Kitap-lık, Ocak 2011, sayı 145
‘Kitap’ Düğümü: Pazırık’ta İlk Türkçe ‘Kitap’
4-2. yüzyıllar arasında yapıldıkları düşünülen büyük mezarlarda dayanaksız eşyalar ve ölü insan bedenleri buz tabakalarıyla kaplandığı için çok iyi korunmuştu. Aynı hanedandan beş hükümdara ait mezarların birinde gövdesinde, birbiri içine geçmiş hayvan figürleri dövmeleri bulunan bir erkek bedeniyle, oldukça sağlıklı bir kadın bedenine rastlanmıştı. En büyüğü yaklaşık 48 metre çapında ve 2,20 metre yüksekliğindeki bu mezarlarda pek çok eşya ve “hazine” bulunmuştur: İskitlere özgü olduğu sanılan 4. yüzyıl Çin işçiliğinden çıkma bronz aynalar, süs olarak kullanılan tahta maskeler, büyük araba, ölüye öteki dünyada eşlik eden insan, hayvan, at iskeletleri.
Pazırık’ta bulunan en değerli ve en görkemli eşyalar tekstil eşyalarıydı: kumaşlar, bir tanesinde bir ateş tapınağının önünde adak adayan kraliçeler tasvir edilmiş el halıları ve aslan desenli kıvırcık yünlü kumaştan dokunmuş eyer altına serilen halılar.
Bunlar, dünyanın en eski halılarıydı. Bunlardan biri keçeden olup 6,50 metreye 4,50 metre ebadında, bir atlı oturur haldeki bir tanrıçanın önünde hayat ağacını tutarak bir ünvan verme törenini betimliyordu. Yünden örülmüş ikinci halı ise düğümlü dokuma olup şaşırtıcı bir kaliteye ve güzelliğe sahipti. 2 metreye 1,90 metre ölçüsünde, desimetrekareye 4000 düğüm atılmıştı .
Pazırık keçe halısı üzerindeki hayvan motifleri, başka renk keçelerden kesilerek çıkarılan hayvan motiflerinin yapıştırılması ya da yama tekniğiyle dikilmesi ve kenar çizgilerinin (dalgalı) şerit çevrilerek tutturulması tekniğiyle yapılıyordu . Bıraktığı silüet etkisi iki boyutludur; hacim etkisi uyandırmaz.. Neden iki boyutlu? Onları yapan ustaların doğadaki nesneleri taklit etme gibi bir dertleri yoktu. Gözle görülen dış dünyayı resmetmekle ilgilenmiyor, doğa düzeninden aldıklarını ya da doğa dininin öğretisini görsel simgelerle, şematik resimlerle anlatmak istiyorlardı. ‘Okunması’ amacını güttükleri için, iletisini en kısa yoldan anlatan iki boyutlu resim ve simgeler böylece ortaya çıktı. Pazırık kurganlarında keçe halılar duvara asılı olarak bulundular. Bu, onların ‘okunmak’ amacı taşığını gösterir. Bozkır göçerlerinde büyü ve ritüel amaçlı yazı, kolay taşınan dokumadan bağımsız değildi. Pazırık’ta, kumaş ve keçe üzerine çizilmiş desen ve sahnelerden oluşan ilk Türkçe ‘kitap’ dokundu/örüldü.
Göktürkler’de hükümdar, seçilince halı üzerinde havaya kaldırılırdı. Çinlilerin “Tie-le” dedikleri Türk boylarından günümüze Çince çevirisiyle kalmış bir ilahide söylenen “gök çadıra benzer, bozkırın üzerinde asılı duran” kozmografik simgeciliğinin bir tezahürünü, Kök Türk kağanlarının 6.-8. yüzyıllardaki tahta çıkma törenlerinde de görürüz. Yukarı yükseltilen şemsî evrensel hükümdar, güneşin hareketine paralel bir şekilde hükümdar çadırın etrafında dört beyin taşıdığı halının üzerinde dolaştırılır . O devirden kalma bir Çin masalı, Göktürkler’in veya Kanglı boylarının şölen sırasında çimenlere yün halılar serdiğini anlatır. Dede-Korkut Oğuznamelerinde de halılar serilir: Salur Kazan Bek düzenlediği toplantıda Oğuz Beğleri için çimenler üzerine “doksan yerde, ipek ala kalı” döşetti. Bamsı Beyrek, İstanbul’dan ısmarladığı armağanları getiren bezirganların gelişini ve oğlunun kahramanlık gösterdiği müjdesini duyunca, onları karşılamak için yere “ipek kalıçalar” yaymış idi. Oğuz-Elleri’nden Kan Turalı adlı bir yiğit Turabozan Beği’nin kızını istemeye gittiğinde onu karşılayanlar “Ak Çadır dikip ala kalı döşediler”. Hanlar Hanı Bayındır Han İç Oğuz ve Taş Oğuz Beğleri’ni yıllık toplantıya çağırıp toy verdiğinde “otaklar dikilmiş, bin yerde ipek kalıçalar döşenmiş idi” . Yüzyıllar sonra İbni Battuta Türk illerini gezerken gördüğü bir zaviye için “burası Anadolu’nun en güzel halı ve kilimleriyle döşenmiş” yazdı.
Sürü güdücülüğü ve hayvancılıkla uğraşan Türklerin göçebe bozkır yaşamlarının daha kalın ve ısıtıcı zemin arama gereksimine bağlı olarak ortaya çıkan halı ve kilim dokumalar, kadınların elinde handiyse kutsallıkla eğrildi, büküldü, çadırların içleri, duvarları donatıldı. İslam dünyasına Türkler aracılığıyla tanıtılıp ticareti de yapılan halılar Batı’da Türklerle özdeşleşti, madalyonlu ve yıldızlı Uşak halıları Flaman ve Hollanda ressamlarının tablolarında resmedildi. Türkler, bu tablolarda fiziksel olarak mevcut olmasalar da varlıkları, kendileriyle özdeşleşmiş bir nesne ile hatırlatıldı.
Türklerin Kitabı yoktu, kitapsız bir milletti onlar. İnşallah benim yazarak dokuyacağım halı Türklerin Kitabı olur.
Gevezelik boyası ile türkçe göğün zorla süslenmek istenildiğini göstermek için, ben İlyaz, hayat ağacından yanışları seçip toplayıp düğüm düğüm bu Türkîyi sana düzdüm, okurken beni hatırlayıp dua et.
Yanışlar Düğümü
EJDERHA EJDERHA
g g
ö ÇARKIFELEK ö
z z
yıldızlar yıldızlar yıldızlar yıldızlar
çengel ELİBELİNDEKIZ çengel
akrep GELİN AYAĞI GELİN AĞLATAN GELİN ÇATLATAN akrep
saç bağı karnıyarık POST karnıyarık saç bağı
ELTİ ELTİYE KÜSTÜ KARI BOŞATAN SARHOŞ YOLU SUBAY ÇİMDİĞİ
DEVE BOYNU KEÇİ AYAĞI KAZ AYAĞI KEKLİK AYAĞI KOÇ BOYNUZU KEDİ İZİ
HUN GÜLÜ CANDARMA YANIĞI NEBEN GÜLÜ
H
A
Y
A
T
A
Ğ
A
C
I
K Ş
U U
Ş K
muska SANDIK muska
ÇINAR YAPRAKLARI ÇINAR YAPRAKLARI ÇINAR YAPRAKLARI ÇINAR YAPRAKLARI
c n v r y ğ ğ y r v n c
a a a a a ı ı a a a a a
Dil-Din-Alfabe Düğümü
Türkçenin yazılı örnekleri şamanizmde Göktürk yazısı, Hıristiyan dininde Nesturi yazısı, Buda dininde Soğd, Uygur ve Pali yazısıyla, Mani dininde Mani ve Uygur yazısıyla, İslam dinine geçince de Arap yazısı ile yazılmıştır. Daha sonra da Latin alfebesine geçen Türkler bu kezinde hangi dine geçmişlerdi diye sorası geliyor insanın.
Türkler Bizans, Yahudi, Arap alfabesini de kullandı. Ama bir Türk Bizans dinini, İslam dinini yada Yahudiliği kabul ettiğinde yalnızca o dinin alfabesini kullanıyordu ve türkçeyi de, din değiştirmeyen dildaşlarının diline mümkün olduğunca az benzemesi amacıyla kötü kullanmaya başlıyordu. Latin alfabesine geçince de öyle oldu, fakat hangi dine intisab ettikleri dillendirilmedi.
Alfabe mi, kitap mı, sözlük mü, ansiklopedi mi, din mi, kılık kıyafet mi sorusuna, her nereye dağılmışlarsa Türk bodun hep bir ağızdan, “kalı”, “kalıça”, “khalıça” diyordu.
Alfabelerini, dinlerini, donlarını, hatta dillerini değiştirmeye yeltenen kağanlar kimileyin zorda kaldıklarında, kimileyinse inanarak kara budunun çok iyi bildiği bir sözü söyleyip duruyordu: “Benim halı döşeli yurtum neredeyse yurdum da orasıdır.” –Kağanlar barklarını halılarla döşediler.
Göçebe etnosla yoğrulan her komutan, iktidarının temelinin, ne kadar çekici görünürse görünsün bir şehre, bir dile, bir dine sahip olmakta değil, kendisine itaat eden birkaç bin savaşçıda olduğunu iyi bilir.
Dili en fiyakalı kullanan edipler her değiştirilen alfabeyle türkçeyi bozuyordu. Alfabeye asla ihtiyaç duymayan komutanlar, türkçe ananın en sadık koruyucusu kaldılar.
Nihayet, türkçe Orhun Taşları’ndan gayrı devlete ait bütün yazışmalarda, kayıt ve tescil işlemlerinde, fermanlarda, kanunname ve adaletnamelerde, fetvalarda, şer’îye sicillerininde, kadıda, yer yer de şiirlerde korundu. Çok çoksa, “Bunları Türk’e virelüm. Hem Müslüman olsunlar, hem türkçe öğrensinler. Sonra getirelüm, yeniçeri olsunlar” denilen kara budunda korundu. –Ordu ve devlet türkçenin evi oldu.
Nazım:
Latinler Turchia der, Rum Diyarı’nda
Türk diline kimsene bakmaz idi
Türklere hergiz gönül akmaz idi
Türk dahi bilmez idi bu dilleri
–Selam verdik, türkçe deyu almadılar.
Çobanın Ölümü Düğümü
Çobanın geleceği koyun tarafından çizilmişti. Çoban öleceğini biliyordu.
İsimsiz çoban hiç sızlanmadan, umutsuzluğa kapılmadan güneşi, ayı yanına çağırdı, yıldızların, suların, dağların, rüzgarların arasına taşıdı. Geyiklerin arasından geçip kanlı yazgısını görkemli bir masala dönüştürdü.
Düşmanlarla savaşılır, kendini koruyabilirdi, ama alınyazısına karşı koyulmazdı. Olsa olsa alnındaki yazıya yeni bir anlam yükleyebilirdi.
Maruz kaldığı yıkımı tarihsel bir hadise olarak değil yüce göğün takdiri olarak kabul edip bu felakete bir mana kazandırdı. Kendisini ölüme mahkum eden Tarihin Dehşeti önünde dikildi, dedi: Allaa huekk-ber.
-NAME Düğümü
Ümme haşa, katiyyen Kuran yazamayacağını bilirler ki ne dillerü ne güçleri Siyasetname yazmaya da yetmeyüp kılıç sallamaya takadi kalmayan bir takım bey yanaşması ulema mürekkebi akıtmaya heves etmiş ak kağıt sanırsın ki bir er meydanıdır kalem sallamaya başlayıp ravi şöyle rivayet ider ve üstad şöyle hikayet ider deyüp Battal Gazi rahmetu’llahi aleyhi kıssası tamam oldı, Abdülvehhab ve baki gaziler dünyadan naklitdiler Malatiyye halkına haber oldı matem tuttular yazup dağda bayırda bağda bostanda gezen ağızlardan kulaklara söz ırmak ırmak akar oldu: Halife ferman yazdırıp Melik Danişmend ile Sultan Turasan’ı İslam askerine komutan tayin ettü gaza içün hilatler ile Battal Gazi’nin sancağını ve Ebu’l Müslüm’ün bağrağunu bunlara gönderttü
At Kuyruğu Düğümü
“Dünya malı biriktirme uğruna halka zulmeden Allah’ın düşkün kuludur” der bir mürekkep lekesizler güruhu
“At üstünde devletler fethedilir, amma at üstünden devlet yönetilmez. Halkın kanun ister” der bir tırnak mürekkep lekeliler zümresi
Atım yemini, Roma’daki Sen Piyer Kilisesi’nin sunağında yiyecek.
İnsan postuna bürünmüş atlı Türklere dinî görev verilmeyecek.
Kuyruğu düğümlü devlet üzengisinin seyisleri buralarda dümen kırar mı sandın? Bre kâfir! Yıkıl.
Fatih Sultan Mehmed Yanışlı Heykel/Halı Düğümü
1 2 3
a- 1 Mermer, 2 Bronz, 3 Cam malzemeden, boyu Evliya Çelebi’nin anlatımına yakışırcasına yüksek, eni geniş, derinliği bu ikiliyi taşıyacak kalınlıkta bir heykel; b- hatta İstanbul Kütüphanesi ve Araştırmaları Merkezi, El Sanatları Atölyeleri, cami, imarethaneler, yoksullar, yaşlılar, konuklar için yemekhane, yatakhane, hastahane, kuşevleri, sigara da içilebilen kahvehaneler, alışveriş dükkanları vs. içeren Fatih Külliyesi adlı bir yapı kompleksi; c- açık gök mavisi zemin üzerine Türk Düğümü ile işlenmiş bir halı.
Çaldıran’da Top-Tüfenk Düğümü
Dağlar güm güm inlemeli
At kişnemesinden, kargı sesinden
Tüfek icad oldu mertlik bozuldu
Hantal top gürültüsünden
Nekâreler urdular, kos-i harbi çaldılar
Hep bir ağız hub avazla Kur’an okudılar
Gaziler tekbir getirdü ol meydanda saf bağladu
Yerin yüzü pambuk gibi atıldı iki çeri birbirine katıldu
Erenler narasından at süheylinden, cebe cevşen çakıldusından
Alemler yankılandı gürz küpültüsünden tabl u nakare avazından
İdi.
Bir zaman geldi kim Diyar-ı Rûm halkının çoğu Erdevil olup olup kâfir oldu:
Başına tâc aldı çıktı ol pelîd
İtti bî-idrâk Etrâkı mürîd
Türkler terk edip diyaârların
Sattılar yok bahaya davarların
Şincik:
Tüfekli barutlu demir nohutlu demir karpuzlu atsız eller; cebeci, lağımcı, humbaracı ve sekbanlar; Topçu Ocağı ve yüzlerce Top Arabaları ve iaşe taşıyan onbinlerce deveyle kendini yorgun düşüren Şahın üzerine yürüdüler. Askerleri yorulan Padişah geri geri kaçan düşman başına lavanta kokulu mektuplar yazıp kadın elbisesi gönderdi.
Şah, ben kervan soyguncusu değilim ki, bir gün bırakalım uyusunlar buyurdu.
Padişah, bilhassa akıncılar düşman tarafla anlaşmadan evvel cenk başlasın haykırdı.
Şafak sökerken her iki taraf da “Allah Allah” diyerek yiğitçe döğüştü –bedavet ve hadaret çarpıştı.
İsli elleri, kir pas içinde giysileri, acuze barutlukları, öküz işkembesi gibi sarkan keseleri ve arkadaşlarının ağızlarından gülerek sarf ettikleri “ispençiyarlar” ile göçebe savaşçılar eşek ölüsü ateşli silahları nasıl taşısındı? At sırtından inmeye tenezzül etmek, şerefiyle ayakta kalana nasıl yakışsındı? Ne gök gürlemesi, ne davulun tokmağı, kılıcın şıkırtısı, okun tınnnnnısı, insanın böğürmesi değil bu, top-barut gürültüsü.
Güm gümm çaat paatt
Atlar huysuzlandı, ürküp oraya buraya seğirtti. At yay kuşanmış süvarilerin altından eğerler bir bir kaydı. Top gürültüsünden, demir tüfek ucundan çıkan cin bulutu vahşi savaşçının umudunu kemik kemik kırdı. Er meydanından kaçtılar.
Bin yıldır hızlı ve çevik gözüpek atlının gururu yıkıldı. Anda köylüler, ücretli ter oğlanları bir bir yayan düşük asker oldu.
–Utanç düğümü çatıldı.
Yanışlı Sözcükler Düğümü
defterha-i mühimme ve vekâyinamelerde “râfızî”
ehl-i sünneti terk edüp
“yukarı cânibe geçüp Kızılbaş oldi ehl-i rafz” râfızîî
“rafazı!” - -düğüm çözüldü
te’vile müsait bâtınî ibâhaya sapii
“gayri sünniî”
Reconquista sonrası “Marranos”, “Moriskos”
“sazanikos”
“dönme”
“heterodoksii”
“metadoksii”
“neo-gayrimüslimii”
“travestii”
deyu gidii
Eyüp Sultan ve Süleymaniye Düğümü
Eyüp Sultan’da kara halk, ruhsuz Süleymaniye’de ise devletin ak ricali kümelenmişti. Devletin kaymakçı İstanbulperest şairleri dahil olmadan namaza ve alnı değmeden seccadeye düzmüştü mısraları: Süleymaniye’de Bayram Namazı. Bir edebiyatperest ben de kılmadım namaz Eyüp Sultan’daki halk mahşerinde. Çünki münasebetsizlik eden kadınların tecziyelerine, mahallelerde münasebetsizlik eden kadınların defedilmesine, münasebetsiz kadınlarla izdivaç edenlerin İstanbul’da oturmamalarına, İstanbul’da çamaşırcı kadınların dükkan tutmalarına mani olmalarına, Eyüp Sultan’da kadınların kaymakçı dükkanlarına girmemelerine, genç kadınların erkeklerle peremelere binmemelerine, Esir Pazarı’nda cariyeler hakkında yapılan su-i istimallerin men’ine dair daha pek çok iş bu hükümlerin altında ezildim.
O devirde kötü şöhretli kadınlar mahallelerinde oturanların verdiği toplu şikayetten sonra evlerinden hep çıkartılırdı. Bu yıldırmanın nedeni kadının tehlikeli levendleri kendi şahsi mülküne getirmeyi âdet edinmesiydi. Devlet yazısında mahir olanların yeniçeri yahud eşkıya deyu tarif ettiği bu yazuklu yitik ademler, sekenenin güvenliği için bir tehdit idi. Mahalle aralarındaki fuhuşun yasaklanmasına ve alınan önlemler etkisini en başta göstermesine karşın, şehrin çeşitli yerlerinde bir bir yeni bir iş kolu yaygınlık işlevi kazandı: Çamaşır voşing! Bu dükkanlarda çamaşır yıkayanlar umulacağı üzre kadınlar idi ve çamaşırlarını yıkatmak isteyen müşteriler de bekar odalarında ömür çürüten bekar erkekler idi. Çok geçmedi çamaşır dükkanları kapatıldı, amma velakin bu kez’inde de kaymakçı şoopingleri açıldı. Çamaşır voşing, kaymakçı şooping derken kafehauselere de dair “Eyüp Sultan civarında edilen münasebetsizliklerin men’i hakkında” hükümler çıktı. “Cami-i şerif kurbunda ve çarşuda zar ve satranç oynayanları ve çalgu çalanları men’ edip, kasaba-i mezburede vaki’ olan kahvehaneleri ref’ edip, min-ba’d kahvehane ettirmeyip” deyu Hasslar Kadısı’na yazılan hükümde kahvehanelerle oyun yerlerinin kapatılması emredildi.
