklı bir düzüşme mevzuu bahis. Görsel-plastik sanatlar da bugün işte bu özgürlükçü atılımın destekçisi, neoliberalizmin ajanı olarak iş görüyor.
Tam bir köksüzlük ve kültürsüzlük abidesi olup ne iş olsa yapmaya aday bu ajanlar, kendilerini “liberal” diyeliyorlar. Ne burjuva ne işçi sınıfı vs. olmayan bir yerde liberal(izm)den de söz edilemez, mümkün değil. Ama cahilanece söz ediyorlar. Neden?
“Liberal” donu feci şekilde gavurcadır; öz türkçesiyle bunlar düpedüz ‘neo gayrimüslim’dirler; Türkiye’de iktidar doğanlar: Erguvanilerin bir köksüz bloğudurlar. “Liberal”miş, yerim lan ben sizi. Hoooop. Yedim.

Hiç yorum yok: