(Dekenar.com 2 Mart 2010)
Sevgili arka’daşım Pierre Bourdieu’nün sıkı bir eleştirisini yaptığı eğitim kurumu; kültürel sermayenin dağılımına ve toplumsal uzamın yeniden üretiminine katkıda bulunması hasebiyle evlilik stratejileri, veraset stratejileri, ekonomik stratejiler türü kökenlerin uzantısı olarak, seçilmiş olanların ölene dek sahip oldukları …’nın mezunu bir aidiyetin, örgütlenmenin, imtiyazlarla donatılmış sıkı cemaatin damgasını taşırlar. İleri toplumlarda, sözcüğün ortaçağdaki anlamıyla bir ‘birlik’ üyesidirler; bir soylular birliğine, yani tahakküm etmeyi kendilerinde hak ve meşru görenlerin sınırları sıkı sıkıya çizilmişler kümesine.
Öte yandan da “birey, birey” deyu vıraklarlar; kesin olarak bireycidirler, ama asla birey değildirler, örgüt adamıdırlar. Fundamental sekülerdirler, öte yandan acımasızca cemaat adamıdırlar. Asla aralarına giremezsiniz, katılamazsınız, mümkün değil; bak şu işe, bu “cüppe aristokrasisi” mensupları hep katılımcı, eşitlikçi, demokrasici havarisidirler. Bu iyi eğitimciler tek kelime ile totalitaristtirler, baskıcıdırlar; ne tuhaf, habire “özgürlük”, “düşünce özgürlüğü” havlarlar ve tabiki “eğitim şart” derler. Ne için?
“Eğitim şart” söylemi, mevcut düzeni; iş çevresi ve siyasi yöneticilerin, hariciye, mülkiye bürokratlarının, tıp, hukuk, eğitim vb. kurumların başını tutanların oluşturduğu zümrelerin körüklediği, okula bağlı ve aileden miras alınan kültürel sermayeye göre oluşturulan ayıklama işlemini ve toplumsal ayrımcılığı ayakta tutar.
Norbert Elias’ın “Uygarlık Süreci”nde, devlet oluşumu süreçlerini açıklamak için bize sunduğu kavramlardan biri şiddetin tekelleşmesi, öbürü de feodalleşmedir. Bu iki kavram da Osmanlı-Türkiye Cumhuriyeti sürekliliğini ve değişimini açıklamamıza, bütünüyle örtüşmemesine karşın, olguları, olayları bir düşünce düzleminde dizmemize kimi iz uçları sunar.
Tekelleşme mekanizmasının ilk aşaması, kaynakların gittikçe daha az sayıda insanın ve sonunda tek kişinin eline geçmesidir, ki bu, tarihsel Avrupa devlet oluşumu ve Osmanlı örneğinde “mutlakiyetçilik” olarak tezahür eder, adlandırılır. İkinci aşama ise, merkezileşmiş ve tekelleşmiş kaynaklar üzerindeki denetimlerin bir bireyden daha fazla sayıda kimseye geçmesi ve sonunda birbirine bağımlı insan ağının üzerinden işleyen “özel” bir tekelin kamusal hale gelmesi, ki bu, Avrupa'da burjuva devrimleri sırasında gözlemlenir: Profesyonel silahlı güçler, girişimciler, bürokratlar, hukukçular, entelektüeller, bilimadamları, medya mensupları, tıpçılar, eğitimciler gibi yeni tabakalar, çıkar grupları, güç odakları modernleşen toplumlarda egemen konumlar elde ederler; devletin tekelinde bulunan görünür şiddet bu eğitimli çıkar odakları arasında paylaştırılır ve artık şiddet görünmez hale gelir. Avrupa aristokrasisinin yerine ekonomi uzmanı sınıfının geçmesi bu gelişime örnektir. Osmanlı'nın 19. yüzyılında Batı eğitimi görmüş bürokratların yükselişi de yaşanan bu süreci öykünmeye örnek teşkil eder.
1980'lerden bugüne Türkiye'de yaşananlar şiddetin devlet tekelinden yeni çıkar gruplarına dağıldığını bize gösteriyor. Örneğin, ne “istibdat döneminde” tanık olunan sansüre, ne de yasaklanacak kitaplara bilirkişi imzası veren Sulhi Dönmezer'lere artık rastlamıyoruz. Çünkü “genel yayın yönetmenleri”, “editörler” üstleniyor o sansürcülüğü: kitabınız mahkemeye verilmiyor, geri çevriliyor yalnızca, yazınız yayınlanmıyor “yayın ilkelerimiz gereği”nce. Kuşkusuz son derece demokratik bir işleyiş bu! Gazete/tv/banka/üniversite müdürü olmak için de kuşkusuz “eğitim şart”ı dayatmak şart.