1 Paris, 2 Kurtuba ve 3 Mekke Seyahati Düğümü
Kubbe İmparatorluğu Süleymaniye’den bakınca görülen:
1. Tonozların dikine yükselişlerinde sınırsızlık bunaltısı. Burada.
2. Şimdi. Sütunların ritmik sıralanışında bir dünya huzuru
Taşlarının diliyle bu: nakışlı tefekkür, tok aşk...
3. Beytullah ve insanın sığınağı sade Küp- -
Newton’un ağırlığı göğe. –Ebediyen hram.
26 Ocak 2011 Çarşamba
“Ermeni Soykırımı” Metaforu Düğümü
Fayrap, sayı 35, 2011 ocak
*At Kuyruğu Düğümü:
-Kuyruğu düğümlü devlet üzengisinin seyisleri buralarda dümen kırar mı sandın? Bre kâfir! Yıkıl.
Türkler ve Moğollar İslam’a bütün bütüne teslim olmamışlardı. Buna karşın İslam dünyasına savaşçı fatihler olarak dahil olmuşlar ve İslam’ı kendi istekleriyle kabul etmişlerdi. Türklerden farklı olarak Moğollar İslam dünyasına putperest yabancılar olarak girmişler, dahası Müslümanlarla çatışmışlardı.
Beş yüzyıla yakın bir süre Türk ve Moğol devletleri ve orduları Orta Doğu İslam dünyasına hakim olmuşlar; Osmanlı, Safevi ve Hint-Muğal imparatorluklarıyla zirveye ulaşacak yeni bir idare ve hükümet şekli kurmuşlardı. Bu idare şeklinin en ayırdedici özelliği, klasik İslam devletlerinin tersine, idari yapılarda, istikrar, devamlılık ve düzene sahip olmasıydı.
20. yüzyıla da bitişecek 19. yüzyıl başları bu akışın kırılma noktasıydı. Bu tarihten itibaren Müslümanlar; ne İslam’ın koruyucusu, taşıyıcısı Türkler, ne de Moğollar gibi eğitilecek askerlere hiç benzemeyen, İslam dünyasına bütünüyle yabancı ve öyle kalmada ölümüne ısrarcı kapitalist/endüstriyel Avrupa’yla karşı karşıya kaldılar.
Huri İslamoğlu ve Çağlar Keyder’in çalışmalarından yola çıkan Braudel’e göre Osmanlı İmparatorluğu açıkça gerilemeye ancak 19. yüzyılın başlarında girmiş olmalıdır. Biraz daha kesin tarihler vermek gerekirse, diyor, imparatorluğun en canlı kesimi olan asker ve vergi kaynaklarının çoğunu sağlayan, ama en fazla tehtid altındaki bölge olan Balkanlar için 1800’ü; Mısır ve Doğu Akdeniz için herhalde 19. yüzyılın ilk çeyreğini; Anadolu için 1830’lu yılları seçerdik. “Köhneliklerinden ve ağır miraslarından kurtulmaya gücü yetmeyen bir imparatorluğun sonunda hakkından gelecek olan endüstri devrimidir” .
Osmanlı İmparatorluğu fethettiği yerleri hiçbir zaman ekonomik olarak bütünleştirmedi, sömürge sistemine yönelmedi. Fethettiği yerleri kültürel bakımdan bütünleştirmeye kalkışmamasıyla öbür modern-öncesi imparatorluklardan ayrılıyordu. Sultanların; Balkanlar’ın ve Anadolu’nun gayrimüslimlerini İslam’a döndürme yada Türk olmayanları Türkleştirme politikaları yoktu ve Türkler yada yöneticiler kendilerine Osmanlı diyorlardı.
Siyasi manada, Osmanlı’nın altını oyan Balkan milliyetçiliğiydi, diyebilir miyim? Çünkü Osmanlı İmparatorluğu, Anadolu’da değil, Balkanlar’da doğmuştu. “Asyalı Türkler Avrupa’dan defolun!” altı yüzyıllık Osmanlı yönetimi boyunca duyulan bir siyasal slogandı; 19. yüzyıl Avrupalılarınca daha da büyük bir inanç ve ısrarla dile getirildi ve sonunda 1912-1913 Balkan Savaşları’nda bir savaş narasına dönüştü . Siyasi bir imparatorluk olan Osmanlı İmparatorluğu için Balkan Savaşları felaketi İnebahtı sıngını ile karşılaştırılamayacak kertede bir travma idi, siyasal bir çöküştü. İlginçdir, 1914 de, kapitalist Avrupa’nın çöküş tarihidir.
Yeni efendilerinin adetlerini öğrenmek zorunda kalan Müslümanlar, Avrupa’nın ekonomik baskısına, Braudel’in ekonomi-dünyasına, Wallerstein’ın modern dünya-sistemine ve siyasi düzeni demokrâsiye çaresiz maruz kaldılar. Osmanlı donuna bürünüp yüzyıllarca (Katolik) Avrupa’yla çatışan Tükler, çeşitli badirelerden geçip Türkiye Cumhuriyeti adıyla bu baskıya boyun eğdiler. –Şimdilik öyle görünüyor; 1914’de demokrasinin çöktüğü ve kapitalizmin çökeceği kırk yıl sonrasından baktığımızda bu yargı yanlışlanabilir, yanlışlanmalı da.
Özetleyin, felsefi temelleri Platon’da atılan, Yunan, Roma, Sasani, Abbasi, Osmanlı imparatorluklarıyla süregelen bir siyasi yapılanmanın yıkılışıydı bu. Şimdilik öyle.
Kavimkırım, Kapitalizm, Irkçılık, Soykırım, Anti-Semitizm Düğümü:
1946’da Nürnberg davasında hukuki bir terim olarak ortaya atılan “soykırım” terimi, ırk fikrine dayanır ve ırksal bir azınlığın yok edilmesi isteğini güderken, “kavimkırım” terimi insanların fiziksel olarak yok edilmesini değil, kültürlerinin yok edilmesini hedefler; soykırım halkların bedenlerini katlederken, kavimkırım onların ruhlarını öldürür. Kavimkırımın manevi temeli hümanizm etiğidir. Kavimkırıcı zihniyetin ve uygulamanın dayanağı iki aksiyoma göre belirlenir. Birincisi kültürlerin hiyararşisini ortaya koyar: Bazıları aşağı, bazıları üstündür. İkincisi ise, Batı kültürünün mutlak biçimde üstün olduğunu iddia eder. Kavimkırım Batı kültürünün kalbinde yer alan hümanizmin dayattığı zorunlu bir görevdir. Her toplum komşularını küçümseyici, kötüleyici, hatta küfür niteliğindeki adlarla tanımlar, yani kültürmerkezcidir. Batı kültürü ise, kültürmerkezci toplumlardan farklı olarak kavimkırıcıdır. Batı kültürünü kavimkırıcı kılan şey nedir? Asıl sorulması gereken soru budur ve cevabı tarihtedir, diyor antropolog Pierre Clastres ve devam ediyor: Barbar devletler (İnkalar, Firavunlar, Doğu Despotizmi vb.) ile uygar devletler aynı düzeye yada aynı kefeye koymamızı engelleyen fark nedir? Batı uygarlığı tam anlamıyla ölçüsüz, sınırları sürekli genişleyen, ileri doğru hareketinde sınır tanımayan bir mekan oluşturan iktisadi bir üretim düzenidir. İster liberal ve özel olsun, ister planlı ve devlet denetiminde olsun, kendi amacının dışına çıkmadıkça hiç bir şeyin olanaksız olmadığı üretim sistemi olarak kapitalizmdir. En mükemmel üretim makinesi olan sanayi toplumu, yine bu nedenden ötürü en korkunç yıkım makinesidir. Irklar, toplumlar, bireyler; uzay, doğa, denizler, yeraltı: Her şey yarar sağlamalı, her şey kullanılabilir olmalı, her şey üretken olmalıdır, en yüksek düzeye çıkması istenen bir üretkenliktir bu. Ya üretime girmek ya da yok olmak; ya kavimkırım ya da soykırım. Hiç bir şey üretmeyen bir kaç bin vahşinin, birörnek seri üretime (verlagsystem) hayır diyen zanaatkârların ne önemi olabilir. Ya üret ya geber! Batı’nın sloganı budur .
Auschwitz modern fabrika sisteminin sıradan bir uzantısıydı. Mal üretmek yerine, hammadde insanlardı ve son ürün ise ölümdü. Modern fabrika sisteminin en önemli simgesi olan bacalar insan etinin yakılmasıyla oluşan keskin dumanlar püskürtüyordu. Modern Avrupa’nın çok mükemmel organize olmuş demiryolu ağı, fabrikalara yeni bir tür hammadde taşıyor; gaz odalarındaki kurbanlar ileri Alman kimya sanayisince yapılmış prusik asit tabletlerinden üretilen zehirli gazları soluyorlardı. Kitlesel üretim hattı ve onun evrensel bol bol madde düşüncesiyle, toplama kamplarında uygulanan teknoloji ve onun bol bol ölüm düşüncesi arasında rastlantısal bir benzerlikten daha fazla bağlantı vardı. Modern uygarlık Holocaust’un yeterli koşulu değil, gerekli koşuluydu. Modern uygarlığın rasyonel dünyası, araçsal akıl düşüncesi ve onun modern bürokratik kurumsallaşması olmaksızın Holocaust gerçekleşemez. Holocaust tarzı fenomenler uygarlaşma eğiliminin ve onun taşıdığı sürekli potansiyelin meşru bir sonucu olarak görülmelidir .
Özetleyin: Modern bürokrasi, rasyonel düşünce, verimlilik ilkesi, bilimsellik ideolojisi, araçsal akıl, piyasa toplumu, sanayi üretim, ücretli emek, demokrasi, bireycilik, insan hakları vb. temeller üzerine inşa edilen fabrika sisteminin sıradan bir uzantısıydı Auschwitz. Norbert Elias, Almanlar Üzerine Çalışma adlı kitabında Yahudi soykırımının son olmadığını katliamların süreceğini söylüyordu.
“Irkçılık, modern bilimin ilerlemesi, modern teknoloji ve devlet gücünün modern biçimleri olmaksızın düşünülemez. Bu özelliğiyle ırkçılık kesinlikle modern bir üründür. Modernlik, ırkçılığı olanaklı kılar” .
Güktürkler’den T. C.’ye kadar Türklerde, Türkütlerde –bu “-ler”, Moğolca siyasal bir ek olan “-üt” eki önemlidir –, Türklerde ırkçılıktan katiyen söz edilemez; mesela, 16. yüzyılın öncesinde ve kısmen sonrasında “kelime-I şehadet” getirdiğinizde kolaycana Türk oluverirsiniz ve bilhassa Rumeli’nde “Türk oldi” denirdi; 20. yüzyıl başında ise “ne mutlu Türküm diyene” diyerek. Çinlilerin “Tu-kie” dedikleri Türkler, Türktüler, yani türkçe konuşuyorlardı, gel gör ki türkçe konuşan başka Türk halklar da vardı, ne var ki 19. yüzyıl Avrupasının moda tanımlamasına göre etnik ve dilsel olarak Türk olmalarına karşın Türk değildiler. Uzatmıyorum, Türk olmak için etnisite ve dil açısından “Türk” olmanız Türk olduğunuz anlamına gelmez; kestirmeden: türk olmanız için siyasal bir varlık, siyasal bir kavram olmanız gerekir; ırkî bir varlık değil. Avrupa’nın ırk kavramıyla Türkleri açıklayamazsınız. Türklerden ırkçı çıkmaz; Türklerden faşist de çıkmaz, çünkü faşizm endüstri toplumunun bir ürünüdür ve bir sermaye hareketidir, çok özetle. Büyük bir pişkinlik ve de cahilanelikle “faşist bir kültürümüz var” demek için çağdaş Hacivat Murat Belge türüne dahil olmanız gerekir.
Holocaust, basitinden bir anti-semitizim meselesi değildi. Anti-Semitizm yada Yahudi düşmanlığı Hıristiyanlığın öz kimliği, Yahudiler tarafından reddedilmesiyle doğmuştu. (Bu türkçe ifadede bir bozukluk var. Doğru. İyi de, tarihteki bozukluğa neden kafa yormaz türkçe dilbilgisi uzmanları?) Hıristiyanlığın Yahudi karşıtlığı, Kilise’nin kendi varoluşunu ve dünya egemenliğini sürdürme düşüncesinin güdümündeydi ve bu, kesinlikle ‘Türk(çe)’ değildi.
Burjuva anti-semitizminin özgül ekonomik bir nedeni vardı, diyor Adorno: Egemenliğin üretim kılığına bürünmesi. Önceki dönemlerde egemenler doğrudan doğruya baskı uygularken çalışmayı yalnız alt katmanlara bırakmakla kalmayıp bir yüz karası, bir hakaret olarak görmüşler, böylece mutlak monarşi merkantalizmde büyük manifaktur sahiplerine dönüşmüş, üretim (çalışma) kamu tarafından iyi karşılanır hale gelmiştir. Burjuva olarak efendiler sonuçta rengarenk üniformaları üzerinden tamamen atıp sivil giysileri kuşanmıştır. Başkalarının emeğine rasyonel şekilde hükmetmek için, çalışmak ayıp değildir, demişlerdir. Her zamanki gibi birer kapkaççı olarak kalmalarına karşın kendilerini yaratıcılar arasına katmışlardır. Fabrikatör, herkes gibi gerçeği bildiği halde kendini üretici diye tanımlamıştır. Kazancını liberalizmde olduğu gibi işveren ücretiyle ya da bugünkü gibi müdür aylığıyla haklı göstermiş olsa bile kapitalistin asıl üretici çalışması, sözleşmesinin özünü ve ekonomik sistemin kapkaççı doğasını gizleyen ideolojiydi . Modern antisemitizm Avrupa ülkelerinde doğdu. Kentleşme, sanayileşme süreci, sınıf kavgası, sanayi proletaryası, kapitalist sınıf olmadan modern anti-semitizm düşünülemez; Türkiye’de bunlar yoktu .
Osmanlı İmparatorluğu’ndan T. C. Ulus Taklidine Düğümü:
Kapitalizmin ve sermayenin bütün öbür güçlere baskın çıkmasını engelleyen Osmanlı İmparatorluğu’nda burjuvazinin, sermayenin güç oluşturmasının önü tıkalıydı. Kapitalizm; iki yüz yıldır orasından burasından girmeye çalıştığı, Türkler tarafından seçilmiş topraklar: Anadolu’da paralize oluyor; bu topraklarda halk kapitalizm çarmıhına gerilemiyordu . Ancak modernite uyarınca ve Avrupa tarihinin bir parçası olarak Ermeni kırımı ve Rum mübadelesi, bu topraklarda en kanlı ve en acımasız, bağışlanamaz bir kapitalistik, eşdeyişiyle modernist bir operasyondu. –Osmanlı seke seke modernleş(tiril)iyordu. Bugünse bir ayağı AB’nin eşiğinde, bir ayağı Irak sınırında pinekleyen Türkiye Cumhuriyeti demokratikleştirilmeye= kapitalistleştirilmeye çalışılıyor! Bu ne demek?
Tarımsal toplumda çalışma bedenseldi; tarım ve küçük zanaatkâr temelli çalışma ilişkileri kapitalizmin ücretli çalışma düzeneğine kapalıydı. Zanaatkârlar ve esnaf, kapitalizmin çalışma mantığına direnirse önlerinde birkaç seçenek vardır: Asimile olmak, göç etmek yada katliam, tehcir, aşağılama gibi yollarla “temizliğe” tabi olmak. Bu, 20. yüzyılda tanık olduğumuz süreçlerdir. Tarımsal bir imparatorluk olan Osmanlı İmparatorluğu Batılılaşma deneyiminden modernleşme sürecine adım atarken, bu sürece “birörnek seri üretime hayır” diyerek direnen zanaatkâr kesim, Avrupa tarihinin bir parçası/ uzantısı ve modernizm-demokrasi gereğince, acımasızca yok edilir. Çünkü, Carl Schmitt’in Parlamenter Demokrasinin Krizi” adlı kitabının önsözünde belirttiğince, “her gerçek demokrasi, yalnızca eşitlere eşit muamele değil, mantığın kaçınılmaz sonucu olarak eşit olmayanlara eşitsiz muamele ilkesi üzerine kuruludur. O halde ilkin türdeşlik, ikinci olarak heterojen olanın -gerektiğinde- elenmesi veya imha edilmesi, demokrasi kavramında içkindir. Bu prensibi resmetmek için modern demokrasilerin iki farklı örneğini birkaç kelimeyle anımsatalım: Yunanlılar’ı ülkesinden radikal bir şekilde ihraç eden ve ülkesinde gaddarca bir Türkleştirme politikası güden günümüz [1926 –İB] Türkiye’si ve göç yasası aracılığıyla istenmeyen yerleşimcileri ülkeden uzak tutan ve diğer dominyonlar gibi yalnızca right type of settler tanımına uyan göçmenleri kabul eden Avustralya Milletler Topluluğu. Demokrasinin siyasi gücü, yabancı ve eşitsiz olanı (das Ungleiche), türdeşliği tehdit edeni bertaraf etmeyi veya uzak tutmayı becermesiyle ortaya çıkar. (...) Eşitlik, 19. yüzyıldan beri, her şeyden önce, belirli bir ulusa aidiyet içinde, bir başka deyişle ulusal türdeşlik içinde var olmuştur” . Bu süreçte devlet eliti “etnik olarak Türk değildi. Elbette elit tabaka Türkçe konuşuyordu. Türkçe konuşması yalnızca bir tesadüftü. Siyasal elit görece gerilemeden kurtulmanın yolunu arıyor ve dayanacağı bir etnik grup bulma gereğini duyuyordu. Siyasal elitin etnik bir gelin araması gerekiyordu. Anadolu köylülüğü buna uygundu. Gelin, çevresinde olup bitenlerin farkında değildi” .
İstanbul’da Birgün’e konuşan Zizek’in demesiyle: “Ermeni olayları sizin primitif davranışlarınızın sonucu değil, bu sizin modernleşme yolunda, yanlış bir anlamda Avrupalı olmak için ödediğiniz bedeller” .
Bir tutam tarihe bir tutam felsefe karıştırarak özetlersek, modernite; benlik, sosyal ilişkiler ve doğanın, detaylı bir kontrol ve düzenleme programına tabi olmasını içeren dünyanın hakimiyeti etiği tarafından, dünyanın kontrol edildiği ve düzenlendiği geniş bir rasyonalizasyon sürecinin kültürel, sosyal ve politik şartlarının bir sonucudur. Modernizasyon projesi ise rasyonalitenin (araç sonuç ilişkileri bağlamında) bütüncül çevreye empoze edilmesidir. Modernizasyonun tarihi, Adorno ve Horkheimer’ın Aydınlanmanın Diyalektiği’ndeki klasik tarifiyle, toplum ve çevrenin regülasyonunun sebepleri tarihidir. Weber’i izleyerek söyler isek, modernizasyon süreci büyük ölçüde kapalı ve cemaate dayalı sosyal ilişkilerden, temelde açık ve kurumsal olan ilişkilere geçiş sürecidir. Sosyal sınıflandırma açısından bu geçiş, mülkiyet, cemaatlar ve kastlardan, piyasa prensipleri bağlamında örgütlenmiş sınıflara geçiş hareketidir. –Pek kitabi, pek kibar, azcıkın da fiyakalı mı oldu ne. Eee, arada lazım.
