(Derkenar.com 19 Şubat 2010)
Derkenar okuyucusunun ‘gazete okuru’na sığmayacağı ümidiyle; bu yazının döşemesi ne mimetik gerçekçiliğin, ne de akademinin kabız yazım kalıplarınca çatılmamış olup minyatürist bir, öğelerin keyfi kullanımı, çoklu bakış ve düzlem kaydırma uyarınca düzenlenmiştir.
“Siz sayın Foucault, içinde yaşadığımız toplumlara demokratik denebileceğine inanıyor musunuz?” Chomsky’nin sorusuna şu karşılığı veriyordu Foucault: “Hayır, toplumumuza demokratik denebileceğine zerre kadar inanmıyorum. (Gülüyor). Eğer demokrasiden hem bölünmüş olmayan hem de hiyerarşik biçimde, sınıflar halinde düzenlenmemiş bir halkın iktidara fiilen sahip olması anlaşılıyorsa, demokrasiden çok uzak olduğumuz gayet açık. Bir sınıf diktatörlüğü rejiminde, kendi isteklerini şiddet yoluyla dayatan (bu şiddetin araçlarının kurumsal ve anayasaya uygun olmasının önemi yoktur) bir sınıf iktidarı rejiminde yaşamakta olduğumuz son derece açık; bu yüzden de bizim demokrasiyle uzaktan yakından bir alakamız yok”. Lafı uzatmadan “dürüstçe şunu söylemek gerekecektir: demokrasi dediğimiz liberalizmden başka bir şey değildir; mutlu kent-devlet düşleri, hiçbir zaman, nihai olarak mülk sahibi bireyler saltanatını kurmak için işbirliği yapan büyük ve küçük kapitalistler toplumunun düşü ya da kendi kendine söylediği yalan olmaktan öteye gitmedi” (Ranciére).
Carl Schmitt’le Seyahat
Ben bir eşeğim, sırtına içi kitap dolu sırt çantası vurulmuş bir eşek. Turist olmaktansa eşek olmayı yeğlerim doğrusu. D. H. Lawrance’ın o ünlü romanında turistler için “happy pigs” (öz türkçesiyle: sefa pezevenkleri) dediği aklımda.
Gezilerden ve gezginlerden nefret ederim, yazarak başladığı için C-L. Strauss o nefis Hüzünlü Dönenceler’e; gezi yazılarından ve gezi yazarlarından nefret ederim, yazmak düşüyor benim payıma.
Bir yıl boyunca patronlarına, müdürlerine, şeflerine boyun eğip ücretli çalışmaya evet diyen hükümlüler gibi çoluğumu çocuğumu dört tekerlekli teneke kutunun bagajına tıkıp yaz sıcağında kumsala serilip malaklar gibi güneşlenmek, suda çıpı çıpı yapmak varken Afyon, Denizli, Aydın, Uşak yollarına düşmek de neyin nesiydi? Zonguldak, Batman, Tekirdağ, Kütahya, Sivas, Adana, Kırşehir, Diyarbakır, Tokat ve diğerlerine neden gittiysem (neden?) o yüzden... Carl Schmitt ve Nilüfer Göle’yi ‘okumak’ içinmiş meğer.
İşte bu yolculukta bana eşlik edenlerden biriydi Carl Schmitt ve Nilüfer Göle. Her yolculukta muhakkak en az bir şairimizi yanımda taşırım; Hindistan’a Nazım Hikmet’in, Semerkant-Buhara’ya Turgut Uyar’ın tüm şiirlerini götürmüştüm –Turgut Uyar Semerkant’a ne kadar da yakışmıştı, aşkolsun. İç Ege yolculuğuna Sezai Karakoç’u taşıdım. Orhan Kemal abiden bir roman, iki hikaye kitabı, Halil İnalcık’ın taze Devlet-i Aliyye’si, Jean-Paul Roux’nun Moğol İmparatorluğu Tarihi, Kemal Karpat’ın İdeoloji ve Kimlik, McNeill’in Avrupa Tarihinin Oluşumu, J. Le Goff’un Avrupa’nın Doğuşu, J. Ranciére’in Filozof ve Yoksulları gibi ağır toplar ve diğer hafif cephanelikleri semerime yükledim, yola koyuldum.