Modern devletin denetim kurabileceği tekelleşme sürecinde kamusal bilgi alanı hayati önemdedir. Bilginin resmileştirilmesi, metinleştirilmesi ve merkezileştirilmesiyle yönetimde iş görecek olan soyut bilgi bütünü tekelde tutulur. Buna bitişik, toplumu gözetleme kabiliyeti gelişmiş iletişim araçlarının gelişimine hız verilir: Demiryolları, telgraf, günlük gazeteler, radyo, televizyon, sinema, müzik, sanat etkinlikleri, internet vs.
Toplumsal yapılar, onları kuran, güçlendiren ve değiştiren aktörler olmadan kendi başlarına var olamazlar. Modernleşme, aynı zamanda eğitim, toplumsal aktörlerin oluşumu ve biçiminin değişimi anlamına da gelir. Toplumsal grupların, blokların, aktörlerin, çıkar gruplarının yükselişi ve düşüşü iktidar kaynaklarının farklılaşmasıyla bir arada gerçekleşir. Örneğin sanayileşme sürecine dahil olmuş düşük gelirli emek-yoğun işgücü önemini yitirir, 'sanayisizleşme' sürecinde ise (bilişim, iletişim, hukuk, eğitim, tıp, medya, reklamcılık, danışmanlık, finans, mankencilik, sanatçılık, bilmem ne uzmancılığı vb.) yüksek gelirli bilgi-yoğun emek, çalışma ilişkilerinde öne çıkar. Işte tam bu değişim eşiğinde eğitim başat öğe sayılıp dayatılır. Devlet tekelinde biriken güç eğitim almışların eline paylaştırılır ve şiddet uygulayıcılar bu “iyi eğitim almış”ların içinden çıkar.
Ben bunları türkçe dedim. Fransız kibarı ve de filozofu Deleuze olsa idim şöyle derdim: “Eğitim şart”çılar tabakasının bilgi-yoğun emeğine mensupları, “çok geniş bir meslek yelpazesindeki profesyoneller (öğretmenler, psikiyatristler, her çeşidinden eğitimciler, vs.) geleneksel olarak polise ait olmuş işlevleri yerine getirecekler.” Ernst Gellner çok net yazar: “Modern toplumsal düzenin temelinde cellat değil, profesör vardır. Devlet gücünün başlıca aracı ve sembolü giyotin değil, devlet doktorasıdır (doktorat d’etat)”.
“İyi eğitim almamışlar” modern insan olma vasıflarını da yerine getiremedikleri için toplum içine dahil edilmezler. Ancak şiddet uygulayanlar= eğitime sahip olanlar, insan olma vasfına sahiptirler. Buna “İnsan Hakları” Kimin Hakkı adlı yazıda değineceğim.
Modern devletlerin oluşumu farklı iktidar bloklarıyla ilişki kuran yeni toplumsal grupların ortaya çıkışını beraberinde getirir. Diplomatlar, memurlar, hukukçular, öğretim görevlileri, entelektüeller, gazeteciler, sanatçılar vb.'nin oluşturduğu bu heterojen orta sınıf modern devletin yasal otoritesinin kurulmasında ve uygulanmasında büyük rol oynar; kendi konforunun korunması karşılığında sermaye hareketlerine, eş deyişiyle “kapitalizmin ürettiği son kod faşizm”e rahatlıkla evet der, dahası biricik körükleyicisi olurlar.
Bütünleştirici bir seküler ideolojiyi önceden eşi görülmemiş bir baskıyla çatısında toplayan totalitarizm modern bir siyasal tehlikeydi. Bedeli ne olursa olsun refah ve iktidar peşindeki bireyin, burjuvanın zaferi anlamına gelen eğitim kurumu da, özetleyin, toplumsal eşitsizliğin perçinleştirildiği ve meşrulaştırıldığı totalitarist bir mekanizma olarak iş görür. 1980’lerden itibaren Türkiye'de de görünen, kurulan tezgâh budur: Eşitsizliğin eğitim sopası ile perçinleştirilmesi ve meşrulaştırılması; devlet tekelindeki -görünür- şiddetin iyi eğitim almış bedenlerin görünmez eliyle uygulanması.
Modern yönetim, onun kurum ve kuralları, toplumsal ilişkileri, toplumsal gerçekliği biçimleyerek mutlak bir iktidar yapısı olarak karşımıza çıkar. Burada yeni olan, iktidar ilişkilerinin ve şiddet uygulayıcıların görünmez oluşudur. Bu, yönetimin öznesi olmayan bir iktidarı temsil etmesini de ardı sıra sürükler. Öyle ki, kimin kime hükmettiği bilinemez hale gelir.