“Spinoza ve Siyaset” adlı kitabının Türkçe çevirisine yazdığı önsözde, “ben Türkiye’yi tarihsel anlamda Avrupa sahasının bir parçası olarak görmekle kalmıyor, onun Avrupa “kimliği”ne getireceği katkının geçmişte olduğu kadar gelecekte de gerekli olacağını düşünüyorum” diyen Etienne Balibar, “bu düşüncemin nedeni, komşuluk ve tamamlayıcılık deneyimlerinin üretken şekilde kullanılacağı yeni bir tarihsel dönemin hazırlanabilmesi için dönüştürülmesi ve kolektif bir şekilde geliştirilmesi gerektiğidir. Bu düşüncemin nedeni Türkiye gibi geniş ve çeşitliliğe sahip bir ülkenin “safkan” Avrupalı olacağına, ya da Avrupa Birliği tarafından kabul görebilmek uğruna uygarlığının başka öğelerini ortadan kaldırmak zorunda kalacağına (abç) inanmam da değildir...”
Balibar sözlerine devam ediyor, biz burda duralım. Alıntıladığım bu kısacık parçada pek çok önemli şeyi dile getiriyor özetleyerek. Balibar doğru söylüyor: yanar döner Türkiye, kâh Avrupa Birliği kâh AB’nin ürktüğü küresel sermaye tarafından kabul görmek için uygarlığının başka öğelerini ortadan kaldırmak zorunda kalacak! Can alıcı soru: Peki, ortadan kaldırılacak öğeler nelerdir? Modernite ve demokrasinin gereklerince, burjuva Avrupa tarihinin bir parçası olarak “Osmanlı uygarlığı”nın öğelerinden Ermeniler (soy?)kırıldı, Rumlar mübadele edildi. Kürtler, Yahudiler ve Türkler durduğu yerde durdu. Duralım:
“Pratik Nedenler”in türkçe baskısına yazdığı önsözde Pierre Bourdieu, “Türkiye gibi, coğrafya ve tarihiyle iki uygarlık, iki kültürel ve dinsel geleneğin sınırında bulunduğundan dolayı (...) hem kurmaca hem de çılgınca tehlikeli bir çatışma rizikosuna özel olarak açık bir ülkede (abç)... ” diye yazıyor.
Balibar’ın ve Bourdieu’nün sözlerine açıklık getirmiyorum; Fransız kibarları olmalarına karşın, çok açık yazıyorlar.
*“Ermeni Soykırımı” Metaforu Düğümü
Metafor(lar) gerçeklik hakkında bize yeni bir şey söyler. Metafor, sözcüksel yaratıların mihenk taşıdır; öbürü de metonimi. Metafor, sözcüklerle kurulan bir yüklemdir, ad değil. Dolayısıyla metafor kendi başına bir gerçek ile değil, ancak bir yorumda bir yorum aracılığıyla varolur. Metafor, birbirinden gerek zamansal gerekse mekansal olarak birbirine uzak iki benzemez terim arasında yaratılan gerilimin ürünüdür . Balina yolu, dağın eteği, şeytanın bacağı, kara süt, kara/kırmızı kar, mendilimde kan sesleri vb. (ideosenkratik) metaforların yanı sıra, “vakit nakittir” diye sanki dilimize aitcene cuk oturan (ki katiyen türkçede böyle bir metafor üretilemez, nefis bir çeviridir yalnızca) “the time is money”, “kamus aydının namusudur”, “zaman akan bir ırmaktır” vb. figüratif ifadeler...
“Trafik”/ “Enflasyon” bişey, “canavar”sa onunla hiç ilgisi olmayan bambaşka bi şeyken, bu iki kelalaka varlık “trafik/enflasyon canavarı” metaforunda bir araya gelir; “trafik” de, canavar da somut, gerçek birer varlık iken “trafik/enflasyon canavarı”nın bizatihi kendisi bir gerçek varlık olmamakla birlikte insan zihninde bir gerçeklik gediği açar. Otoyol kenarlarında “trafik canavarı”nın tuhaf resmini ancak çocuklar gerçek bir canavarın çizimi, temsili sanırlar ve “trafik canavarı” sözel yaratımının berisinden etli, kanlı, canlı bir trafik canavarı olduğunu sanırlar –çocuk işte; yetişkinler ise böylesi bir canavarın olmadığını bilirler, amma velakin yollarda bir “trafik canavarı”nın kol gezdiğini de bilirler.
Sıkıldım. Benim derdim metafor üzerine ahkam kesmek, akademikimsi bilgiler düzmek değil. Metafor, dahası tarih anlatısında/yazımında metafor fevkalade önemli. Buna bir başka yazıda değineceğim, yazıyorum. Kestirmeden: Benim derdim şu: “Ermeni Soykırımı” bir metafordur. Bu kadar.
“Ermeni soykırımı” ile “trafik canavarı” yada “enflasyon canavarı” arasında nitelik ve yaratım olarak hiç bir fark yoktur: Metafordurlar. Haa, “Ermeni soykırımı”nın bu metaforlardan fevkalade ciddi farkları vardır elbette: “Ermeni soykırı” ‘ekonomi’si” (bu ‘ekonomi’yi Agamben’den ödünç alıyorum). Bu ‘ekonomi’ öncelikle siyasal, ardından ekonomik alan açar, peşinden hukuk’a yamanmaya, iliştirilmeye gayret edilir ki, hem bir fiyakası olsun, hem gerçekmişliğin mührünü kazansın için. Veee, “Ermeni soykırımı” hukukun malı oluvermesin mi? Bu, bir komikliktir, kepazeliktir. Gel gör ki mesela Fransa’da “Ermeni soykırımı” yoktur derseniz cezalandırılırsınız. Olur şey değil. Ha, ben şahsen mesela cezalandırılamam (!), “Ermeni soykırımı” yoktur demiyorum; “Ermeni soykırımı”nın tarihi ise, tam kesinleyememekle birlikte 1940’ın en sonları yada 1980’lerin en başları yada ikisi birden diyebilirim, ama kesinlikle bu tarih 1915 değildir.
İster Tarihyazımında olsun, ister özel olarak üretilmiş tarihsel metaforlarda olsun ortaya konan temsil gerçeğin yerine ikame edilir, ortak göndermeler ve değerler sahnesi yaratarak grubun birliğini ve grup içindeki simgesel iletişimi güvence altına alır. Ortaya konan ise edebiyat olanın değil, siyasal olanın konusudur. Edebi modellerden yararlanarak tarih şimdideş zamanın siyasal alanına taşınır.
“Gerçek adına söz alan anlatı buyruk niteliğindedir. Onun “anlam”ı, bir buyruğun anlamı kadar açıktır. Hal böyle olunca güncelliğin (gündelik gerçekler) oynadığı rol, eski zamanlarda ilahi güçlerin rolüyle aynıdır: Rahipler, tanıklar ya da günümüzde bakanlar güncelliği konuşturarak onun adına emirler yağdırırlar. Elbette, gerçeği “konuşturmak” Yaradan’ın gizli iradesinin tecelli etmesi sağlamak demek değildir artık. Günümüzde “tecelli eden” bu gizli iradenin yerini rakamlar ve veriler alır” .
“Ermeni soykırımı”, Türk edebiyatının ürettiği bir metafor değildir, bütünüyle Avrupa edebiyatının, tarihinin bir ürünüdür, malıdır. Made in West mi denir? Türklerle ilgili Avrupa tarihinin 16. yüzyılda ürettiği bir metafor daha vardı: “Türk korkusu”, Almanlar buna “Türkenfurcht” dediler. Yine Almanca, “Türkenfrage” vardır ki, Türk sorunu anlamına gelir, elbette dilsel bir anlatım olmakla birlikte, “Türk korkusu” ayarında, kıvamında bir metafor olmadığı kanaatindeyim.
“Ermeni soykırımı”, “Ermeni tehciri”, “Ermeni katliamı”... her ne denirse, modernitenin ve demokrasinin gereklerince icra edilmiş endüstriyel ve demokrat/kapitalist Avrupa (edebiyat) tarihinin kara sayfalarından biriydi.
“Ermeni soykırımı” bugün ‘para’ ediyor. Mesela “Türkler bir milyon Ermeni’yi kesti” derseniz, yanında bi de “otuz bin Kürtü öldürdü” eklemesi cabası, Nobel trenine bilet oluverir. Bir çıkarı olmadan yaralı parmağa işemez bir karaktere sahip ifade özgürlüğü taraftarı, aşığı Orhan Pamuk(lar), “Ermeni kesimi”nin modernitenin ve demokrasinin karanlık yüzünü olduğu, hele hele Avrupa tarihinin bir parçası olduğunu katiyen söyleyemezler. Ola ki söyledi, Nobel tasmasını nah alırlar. Hele hele edebiyat yapıp sanatlı bir ifadeyle “Türkler Kurban Bayramın’da bir milyon koyun, otuz bin davar kesti” diyemezler. –İfade özgürlüğü, düşünce özgürlüğüymüş... Sizi gidi dolmacılar, reklamcılar, artizler.
Karakterli ve maharetli bir halkın, ‘duduk’lu milletin evladı (biraz Nihat Genç gibi mi oldu?) bir Ermeni, “Ermeni soykırımı”nda söz ediyorsa boynum kıldan incedir, susabilirim; ne var ki “hepimiz Ermeniyiz”ciler yada Ermeni olmaya Fransız kalanlar “Ermeni soykırımı”ndan söz ettiklerinde kuşkuyla bakarım ve susmam.
“Ermeni soykırımı” konusunda söz sahibi olmak, en başta Ermeniler olmak üzere, Almanlarsız, Yahudilersiz ve Türklersiz düşünülemez. Türkler bu konuda pek sessiz, mıymıy kalıyor, dahası –dilim varmıyor demeye, umarım yanılıyorum- Avrupa tarihi birliğine yamanmak için bu pisliği üstlenmeye varım pozundalar sanki, anlaşılır, anlaşılır gibi değil. Kim bu Türkler; neciler, niye varlar?
Hıristiyan-Yahudi Çatışması, Ermeni “Tehciri”, Servet Transferi Düğümü:
“Osmanlı’nın son uzun tarihine, Hıristiyan-Yahudi karşıtlığını postüle etmeden hiçbir gelişmeyi anlayamayız” diyen Yalçın Küçük için, Türk ‘modernleşmesi’nin acı bir ürünü Ermeni “tehciri”, “tarihte eşi az bulunan bir servet transferidir.” Tehcirden hemen sonra gerçekleşen bir de mübadele var: Yaklaşık 1.2-1.5 milyon, Osmanlı’nın en büyük zengini Rumlar, bütün konaklarını, uçsuz bucaksız topraklarını, eşsiz zenginliklerini arkada bırakarak gittiler. Yerlerine, daha çok, Selanik çevresinden, istememelerine karşın sebatayistler geldiler; bu büyük bir servet transferiydi: Rumlar yer değiştirdiler ve servetleri yeni sahiplerini buldu. Cumhuriyet’in çıkardığı pek çok büyük zenginin Tekvin’inde bu vahşi servet transferi vardı . Rum ve Ermenilerin “temizlenmesi”yle, görece önemleri artan Yahudiler, politik ve kamusal yaşama daha rahat katıldılar; Hilafetin lağvedilmesiyle de, laiklik Cumhuriyet’in dini oldu. Bu, Türkiye’nin Müslüman dünya ile bağlarını kesiyordu.
1980’lerden itibaren İstanbul dükalığının ve neo-gayrimüslim tabakanın önderliğinde Turchia din değiştirmeye mi aday? Bu, kültürsüzleşmedir, köksüzleşmedir, siyasetsizleşmedir.
11. yüzyılda adı konan Turchia adlı “Rumî” coğrafyadan niceleri geldi geçti. Sözü geçen coğrafyaya Türkler Osmanlı donunda kalıcılık sağladı. Demem o ki, bin yıldır Türkler bu coğrafyada varlıklarını kalıcı kılarken aynı zamanda özellikle Kürtler, Ermeniler, Ortodoks Hıristiyanlar, Yahudiler de varlıklarını sağlamlaştırdılar. 20. yüzyıla gelindiğinde, Turchia’da, Yahudilerin hikayesini şimdilik bir kenara bırakalım, Ermenilerin payına “tehcir”/ “(soy?)kırım”, Rumların payına “mübadele” düşerken Kürtler varlıklarını sürdürdüler. 19. yüzyılın son çeyreğinden başlayarak, bir takım kırmızı elli reklamcıların, garson kılıklı eli kalemli misyonerlerin karanlık ufkunda beliren “soykırım” metaforu yükünü kim taşıyacaktı?
–Siyasal Olan.
*At Kuyruğu Düğümü:
-Kuyruğu düğümlü devlet üzengisinin seyisleri buralarda dümen kırar mı sandın? Bre kâfir! Yıkıl.
Türkler ve Moğollar İslam’a bütün bütüne teslim olmamışlardı. Buna karşın İslam dünyasına savaşçı fatihler olarak dahil olmuşlar ve İslam’ı kendi istekleriyle kabul etmişlerdi. Türklerden farklı olarak Moğollar İslam dünyasına putperest yabancılar olarak girmişler, dahası Müslümanlarla çatışmışlardı.
Beş yüzyıla yakın bir süre Türk ve Moğol devletleri ve orduları Orta Doğu İslam dünyasına hakim olmuşlar; Osmanlı, Safevi ve Hint-Muğal imparatorluklarıyla zirveye ulaşacak yeni bir idare ve hükümet şekli kurmuşlardı. Bu idare şeklinin en ayırdedici özelliği, klasik İslam devletlerinin tersine, idari yapılarda, istikrar, devamlılık ve düzene sahip olmasıydı.
20. yüzyıla da bitişecek 19. yüzyıl başları bu akışın kırılma noktasıydı. Bu tarihten itibaren Müslümanlar; ne İslam’ın koruyucusu, taşıyıcısı Türkler, ne de Moğollar gibi eğitilecek askerlere hiç benzemeyen, İslam dünyasına bütünüyle yabancı ve öyle kalmada ölümüne ısrarcı kapitalist/endüstriyel Avrupa’yla karşı karşıya kaldılar.
Huri İslamoğlu ve Çağlar Keyder’in çalışmalarından yola çıkan Braudel’e göre Osmanlı İmparatorluğu açıkça gerilemeye ancak 19. yüzyılın başlarında girmiş olmalıdır. Biraz daha kesin tarihler vermek gerekirse, diyor, imparatorluğun en canlı kesimi olan asker ve vergi kaynaklarının çoğunu sağlayan, ama en fazla tehtid altındaki bölge olan Balkanlar için 1800’ü; Mısır ve Doğu Akdeniz için herhalde 19. yüzyılın ilk çeyreğini; Anadolu için 1830’lu yılları seçerdik. “Köhneliklerinden ve ağır miraslarından kurtulmaya gücü yetmeyen bir imparatorluğun sonunda hakkından gelecek olan endüstri devrimidir” .
Osmanlı İmparatorluğu fethettiği yerleri hiçbir zaman ekonomik olarak bütünleştirmedi, sömürge sistemine yönelmedi. Fethettiği yerleri kültürel bakımdan bütünleştirmeye kalkışmamasıyla öbür modern-öncesi imparatorluklardan ayrılıyordu. Sultanların; Balkanlar’ın ve Anadolu’nun gayrimüslimlerini İslam’a döndürme yada Türk olmayanları Türkleştirme politikaları yoktu ve Türkler yada yöneticiler kendilerine Osmanlı diyorlardı.
Siyasi manada, Osmanlı’nın altını oyan Balkan milliyetçiliğiydi, diyebilir miyim? Çünkü Osmanlı İmparatorluğu, Anadolu’da değil, Balkanlar’da doğmuştu. “Asyalı Türkler Avrupa’dan defolun!” altı yüzyıllık Osmanlı yönetimi boyunca duyulan bir siyasal slogandı; 19. yüzyıl Avrupalılarınca daha da büyük bir inanç ve ısrarla dile getirildi ve sonunda 1912-1913 Balkan Savaşları’nda bir savaş narasına dönüştü . Siyasi bir imparatorluk olan Osmanlı İmparatorluğu için Balkan Savaşları felaketi İnebahtı sıngını ile karşılaştırılamayacak kertede bir travma idi, siyasal bir çöküştü. İlginçdir, 1914 de, kapitalist Avrupa’nın çöküş tarihidir.
Yeni efendilerinin adetlerini öğrenmek zorunda kalan Müslümanlar, Avrupa’nın ekonomik baskısına, Braudel’in ekonomi-dünyasına, Wallerstein’ın modern dünya-sistemine ve siyasi düzeni demokrâsiye çaresiz maruz kaldılar. Osmanlı donuna bürünüp yüzyıllarca (Katolik) Avrupa’yla çatışan Tükler, çeşitli badirelerden geçip Türkiye Cumhuriyeti adıyla bu baskıya boyun eğdiler. –Şimdilik öyle görünüyor; 1914’de demokrasinin çöktüğü ve kapitalizmin çökeceği kırk yıl sonrasından baktığımızda bu yargı yanlışlanabilir, yanlışlanmalı da.
Özetleyin, felsefi temelleri Platon’da atılan, Yunan, Roma, Sasani, Abbasi, Osmanlı imparatorluklarıyla süregelen bir siyasi yapılanmanın yıkılışıydı bu. Şimdilik öyle.
Kavimkırım, Kapitalizm, Irkçılık, Soykırım, Anti-Semitizm Düğümü:
1946’da Nürnberg davasında hukuki bir terim olarak ortaya atılan “soykırım” terimi, ırk fikrine dayanır ve ırksal bir azınlığın yok edilmesi isteğini güderken, “kavimkırım” terimi insanların fiziksel olarak yok edilmesini değil, kültürlerinin yok edilmesini hedefler; soykırım halkların bedenlerini katlederken, kavimkırım onların ruhlarını öldürür. Kavimkırımın manevi temeli hümanizm etiğidir. Kavimkırıcı zihniyetin ve uygulamanın dayanağı iki aksiyoma göre belirlenir. Birincisi kültürlerin hiyararşisini ortaya koyar: Bazıları aşağı, bazıları üstündür. İkincisi ise, Batı kültürünün mutlak biçimde üstün olduğunu iddia eder. Kavimkırım Batı kültürünün kalbinde yer alan hümanizmin dayattığı zorunlu bir görevdir. Her toplum komşularını küçümseyici, kötüleyici, hatta küfür niteliğindeki adlarla tanımlar, yani kültürmerkezcidir. Batı kültürü ise, kültürmerkezci toplumlardan farklı olarak kavimkırıcıdır. Batı kültürünü kavimkırıcı kılan şey nedir? Asıl sorulması gereken soru budur ve cevabı tarihtedir, diyor antropolog Pierre Clastres ve devam ediyor: Barbar devletler (İnkalar, Firavunlar, Doğu Despotizmi vb.) ile uygar devletler aynı düzeye yada aynı kefeye koymamızı engelleyen fark nedir? Batı uygarlığı tam anlamıyla ölçüsüz, sınırları sürekli genişleyen, ileri doğru hareketinde sınır tanımayan bir mekan oluşturan iktisadi bir üretim düzenidir. İster liberal ve özel olsun, ister planlı ve devlet denetiminde olsun, kendi amacının dışına çıkmadıkça hiç bir şeyin olanaksız olmadığı üretim sistemi olarak kapitalizmdir. En mükemmel üretim makinesi olan sanayi toplumu, yine bu nedenden ötürü en korkunç yıkım makinesidir. Irklar, toplumlar, bireyler; uzay, doğa, denizler, yeraltı: Her şey yarar sağlamalı, her şey kullanılabilir olmalı, her şey üretken olmalıdır, en yüksek düzeye çıkması istenen bir üretkenliktir bu. Ya üretime girmek ya da yok olmak; ya kavimkırım ya da soykırım. Hiç bir şey üretmeyen bir kaç bin vahşinin, birörnek seri üretime (verlagsystem) hayır diyen zanaatkârların ne önemi olabilir. Ya üret ya geber! Batı’nın sloganı budur .