İbn Battuta’nın “yedi camii ve güzel çarşılarıyla Anadolu’da en güzel ve büyük şehirlerden biri” dediği, benimse büyük bir hayal kırıklığına uğrayıp içimden “bu yolculuğumda gezi günlüğü tutmayayım” geçirip cep telefonundan karıma “yahu Candan, ne de olsa vatan toprağı be... böyle heder edilir mi” seslendiğim Tonguzlu’da/ Denizli’de, gündelik hayat kültürü sinmiş -ne mutlu- Afyon’da, Nilüfer Göle’nin İçiçe Geçişler: İslam ve Avrupa’sını okudum. Sokaklarını ayaklarıma karasular inene dek arşınladığım, camilerine girdiğim, lokantalarında tıkındığım, acı odalar ucuz otel odalarında yattığım, parklarını, kenar mahallelerini, kahvehanelerini mutlaka gördüğüm, kerhanelerini, hapishanelerini ve hastahanelerini hep merak ettiğim, müzelerini açıkçası pek de iplemediğim bu yolculuğumda da Kayseri’yi, Mardin’i, Bursa’yı, Urfa’yı, Sinop’u, Edirne’yi, Van’ı, her daim İstanbul’u da yanım sıra taşıyordum. Taşıdığım oralardan da okudum Fransa’da ikamet eden Nilüfer Göle’yi, Carl Schmitt’i de.
Yukarıda dediydim, ben eşeğim ya, semerime Turgut Uyar’ın şiir üzerine yazıları Korkulu Ustalık’ı da doldurmuştum. Aydın’da kaldığım otelin iki metre karelik çay ocağını işleten, hikayesi, anlatmadığı kadarıyla kendinde, anlattığı kadarıyla şimdilik bende saklı Şahin’le “uyuşturucuyu bırakıp normal insana döndüm burda kaportacı gibiyim tekrar kuşadasına döneceğim bizim Hayri’nin arabası oldu ben de bu seferinde (...) karılara jigololuk yapacağım”la içim cız edip o günlük sonlanan tanışma sohbetinden sonra, çay ocağı işletip Kuşadası’nda jigolo olmayı planlayan Şahin’i tanımayan Nilüfer Göle’yi okumayı azıcık nadasa yatırıp Uyar’ı okumaya koyuldum, sayfa bir gol bir: “Siz bir büyük şehir çocuğusunuz. Ben de öyle. Yalnız aramızda bazı farkların bulunduğunu, daha konuşmalarımızın başlarında anlayıverdik. İkimiz de Anadolu’yu burada tanıdık. Fakat ben sadece tanımakla kalmadım. Sevdim de.” (Hababam Sınıfı’nda Tarık Akan elinde bebesi, Münir Özkul Mahmut Hoca’nın “n’aptın evladım”ına yakalanınca o uzun boyuyla diklenir, der: “Sevdim hocam.” Heyt be!)
“Egemen, olağanüstü hale karar verendir” diyesim geçti ikinci gün üçüncü çayı önüme dayayıp “benden abi, iç iç” deyip biraz daha laflaşmak isteyen Şahin’e, demedim. Kuşadası’na tüyüp Hayri gibi jigolo olmaya kararlı Şahin bön bön bakacağı için mi; bir an için, onun da, alt şeritte falan üniversitesinde Prof. Dr. yazan, ekmek derdine düşmüş kimi götürü, kimi gündelikçi, maaşlı kimi -badanacı ustaları gibi- her daim açık tuttukları cep telefonuyla arabadan, yatak odasından, tuvaletten mi allah bilsin canlı/cansız yayına dalan televizyon entellektüelleri gibi bülbül kesileceğini sandığımdan mı? Eh ne de olsa o da bir kürsü, tezgâh sahibi. Allah kısmet ederse jigolo ünvanını alıp altına araba da çekecek, o da televizyonlara çıkacak belkim: Jigolo Uzmanı.
“Bu kadar laubalilik yeter” mi dediniz, aynen katılıyorum. Sirklerde ücretli hokkabazlık yapan, ünvanı Prof. Dr. de olsa seviyesi Hacivattır; Tvlerde haber-yorum oyununa katılan “akademisyen” lakablılar gibi. Bu hokus bokus akademikusların ağzından şu lafları asla duyamazsınız:
“Demokrasi modern parlamentarizm olarak adlandırılan şey olmaksızın da var olabileceği gibi, parlamentarizm de demokrasi olmaksızın var olabilir ve diktatörlük demokrasinin zıddı olmadığı gibi, demokrasi de diktatörlüğün zıddı değildir.”
“Demokrasi -eşitlik daima eşitsizliği de barındırdığı için- devlet tarafından yönetilen ahalinin bir kısmını, demokrasi niteliğini yitirmeden, haklarından tamamen veya kısmen yoksun bırakılmış ve siyasi iktidardan uzaklaştırılmış köleler ve insanlar da, şimdiye kadar genel olarak demokrasi çatısı altında yaşadı.”
“Demokraside yalnızca eşitlerin eşitliği ve eşitliğin safında yer alanların iradesi söz konusudur.”
“Bolşevizm ile faşizm, her diktatörlük gibi anti-liberaldir, ancak zorunlu olarak anti-demokratik değildir.”