Sanayi toplumunda çalışmak, fiziki bir güç uygulamak demek değildir. Çalışmak artık saban sürmek, ekin biçmek ve harman dövmek anlamına gelmiyor. Çalışmak temelde artık şeylerin değil anlamların üstesinden gelmek demektir; diğer insanlarla iletişim kurmayı ya da bir makinenin denetim mekanizmasını beceriyle idare etmeyi gerektirir. Doğanın çetin yüzünü gösterdiği, doğal maddeye doğrudan fiziki insan gücü uygulamayı gerektiren işlerde çalışan insan sayısı, teknolojinin de yardımıyla, sürekli azalmaktadır. Çoğu iş, herkesin anlayabileceği bir tür standart dil aracılığıyla açıklanan çeşitli düğme, şalter ve vinçlerin denetimini içermektedir. Yüksek teknoloji, sürekli büyüme beklentisi, standart dil üzerine yükselen böylesi bir toplum, bütünüyle cemaat dışı bir eğitim sistemini gereksinir, yani her birey, ait olduğu yerel grup tarafından değil, uzmanlar tarafından eğitilmelidir. Modern toplumda atalar kültü ve onun terbiyesi değil, “eğitim şart”tır.
Modern/sanayi toplumunda iş hayatına atılacak kişi örgün eğitimden geçmek zorundadır ve öyle ki bireylerin iş bulabilmeleri, onur, güvenlik, konfor ve özgüvenleri eğitime bağlıdır; eğitim gördükleri kültürün sınırları, soluk alıp verecekleri dünyalarının sınırları haline gelmiştir –düzüşmeleri, doğurmaları, çocuk, kadın imgeleri, eğlenceleri vs. hep bu sınıra dahildir.
Şimdi sorun, Negri ve Hardt’la birlikte söylersek, isyan edilecek düşmanın nasıl belirleneceğidir.
Eğitim kurumu, eğitimli kesim, türkçede “iyi eğitim almış” deniyor şu günler, savaşmamız gereken birinci dereceden düşmanlarımızdır. Bu adamlar geleceğin en süzme tahakküm uzmanları olarak toplumu baskı altına alacaklar, aldılar, alıyorlar.
Ey ‘Bilgi Cumhuriyeti’nin bilgi-yoğun emeğin çocuğu! Gelecek yaşam senin eserin olacak! Piyasa toplumunun liberal kavrayışlı, para kafalı “iyi eğitim almış” tek satır okumaz ve tek satır yazmaz okur-yazarları; Türkiye’nin zenginliğini kemiren ve kaymağını sömüren günümüz ve yakın dönemin en tehlikeli yaratıkları olarak yontulmaktadır.
1950-1980 Türkiyesinde “okusun da adam olsun” denirdi; iyi kötü “adam” da olurdu albay çocuğundan kapıcı çocuğuna, manifaturacı çocuğundan işçi, hatta işsiz babanın çocuğuna, aynı okullarda, aynı sıraları paylaşarak. Bugün ise kimi çocukların “adam” olması mümkün değil.
“Okusun da vatana millete hayırlı olsun” da denilirdi. “Eğitim şart”çıların lügatinde asla böyle boş sözlere yer yok. Iyi bir şirkete kapağı atmak, kariyer yapmak, Tarancı’nın otuz beşine varmadan milyon doları cukkalamak, zırhlarla tahkim edilmiş hayattan bir gelecek kapmak… kapkara alınlarının yazısı.
Bilenler hatırlar:“Okuyup doktor olacak, anasına bakacak” denirdi; o “doktor” hasta yatağında handiyse anasını (…) soyacak –“eğitim şart” gereği.
Özel mülkiyetin ikizi olup dışlayıcılığı ve ayrımcılığı keskinleştiren “eğitim”in adil ve hakkaniyetli olması için ilk elden özel okullar, özel hastahaneler ve özel televizyonlar başta olmak üzere manken ve mal vitrinlerinin kapatılması, yıkılması şart.
“Eğitim şart”tın şartı demokrasi ve insan hakları. Öyleyse bir sonraki yazı: “‘İnsan Hakları’ Kimin Hakkı?”
Bitirirken bir tutam edebiyat:
Tarh-Tarrah-Tıraz’dan Tarihe
Dumanıyla ve tütün fabrikaları, dokuma tezgâhlarının gürültüsüyle ta ufka kadar takip ediyordu bizi kent.
Kaldırımın bir yanında, miskin tembellerin patates fiyatlarından yakınan edasıyla bilmediğim bir yabancı dilde, havanın temizliğinin her şeyden önemli olduğunu bilenlerin dilinde şöyle diyordu: “O husband, we shall never be well, we nor our children while we live in the smell of this Cities Seacoale smoke.” (Ah kocacığım, kömür dumanına ve isine bulanmış bu şehirleri soludukça ne biz ne de çocuklarımız asla huzura kavuşamayacağız.) Karşı kaldırımda, bira kokulu ağızlarla “Die Stadt macht frei” (Şehir adamı özgürleştirir) diyen kalabalık, “Arbeit macht frei” (Çalışma adamı özgürleştirir) yazan tabelanın altındaki kapıya yürüyordu.