Auschwitz modern fabrika sisteminin sıradan bir uzantısıydı. Mal üretmek yerine, hammadde insanlardı ve son ürün ise ölümdü. Modern fabrika sisteminin en önemli simgesi olan bacalar insan etinin yakılmasıyla oluşan keskin dumanlar püskürtüyordu. Modern Avrupa’nın çok mükemmel organize olmuş demiryolu ağı, fabrikalara yeni bir tür hammadde taşıyor; gaz odalarındaki kurbanlar ileri Alman kimya sanayisince yapılmış prusik asit tabletlerinden üretilen zehirli gazları soluyorlardı. Kitlesel üretim hattı ve onun evrensel bol bol madde düşüncesiyle, toplama kamplarında uygulanan teknoloji ve onun bol bol ölüm düşüncesi arasında rastlantısal bir benzerlikten daha fazla bağlantı vardı. Modern uygarlık Holocaust’un yeterli koşulu değil, gerekli koşuluydu. Modern uygarlığın rasyonel dünyası, araçsal akıl düşüncesi ve onun modern bürokratik kurumsallaşması olmaksızın Holocaust gerçekleşemez. Holocaust tarzı fenomenler uygarlaşma eğiliminin ve onun taşıdığı sürekli potansiyelin meşru bir sonucu olarak görülmelidir .
Özetleyin: Modern bürokrasi, rasyonel düşünce, verimlilik ilkesi, bilimsellik ideolojisi, araçsal akıl, piyasa toplumu, sanayi üretim, ücretli emek, demokrasi, bireycilik, insan hakları vb. temeller üzerine inşa edilen fabrika sisteminin sıradan bir uzantısıydı Auschwitz. Norbert Elias, Almanlar Üzerine Çalışma adlı kitabında Yahudi soykırımının son olmadığını katliamların süreceğini söylüyordu.
“Irkçılık, modern bilimin ilerlemesi, modern teknoloji ve devlet gücünün modern biçimleri olmaksızın düşünülemez. Bu özelliğiyle ırkçılık kesinlikle modern bir üründür. Modernlik, ırkçılığı olanaklı kılar” .
Güktürkler’den T. C.’ye kadar Türklerde, Türkütlerde –bu “-ler”, Moğolca siyasal bir ek olan “-üt” eki önemlidir –, Türklerde ırkçılıktan katiyen söz edilemez; mesela, 16. yüzyılın öncesinde ve kısmen sonrasında “kelime-I şehadet” getirdiğinizde kolaycana Türk oluverirsiniz ve bilhassa Rumeli’nde “Türk oldi” denirdi; 20. yüzyıl başında ise “ne mutlu Türküm diyene” diyerek. Çinlilerin “Tu-kie” dedikleri Türkler, Türktüler, yani türkçe konuşuyorlardı, gel gör ki türkçe konuşan başka Türk halklar da vardı, ne var ki 19. yüzyıl Avrupasının moda tanımlamasına göre etnik ve dilsel olarak Türk olmalarına karşın Türk değildiler. Uzatmıyorum, Türk olmak için etnisite ve dil açısından “Türk” olmanız Türk olduğunuz anlamına gelmez; kestirmeden: türk olmanız için siyasal bir varlık, siyasal bir kavram olmanız gerekir; ırkî bir varlık değil. Avrupa’nın ırk kavramıyla Türkleri açıklayamazsınız. Türklerden ırkçı çıkmaz; Türklerden faşist de çıkmaz, çünkü faşizm endüstri toplumunun bir ürünüdür ve bir sermaye hareketidir, çok özetle. Büyük bir pişkinlik ve de cahilanelikle “faşist bir kültürümüz var” demek için çağdaş Hacivat Murat Belge türüne dahil olmanız gerekir.
Holocaust, basitinden bir anti-semitizim meselesi değildi. Anti-Semitizm yada Yahudi düşmanlığı Hıristiyanlığın öz kimliği, Yahudiler tarafından reddedilmesiyle doğmuştu. (Bu türkçe ifadede bir bozukluk var. Doğru. İyi de, tarihteki bozukluğa neden kafa yormaz türkçe dilbilgisi uzmanları?) Hıristiyanlığın Yahudi karşıtlığı, Kilise’nin kendi varoluşunu ve dünya egemenliğini sürdürme düşüncesinin güdümündeydi ve bu, kesinlikle ‘Türk(çe)’ değildi.
Burjuva anti-semitizminin özgül ekonomik bir nedeni vardı, diyor Adorno: Egemenliğin üretim kılığına bürünmesi. Önceki dönemlerde egemenler doğrudan doğruya baskı uygularken çalışmayı yalnız alt katmanlara bırakmakla kalmayıp bir yüz karası, bir hakaret olarak görmüşler, böylece mutlak monarşi merkantalizmde büyük manifaktur sahiplerine dönüşmüş, üretim (çalışma) kamu tarafından iyi karşılanır hale gelmiştir. Burjuva olarak efendiler sonuçta rengarenk üniformaları üzerinden tamamen atıp sivil giysileri kuşanmıştır. Başkalarının emeğine rasyonel şekilde hükmetmek için, çalışmak ayıp değildir, demişlerdir. Her zamanki gibi birer kapkaççı olarak kalmalarına karşın kendilerini yaratıcılar arasına katmışlardır. Fabrikatör, herkes gibi gerçeği bildiği halde kendini üretici diye tanımlamıştır. Kazancını liberalizmde olduğu gibi işveren ücretiyle ya da bugünkü gibi müdür aylığıyla haklı göstermiş olsa bile kapitalistin asıl üretici çalışması, sözleşmesinin özünü ve ekonomik sistemin kapkaççı doğasını gizleyen ideolojiydi . Modern antisemitizm Avrupa ülkelerinde doğdu. Kentleşme, sanayileşme süreci, sınıf kavgası, sanayi proletaryası, kapitalist sınıf olmadan modern anti-semitizm düşünülemez; Türkiye’de bunlar yoktu .
Osmanlı İmparatorluğu’ndan T. C. Ulus Taklidine Düğümü:
Kapitalizmin ve sermayenin bütün öbür güçlere baskın çıkmasını engelleyen Osmanlı İmparatorluğu’nda burjuvazinin, sermayenin güç oluşturmasının önü tıkalıydı. Kapitalizm; iki yüz yıldır orasından burasından girmeye çalıştığı, Türkler tarafından seçilmiş topraklar: Anadolu’da paralize oluyor; bu topraklarda halk kapitalizm çarmıhına gerilemiyordu . Ancak modernite uyarınca ve Avrupa tarihinin bir parçası olarak Ermeni kırımı ve Rum mübadelesi, bu topraklarda en kanlı ve en acımasız, bağışlanamaz bir kapitalistik, eşdeyişiyle modernist bir operasyondu. –Osmanlı seke seke modernleş(tiril)iyordu. Bugünse bir ayağı AB’nin eşiğinde, bir ayağı Irak sınırında pinekleyen Türkiye Cumhuriyeti demokratikleştirilmeye= kapitalistleştirilmeye çalışılıyor! Bu ne demek?
Tarımsal toplumda çalışma bedenseldi; tarım ve küçük zanaatkâr temelli çalışma ilişkileri kapitalizmin ücretli çalışma düzeneğine kapalıydı. Zanaatkârlar ve esnaf, kapitalizmin çalışma mantığına direnirse önlerinde birkaç seçenek vardır: Asimile olmak, göç etmek yada katliam, tehcir, aşağılama gibi yollarla “temizliğe” tabi olmak. Bu, 20. yüzyılda tanık olduğumuz süreçlerdir. Tarımsal bir imparatorluk olan Osmanlı İmparatorluğu Batılılaşma deneyiminden modernleşme sürecine adım atarken, bu sürece “birörnek seri üretime hayır” diyerek direnen zanaatkâr kesim, Avrupa tarihinin bir parçası/ uzantısı ve modernizm-demokrasi gereğince, acımasızca yok edilir. Çünkü, Carl Schmitt’in Parlamenter Demokrasinin Krizi” adlı kitabının önsözünde belirttiğince, “her gerçek demokrasi, yalnızca eşitlere eşit muamele değil, mantığın kaçınılmaz sonucu olarak eşit olmayanlara eşitsiz muamele ilkesi üzerine kuruludur. O halde ilkin türdeşlik, ikinci olarak heterojen olanın -gerektiğinde- elenmesi veya imha edilmesi, demokrasi kavramında içkindir. Bu prensibi resmetmek için modern demokrasilerin iki farklı örneğini birkaç kelimeyle anımsatalım: Yunanlılar’ı ülkesinden radikal bir şekilde ihraç eden ve ülkesinde gaddarca bir Türkleştirme politikası güden günümüz [1926 –İB] Türkiye’si ve göç yasası aracılığıyla istenmeyen yerleşimcileri ülkeden uzak tutan ve diğer dominyonlar gibi yalnızca right type of settler tanımına uyan göçmenleri kabul eden Avustralya Milletler Topluluğu. Demokrasinin siyasi gücü, yabancı ve eşitsiz olanı (das Ungleiche), türdeşliği tehdit edeni bertaraf etmeyi veya uzak tutmayı becermesiyle ortaya çıkar. (...) Eşitlik, 19. yüzyıldan beri, her şeyden önce, belirli bir ulusa aidiyet içinde, bir başka deyişle ulusal türdeşlik içinde var olmuştur” . Bu süreçte devlet eliti “etnik olarak Türk değildi. Elbette elit tabaka Türkçe konuşuyordu. Türkçe konuşması yalnızca bir tesadüftü. Siyasal elit görece gerilemeden kurtulmanın yolunu arıyor ve dayanacağı bir etnik grup bulma gereğini duyuyordu. Siyasal elitin etnik bir gelin araması gerekiyordu. Anadolu köylülüğü buna uygundu. Gelin, çevresinde olup bitenlerin farkında değildi” .
İstanbul’da Birgün’e konuşan Zizek’in demesiyle: “Ermeni olayları sizin primitif davranışlarınızın sonucu değil, bu sizin modernleşme yolunda, yanlış bir anlamda Avrupalı olmak için ödediğiniz bedeller” .
Bir tutam tarihe bir tutam felsefe karıştırarak özetlersek, modernite; benlik, sosyal ilişkiler ve doğanın, detaylı bir kontrol ve düzenleme programına tabi olmasını içeren dünyanın hakimiyeti etiği tarafından, dünyanın kontrol edildiği ve düzenlendiği geniş bir rasyonalizasyon sürecinin kültürel, sosyal ve politik şartlarının bir sonucudur. Modernizasyon projesi ise rasyonalitenin (araç sonuç ilişkileri bağlamında) bütüncül çevreye empoze edilmesidir. Modernizasyonun tarihi, Adorno ve Horkheimer’ın Aydınlanmanın Diyalektiği’ndeki klasik tarifiyle, toplum ve çevrenin regülasyonunun sebepleri tarihidir. Weber’i izleyerek söyler isek, modernizasyon süreci büyük ölçüde kapalı ve cemaate dayalı sosyal ilişkilerden, temelde açık ve kurumsal olan ilişkilere geçiş sürecidir. Sosyal sınıflandırma açısından bu geçiş, mülkiyet, cemaatlar ve kastlardan, piyasa prensipleri bağlamında örgütlenmiş sınıflara geçiş hareketidir. –Pek kitabi, pek kibar, azcıkın da fiyakalı mı oldu ne. Eee, arada lazım.
“Spinoza ve Siyaset” adlı kitabının Türkçe çevirisine yazdığı önsözde, “ben Türkiye’yi tarihsel anlamda Avrupa sahasının bir parçası olarak görmekle kalmıyor, onun Avrupa “kimliği”ne getireceği katkının geçmişte olduğu kadar gelecekte de gerekli olacağını düşünüyorum” diyen Etienne Balibar, “bu düşüncemin nedeni, komşuluk ve tamamlayıcılık deneyimlerinin üretken şekilde kullanılacağı yeni bir tarihsel dönemin hazırlanabilmesi için dönüştürülmesi ve kolektif bir şekilde geliştirilmesi gerektiğidir. Bu düşüncemin nedeni Türkiye gibi geniş ve çeşitliliğe sahip bir ülkenin “safkan” Avrupalı olacağına, ya da Avrupa Birliği tarafından kabul görebilmek uğruna uygarlığının başka öğelerini ortadan kaldırmak zorunda kalacağına (abç) inanmam da değildir...”
Balibar sözlerine devam ediyor, biz burda duralım. Alıntıladığım bu kısacık parçada pek çok önemli şeyi dile getiriyor özetleyerek. Balibar doğru söylüyor: yanar döner Türkiye, kâh Avrupa Birliği kâh AB’nin ürktüğü küresel sermaye tarafından kabul görmek için uygarlığının başka öğelerini ortadan kaldırmak zorunda kalacak! Can alıcı soru: Peki, ortadan kaldırılacak öğeler nelerdir? Modernite ve demokrasinin gereklerince, burjuva Avrupa tarihinin bir parçası olarak “Osmanlı uygarlığı”nın öğelerinden Ermeniler (soy?)kırıldı, Rumlar mübadele edildi. Kürtler, Yahudiler ve Türkler durduğu yerde durdu. Duralım:
“Pratik Nedenler”in türkçe baskısına yazdığı önsözde Pierre Bourdieu, “Türkiye gibi, coğrafya ve tarihiyle iki uygarlık, iki kültürel ve dinsel geleneğin sınırında bulunduğundan dolayı (...) hem kurmaca hem de çılgınca tehlikeli bir çatışma rizikosuna özel olarak açık bir ülkede (abç)... ” diye yazıyor.
Balibar’ın ve Bourdieu’nün sözlerine açıklık getirmiyorum; Fransız kibarları olmalarına karşın, çok açık yazıyorlar.
*“Ermeni Soykırımı” Metaforu Düğümü
Metafor(lar) gerçeklik hakkında bize yeni bir şey söyler. Metafor, sözcüksel yaratıların mihenk taşıdır; öbürü de metonimi. Metafor, sözcüklerle kurulan bir yüklemdir, ad değil. Dolayısıyla metafor kendi başına bir gerçek ile değil, ancak bir yorumda bir yorum aracılığıyla varolur. Metafor, birbirinden gerek zamansal gerekse mekansal olarak birbirine uzak iki benzemez terim arasında yaratılan gerilimin ürünüdür . Balina yolu, dağın eteği, şeytanın bacağı, kara süt, kara/kırmızı kar, mendilimde kan sesleri vb. (ideosenkratik) metaforların yanı sıra, “vakit nakittir” diye sanki dilimize aitcene cuk oturan (ki katiyen türkçede böyle bir metafor üretilemez, nefis bir çeviridir yalnızca) “the time is money”, “kamus aydının namusudur”, “zaman akan bir ırmaktır” vb. figüratif ifadeler...
“Trafik”/ “Enflasyon” bişey, “canavar”sa onunla hiç ilgisi olmayan bambaşka bi şeyken, bu iki kelalaka varlık “trafik/enflasyon canavarı” metaforunda bir araya gelir; “trafik” de, canavar da somut, gerçek birer varlık iken “trafik/enflasyon canavarı”nın bizatihi kendisi bir gerçek varlık olmamakla birlikte insan zihninde bir gerçeklik gediği açar. Otoyol kenarlarında “trafik canavarı”nın tuhaf resmini ancak çocuklar gerçek bir canavarın çizimi, temsili sanırlar ve “trafik canavarı” sözel yaratımının berisinden etli, kanlı, canlı bir trafik canavarı olduğunu sanırlar –çocuk işte; yetişkinler ise böylesi bir canavarın olmadığını bilirler, amma velakin yollarda bir “trafik canavarı”nın kol gezdiğini de bilirler.
Sıkıldım. Benim derdim metafor üzerine ahkam kesmek, akademikimsi bilgiler düzmek değil. Metafor, dahası tarih anlatısında/yazımında metafor fevkalade önemli. Buna bir başka yazıda değineceğim, yazıyorum. Kestirmeden: Benim derdim şu: “Ermeni Soykırımı” bir metafordur. Bu kadar.
“Ermeni soykırımı” ile “trafik canavarı” yada “enflasyon canavarı” arasında nitelik ve yaratım olarak hiç bir fark yoktur: Metafordurlar. Haa, “Ermeni soykırımı”nın bu metaforlardan fevkalade ciddi farkları vardır elbette: “Ermeni soykırı” ‘ekonomi’si” (bu ‘ekonomi’yi Agamben’den ödünç alıyorum). Bu ‘ekonomi’ öncelikle siyasal, ardından ekonomik alan açar, peşinden hukuk’a yamanmaya, iliştirilmeye gayret edilir ki, hem bir fiyakası olsun, hem gerçekmişliğin mührünü kazansın için. Veee, “Ermeni soykırımı” hukukun malı oluvermesin mi? Bu, bir komikliktir, kepazeliktir. Gel gör ki mesela Fransa’da “Ermeni soykırımı” yoktur derseniz cezalandırılırsınız. Olur şey değil. Ha, ben şahsen mesela cezalandırılamam (!), “Ermeni soykırımı” yoktur demiyorum; “Ermeni soykırımı”nın tarihi ise, tam kesinleyememekle birlikte 1940’ın en sonları yada 1980’lerin en başları yada ikisi birden diyebilirim, ama kesinlikle bu tarih 1915 değildir.
İster Tarihyazımında olsun, ister özel olarak üretilmiş tarihsel metaforlarda olsun ortaya konan temsil gerçeğin yerine ikame edilir, ortak göndermeler ve değerler sahnesi yaratarak grubun birliğini ve grup içindeki simgesel iletişimi güvence altına alır. Ortaya konan ise edebiyat olanın değil, siyasal olanın konusudur. Edebi modellerden yararlanarak tarih şimdideş zamanın siyasal alanına taşınır.
“Gerçek adına söz alan anlatı buyruk niteliğindedir. Onun “anlam”ı, bir buyruğun anlamı kadar açıktır. Hal böyle olunca güncelliğin (gündelik gerçekler) oynadığı rol, eski zamanlarda ilahi güçlerin rolüyle aynıdır: Rahipler, tanıklar ya da günümüzde bakanlar güncelliği konuşturarak onun adına emirler yağdırırlar. Elbette, gerçeği “konuşturmak” Yaradan’ın gizli iradesinin tecelli etmesi sağlamak demek değildir artık. Günümüzde “tecelli eden” bu gizli iradenin yerini rakamlar ve veriler alır” .