“(Demokrasi) ilkin liberalizm ve özgürlükle doğal ittifak, hatta özdeşlik içinde ortaya çıkmıştı. Sosyal demokrasi formunda, sosyalizmle işbirliği yaptı. III. Napoléon’un kazandığı başarıyla İsviçre’deki referandumlarla, esasen Proudhon’un ta baştan beri kehanette bulunmuş olduğu gibi, demokrasinin tutucu ve gerici de olabildiği tespit edildi. Bütün siyasi eğilimler kendisine hizmet edebildiğine göre, demokrasinin siyasi bir içeriğinin olmadığı, yalnızca bir örgütlenme şekli olduğu kanıtlanmış oldu.”
“Partiler, günümüzde tartışma halindeki fikirler olarak değil, sosyal ve ticari güç odakları olarak karşı karşıya gelir.”
“Partilerin ve koalisyonların oluşturduğu son derece küçük komiteler kararlarını kapalı kapılar ardında almaktadır ve büyük kapitalist çıkar gruplarının temsilcilerinin küçük komitelerde kararlaştırdıkları şeyler milyonlarca insanın günlük yaşamı ve kaderi için belki de her türlü siyasal karardan daha önemlidir.”
“Liberal özgürlüklerden, özellikle ifade ve basın özgürlüğünden feragat etmek isteyen pek kimse yoktur. Ancak Kıta Avrupası’nda bu özgürlüklerin gerçek kudret sahipleri için hakikaten tehlike yaratabileceği yerlerde halen var olduğuna inanan pek az kişi vardır. Adil yasaların ve doğru politikaların, gazete makaleleri, toplantılarda yapılan konuşmalar ve parlamento müzakereleri sonucu ortaya çıkacağına inananların sayısı daha da azdır.”
“Egemen, olağanüstü hale karar verendir.”
Şimdi sıkı durun:
“Her gerçek demokrasi, yalnızca eşitlere eşit muamele değil, mantığın kaçınılmaz sonucu olarak eşit olmayanlara eşitsiz muamele ilkesi üzerine kuruludur. O halde ilkin türdeşlik, ikinci olarak heterojen olanın -gerektiğinde- elenmesi veya imha edilmesi, demokrasi kavramına içkindir (...) Demokrasinin siyasi gücü, yabancı ve eşitsiz olanı (das Ungleiche), türdeşliği tehdit edeni bertaraf etmeyi veya uzak tutmayı becermesiyle ortaya çıkar.”
“Georges Sorel, belki de, “edebi sohbet”e dalınmış olmasından dolayı görmezden gelinmiştir. Wyndham Lewis, ‘Sorel, bütün çağdaş siyasal düşüncelerin kapısını açan anahtardır’ derken son derece haklıdır.”
Sorel ve Yazı biçimi
Yazı biçimimdeki hataların çağdaş yazarlarımızın hepsinden farklı olarak sanat kurallarını gözetmediğim ve sergilediğim düşüncelerin düzensizliğiyle okurlarımı sıktığı için eleştirildim, diye yazacaktır Georges Sorel. “Rousseau’nun yazılarında, bütünlük, düzen, tümü oluşturan bölümler arasındaki ilişki yoktur” yargısını anan Sorel “ünlü kişilerin yanlışları tanınmamış insanların hatalarını haklı çıkaramayacağı için yazılarımdaki düzeltilemez kusurun nereden kaynaklandığını açıkça belirtmemin daha iyi olacağını düşünüyorum” der: “Sanat kuralları ancak kısa süre önce gerçek anlamda zorunlu kılındılar; çağdaş yazarlar ise araştırmaktan kaçınmak isteyen bir kitleyi memnun etmeyi arzuladıkları için bu kuralları kolayca kabul ettiler. Bu kurallar ilk önce okul kitaplarını hazırlayanlar tarafından uygulandı (...) Bu yöntemler, zor yapıtları halkın anlayacağı bir dille basitleştirenler ve politika reklamcıları tarafından taklit edildi. Az düşünen insanlar da bu kuralların bu derece yaygın bir şekilde uygulandığını gördüklerinde, bunların olayların (yazma kurallarının/ okuma sözleşmesinin, İB) doğası olduğuna inanmaya başladılar. Ben ne bir hoca, ne basitleştirme uzmanı ne de esin kaynağı olan parti başkanıyım (entelektüel, yazar, gazete köşemeni, emlakçı, akademi köşegeni, editör koltuğu da değilim, İB); ben yalnızca kendi kendini yetiştirmiş biriyim. Bu nedenle de sanat kuralları (okuma/yazma sözleşmesi uyarınca yazmak, İB) beni hiçbir zaman ilgilendirmedi” (Sorel, Şiddet Üzerine). –“Sanat kuralları”nın ne menem bir şey olduğunu öğrenmek isteyen okur çok sevgili arka’daşım Pierre Bourdieu’nün “Sanatın Kuralları” adlı kitabını okusun - -
İlyaz Bingül
ilyaz_bingul@yahoo.com
Kaydol:
Kayıt Yorumları (Atom)
Hiç yorum yok:
Yorum Gönder