İki yanınca düzensiz bir biçimde, birbirine omuz vermiş, çoğu camsız yada yağlı kağıt gerilmiş pencereli işçi evlerinin dizildiği kaldırımsız, inişli çıkışlı dar sokaklar; kışları çamur deryasında ite kaka giden at, eşek arabalarının yol yol tekerlek izleri, pis su birikintileriyle, patlıcan mevsiminde toz bulutu, çöp ve öküz, eşek, at, tavuk pisliğiyle doluydu. İşçilerin bu yığılma bölgesinde ne lağım, ne atık su kanalı vardı, ne de evlerin özel helaları. Elli bin götün dışkısı, elli bin ağzın tükrüğü ve kusmuğu, elli bin çift elin yoğurduğu bin bir çöp gece boyunca yollardaki yağmur suyu kanallarına atılıyordu. Çöpçülerin günlük darbeleri sağlığı ve tarihi tehdit eden bu pislik yığınının yaydığı ağır kokuyu ve rezil manzarayı silemiyordu. Hemen hemen hiç kimsenin okuma yazma bilmediği bu sokaklarda sağlığın, ahlakın, nezaketin ve edebiyatın yeri yoktu. Bu mahalleler ve külliyen bu halk dibine kadar sefalete ve bayağılığa batmıştı.
Ev içleri peki, bundan farksız mıydı? Temizlikten eser yoktu. Hırsızların çalacak bir şey, okuryazarların söylecek bir söz bulamadığı bu evler mi diyelim barakalar mı diyelim; bu barınaklarda yalnızca işçiler değil köpekler, civcivler, tavuklar da barınıyordu, lağım fareleri, tahta kuruları ve bitlerden gayrı. Bunları yazarken ben mi abartıyorum, yoksa bunları yaşarken onlar mı abartıyordu?
El emeğiyle geçinen bu canlı türünün tekdüze yaşamı gökyüzünde dağılan ince, seyreltili gri duman öbeklerinin hüznüne de, masmavi göklerin umuduna da kapalıydı. Ya peki sözler, sözcükler? Hiçbir edebi değere sahip değildi. “Ağız sanatları” hâlâ etle, elle, dişle ve tabiki bağırsaklarla icra ediliyordu. Bu sanat çokçası sulu bir sanattı: Şarap en gözde malzemeydi, meze olarak da her çeşidinden küfür masaya serilirdi. Ağıza pek yakışan bu küfürler okuryazarların kutsal mekanı kağıda alınmazdı. “Ağız sanatları” meyhanelerin, kahvehanelerin, hanların, dil diplomatları yitik kişilerin meskeni “köfteci”lerin, hamamların duvarları arasına sıkışmıştı.
Çevresi yüksek duvarlarla sarılmış büyük imalathanelerin içine kapatılmış ter oğlanları çalışma sırasında küfür edemez, edep dışı sözler söyleyemez, alay, kavga, dövüş edemez, hatta öbür çalışanların dikkatini dağıtacak hikayeler anlatamazdı. Bu yanıyla atölyeler yazarların sessiz beyaz kağıdına ne kadar da benziyordu. Emek atölyelere, büyüyen fabrikalara tıkılırken, söz, ayıklanarak kağıda, azar azar kitaplara, ardından da fabrika büyüklüğünde kütüphanelere tıkıştırılıyordu. Aylaklık, tembellik, işsizlik ne kadar ayıpsa artık okuma yazma bilmemek de o kadar ayıptı ve hor görülmeyi hak ediyorlardı.
Matbaa sanatlarından kağıtçılık ve basımcılığın en gözde uğraşlar olmaya başladığı bugünlerde “ağız sanatları”na düşkün halk kimileyin açlıktan kırılıyor, şiddete başvuruyor, ekmek karnesi, kara ekmek, su ve ot kökleriyle beslenirken şahane iştahalarıyla azmış tüccarlar, bankerler, pahalı beygirlere binen beyler baharatlarla tatlandırılmış yemeklerle, pek düşkün oldukları kızartma et çeşitleriyle saray yavrusu mütevazı konutlarında düzenledikleri ziyafetlerde “boğaz sanatları”nı geliştiriyorlar ve çok zamandır da sadece kendi türlerini düzmüyorlardı.
“Kara cahil bu eşşekler, bu öküzler güdülmeye mahkum” diyen mülk ve mevki sahibi iyi aile babalarının çocukları, devraldıkları mülkleri ve mevkileri meşrulaştırmak için “Eğitim şart! Her işin başı eğitim!” demeye başladılar. Babalarına ve miraslarına kene asalaklığıyla yapışıp kimileyin süzme sünepe kimileyin vahşi süsü verilmiş köpek sadakati tasmasıyla bağlı sanatperestlerden bu yüzden mi tiksindim.