“Ermeni soykırımı”, Türk edebiyatının ürettiği bir metafor değildir, bütünüyle Avrupa edebiyatının, tarihinin bir ürünüdür, malıdır. Made in West mi denir? Türklerle ilgili Avrupa tarihinin 16. yüzyılda ürettiği bir metafor daha vardı: “Türk korkusu”, Almanlar buna “Türkenfurcht” dediler. Yine Almanca, “Türkenfrage” vardır ki, Türk sorunu anlamına gelir, elbette dilsel bir anlatım olmakla birlikte, “Türk korkusu” ayarında, kıvamında bir metafor olmadığı kanaatindeyim.
“Ermeni soykırımı”, “Ermeni tehciri”, “Ermeni katliamı”... her ne denirse, modernitenin ve demokrasinin gereklerince icra edilmiş endüstriyel ve demokrat/kapitalist Avrupa (edebiyat) tarihinin kara sayfalarından biriydi.
“Ermeni soykırımı” bugün ‘para’ ediyor. Mesela “Türkler bir milyon Ermeni’yi kesti” derseniz, yanında bi de “otuz bin Kürtü öldürdü” eklemesi cabası, Nobel trenine bilet oluverir. Bir çıkarı olmadan yaralı parmağa işemez bir karaktere sahip ifade özgürlüğü taraftarı, aşığı Orhan Pamuk(lar), “Ermeni kesimi”nin modernitenin ve demokrasinin karanlık yüzünü olduğu, hele hele Avrupa tarihinin bir parçası olduğunu katiyen söyleyemezler. Ola ki söyledi, Nobel tasmasını nah alırlar. Hele hele edebiyat yapıp sanatlı bir ifadeyle “Türkler Kurban Bayramın’da bir milyon koyun, otuz bin davar kesti” diyemezler. –İfade özgürlüğü, düşünce özgürlüğüymüş... Sizi gidi dolmacılar, reklamcılar, artizler.
Karakterli ve maharetli bir halkın, ‘duduk’lu milletin evladı (biraz Nihat Genç gibi mi oldu?) bir Ermeni, “Ermeni soykırımı”nda söz ediyorsa boynum kıldan incedir, susabilirim; ne var ki “hepimiz Ermeniyiz”ciler yada Ermeni olmaya Fransız kalanlar “Ermeni soykırımı”ndan söz ettiklerinde kuşkuyla bakarım ve susmam.
“Ermeni soykırımı” konusunda söz sahibi olmak, en başta Ermeniler olmak üzere, Almanlarsız, Yahudilersiz ve Türklersiz düşünülemez. Türkler bu konuda pek sessiz, mıymıy kalıyor, dahası –dilim varmıyor demeye, umarım yanılıyorum- Avrupa tarihi birliğine yamanmak için bu pisliği üstlenmeye varım pozundalar sanki, anlaşılır, anlaşılır gibi değil. Kim bu Türkler; neciler, niye varlar?
Hıristiyan-Yahudi Çatışması, Ermeni “Tehciri”, Servet Transferi Düğümü:
“Osmanlı’nın son uzun tarihine, Hıristiyan-Yahudi karşıtlığını postüle etmeden hiçbir gelişmeyi anlayamayız” diyen Yalçın Küçük için, Türk ‘modernleşmesi’nin acı bir ürünü Ermeni “tehciri”, “tarihte eşi az bulunan bir servet transferidir.” Tehcirden hemen sonra gerçekleşen bir de mübadele var: Yaklaşık 1.2-1.5 milyon, Osmanlı’nın en büyük zengini Rumlar, bütün konaklarını, uçsuz bucaksız topraklarını, eşsiz zenginliklerini arkada bırakarak gittiler. Yerlerine, daha çok, Selanik çevresinden, istememelerine karşın sebatayistler geldiler; bu büyük bir servet transferiydi: Rumlar yer değiştirdiler ve servetleri yeni sahiplerini buldu. Cumhuriyet’in çıkardığı pek çok büyük zenginin Tekvin’inde bu vahşi servet transferi vardı . Rum ve Ermenilerin “temizlenmesi”yle, görece önemleri artan Yahudiler, politik ve kamusal yaşama daha rahat katıldılar; Hilafetin lağvedilmesiyle de, laiklik Cumhuriyet’in dini oldu. Bu, Türkiye’nin Müslüman dünya ile bağlarını kesiyordu.
1980’lerden itibaren İstanbul dükalığının ve neo-gayrimüslim tabakanın önderliğinde Turchia din değiştirmeye mi aday? Bu, kültürsüzleşmedir, köksüzleşmedir, siyasetsizleşmedir.
11. yüzyılda adı konan Turchia adlı “Rumî” coğrafyadan niceleri geldi geçti. Sözü geçen coğrafyaya Türkler Osmanlı donunda kalıcılık sağladı. Demem o ki, bin yıldır Türkler bu coğrafyada varlıklarını kalıcı kılarken aynı zamanda özellikle Kürtler, Ermeniler, Ortodoks Hıristiyanlar, Yahudiler de varlıklarını sağlamlaştırdılar. 20. yüzyıla gelindiğinde, Turchia’da, Yahudilerin hikayesini şimdilik bir kenara bırakalım, Ermenilerin payına “tehcir”/ “(soy?)kırım”, Rumların payına “mübadele” düşerken Kürtler varlıklarını sürdürdüler. 19. yüzyılın son çeyreğinden başlayarak, bir takım kırmızı elli reklamcıların, garson kılıklı eli kalemli misyonerlerin karanlık ufkunda beliren “soykırım” metaforu yükünü kim taşıyacaktı?
–Siyasal Olan.
Tophane’de Halk Performansı ve Sanatçının Karakteri
Fayrap, sayı 34, 2010 Aralık
Tophane’de bitiveren “Sanat Galerisi”lerine sanatlı bir ifadeyle “Emlakçı Dükkanı” diyebilir miyiz? Bir yargıç yada bir polis bakışıyla Tophane’deki ‘olay’a “Halkın linç girişimi” adlandırması yerine bir sanatçı bakışıyla, bir happening, bir performans, bir sanat yapıtı diyebilir miyiz? Piyonlar satranç oyununun aleti, emlakçılar emlak piyasasının artizi; ya peki sanat, sanatçılar, sanat galerileri hangi oyunun aleti? Bi de, İstanbul kozmopolit bir şehirdir faktörü var ki, Müslüman bir şehir değil o! Tophane’de, Sulukule’de, Beyoğlu’nda, Balat’ta yoksul, eğitimsiz, mesleksiz, yabancı dil de bilmeyen Türklerin, Kürtlerin, Çingenelerin, Müslümanların “kozmopolit İstanbul’"da işi ne ki? Avrupa ve özellikle bugün sanatın merkezi New York’da, ABD’de sanatçılar parayla, finansla içe geçtiler. Sanat galerileri, bilhassa Japonların yüksek fiyatlı sanat eserleri alımı yoluyla hem vergi kaçırmaya, hem de kara para aklama işine vesile oluyorlar. Sanatçı lakaplı tacirler bu oyunun içinde. Kestirmeden: Türkiye’deki sanatçılar da neo-liberal zihniyetin pratisyenleri, failleri olarak bu oyuna canla başla katılmak istiyor; onlar da finansla içe geçmiş sanat galerinin önünde diz çökmekten, ayıptır söylemesi domalmaktan gocunmuyorlar. Tophane halkının ‘performans’ına dair fikir danışılan sanatçılarımızın beyanatlarını okurken, “yahu bu paragöz-cingöz sanatperestler, düpedüz halk düşmanı mı, ne?” diye içimden geçmedi değil. Hacivat, sanatçı kılığında bir kez daha diriliyor, fakat ortada Karagöz yok.
Cato, Roma senatosunda yaptığı konuşmalarını “Kartaca yıkılmalı” diye bitirirmiş. Ben de Cato’ya öykünerek mi belkimsi, amma yazının taenbaşında, belkim de “Batı edebiyatında müstehcen imgelerin çokluğu bakımından kıyaslandığında, Rabelais ve Aristophanes için anal işlev hayatın bir parçası iken, anal işlevi insanoğlunun sergilediği gösteriş, kibir ve hatta öz saygıya yönelttiği saldırıda belirleyici bir silah olarak kullanan” Jonathan Swift’e, yada dış ticaretin ve finans örgütlenmelerinin karmaşıklığı, ekonomik analizlerin incelikleri karşısında, buhar makinasıyla karşılaşan bir vahşi gibi korkuyla, içine sıkıştığı öfkeyle, kapitalizmin ruhunu Şeytan’la özdeşleştirip o “şeytan’la savaştığında kullandığı diğer anal silahlar –benim dilim burada Luther’inkinden çok sadedir- “kıçımı öp (yada yala)” ya da “donuna sıç ve boynuna as” gibi emirleri ve “yüzüne sıçarım” (türkçede ağzına, İB) ya da “ait olduğu yere, kıçıma gir” tehditleri” savuran Luther’e öykünerek, amma oncaleyin “terbiyesiz/ grotesk/ götik” değil, höykürüyorum; Çarşaflu Çarşı’da hanutçu Hacivat muyum ki, sümkürüyorum, götikçi Lutherleyin sıçıyorum: İşkencecilerden ve tecavüzcülerden ne kadar iğreniyorsam, patronlardan, müdürlerden ve gastecilerden, editörlerden ve “liberal”(ci)lerden de o kadar iğrenirim; ... (burayı sildim, Karagöz okurun muhayyilesi doldursun), neo-gayrimüslim tabakada sayıları hızla artan sanat galerileri, emlakçı dükkanları, Gösteri Toplumu’nun sinemacılarından gayrı gazete, dergi, yayınevindeki “editör” lakaplı (yaklaşık 12. yüzyıl dolaylarında Anadolu’da beliren kafasız gövde ve gövdesiz kafa olmak üzere iki kesik baş motifinden esinle:) kafasız gövdelerle ilgileniyorum –düşük buluyorum, düşük ve de ... (sansürlenmiştir).
(Burayı da sildim, malum nedenlerle-?-) “Bilimsel”, “felsefi”, “sanatsal”, “finanssal”, “edepliî” bir giriş olmadı pek sankim, hııı, yada sinik bir hihihi, yoksa köpeksel bir hırr, hırrrr. - - Amerikancasının ithali henüz yok, amma velakin ortalıkta çoktandır Karagöz de yok. Yazık.
Bu yazu yayunlanabilsun içün ne dümen kırsam, kıçımı ne yöne kıvır kıvır kıvırtsam da yaslasam (,) ha Hacivat’ım?
Kadiri tarikatinin hakim olduğu söylenen ve kent kırımına tabi tutulan Tophane’de konuşlanmaya yeltenen sanatçıların hüviyetine, karakterine bakalım.
Fransız romancı Huysmans, burjuvazinin mutlak egemenliğini kurduğu aynı yıllarda yazdığı “Tersine” adlı romanında sermaye çocuğu burjuvazinin gerçekçi bir portresini şöyle çizecektir: “Zenginleşmek için tüm yıkımlardan yararlanarak, suikastler ve hırsızlıklarına saygı uyandırmak için tüm yıkımları hazırlayarak yavaş yavaş yükselmiş olan burjuva sınıfı, kan aristokrasisinin ardından para aristokrasisini getirir; soyup soğana çevrilmiş soylu sınıfıyla birlikte düşmüş olan rahip sınıfından daha alçak ve daha aşağılık olan burjuvazi içten pazarlıklı ve ödlekti, sürekli kandırdığı topluluğu, ayaktakımını makinalıyla tarıyor, güven içinde, keyifli mi keyifli, parasının gücünden ve budalalığın bulaşıcılığından aldığı destekle tahtında oturmaktaydı. Onun tahta çıkışının sonucu her türlü zekanın ezilmesi, her türlü dürüstlüğün yadsınması, her türlü sanatın ölümü olmuştu, ve, alçaltılmış sanatçılar diz çökmüşlerdi, sadakalarıyla yaşadıkları yüksek madrabazların ve aşağılık zorbaların pis kokulu ayaklarını öperek bol bol dolduruyorlardı midelerini ! “Modern Kapitalizm”, “Burjuva” adlı kitapların da yazarı Werner Sombart Huysman’dan hiç de aşağı kalmayarak “aşağılık paraları dışında hiçbir şeye sahip olmayan ve ellerinde bulundurdukları araçlarla savurgan bir yaşam sürme yetenekleri dışında kendilerini niteleyebilecek başka hiçbir özellikleri olmayan bu zengin türediler, bu zıptıkçılar, maddeci ve paragöz”ler diye anacaktır burjuvaları.
Gramsci, kültürün ulusal devlete nasıl hizmet ettiğini kavramıştı ve ona göre entelektüeller, kültüradamları, yazınadamları birer “meşrulaştırma uzmanları” işlevi görürler. Benjamin tarih üzerine tezlerde, “uygarlığın her dokümanı, aynı zamanda bir barbarlık belgesidir” diyebilmişti. Kültürün büyük abidelerinin en sefil yönleriyle bir suç ortaklığına girmekten hiç de geri kalmadıklarına “Kültür ve Emperyalizm”de çarpıcı bir biçimde değinmişti hümanist liberal Edward Said.
Emre Zeytinoğlu’nun sanat için sorduğu soruyu roman için de sorabiliriz: Sanat/roman gerçekten, “öteki”ler dünyası yerine yükselen (yükseltilen) bir “empati” dünyasının ürünü müdür; yoksa tasarlanmış dar bir konfor alanının, dünyaya egemenlik kurma mekanizması mı? Ayrıca sanat/roman, hangi tarih yazıcısının emri altında hareket etmektedir ? Şunu biliyoruz: Artık sanat doğrudan doğruya oynak bir sermaye dinamiğinin ve onun ele geçirilemez ve denetlenemez gücünün etkisi altındadır: Sanat(çılar) sermayenin işlediği suçların ortağıdır.
Şirketler, sanata ve kültüre daha önce yalnızca ara sıra ve kısıtlı ölçüde müdahele ederken, 1980’lerden itibaren sanatın ve kültürün tüm alanlarına müdahale etmeye başladılar; şirketler ve onların Oxford, Cambridge, Harward, Yale, Princeton ve bilimum üniversitelerinde talim ve terbiye gören takım elbiseli “kültürel sevk ve idare kapitalistleri” üst düzey yöneticileri için de sanat, hem maddi hem de simgesel değer taşıyan bir mübadele aracı gibi işlev görüyor; sanata şirket müdahelesi artık sürekli ve yaygın bir olgu, diyor Chin-tao Wu 1980’ler Sonrasında Şirketlerin Sanata Müdahalesi alt başlıklı “Kültürün Özelleştirilmesi” adlı çalışmasında. İş dünyasının etkisi, üretiminden yayılmasına, alımlanmasına dek, çağdaş sanatın her evresine iyice yerleşmiş durumda. Özellikle Britanya’da kamu politikası ile şirketlerin sanat sponsorluğu arasında o kadar yakın bir ilişki var ki, diyor Wu aynı çalışmasında, Özel Sektör Sanat Sponsorluğu Derneği’nin yöneticisi Colin Tweedy, 1991’de, sanat sponsorluğunun Thatcherizm’in temel taşlarından biri olduğunu söyleyecek kadar ileri gider. Bourdieu’nün “kültürel sermaye”, “simgesel sermaye” kavramlaştırmasında olduğu gibi sanat egemen sınıfın egemen konumunun korunmasına ve yeniden üretilmesine hizmet ediyor; bir “tahakküm aracı” olarak işlev görüyor. Şirketlerin kültürel etkinliklere gösterdikleri ilgi ve desteğin nedeni, bu yolla kültürel sermayeyi uygun bir konjüktürde siyasi güce dönüştürebilme, bu gücü açık yada örtük yollardan kendi çıkarları için kullanabilmeleri. Wu’ya göre, çokuluslu şirketler sanat kurumlarıyla el ele vererek küresel sahneye, daha net ifadeyle dünya pazarına çıktılar ve ekonomik sömürgeciler olan bu Batılı şirketler, denizaşırı ülkelerdeki çıkarlarını genişletmek için sanatı bir silah olarak kullanıyorlar . ‘Şeytani yaratıcılık’, belli ki bundan böyle yerini şirketsel yaratıcılığa bırakacak.
Sanat dünyası ile finans dünyasının gitgite içiçe geçmesi, Bourdieu’nün de vurguladığı üzre, sanat yapıtının özerkliğine yönelik bir tehlike olarak sivrilmektedir . Yeni korumacılık biçimleri -sponsorluk kurumu-, ultra modernlik savını güden ekonomik şirketler ile sanat yapıtı üreticileri arasında yapılan antlaşmalara daha sık başvurulmasını gerektirmekte, bu da Adorno’nun sanat yapıtının olmazsa olmaz koşulu özerkliğin kökünü kazımaktadır.
“Dünya edebiyatı” kapsam alanındaki en özgür ülkeler bile artık uluslararası ticaret yasalarının gücüne tâbi olurken, bu yasalar bir yandan metnin üretim koşullarını dönüştürüyor, bir yandan da metinlerin hem içine hem dışına müdahele ediyor. Çokuluslu yayın gruplarının ortaya çıkması ve edebilik sosuna bandırılıp uluslararası çapta başarı kazanmış romanların çok geniş alanlara yayılması, ticari güçlerden bağımsız bir edebiyatın hayalini kurmamızı bile engelliyor. “Dünya edebiyatı” şemsiyesinde ulusallıktan, yerel öğelerden arındırılarak yanlış anlaşılma riski olmaksızın her yerde alımlanabilecek içeriğiyle edebiyat, özellikle de roman, artık ithalat-ihracatın ticari bir malı . Batı ülkelerinde “Nobel”, “en iyi yabancı” vb adlarla verilen roman şirketi ödülleri de romanın bir tür sponsorluğu işlevini görerek, en ideolojik yazınsal tür olan olan romana ilgiyi canlı tutmanın ötesinde bir amacı yoktur.
Görece masum Türk edebiyatı/romanı ve romancısı, hele hele “roman” yazarak hayatını kazananlar/“roman” satanlar –sinemacılar, plastik sanatçılar, müzikçiler, kısacası sanatçılar, dahası gerek devletle gerekse finansla, bir ekonomik istihdam olanı olarak “yaratıcı işler”le içiçe geçen kültüradamları, gazeteci sürüleri, editörler, entelektüeller, filozoflar, tarihçiler- piyasa toplumuyla, burjuvaziyle ve tabiki daemon’la ilişkiye girenler, bugün bir suçun eşiğindedir ve birinci dereceden sanıktırlar –suçludurlar da diyebilirdim, derim de.
Fredric Jameson geç kapitalizme ve küreselleşme politikalarına ilişkin olarak yazdıklarında ekonominin kültürle çakışmak zorunda kaldığını ileri sürdü: “Meta üretimi ve yüksek ve yoğun spekülatif finans dahil her şey kültürel oldu; ve aynı ölçüde de kültür, son derece ekonomik ya da meta yönelimli hale geldi” . Endüstri Devrimi gibi, bir Kültür Devrimi’nden söz ediliyor; artık tekstil makineleri değil, resim sergileri ve gösteri sanatları odaklı “yaratıcılık” etkinlikleri iktisadi refah sağlıyor. Sanat Destekçisi Amerikalılar örgütünün 2005 yılında ABD Kongresi için hazırladığı bir rapor, ABD’de kültür endüstrilerinde 3 milyon kişinin çalıştığını ve kültür endüstrilerinin, ekonominin büyüme hızından daha hızlı büyüdüğünü bildiriyor . Çin’de, kültür endüstrisi alanında çalışanların nüfusu 10 milyonu buluyor .