Sevgili arka’daşım Pierre Bourdieu’nün sıkı bir eleştirisini yaptığı eğitim kurumu; kültürel sermayenin dağılımına ve toplumsal uzamın yeniden üretiminine katkıda bulunması hasebiyle evlilik stratejileri, veraset stratejileri, ekonomik stratejiler türü kökenlerin uzantısı olarak, seçilmiş olanların ölene dek sahip oldukları …’nın mezunu bir aidiyetin, örgütlenmenin, imtiyazlarla donatılmış sıkı cemaatin damgasını taşırlar. İleri toplumlarda, sözcüğün ortaçağdaki anlamıyla bir ‘birlik’ üyesidirler; bir soylular birliğine, yani tahakküm etmeyi kendilerinde hak ve meşru görenlerin sınırları sıkı sıkıya çizilmişler kümesine.
Öte yandan da “birey, birey” deyu vıraklarlar; kesin olarak bireycidirler, ama asla birey değildirler, örgüt adamıdırlar. Fundamental sekülerdirler, öte yandan acımasızca cemaat adamıdırlar. Asla aralarına giremezsiniz, katılamazsınız, mümkün değil; bak şu işe, bu “cüppe aristokrasisi” mensupları hep katılımcı, eşitlikçi, demokrasici havarisidirler. Bu iyi eğitimciler tek kelime ile totalitaristtirler, baskıcıdırlar; ne tuhaf, habire “özgürlük”, “düşünce özgürlüğü” havlarlar ve tabiki “eğitim şart” derler. Ne için?
“Eğitim şart” söylemi, mevcut düzeni; iş çevresi ve siyasi yöneticilerin, hariciye, mülkiye bürokratlarının, tıp, hukuk, eğitim vb. kurumların başını tutanların oluşturduğu zümrelerin körüklediği, okula bağlı ve aileden miras alınan kültürel sermayeye göre oluşturulan ayıklama işlemini ve toplumsal ayrımcılığı ayakta tutar.
Norbert Elias’ın “Uygarlık Süreci”nde, devlet oluşumu süreçlerini açıklamak için bize sunduğu kavramlardan biri şiddetin tekelleşmesi, öbürü de feodalleşmedir. Bu iki kavram da Osmanlı-Türkiye Cumhuriyeti sürekliliğini ve değişimini açıklamamıza, bütünüyle örtüşmemesine karşın, olguları, olayları bir düşünce düzleminde dizmemize kimi iz uçları sunar.
Tekelleşme mekanizmasının ilk aşaması, kaynakların gittikçe daha az sayıda insanın ve sonunda tek kişinin eline geçmesidir, ki bu, tarihsel Avrupa devlet oluşumu ve Osmanlı örneğinde “mutlakiyetçilik” olarak tezahür eder, adlandırılır. İkinci aşama ise, merkezileşmiş ve tekelleşmiş kaynaklar üzerindeki denetimlerin bir bireyden daha fazla sayıda kimseye geçmesi ve sonunda birbirine bağımlı insan ağının üzerinden işleyen “özel” bir tekelin kamusal hale gelmesi, ki bu, Avrupa'da burjuva devrimleri sırasında gözlemlenir: Profesyonel silahlı güçler, girişimciler, bürokratlar, hukukçular, entelektüeller, bilimadamları, medya mensupları, tıpçılar, eğitimciler gibi yeni tabakalar, çıkar grupları, güç odakları modernleşen toplumlarda egemen konumlar elde ederler; devletin tekelinde bulunan görünür şiddet bu eğitimli çıkar odakları arasında paylaştırılır ve artık şiddet görünmez hale gelir. Avrupa aristokrasisinin yerine ekonomi uzmanı sınıfının geçmesi bu gelişime örnektir. Osmanlı'nın 19. yüzyılında Batı eğitimi görmüş bürokratların yükselişi de yaşanan bu süreci öykünmeye örnek teşkil eder.
1980'lerden bugüne Türkiye'de yaşananlar şiddetin devlet tekelinden yeni çıkar gruplarına dağıldığını bize gösteriyor. Örneğin, ne “istibdat döneminde” tanık olunan sansüre, ne de yasaklanacak kitaplara bilirkişi imzası veren Sulhi Dönmezer'lere artık rastlamıyoruz. Çünkü “genel yayın yönetmenleri”, “editörler” üstleniyor o sansürcülüğü: kitabınız mahkemeye verilmiyor, geri çevriliyor yalnızca, yazınız yayınlanmıyor “yayın ilkelerimiz gereği”nce. Kuşkusuz son derece demokratik bir işleyiş bu! Gazete/tv/banka/üniversite müdürü olmak için de kuşkusuz “eğitim şart”ı dayatmak şart.