İstihdam yaratma ve ekonomik büyüme açısından bir dinamo olacağına inanılan kültür endüstrileri, Britanya başta olmak üzere ABD ve Avrupa’da özellikle, çok ciddiye alınan ve gittikçe iktisadi örgütlenmesi derinleşen ve yayılan bir iş alanı haline geldi. Adorno’nun sert bir şekilde eleştirdiği kapitalizmin kültür endüstrisinin sanatı pazar mekanizmasının içine çekmesi olgusu yerini sanatsal etkinlikleri ve sanatçıları iktisadi politikanın bir maymunu olmasına bırakıyor.
Kültür endüstrilerinin yerleştiği bir dünya düzeninde kültürel ürünler ve bunların üreticisi “sanatçı”lar da, piyasanın kurallarına uyup ticari mantıkla hareket ediyor ve düşünüyor. Kültür endüstrilerinin belirli güç odaklarının güdümüne girmesi, sanat ve sanatçıyı bir tahakküm uzmanına çevirmesinin yanı sıra, ülkelerin kendi kültürlerini üretme ve dışarıdan gelen saldırılarla kültürel ürünlerin işgali karşısında yaşatma yeteneğini tehdit etmektedir.
Akıl, bilim, ilerleme, liberal demokrasi vb. Avrupa’nın bağlı olduğunu iddia ettiği bütün evrensel fikirlerin aslında Avrupalı olmayan “öteki”ni kendi farklılığını unutturmak için tasarlanmış spesifik kültürel silahlar olduğu yönündeki şüpheyi, 1960-1970’lerde C. Lévi-Strauss yapıtlarında esaslı biçimde göstermişti. Özgürlük, bireyselcilik, insan hakları, hukukun üstünlüğü, düşünce özgürlüğü, rekabetin yararları, azınlık hakları, liberalizmin erdemleri, anti-militarizm ve bilumum her biri reklam ajanslarınca servis edilmiş “kavramlar” üzerinden işgören, reklamcı, gazeteci, emlakçı kafasıyla düşünen murtaza sanatçılar bu kavramları nereden devşiriyorlar? Bunlar onların düşünceleri mi? Piyasaya göbekten bağlı sanatçıların kendi düşüncesi, düşüncesi olabilir mi? Sanatçı bir yaratıcı mı, bir tahakküm uzmanı mı? Piyonlar satranç oyununun aleti, ya peki sanatçılar hangi oyunun aleti? Sorular uzar gider…
Soğuk Savaş’ın bitmesinin ardından, “noeliberalizm” olarak adlandırılan kapitalizmin küresel çapta güçlenmesi sanat dünyasının da karakterini değiştirmiştir. Neoliberal ekonomik sistemde, ABD başta olmak üzere çalışma ilişkileri de değişim sürecine girdi; en büyük kârlar artık sanayide değil, hizmet, bilgi-işlem, tıp, hukuk, eğitim, reklam, sinema ve tabiki finans sektörlerinde elde edilmeye başlandı, sanayinin emek-yoğun çalışma ve yaşama ilişkileri yerini bilgi-yoğun çalışma ve yaşama ilişkilerine bırakıyor.
1989 yılı ve sonrasında yaşanan küresel olaylar (Sovyetler birliğinin dağılması, Doğu ve Batı Almanya’nın birleşmesi, küresel ticari antlaşmalar, Çin’in kısmen kapitalist bir ekonomiye yönelmesi, yeni Ortadoğu düzeni projeleri, demokrasinin gereği kimi katliamlar vb.) sanat dünyasının karakterini de değiştirdi. 1945-1970’lerde “altın çağ”ını yaşayan kapitalizm on yıllık bir duralamanın ardından, ABD ve İngiltere başta olmak üzere, Türkiye’nin de dahil olacağı, 1980’lerin başından itibaren sanat dünyası süratle bu yeniden yapılanmanın sürecine girdi. Dünyanın dört bir yanını sanat etkinlikleri sardı; farklı ulusal, etnik kültürel kimlikler taşıyan ve Batı’nın göz ardı ettiği pek çok sanatçı ticari başarı kazandı. Sanat eseri fiyatları ve hacmi, hisse senedi piyasasıyla at başı gitmeye başladı: Finans merkezleri aynı zamanda en önemli sanat satış merkezi oldu. Sanat piyasası aynı zamanda sanat eserlerinin yatırım, vergiden kaçırma ve kara para aklama gibi çeşitli amaçlar için kullanıldığı ikincil bir spekülasyon piyasasıdır. Japonya’daki alıcılar, gayrı menkul kârlarına konan vergilerden kaçınmak için sanat eseri alıyorlar.
Özel şirketlerin sponsorluğu ve kamu fonlarına bağımlı gerçekleşen sanatsal etkinlikler, şirketlerin sanata müdahil olması, hatta sanat yapıcı olması sanatçıları kendi kökeninden koparır -kopukturlar.
Sanatsal bir etkinlik olarak bienaller, festivaller ve onların sanatçıları yeni dünya düzeninde yeni ekonomik ve politik güçlerin kültürel düzeyde hegemonyasına hizmet ediyor. Örneğin İstanbul Bienali; Türkiye’yi yöneten ve çekip çevirenlerin AB üyeliğine girmek için gerekli olan seküler ve neoliberal standartlara uyum sağlandığının bir garantisini sergiliyor, arzuluyor..
Ürkütücü olan, sanatın noeliberalizmin propagandasını yapması değil, neoliberalizmin inşasında rol ve işlev üstlenmesi. Bu neoliberal küreselleşme sanat dünyasını şirket enternasyonalizmini benimseyecek şekilde dönüştürmüştür.
Şenlikli sürprizler, ahlakın barbarca/soysuzca ihlali ve birçok inanç sistemine yönelik saldırılar, pek bilmiş bir tefekkür, kendinden emin sav sözler, gazeteci sığlığına taş çıkartan entellektüel oyunlara bürünüp gelişen bir sirk alanı çağdaş sanatlar. Süzme felsefecilerin elinden çıkmış sanısına kapılacağımız felsefi çeşitlemeler, her şeyi reddeden alaysı, küstah çıkışların adamı çağdaş sanatçılar da bu alanın malı, sirk soytarıları.
İstanbul niye var?
İstanbul’a kimin ihtiyacı var?
Bu İstanbul kimin?
–Hey sen, İstanbul’un neresindensin?
Tophane’de bitiveren “Sanat Galerisi”lerine sanatlı bir ifadeyle “Emlakçı Dükkanı” diyebilir miyiz? Bir yargıç yada bir polis bakışıyla Tophane’deki ‘olay’a “Halkın linç girişimi” adlandırması yerine bir sanatçı bakışıyla, bir happening, bir performans, bir sanat yapıtı diyebilir miyiz? Piyonlar satranç oyununun aleti, emlakçılar emlak piyasasının artizi; ya peki sanat, sanatçılar, sanat galerileri hangi oyunun aleti? Bi de, İstanbul kozmopolit bir şehirdir faktörü var ki, Müslüman bir şehir değil o! Tophane’de, Sulukule’de, Beyoğlu’nda, Balat’ta yoksul, eğitimsiz, mesleksiz, yabancı dil de bilmeyen Türklerin, Kürtlerin, Çingenelerin, Müslümanların “kozmopolit İstanbul’"da işi ne ki? Avrupa ve özellikle bugün sanatın merkezi New York’da, ABD’de sanatçılar parayla, finansla içe geçtiler. Sanat galerileri, bilhassa Japonların yüksek fiyatlı sanat eserleri alımı yoluyla hem vergi kaçırmaya, hem de kara para aklama işine vesile oluyorlar. Sanatçı lakaplı tacirler bu oyunun içinde. Kestirmeden: Türkiye’deki sanatçılar da neo-liberal zihniyetin pratisyenleri, failleri olarak bu oyuna canla başla katılmak istiyor; onlar da finansla içe geçmiş sanat galerinin önünde diz çökmekten, ayıptır söylemesi domalmaktan gocunmuyorlar. Tophane halkının ‘performans’ına dair fikir danışılan sanatçılarımızın beyanatlarını okurken, “yahu bu paragöz-cingöz sanatperestler, düpedüz halk düşmanı mı, ne?” diye içimden geçmedi değil. Hacivat, sanatçı kılığında bir kez daha diriliyor, fakat ortada Karagöz yok.
Cato, Roma senatosunda yaptığı konuşmalarını “Kartaca yıkılmalı” diye bitirirmiş. Ben de Cato’ya öykünerek mi belkimsi, amma yazının taenbaşında, belkim de “Batı edebiyatında müstehcen imgelerin çokluğu bakımından kıyaslandığında, Rabelais ve Aristophanes için anal işlev hayatın bir parçası iken, anal işlevi insanoğlunun sergilediği gösteriş, kibir ve hatta öz saygıya yönelttiği saldırıda belirleyici bir silah olarak kullanan” Jonathan Swift’e, yada dış ticaretin ve finans örgütlenmelerinin karmaşıklığı, ekonomik analizlerin incelikleri karşısında, buhar makinasıyla karşılaşan bir vahşi gibi korkuyla, içine sıkıştığı öfkeyle, kapitalizmin ruhunu Şeytan’la özdeşleştirip o “şeytan’la savaştığında kullandığı diğer anal silahlar –benim dilim burada Luther’inkinden çok sadedir- “kıçımı öp (yada yala)” ya da “donuna sıç ve boynuna as” gibi emirleri ve “yüzüne sıçarım” (türkçede ağzına, İB) ya da “ait olduğu yere, kıçıma gir” tehditleri” savuran Luther’e öykünerek, amma oncaleyin “terbiyesiz/ grotesk/ götik” değil, höykürüyorum; Çarşaflu Çarşı’da hanutçu Hacivat muyum ki, sümkürüyorum, götikçi Lutherleyin sıçıyorum: İşkencecilerden ve tecavüzcülerden ne kadar iğreniyorsam, patronlardan, müdürlerden ve gastecilerden, editörlerden ve “liberal”(ci)lerden de o kadar iğrenirim; ... (burayı sildim, Karagöz okurun muhayyilesi doldursun), neo-gayrimüslim tabakada sayıları hızla artan sanat galerileri, emlakçı dükkanları, Gösteri Toplumu’nun sinemacılarından gayrı gazete, dergi, yayınevindeki “editör” lakaplı (yaklaşık 12. yüzyıl dolaylarında Anadolu’da beliren kafasız gövde ve gövdesiz kafa olmak üzere iki kesik baş motifinden esinle:) kafasız gövdelerle ilgileniyorum –düşük buluyorum, düşük ve de ... (sansürlenmiştir).
(Burayı da sildim, malum nedenlerle-?-) “Bilimsel”, “felsefi”, “sanatsal”, “finanssal”, “edepliî” bir giriş olmadı pek sankim, hııı, yada sinik bir hihihi, yoksa köpeksel bir hırr, hırrrr. - - Amerikancasının ithali henüz yok, amma velakin ortalıkta çoktandır Karagöz de yok. Yazık.
Bu yazu yayunlanabilsun içün ne dümen kırsam, kıçımı ne yöne kıvır kıvır kıvırtsam da yaslasam (,) ha Hacivat’ım?
Kadiri tarikatinin hakim olduğu söylenen ve kent kırımına tabi tutulan Tophane’de konuşlanmaya yeltenen sanatçıların hüviyetine, karakterine bakalım.
Fransız romancı Huysmans, burjuvazinin mutlak egemenliğini kurduğu aynı yıllarda yazdığı “Tersine” adlı romanında sermaye çocuğu burjuvazinin gerçekçi bir portresini şöyle çizecektir: “Zenginleşmek için tüm yıkımlardan yararlanarak, suikastler ve hırsızlıklarına saygı uyandırmak için tüm yıkımları hazırlayarak yavaş yavaş yükselmiş olan burjuva sınıfı, kan aristokrasisinin ardından para aristokrasisini getirir; soyup soğana çevrilmiş soylu sınıfıyla birlikte düşmüş olan rahip sınıfından daha alçak ve daha aşağılık olan burjuvazi içten pazarlıklı ve ödlekti, sürekli kandırdığı topluluğu, ayaktakımını makinalıyla tarıyor, güven içinde, keyifli mi keyifli, parasının gücünden ve budalalığın bulaşıcılığından aldığı destekle tahtında oturmaktaydı. Onun tahta çıkışının sonucu her türlü zekanın ezilmesi, her türlü dürüstlüğün yadsınması, her türlü sanatın ölümü olmuştu, ve, alçaltılmış sanatçılar diz çökmüşlerdi, sadakalarıyla yaşadıkları yüksek madrabazların ve aşağılık zorbaların pis kokulu ayaklarını öperek bol bol dolduruyorlardı midelerini ! “Modern Kapitalizm”, “Burjuva” adlı kitapların da yazarı Werner Sombart Huysman’dan hiç de aşağı kalmayarak “aşağılık paraları dışında hiçbir şeye sahip olmayan ve ellerinde bulundurdukları araçlarla savurgan bir yaşam sürme yetenekleri dışında kendilerini niteleyebilecek başka hiçbir özellikleri olmayan bu zengin türediler, bu zıptıkçılar, maddeci ve paragöz”ler diye anacaktır burjuvaları.
Gramsci, kültürün ulusal devlete nasıl hizmet ettiğini kavramıştı ve ona göre entelektüeller, kültüradamları, yazınadamları birer “meşrulaştırma uzmanları” işlevi görürler. Benjamin tarih üzerine tezlerde, “uygarlığın her dokümanı, aynı zamanda bir barbarlık belgesidir” diyebilmişti. Kültürün büyük abidelerinin en sefil yönleriyle bir suç ortaklığına girmekten hiç de geri kalmadıklarına “Kültür ve Emperyalizm”de çarpıcı bir biçimde değinmişti hümanist liberal Edward Said.
Emre Zeytinoğlu’nun sanat için sorduğu soruyu roman için de sorabiliriz: Sanat/roman gerçekten, “öteki”ler dünyası yerine yükselen (yükseltilen) bir “empati” dünyasının ürünü müdür; yoksa tasarlanmış dar bir konfor alanının, dünyaya egemenlik kurma mekanizması mı? Ayrıca sanat/roman, hangi tarih yazıcısının emri altında hareket etmektedir ? Şunu biliyoruz: Artık sanat doğrudan doğruya oynak bir sermaye dinamiğinin ve onun ele geçirilemez ve denetlenemez gücünün etkisi altındadır: Sanat(çılar) sermayenin işlediği suçların ortağıdır.
Şirketler, sanata ve kültüre daha önce yalnızca ara sıra ve kısıtlı ölçüde müdahele ederken, 1980’lerden itibaren sanatın ve kültürün tüm alanlarına müdahale etmeye başladılar; şirketler ve onların Oxford, Cambridge, Harward, Yale, Princeton ve bilimum üniversitelerinde talim ve terbiye gören takım elbiseli “kültürel sevk ve idare kapitalistleri” üst düzey yöneticileri için de sanat, hem maddi hem de simgesel değer taşıyan bir mübadele aracı gibi işlev görüyor; sanata şirket müdahelesi artık sürekli ve yaygın bir olgu, diyor Chin-tao Wu 1980’ler Sonrasında Şirketlerin Sanata Müdahalesi alt başlıklı “Kültürün Özelleştirilmesi” adlı çalışmasında. İş dünyasının etkisi, üretiminden yayılmasına, alımlanmasına dek, çağdaş sanatın her evresine iyice yerleşmiş durumda. Özellikle Britanya’da kamu politikası ile şirketlerin sanat sponsorluğu arasında o kadar yakın bir ilişki var ki, diyor Wu aynı çalışmasında, Özel Sektör Sanat Sponsorluğu Derneği’nin yöneticisi Colin Tweedy, 1991’de, sanat sponsorluğunun Thatcherizm’in temel taşlarından biri olduğunu söyleyecek kadar ileri gider. Bourdieu’nün “kültürel sermaye”, “simgesel sermaye” kavramlaştırmasında olduğu gibi sanat egemen sınıfın egemen konumunun korunmasına ve yeniden üretilmesine hizmet ediyor; bir “tahakküm aracı” olarak işlev görüyor. Şirketlerin kültürel etkinliklere gösterdikleri ilgi ve desteğin nedeni, bu yolla kültürel sermayeyi uygun bir konjüktürde siyasi güce dönüştürebilme, bu gücü açık yada örtük yollardan kendi çıkarları için kullanabilmeleri. Wu’ya göre, çokuluslu şirketler sanat kurumlarıyla el ele vererek küresel sahneye, daha net ifadeyle dünya pazarına çıktılar ve ekonomik sömürgeciler olan bu Batılı şirketler, denizaşırı ülkelerdeki çıkarlarını genişletmek için sanatı bir silah olarak kullanıyorlar . ‘Şeytani yaratıcılık’, belli ki bundan böyle yerini şirketsel yaratıcılığa bırakacak.
Sanat dünyası ile finans dünyasının gitgite içiçe geçmesi, Bourdieu’nün de vurguladığı üzre, sanat yapıtının özerkliğine yönelik bir tehlike olarak sivrilmektedir . Yeni korumacılık biçimleri -sponsorluk kurumu-, ultra modernlik savını güden ekonomik şirketler ile sanat yapıtı üreticileri arasında yapılan antlaşmalara daha sık başvurulmasını gerektirmekte, bu da Adorno’nun sanat yapıtının olmazsa olmaz koşulu özerkliğin kökünü kazımaktadır.
“Dünya edebiyatı” kapsam alanındaki en özgür ülkeler bile artık uluslararası ticaret yasalarının gücüne tâbi olurken, bu yasalar bir yandan metnin üretim koşullarını dönüştürüyor, bir yandan da metinlerin hem içine hem dışına müdahele ediyor. Çokuluslu yayın gruplarının ortaya çıkması ve edebilik sosuna bandırılıp uluslararası çapta başarı kazanmış romanların çok geniş alanlara yayılması, ticari güçlerden bağımsız bir edebiyatın hayalini kurmamızı bile engelliyor. “Dünya edebiyatı” şemsiyesinde ulusallıktan, yerel öğelerden arındırılarak yanlış anlaşılma riski olmaksızın her yerde alımlanabilecek içeriğiyle edebiyat, özellikle de roman, artık ithalat-ihracatın ticari bir malı . Batı ülkelerinde “Nobel”, “en iyi yabancı” vb adlarla verilen roman şirketi ödülleri de romanın bir tür sponsorluğu işlevini görerek, en ideolojik yazınsal tür olan olan romana ilgiyi canlı tutmanın ötesinde bir amacı yoktur.
Görece masum Türk edebiyatı/romanı ve romancısı, hele hele “roman” yazarak hayatını kazananlar/“roman” satanlar –sinemacılar, plastik sanatçılar, müzikçiler, kısacası sanatçılar, dahası gerek devletle gerekse finansla, bir ekonomik istihdam olanı olarak “yaratıcı işler”le içiçe geçen kültüradamları, gazeteci sürüleri, editörler, entelektüeller, filozoflar, tarihçiler- piyasa toplumuyla, burjuvaziyle ve tabiki daemon’la ilişkiye girenler, bugün bir suçun eşiğindedir ve birinci dereceden sanıktırlar –suçludurlar da diyebilirdim, derim de.