Modern devletin denetim kurabileceği tekelleşme sürecinde kamusal bilgi alanı hayati önemdedir. Bilginin resmileştirilmesi, metinleştirilmesi ve merkezileştirilmesiyle yönetimde iş görecek olan soyut bilgi bütünü tekelde tutulur. Buna bitişik, toplumu gözetleme kabiliyeti gelişmiş iletişim araçlarının gelişimine hız verilir: Demiryolları, telgraf, günlük gazeteler, radyo, televizyon, sinema, müzik, sanat etkinlikleri, internet vs.
Toplumsal yapılar, onları kuran, güçlendiren ve değiştiren aktörler olmadan kendi başlarına var olamazlar. Modernleşme, aynı zamanda eğitim, toplumsal aktörlerin oluşumu ve biçiminin değişimi anlamına da gelir. Toplumsal grupların, blokların, aktörlerin, çıkar gruplarının yükselişi ve düşüşü iktidar kaynaklarının farklılaşmasıyla bir arada gerçekleşir. Örneğin sanayileşme sürecine dahil olmuş düşük gelirli emek-yoğun işgücü önemini yitirir, 'sanayisizleşme' sürecinde ise (bilişim, iletişim, hukuk, eğitim, tıp, medya, reklamcılık, danışmanlık, finans, mankencilik, sanatçılık, bilmem ne uzmancılığı vb.) yüksek gelirli bilgi-yoğun emek, çalışma ilişkilerinde öne çıkar. Işte tam bu değişim eşiğinde eğitim başat öğe sayılıp dayatılır. Devlet tekelinde biriken güç eğitim almışların eline paylaştırılır ve şiddet uygulayıcılar bu “iyi eğitim almış”ların içinden çıkar.
Ben bunları türkçe dedim. Fransız kibarı ve de filozofu Deleuze olsa idim şöyle derdim: “Eğitim şart”çılar tabakasının bilgi-yoğun emeğine mensupları, “çok geniş bir meslek yelpazesindeki profesyoneller (öğretmenler, psikiyatristler, her çeşidinden eğitimciler, vs.) geleneksel olarak polise ait olmuş işlevleri yerine getirecekler.” Ernst Gellner çok net yazar: “Modern toplumsal düzenin temelinde cellat değil, profesör vardır. Devlet gücünün başlıca aracı ve sembolü giyotin değil, devlet doktorasıdır (doktorat d’etat)”.
“İyi eğitim almamışlar” modern insan olma vasıflarını da yerine getiremedikleri için toplum içine dahil edilmezler. Ancak şiddet uygulayanlar= eğitime sahip olanlar, insan olma vasfına sahiptirler. Buna “İnsan Hakları” Kimin Hakkı adlı yazıda değineceğim.
Modern devletlerin oluşumu farklı iktidar bloklarıyla ilişki kuran yeni toplumsal grupların ortaya çıkışını beraberinde getirir. Diplomatlar, memurlar, hukukçular, öğretim görevlileri, entelektüeller, gazeteciler, sanatçılar vb.'nin oluşturduğu bu heterojen orta sınıf modern devletin yasal otoritesinin kurulmasında ve uygulanmasında büyük rol oynar; kendi konforunun korunması karşılığında sermaye hareketlerine, eş deyişiyle “kapitalizmin ürettiği son kod faşizm”e rahatlıkla evet der, dahası biricik körükleyicisi olurlar.
Bütünleştirici bir seküler ideolojiyi önceden eşi görülmemiş bir baskıyla çatısında toplayan totalitarizm modern bir siyasal tehlikeydi. Bedeli ne olursa olsun refah ve iktidar peşindeki bireyin, burjuvanın zaferi anlamına gelen eğitim kurumu da, özetleyin, toplumsal eşitsizliğin perçinleştirildiği ve meşrulaştırıldığı totalitarist bir mekanizma olarak iş görür. 1980’lerden itibaren Türkiye'de de görünen, kurulan tezgâh budur: Eşitsizliğin eğitim sopası ile perçinleştirilmesi ve meşrulaştırılması; devlet tekelindeki -görünür- şiddetin iyi eğitim almış bedenlerin görünmez eliyle uygulanması.
Modern yönetim, onun kurum ve kuralları, toplumsal ilişkileri, toplumsal gerçekliği biçimleyerek mutlak bir iktidar yapısı olarak karşımıza çıkar. Burada yeni olan, iktidar ilişkilerinin ve şiddet uygulayıcıların görünmez oluşudur. Bu, yönetimin öznesi olmayan bir iktidarı temsil etmesini de ardı sıra sürükler. Öyle ki, kimin kime hükmettiği bilinemez hale gelir.