Fredric Jameson geç kapitalizme ve küreselleşme politikalarına ilişkin olarak yazdıklarında ekonominin kültürle çakışmak zorunda kaldığını ileri sürdü: “Meta üretimi ve yüksek ve yoğun spekülatif finans dahil her şey kültürel oldu; ve aynı ölçüde de kültür, son derece ekonomik ya da meta yönelimli hale geldi” . Endüstri Devrimi gibi, bir Kültür Devrimi’nden söz ediliyor; artık tekstil makineleri değil, resim sergileri ve gösteri sanatları odaklı “yaratıcılık” etkinlikleri iktisadi refah sağlıyor. Sanat Destekçisi Amerikalılar örgütünün 2005 yılında ABD Kongresi için hazırladığı bir rapor, ABD’de kültür endüstrilerinde 3 milyon kişinin çalıştığını ve kültür endüstrilerinin, ekonominin büyüme hızından daha hızlı büyüdüğünü bildiriyor . Çin’de, kültür endüstrisi alanında çalışanların nüfusu 10 milyonu buluyor .
İstihdam yaratma ve ekonomik büyüme açısından bir dinamo olacağına inanılan kültür endüstrileri, Britanya başta olmak üzere ABD ve Avrupa’da özellikle, çok ciddiye alınan ve gittikçe iktisadi örgütlenmesi derinleşen ve yayılan bir iş alanı haline geldi. Adorno’nun sert bir şekilde eleştirdiği kapitalizmin kültür endüstrisinin sanatı pazar mekanizmasının içine çekmesi olgusu yerini sanatsal etkinlikleri ve sanatçıları iktisadi politikanın bir maymunu olmasına bırakıyor.
Kültür endüstrilerinin yerleştiği bir dünya düzeninde kültürel ürünler ve bunların üreticisi “sanatçı”lar da, piyasanın kurallarına uyup ticari mantıkla hareket ediyor ve düşünüyor. Kültür endüstrilerinin belirli güç odaklarının güdümüne girmesi, sanat ve sanatçıyı bir tahakküm uzmanına çevirmesinin yanı sıra, ülkelerin kendi kültürlerini üretme ve dışarıdan gelen saldırılarla kültürel ürünlerin işgali karşısında yaşatma yeteneğini tehdit etmektedir.
Akıl, bilim, ilerleme, liberal demokrasi vb. Avrupa’nın bağlı olduğunu iddia ettiği bütün evrensel fikirlerin aslında Avrupalı olmayan “öteki”ni kendi farklılığını unutturmak için tasarlanmış spesifik kültürel silahlar olduğu yönündeki şüpheyi, 1960-1970’lerde C. Lévi-Strauss yapıtlarında esaslı biçimde göstermişti. Özgürlük, bireyselcilik, insan hakları, hukukun üstünlüğü, düşünce özgürlüğü, rekabetin yararları, azınlık hakları, liberalizmin erdemleri, anti-militarizm ve bilumum her biri reklam ajanslarınca servis edilmiş “kavramlar” üzerinden işgören, reklamcı, gazeteci, emlakçı kafasıyla düşünen murtaza sanatçılar bu kavramları nereden devşiriyorlar? Bunlar onların düşünceleri mi? Piyasaya göbekten bağlı sanatçıların kendi düşüncesi, düşüncesi olabilir mi? Sanatçı bir yaratıcı mı, bir tahakküm uzmanı mı? Piyonlar satranç oyununun aleti, ya peki sanatçılar hangi oyunun aleti? Sorular uzar gider…
Soğuk Savaş’ın bitmesinin ardından, “noeliberalizm” olarak adlandırılan kapitalizmin küresel çapta güçlenmesi sanat dünyasının da karakterini değiştirmiştir. Neoliberal ekonomik sistemde, ABD başta olmak üzere çalışma ilişkileri de değişim sürecine girdi; en büyük kârlar artık sanayide değil, hizmet, bilgi-işlem, tıp, hukuk, eğitim, reklam, sinema ve tabiki finans sektörlerinde elde edilmeye başlandı, sanayinin emek-yoğun çalışma ve yaşama ilişkileri yerini bilgi-yoğun çalışma ve yaşama ilişkilerine bırakıyor.
1989 yılı ve sonrasında yaşanan küresel olaylar (Sovyetler birliğinin dağılması, Doğu ve Batı Almanya’nın birleşmesi, küresel ticari antlaşmalar, Çin’in kısmen kapitalist bir ekonomiye yönelmesi, yeni Ortadoğu düzeni projeleri, demokrasinin gereği kimi katliamlar vb.) sanat dünyasının karakterini de değiştirdi. 1945-1970’lerde “altın çağ”ını yaşayan kapitalizm on yıllık bir duralamanın ardından, ABD ve İngiltere başta olmak üzere, Türkiye’nin de dahil olacağı, 1980’lerin başından itibaren sanat dünyası süratle bu yeniden yapılanmanın sürecine girdi. Dünyanın dört bir yanını sanat etkinlikleri sardı; farklı ulusal, etnik kültürel kimlikler taşıyan ve Batı’nın göz ardı ettiği pek çok sanatçı ticari başarı kazandı. Sanat eseri fiyatları ve hacmi, hisse senedi piyasasıyla at başı gitmeye başladı: Finans merkezleri aynı zamanda en önemli sanat satış merkezi oldu. Sanat piyasası aynı zamanda sanat eserlerinin yatırım, vergiden kaçırma ve kara para aklama gibi çeşitli amaçlar için kullanıldığı ikincil bir spekülasyon piyasasıdır. Japonya’daki alıcılar, gayrı menkul kârlarına konan vergilerden kaçınmak için sanat eseri alıyorlar.
Özel şirketlerin sponsorluğu ve kamu fonlarına bağımlı gerçekleşen sanatsal etkinlikler, şirketlerin sanata müdahil olması, hatta sanat yapıcı olması sanatçıları kendi kökeninden koparır -kopukturlar.
Sanatsal bir etkinlik olarak bienaller, festivaller ve onların sanatçıları yeni dünya düzeninde yeni ekonomik ve politik güçlerin kültürel düzeyde hegemonyasına hizmet ediyor. Örneğin İstanbul Bienali; Türkiye’yi yöneten ve çekip çevirenlerin AB üyeliğine girmek için gerekli olan seküler ve neoliberal standartlara uyum sağlandığının bir garantisini sergiliyor, arzuluyor..
Ürkütücü olan, sanatın noeliberalizmin propagandasını yapması değil, neoliberalizmin inşasında rol ve işlev üstlenmesi. Bu neoliberal küreselleşme sanat dünyasını şirket enternasyonalizmini benimseyecek şekilde dönüştürmüştür.
Şenlikli sürprizler, ahlakın barbarca/soysuzca ihlali ve birçok inanç sistemine yönelik saldırılar, pek bilmiş bir tefekkür, kendinden emin sav sözler, gazeteci sığlığına taş çıkartan entellektüel oyunlara bürünüp gelişen bir sirk alanı çağdaş sanatlar. Süzme felsefecilerin elinden çıkmış sanısına kapılacağımız felsefi çeşitlemeler, her şeyi reddeden alaysı, küstah çıkışların adamı çağdaş sanatçılar da bu alanın malı, sirk soytarıları.
İstanbul niye var?
İstanbul’a kimin ihtiyacı var?
Bu İstanbul kimin?
–Hey sen, İstanbul’un neresindensin?
Etiketler:
Neo-Liberalizm ve Sanatçılar,
Sanatçının Karakteri,
Tophane
Orhan Kemal Edebiyatında İşçi-oluş (X-XIII)
İnsancıl Dergisi, Haziran-Eylül, sayı 243-246, 2010-2011
Gecekondu-İşçikondu Süreci
Okuma Parçası I
“948’lerde... Bir Amerikancılıktır başlamıştı. Daha sonraları renk renk, biçim biçim traktörler akmaya başladı Çukurova’ya. Ova bu allı, yeşilli, mavili, sarılı oyuncaklarla doldu. Pamuk yedi, hatta sekiz liraya satıldı, yerden biten mantarlar gibi apartmanlar, barlar, memleketin biçimini değiştiriverdi. Para deste deste kazanılıyor, oluk gibi harcanıyordu. Bar kızlarının kolları dirseklerine kadar hacıağa bilezikleri, burmalarıyla doldu. Köy yollarında Desoto’lar, Kadillak’lar Çukuova güneşiyle fırın külüne dönmüş tozları havalara savuruyor, ağızları sıra sıra altın dişli ağaların kahkahaları Çiftçi Birliği’nin kalın, sağlam duvarlarında çınlıyordu. Toprak sahipleri, fabrikatörler, yurda dışarıdan mal getirtip dışarıya yurdun mallarını gönderenler memnundu, ama Topal demirci gibilerin yüzünden düşen bin parça oluyordu. Bir zamanlar onu işe, paraya boğanlar artık uğramaz olmuşlardı. Toprak renk renk traktörlerle sürülüyor, mibzerlerle ekiliyordu. “Dinamik ziraat” başlamıştı. Memleket ziraatının işi bundan böyle Amerikan makineleriyle görülecekti. Ortaçağdan kalma köhne demirci dükkanlarına ne ihtiyaç vardı?
Yoksa onun da onlara düzdüreceği yoktu. Kerpiç huğu, ineği, tavukları, takımı, tezgahı sattı, karıyı, kızı, küçük oğlunu kattı önüne, tuttu şehrin yolunu. Onlar gelmeyeli hani, şehir de epeyce değişmişti. Yeni yeni apartmanlar, oteller, asfalt yollar... Yollar, apartmanlar, oteller ama bütün bunlar daha çok şehrin hemen ilk bakışta görünen yönlerini süslüyorlardı. Büyük oğlu gibi gün kazanıp gün yiyenlerin oturdukları kenar mahallelerle asfalt caddelerin böğürlerinden derinlemesine dalınan ara sokaklarsa, bozuk parkeleri, bel vermiş, kaykılmış harap tahta ya da kerpiç evleriyle hemen hemen kırk elli yıldır bilip tanıdığı ara sokaklardı.
Şehrin hemen hemen göbeğindeki böyle sokaklardan birinde dişlerinin harcı iki gözlü bir ev kiraladılar (...) Aylığı birkaç yüzden başlayan apartmanlardan birinin katına yerleşecek değildi ya (...) Öndeki odanın yan yana iki penceresi bozuk parkeli daracık sokağa bakan eve yerleşildi “ (Orhan Kemal, 2008; 17-19).
Okuma Parçası II
İşçi mahallesi uyuyordu. Çürümüş tahta, paslı teneke ve kerpiç yığınlarından ibaret evleriyle işçi mahallesi sanki bir seldi, bir seldi de bu sel, uzak, çok uzaklardan yuvarlana yuvarlana, köpüre köpüre, korkunç anaforlar yapa yapa gelmiş, yıllardan beri mahallenin nabzı gibi atan fabrikanın ağır, beyaz taşlarla örülü, kalın, sağlam ve yüksek dört duvarına dört yandan yüklenmiş, ama duvarları aşamadan, takılmış kalmıştı.
Evler... Yan yatmış, diz çökmüş, bağdaş kurmuş, kapaklanmış, yahut tam yuvarlanacakken tutunuvermiş evler, işçi evleri. Bu evlerin çürük kapıları arada açılıyor, ya dal gibi bir kız, bir kadın, yahut kocaman takunyalarıyla küçük bir çocuk, uyku dolu gözleriyle çıkıyor (Orhan Kemal, 2004;12-13).
“İstanbul daima fakiri bol memleketti” (Tanpınar, 1960; 247). İstanbul’da nereden geldiği belli olmayan yoksul işçilerden, perişanlık içindeki köylülerden, hamallardan, çingenelerden, seyyar satıcılardan, işsiz güçsüzlerden oluşan bir kitle her dönemde varolageldi. Bekarlar ve belirli bir evi olmayıp tek başına yaşayanlar hanlarda, bekar odalarında, kahvehanelerde, oda diye adlandırılan, ayrı olarak yada dükkanların üst katına inşa edilmiş mekanlarda barınırlardı. Yönetimin çeşitli dairelerinde çalışan veya orduya mensup olan İstanbullular ne kadar çok olurlarsa olsunlar, bu kesim kent nüfusunun devasa kitlesi içinde küçük bir azınlığı oluşturmaktadır. Nüfusun faal kesimi esnaf grupları içinde toplanmış tüccarlar, satıcılar, zanaatkârlar, işçiler, seyyar satıcılardan oluşmaktadır. Meyve, sebze satıcısı, yoğurtçu, sucu, pabuç, toprak tabak-çanak, testi ve kaba kumaş satıcısı, eskiciler; bütün bu küçük “meslekler”, hiçbir nitelik gerektirmeyen bu seyyar satıcılar, Osmanlı’nın erken işçi sınıfını oluşturmaya aday bu köksüzler, İstanbul’a yeni gelen, topraklarından kopan köylülerden, başkente daha iyi bir hayat fırsatını aramaya gelenlerin arasından çıkmaktaydı. Seyyar satıcılar, dar sokakların ve ahşap evlerin bu tanıdık ziyaretçileri, şehrin hayatına küçük ölçekli ticari canlılık katmaktan çok öte, İstanbul’un yaşam tarzına renk katan önemli aktörlerindendi.
Osmanlı yönetiminde görülmedik bir hızda Batıya, Anadolu dışına taşan yayılma hareketi Anadolu’da köylerinde kum gibi kaynayan işsiz ve ekmeksiz insanlar, geçim zorluklarıyla kıvranan kitleler, çift bozan köylüler için önemli bir ekmek kapısıydı İstanbul ve Marmara Bölgesi. Selçuklular döneminde olduğu gibi, şehirlerdeki zanaat ve esnaflığa ticaret hayatının usta-çırak kadrolarını dolduranlar hep köylerden geliyordu. Köylerinden, yurtlarından ayrılanların çoğu “bekardı”; köylerinden kopan bu yersiz-yurtsuzlar için şehirlerde “bekar odaları” şeklinde yapılan hanlar getirisi yüksek bir işletme oluvermişti. Neredeyse tüm önemli Osmanlı şehirlerinde bekar hanları bulunurdu. Bunlar çoğunlukla, isminin çağrıştırdığının tersine, yolcu bekarlar için konaklama yerleri değil, şehirde çalışan evlenmemiş yada evinden kopmuş işçilerin yatakhaneleridir (Karpat, 2002; 50). Evliya Çelebi Seyahatname’sinin “İstanbul içinde bulunan mücerred yani bekar odalarını bildirir” adlı bölümde “bekar odaları”nın sayısız ve çok yaygın olduğunu bildirerek, bunların yerleri ve türlerini, kullanım farklılıklarını belirtir. “Yolgeçen Odaları”nın hepsinden büyük olduğunu belirttikten sonra Mercan Odaları, Mahmutpaşa yakınında Cephane Odaları, Pertev Paşa Odaları, Süleymaniye’de Hilalci Odaları, Atpazarı’nda ve Büyük Karaman’da kırkar bekarhane, Gedikpaşa Bekarhanesi ve Unkapanı yakınında yedi azepler bekarhanesini anar (Evliya Çelebi, 2006; 281)
Çiftbozan levend, sekban ve suhteler, dolay çiftlik ve otlaklardan inen çobanlar, büyük şehirlerin çehresini biçimliyorlardı. Kazançlı kira getirdikleri için “bekar odaları” biçiminde yapılan hanlarda yatıp kalkan, çarşı pazarlarda dolaşan, bugünden yarına geçimi bulunmayıp ücretli çalışmaya, eş deyişiyle işçi sınıfını oluşturmaya aday işsiz güçsüz yığınlar; 16. yüzyıl İstanbul’unun bu “küçük insan”ları, Gelibolulu Mustafa Âli’nin demesiyle “yitik adam”lar, çoğunluğu iktidarın meşruiyet uzmanı tarih yazıcılarının horlayıcı değerlendirmelerine kurban edilen, üretim araçlarından yoksun bu halk kesimi gezici ve geçici işlerle (suculuk, eşekçilik, hamallık, sebze meyve satıcılığı, seyyar satıcılık, gece bekçiliği, kapıcılık, hizmetçilik, gündelik işçilik), çoğunlukla sefil “bekar odaları”nda, yırtık pırtık giysileriyle ancak yaşamalarına yetecek kadar beslenebilecekleri koşullarda yaşardı. Geceleri sokakta, bekledikleri dükkanların, çarşıların, hanların yada evlerin kapı eşiklerinde, “bekar odaları”nda (Bingül, 2010) yatıp kalkan çoğu fırıncı yada basit zanaat sahibi bu azgelirli ve çoğunlukla taşralı kesim sık sık işsiz kalıyor, kıt kanaat bir yaşam sürüyor ve kent toplumuyla bütünleşememenin sıkıntısını üzerlerinde taşıyorlardı. Gerek ekonomik gerekse barınma açısından “gerçek marjinaller”di (Bingül, 2007).
16. yüzyılda, dünyanın en büyük ve en kalabalık şehri olan İstanbul “bekar taifesi”nin çekim merkezi idi. 18. yüzyılda da Anadolu’dan gelen bekar erkekler kenti yığın yığın dolduruyordu. 19. yüzyılda da uzaklardan İstanbul’a çalışmaya gelenler -1869 tarihli İngiliz konsolosluğu raporlarına da giren- 150, 350 kişilik “bekar hanları”nın odalarını mesken tutuyorlardı. Bu işçiler, belli bir parayı kazandıktan sonra dönmek umuduyla ailelerini geride bırakmış insanlardı. 1872 tarihli raporda bu meskenlerin genellikle berbat olduğu yazılır. “Ancak zenginler taş ve tuğla (kargir) binalarda oturabilirler. Geri kalan halk tahtadan, çamur ve kireçle sıvanmış entipüften (ahşap) evlerde yaşar. Evlerin kötü bir planda kötü malzemeyle yapılmış olmaları, kanalizasyon diye bir şeyin bilinmemesine rağmen İstanbul’daki en düşük tabakalar bazı Avrupa başkentlerindeki benzer tabakalardan bir ölçüde iyi yerlerde oturmaktadırlar” (Türkcan, 1984; 35-36, 39). Eyüp, Kasımpaşa ve Üsküdar ‘gecekondu’laşmanın ilk işaretlerini bağrında taşıyordu. Ancak ülkenin ekonomik yapısında köklü değişimler gerçekleşmemiş; İstanbul, Bizans ve Osmanlı döneminin bir süreği olarak önemli bir yapısal değişim geçirmemişti. 19. yüzyılda kimi cılız endüstrileşme hareketlerine tanık olsak bile, yalnızca dış dünya ile yaptığı ticarette bir değişim görülüyordu. 19. yüzyılın son çeyreğine gelindiğinde, deniz ve demir yolu ulaşımına bağlı olarak istasyon ve liman tesisleri, gezginlerin, casusların ve tüccarların konaklayacağı Hotel Angleterre, Pera Palas gibi oteller, zengin bankerlerin sarayları, büyük mağaza ve bankalar kurulur, canlı bir iş merkezi Karaköy’de dünyanın ilk metrolarından biri “Tünel” 1869’da faaliyete geçer; belediye kagir bina yapımını teşvik eder, kentin ilk parkı ve tiyatroları hep aynı bölgede yoğunlaşır: Beyoğlu; eski İstanbul’un ahşap yapılarına ve harap semtlerine tepeden bakar. Öte yandan özellikle sur diplerinde biten mahallelerde ayak esnaflığı, hamallık gibi işlerle günlük nafakasının peşinde koşan alt gelir gruplarına mensup ailelerin yerleştikleri Karagümrük, Haseki gibi sefalet mahalleleri doğar. Atölye, tersane gibi yarı endüstriyel tesislerin, mezbahaların çevresinde Balat, Fener, Hasköy ve Haliç kıyılarında bugünden geriye baktığımızda ‘gecekondu’ diyebileceğimiz yerleşimler görülür. Alt gelir gruplarının yaşadığı Eyüp, Kasımpaşa, Hasköy, Haliç çevresi, Okmeydanı ve Üsküdar’da, Pera’daki yaşama tamamen ters bir yaşam biçimlenir. Fiziki olarak ‘gecekondu’laşmanın işaretleri görülse de, içerik olarak bin yıldır süregelen bir yapı söz konusudur en genel olarak.