Sanayi toplumunda çalışmak, fiziki bir güç uygulamak demek değildir. Çalışmak artık saban sürmek, ekin biçmek ve harman dövmek anlamına gelmiyor. Çalışmak temelde artık şeylerin değil anlamların üstesinden gelmek demektir; diğer insanlarla iletişim kurmayı ya da bir makinenin denetim mekanizmasını beceriyle idare etmeyi gerektirir. Doğanın çetin yüzünü gösterdiği, doğal maddeye doğrudan fiziki insan gücü uygulamayı gerektiren işlerde çalışan insan sayısı, teknolojinin de yardımıyla, sürekli azalmaktadır. Çoğu iş, herkesin anlayabileceği bir tür standart dil aracılığıyla açıklanan çeşitli düğme, şalter ve vinçlerin denetimini içermektedir. Yüksek teknoloji, sürekli büyüme beklentisi, standart dil üzerine yükselen böylesi bir toplum, bütünüyle cemaat dışı bir eğitim sistemini gereksinir, yani her birey, ait olduğu yerel grup tarafından değil, uzmanlar tarafından eğitilmelidir. Modern toplumda atalar kültü ve onun terbiyesi değil, “eğitim şart”tır.
Modern/sanayi toplumunda iş hayatına atılacak kişi örgün eğitimden geçmek zorundadır ve öyle ki bireylerin iş bulabilmeleri, onur, güvenlik, konfor ve özgüvenleri eğitime bağlıdır; eğitim gördükleri kültürün sınırları, soluk alıp verecekleri dünyalarının sınırları haline gelmiştir –düzüşmeleri, doğurmaları, çocuk, kadın imgeleri, eğlenceleri vs. hep bu sınıra dahildir.
Şimdi sorun, Negri ve Hardt’la birlikte söylersek, isyan edilecek düşmanın nasıl belirleneceğidir.
Eğitim kurumu, eğitimli kesim, türkçede “iyi eğitim almış” deniyor şu günler, savaşmamız gereken birinci dereceden düşmanlarımızdır. Bu adamlar geleceğin en süzme tahakküm uzmanları olarak toplumu baskı altına alacaklar, aldılar, alıyorlar.
Ey ‘Bilgi Cumhuriyeti’nin bilgi-yoğun emeğin çocuğu! Gelecek yaşam senin eserin olacak! Piyasa toplumunun liberal kavrayışlı, para kafalı “iyi eğitim almış” tek satır okumaz ve tek satır yazmaz okur-yazarları; Türkiye’nin zenginliğini kemiren ve kaymağını sömüren günümüz ve yakın dönemin en tehlikeli yaratıkları olarak yontulmaktadır.
1950-1980 Türkiyesinde “okusun da adam olsun” denirdi; iyi kötü “adam” da olurdu albay çocuğundan kapıcı çocuğuna, manifaturacı çocuğundan işçi, hatta işsiz babanın çocuğuna, aynı okullarda, aynı sıraları paylaşarak. Bugün ise kimi çocukların “adam” olması mümkün değil.
“Okusun da vatana millete hayırlı olsun” da denilirdi. “Eğitim şart”çıların lügatinde asla böyle boş sözlere yer yok. Iyi bir şirkete kapağı atmak, kariyer yapmak, Tarancı’nın otuz beşine varmadan milyon doları cukkalamak, zırhlarla tahkim edilmiş hayattan bir gelecek kapmak… kapkara alınlarının yazısı.
Bilenler hatırlar:“Okuyup doktor olacak, anasına bakacak” denirdi; o “doktor” hasta yatağında handiyse anasını (…) soyacak –“eğitim şart” gereği.
Özel mülkiyetin ikizi olup dışlayıcılığı ve ayrımcılığı keskinleştiren “eğitim”in adil ve hakkaniyetli olması için ilk elden özel okullar, özel hastahaneler ve özel televizyonlar başta olmak üzere manken ve mal vitrinlerinin kapatılması, yıkılması şart.
“Eğitim şart”tın şartı demokrasi ve insan hakları. Öyleyse bir sonraki yazı: “‘İnsan Hakları’ Kimin Hakkı?”
Bitirirken bir tutam edebiyat:
Tarh-Tarrah-Tıraz’dan Tarihe
Dumanıyla ve tütün fabrikaları, dokuma tezgâhlarının gürültüsüyle ta ufka kadar takip ediyordu bizi kent.
Kaldırımın bir yanında, miskin tembellerin patates fiyatlarından yakınan edasıyla bilmediğim bir yabancı dilde, havanın temizliğinin her şeyden önemli olduğunu bilenlerin dilinde şöyle diyordu: “O husband, we shall never be well, we nor our children while we live in the smell of this Cities Seacoale smoke.” (Ah kocacığım, kömür dumanına ve isine bulanmış bu şehirleri soludukça ne biz ne de çocuklarımız asla huzura kavuşamayacağız.) Karşı kaldırımda, bira kokulu ağızlarla “Die Stadt macht frei” (Şehir adamı özgürleştirir) diyen kalabalık, “Arbeit macht frei” (Çalışma adamı özgürleştirir) yazan tabelanın altındaki kapıya yürüyordu.
İki yanınca düzensiz bir biçimde, birbirine omuz vermiş, çoğu camsız yada yağlı kağıt gerilmiş pencereli işçi evlerinin dizildiği kaldırımsız, inişli çıkışlı dar sokaklar; kışları çamur deryasında ite kaka giden at, eşek arabalarının yol yol tekerlek izleri, pis su birikintileriyle, patlıcan mevsiminde toz bulutu, çöp ve öküz, eşek, at, tavuk pisliğiyle doluydu. İşçilerin bu yığılma bölgesinde ne lağım, ne atık su kanalı vardı, ne de evlerin özel helaları. Elli bin götün dışkısı, elli bin ağzın tükrüğü ve kusmuğu, elli bin çift elin yoğurduğu bin bir çöp gece boyunca yollardaki yağmur suyu kanallarına atılıyordu. Çöpçülerin günlük darbeleri sağlığı ve tarihi tehdit eden bu pislik yığınının yaydığı ağır kokuyu ve rezil manzarayı silemiyordu. Hemen hemen hiç kimsenin okuma yazma bilmediği bu sokaklarda sağlığın, ahlakın, nezaketin ve edebiyatın yeri yoktu. Bu mahalleler ve külliyen bu halk dibine kadar sefalete ve bayağılığa batmıştı.
Ev içleri peki, bundan farksız mıydı? Temizlikten eser yoktu. Hırsızların çalacak bir şey, okuryazarların söylecek bir söz bulamadığı bu evler mi diyelim barakalar mı diyelim; bu barınaklarda yalnızca işçiler değil köpekler, civcivler, tavuklar da barınıyordu, lağım fareleri, tahta kuruları ve bitlerden gayrı. Bunları yazarken ben mi abartıyorum, yoksa bunları yaşarken onlar mı abartıyordu?
El emeğiyle geçinen bu canlı türünün tekdüze yaşamı gökyüzünde dağılan ince, seyreltili gri duman öbeklerinin hüznüne de, masmavi göklerin umuduna da kapalıydı. Ya peki sözler, sözcükler? Hiçbir edebi değere sahip değildi. “Ağız sanatları” hâlâ etle, elle, dişle ve tabiki bağırsaklarla icra ediliyordu. Bu sanat çokçası sulu bir sanattı: Şarap en gözde malzemeydi, meze olarak da her çeşidinden küfür masaya serilirdi. Ağıza pek yakışan bu küfürler okuryazarların kutsal mekanı kağıda alınmazdı. “Ağız sanatları” meyhanelerin, kahvehanelerin, hanların, dil diplomatları yitik kişilerin meskeni “köfteci”lerin, hamamların duvarları arasına sıkışmıştı.
Çevresi yüksek duvarlarla sarılmış büyük imalathanelerin içine kapatılmış ter oğlanları çalışma sırasında küfür edemez, edep dışı sözler söyleyemez, alay, kavga, dövüş edemez, hatta öbür çalışanların dikkatini dağıtacak hikayeler anlatamazdı. Bu yanıyla atölyeler yazarların sessiz beyaz kağıdına ne kadar da benziyordu. Emek atölyelere, büyüyen fabrikalara tıkılırken, söz, ayıklanarak kağıda, azar azar kitaplara, ardından da fabrika büyüklüğünde kütüphanelere tıkıştırılıyordu. Aylaklık, tembellik, işsizlik ne kadar ayıpsa artık okuma yazma bilmemek de o kadar ayıptı ve hor görülmeyi hak ediyorlardı.
Matbaa sanatlarından kağıtçılık ve basımcılığın en gözde uğraşlar olmaya başladığı bugünlerde “ağız sanatları”na düşkün halk kimileyin açlıktan kırılıyor, şiddete başvuruyor, ekmek karnesi, kara ekmek, su ve ot kökleriyle beslenirken şahane iştahalarıyla azmış tüccarlar, bankerler, pahalı beygirlere binen beyler baharatlarla tatlandırılmış yemeklerle, pek düşkün oldukları kızartma et çeşitleriyle saray yavrusu mütevazı konutlarında düzenledikleri ziyafetlerde “boğaz sanatları”nı geliştiriyorlar ve çok zamandır da sadece kendi türlerini düzmüyorlardı.
“Kara cahil bu eşşekler, bu öküzler güdülmeye mahkum” diyen mülk ve mevki sahibi iyi aile babalarının çocukları, devraldıkları mülkleri ve mevkileri meşrulaştırmak için “Eğitim şart! Her işin başı eğitim!” demeye başladılar. Babalarına ve miraslarına kene asalaklığıyla yapışıp kimileyin süzme sünepe kimileyin vahşi süsü verilmiş köpek sadakati tasmasıyla bağlı sanatperestlerden bu yüzden mi tiksindim.
Hiç yorum yok:
Yorum Gönder