1930’lu yıllarda Türkiye’de ilk gecekondular Ankara’da yapılıyordu. Ama henüz toplumda gecekondu ismi ortaya çıkmamış, “barakalar” denilip geçiliyordu. “İstanbul’da 1930’lardan ve II. Dünya Dünya Savaşı’ndan sonra hızlanacak gecekondulaşma olgusu başlamış ve bu olgunun oturduğu az gelişmiş metropoliten yapı, 19. yüzyılda ortaya çıkarak gittikçe büyüyen bir sorun haline geldi” (Ortaylı, 2008a; 204). İşte bu dönemde değişen Türkiye’nin ve İstanbul’un yükünü taşıyanlara omuz verir, yazı verir üstad Orhan Kemal .
19. yüzyılın ikinci yarısından başlayarak Haliç kıyıları sanayiye açılmış, Eyüp de artık bir ziyaretgâh, seyir ve mesire yeri değil, imalathaneler, sanayi çalışanlarının yerleştiği işçi mahalleri, orta sınıf konutları ve mezarlıklardan oluşan bir kenar semttir. Sirkeci’ye demiryolunun getirilmesi, Silahtarağa’da ülkenin ilk enerji santralinin kurulması, Haliç’te Feshane, İplikhane, Defderdar Yünlü Fabrikası ve diğer sanayi ve depolama yapılarının yoğunlaşması Kasımpaşa, Hasköy ve Eyüp’te sanayi çalışanlarının yerleşme dokusunu ortaya çıkarmıştır. Cumhuriyetin ilk dönemindeki kentlerin planlanması çalışmalarında İstanbul için farklı ülkelerden Batılı uzmanlar plan ve öneriler geliştirmiş, ancak hepsi de Haliç’i bir sanayi alanı olarak görmüşlerdir. Bunlardan geniş ölçüde uygulanan Prost Planı (1936) ile Haliç kıyılarında ve 1950’li yıllarda Topkapı’da sanayi bölgelerinin tesisi, bunun yanısıra 1940’lı yıllarda Rami yöresinde ızgara sistemle oluşturulmuş yeni yerleşme alanına Balkan göçmenlerinin yerleştirilmesiyle sanayi ile içiçe girerek, Haliç kıyısı boyunca kuzeybatıya doğru büyümüştür.
1950’li yıllardan başlayarak 1980’lerin sonuna kadar İstanbul’un gelişiminde sanayi alanları temel belirleyici işlev olmuştur; konut alanları sanayi alanlarının yer seçim kararlarına bağımlı olarak gelişmiştir. 1950 yıllarında Kartal, Bomonti ve Kağıthane bölgelerinde sanayi kuruluşları yer seçmiştir. Aynı şekilde Gaziosmanpaşa, Bakırköy, Zeytinburnu, İstinye, Paşabahçe ve Beykoz’da da çok sayıda sanayi kolu üretime başlamıştır. 1950’lerin ortasında İstanbul, banliyo demiryolu hattının da etkisiyle, Marmara Denizi kıyılarına koşut olarak batıda Yeşilköy, doğuda Bostancı’ya uzanan bir alana yayılmış, kuzeyde Levent’e ilerlemiştir. Bu yayılmada iki farklı konut üretimi öne çıkmaktadır. Birincisi gecekondulaşmadır. 1940’lı yıllarda yeni yeni ekonomik politikalar sonucunda başlayan göç olgusu 1950’lerden itibaren İstanbul’un gelişiminde temel olgu haline gelmiştir. Sanayileşmeye bağlı bu ilk göç dalgası ile gelenler, Haliç ve surdışındaki sanayi kuruluşları çevresinde yerleşmişler, Zeytinburnu, Kağıthane, Taşlıtarla ve Maltepe bölgeleri ilk gecekondu alanları olmuştur. İkinci konut üretim biçimi ise apartmanlaşmadır. 1954 yılında tapu yasasında yapılan bir değişiklikle kat mülkiyetine olanak sağlanması bu süreci hızlandırmıştır.
13 Temmuz 1947 tarihli İstanbul gazetelerinin birinci sayfasında iki haber yer alır: Marshall Planı kapsamında Türkiye’ye Amerikan yardımı getirecek antlaşmanın imzalanması, öbürü de Anadolu’dan kente gelen ailelerin boş alanlarda bir gecede inşa ettikleri İstanbul gecekondularından biri. Bu tarih, Türkiye’de köyden kente göçün başlangıç tarihi olarak alınabilir. Amerika’dan gelen dış yardım, göç zincirinin iki yönlü tetikleyicisi olur. Çıkış noktasında, makineleşme yoluyla tarımın modernleşmesine yardım eder. Varış noktasında ise sanayi ve kent şantiyelerini arttırır (Bazin, 2006; 85-86). Marshall Planı ile Türkiye’ye 240 bin traktör girdi. “Çeşit çeşit, boy boy renk renk tarım araçları. 950’den sonra Türkiye’ye Amerika’dan akın akın gelmişlerdi ki, bunların sayesinde Türkiye’de dinamik ziraat başlayacaktı” (Orhan Kemal, 2006a; 119). Makineli tarım kısa zamanda organik enerjiye dayalı (öküz, saban vb.) ekip biçme sürecini ortadan kaldırdı. Bunun sonucunda 1950’lerde iç göç ve 1960’larda Almanya başta olmak üzere dış göçler başladı.
II. Dünya Savaşı yol açtığı tahribat Batı Avrupa’da 7.8, Doğu Avrupa’da 5.6, Sovyetler Birliği’nde 17 milyondan daha çok insan kaybına yol açmıştı (Gitmez, 1983; 49). Marshall Yardımı, yıkılmış Avrupa’nın yeniden güçlenmesi yanında, büyüyen ekonomilerin dışarıdan büyük sayılara varan işgücü sağlama zorunluluğunu da getirmişti. Uluslararası sermayenin de Batı Avrupa’da yoğunlaşması, özellikle 1950’lerde kitlesel yabancı işgücü kullanımını kaçınılmaz kıldı. Savaşın yıkımını izleyen ilk on yıldan sonra alınan ekonomik ve siyasal kararlar belirlendi: Yerliler ve göçmenler hızlı gelişen ekonomilerin temelini atacaktır.
Federal Almanya’da savaş öncesi Doğu Almanya’dan gelen göçmenler Demir Perde ve 1961’de inşa edilen Berlin duvarı engeline takıldı ve gereken işgücü “gelişmekte olan” ülkelerden temin edildi. Aynı dönemde işsizlik ve dış ticaret açığıyla karşı karşıya olan Türkiye işçi göçünü teşvik etti. İlk işçi kafilesinin yola çıktığı 1961’den dıçgöçün durdurulduğu 1973’yılına kadar Batı Avrupa’da 800.000 dolayıyında Türk işçisi çalışıyordu (Gitmez, 1983; 14). 1961 ile 1975 arasında resmen göç eden 950.000 Türk vatandaşından yüzde 80’i Federal Almanya’ya gitti (Massicard, 2007; 314). Orhan Kemal’in hiç değinmediği yabancı ülkelere bu işçi göçü Türkiye’de işçi-oluş tarihi açısından üzerinde durulması gereken önemli bir olgudur.
II. Dünya Savaşı’nın hemen ertesinde, dünya sistemindeki yeni hakim rolleri içinde Amerikan sermayesi ve ABD hükümeti Avrupa için bir Kalkınma Programı geliştirmişti ve Türkiye de 1947 yılında bu program kapsamına alınmıştı. Buna göre, “hür dünya”nın bir parçası olan Türkiye’ye, askeri bağımlılık ve iktisadi liberalleşme karşılığında hibe ve yardım yapılabilirdi. Amerikalı uzmanların tavsiye ettiği yeni ekonomik model uyarınca Türkiye dünya pazarı içinde uzmanlaşmalıydı; yatırımlar verimsiz fabrikalara değil, tarıma ve tarıma dayalı sanayie yapılacaktı. Verimsiz sanayi yatırımları yerine hükümetin kamu kaynaklarını karayollarına ve diğer altyapı projelerine tahsis edilmesi öneriliyordu. Amerikan yardımı yol yapım makineleri ve 15.000 traktörde somutlaşınca, traktörle hem yeni tarım alanları açıldı, hem de ulaşım ağlarıyla insanlar ve mallar piyasaya ulaşmaya başladı.
Marshall Planı kapsamında ilk gönderilen mallar traktörlerdi. Türkiye’de hız kazanan traktör ithalatı tarım alanında başlayan bir devrimi haber verir. Traktör ve tarımda makineleşmeyle birlikte sulamanın yanı sıra, mahsul yetiştirmeye elverişsiz diye bilinen pek çok arazinin açılması, yeni toprakların kazanılması sonucunu doğuracaktır. Makine kullanmakla birlikte çiftçi, piyasaya bir müstahsil olarak giriyor demektir ki, bu yeni bir karakterdir. Traktörle birlikte yeni aylak(lar/)lık, artık emek önemli bir sorun olarak karşımıza çıkacaktır.
Amerikalıların raporlarında vurgulandığı üzre, Türkiye modernleşme hamlesini tarımdan başlatmak zorundaydı. 1948-1952 yıllarında traktör sayısı 1750’den 30.000’e fırladı. 14.5 milyon hektar olan ekilip biçilir alan 1956’da 22.5 milyon hektara çıktı. Demokrat Parti yönetiminin ilk üç yılında tarım ürünleri bollaştı, çiftçinin geliri gözle görülür ölçüde arttı. Kârlar, ücretlerden daha hızlı artsa da kentlerde de gelirler yükselmişti. Hükümet, Türk burjuvazisinin 1940’larda biriktirmiş olduğu kârları yatırıma dönüştürmeye başlayacağını umuyordu. Öyle olmadı; Demokratların arzu ettiği ölçüde yatırım yapmakta tereddüt ettiler. Sonuçta liberalizme düzülen övgüye rağmen, yatırımların yüzde 40-50’sini devlet yapmak zorunda kaldı (Zürcher, 2007; 326-327).
M. S. 1. yüzyılda Augustus tarafından yapılan sayıma göre Anadolu’nunun nüfusu 13 milyon dolayındaydı. Türkiye’nin 1927’deki ilk nüfus sayımında Anadolu’nun nüfusu yine 13 milyon dolayındadır. Yüzyıllar boyunca yönetenler, diller, inançlar değişmesine, 11.-17. yüzyıllarda önemli göçlere, büyük veba salgınına (14. yy.) karşın Anadolu’nun gıda üretim biçimi, bir başka deyişle 13-15 milyon insanı besleyen saban ve öküze dayalı tarım değişmemişti (Kıray, 2006; 155, 185). Amerikalı iktisatçı Max Weston Thornburg 1949 Türkiye’sinde kaleme aldığı “Turkey: An Economic Appraisal” adlı araştırmasında şu gözlemini aktarır: “Türklerin beşte dördü köylerde yaşar ve ziraatle meşgul olur. 40.000 köy bin seneden beri hemen hemen hiç değişmemiştir. Bu köylerde insan M. Ö. 3000 senesinde Sümerlilerin resimlerini yapmış oldukları parmaklıksız tekerlekli kağnıyı, kadim sabanı görür” (Tütengil, 1983; 67). 1948 sonrasında Anadolu tarımında görülen teknolojik değişme, Anadolu tarımının geçirdiği ilk teknolojik değişme değildi. 1830’lardan sonra yarı-koloniyel hale gelerek dış pazara açılan Anadolu’ya 1900’lerden beri karasabanın yerine pulluk girmeye başlamıştı. bu değişme, geçimlik bir tarımsal üretim ünitesinden, Pazar için küçük üretime geçebilmeye olanak sağlar. Böyle bir üretim ise köy içinde mülkiyet farklılaşması ve işbölümü farklılaşmasına olanak sağlayan bir dönüşümün başlaması demektir. Ama bu dönemde Anadolu’da ulaştırma sisteminin yeterince gelişmemiş olması yüzünden üretim ancak küçük yerel Pazar içinde pazarlanabilmekte, dolayısıyla büyük kapitalist işletmelere geçebilmek için gerekli mekanizmalar oluşamamaktadır. Ancak demiryollarının ulaştığı alanlar ile Ege ve Adana bölgesi gibi dış pazarla ilişkileri yüksek yörelerde büyük kapitalist işletmeler doğabilmiştir. Türkiye’nin bir Pazar olarak bütünleşmesi ancak II. Dünya Savaşı sonrası karayolu programının uygulanması sonucunda gerçekleşmiştir. Bu süreçte bir yandan tarımda insan ve hayvan gücünden, makine gücüne, bir başka deyişle organik enerjiden organik olmayan enerjiye geçilmiş; öte yandan ülke pazarı hızla bütünleşmiş ve yerel Pazar için üretimden, ülke pazarı için üretime geçilmiştir (Tekeli, 2008; 75-76).
Tarımın modernleşmesi, makineli, sulamalı, yeni tohum türleri ve suni gübreli üretime geçiş II. Dünya Savaşı’ndan sonra olmuştu. Türkiye’nin bir tarım toplumu olma özelliğinin belirgin biçimde sürdüğü, toplam işgücü içinde ücretli çalışanların payının çok sınırlı olduğu bu dönemde ortakçı-yarıcı olarak çalışan köylüler, makineleşme emeğin yerini aldığı için, yarıcı olmaktan çıkmışlar, topraktan kopmuşlardı. Bunların bir kısmı el emeği gerektiren işlerde düşük gelirli gündeliklerle emeğini satan tarım işçileri haline geldi, bir kısmı da tarımdan tamamen koparak şehirlerde emeklerini değerlendirmek üzere göç ettiler, sanayi ve hizmet sektörü için kentsel işçi rezervlerine katıldılar ve gecekondu bölgelerinde yaşamaya başladılar. Dışardan gelenlerle yerleşim alanlarının nüfusunun artması, boş alanlarda yada eski tarım alanlarında gecekondu ve apartman tipi konutların çoğalması İstanbul başta olmak üzere şehirlerin şişmesine, büyümesine yol açtı. Eski tarım alanları yerleşmeleri sanayi faaliyetlerinin öncülüğünde şehirsel fonksiyonlar kazanarak şehre eklenmelerine karşın bu gelişimi “süburbanizasyon” olarak nitelemek zordur. Bir çok yazar bu olayı yalancı şehirsel yerleşme (pseudo-urban) yada yalancı banliyöler (pseudo-suburban) olarak adlandırmayı yeğleyecektir. Bu süreç, şehirlerin sanayileşme hızı tarımın modernleşmesinden çok daha yavaş olduğu için, Mübeccel Kıray’ın “sahte şehirleşme” diye niteleyeceği bir oluşuma yol açtı. “Nüfusun şehirlerde oturan oranının artması ile asıl modernleşmeyi belirleyen, sanayide çalışan nüfusun artma oranı arasında bir ilişki yoktu” (Kıray, 2006; 131). “Şehre kırsal kesimden gelen göç şehirde yaratılan örgütlü işgücüne kendisinin marjinal kesim yaratma kapasitesine bağlı olarak marjinal kesim içinde iş vermektedir. Başka bir deyişle, kırsal kesimden şehre göç, boş iş alanlarını doldurmak için gelmektedir” (Tekeli, 2008; 138). Peki ama, hal böyle iken neden geliyorlardı? Bilmiyorum. İkincisi, 1960- 1973 yılları arasında Avrupa’ya bir milyonu bulan fevkalade yüksek orandaki işçi göçü Türkiye’de işçi-oluşun önemli bir bileşenini oluşturuyordu. Romancılığının olgunluk döneminde bu işçi göçüne tanık olan Orhan Kemal, görebildiğim kadarıyla, yapıtlarında bu konuya hiç değinmemişti.
1950 Tarım Sayımı sonuçlarına göre ailelerin yüzde 12,20’si tümüyle topraksızdı; Siyasal Bilgiler Fakültesi tarafından gerçekleştirilen Türkiye’de Zirai Makineleşme araştırması ise makineleşme sonucu işsiz kalanların beşte birinin şehre veya kasabaya gittiğini, beşte dördünden fazlasının ise köylerde kaldığını ortaya koyuyor. Bu durumda, kazanç için giden (mevsimlik, geçici) işçilerin büyük çoğunluğunun tarımsal faaliyet alanlarında çalıştığı çıkarsanabilir. Bu, 1950’li yıllar itibariyle henüz kentlerin bu işgücünü çekecek düzeyde gelişmemiş olmaları ve ulaşım olanaklarının henüz gelişmemiş olması yanında, tarım kesiminin de şöyle yada böyle ücretli işgücünün büyük bir bölümünü hâlâ istihdam edebildiğini göstermektedir (Makal, 2002; 128-129).
İstanbul’un fethinden Celali İsyanları’na, emek göçü/göçer işçi yeni bir olgu değildi (Kasaba, 2005), ancak, göçün içeriği niteliksel bir değişim geçiriyordu. Osmanlı İmparatorluğu boyunca göçlerle içiçe yaşayan bu coğrafyada gurbetçilik, mevsimlik göç biçimi idi. Asırlardır göç edenler yılın bir kısmı şehirde çalışır, esas itibariyle köyde yerleşiktirler. Şimdi ise kentte sürekli kalmak, gelişen sanayilerde iş aramak için göç ediliyor, köye mevsimlik işler için dönülüyordu. 1950’lerden sonra göç edenler kentte sürekli çalışabileceklerinden emin olduklarında oraya yerleşip ailelerini yanlarına getiriyor ve böylece kendi gurbetçiliklerine son vermekte tereddüt etmeyenlerin kitlesel göçleri asırlık gurbetçiliği kısmen sona erdiriyordu. Göçün genel akış yönü doğu ve Karadeniz ağırlıklı olmak üzere kuzeydeki dağlık, yoksul ve azgelişmiş kesimlerden Marmara ve Orta-Batı Anadolu bölgelerineydi.
Kente gelen “yorganlılar”, “gurbet kuşları” çok düşük gelirlere sahiptiler. O gelir seviyesinde, mimarlar ve mühendisler başta olmak üzere modernitenin savunucuları meslek sahiplerinin meşru gördüğü bir şekilde konut yapma olanakları yoktu. Belli ölçüde paraları olsa dahi modernitenin gereklerine uygun bir arsa alıp, bir plan yaptırıp, yapı ruhsatı aldıktan, binasını kurallara uygun olarak inşa ettikten sonra, oturma ruhsatı alması ve daha sonra orada yaşamaya başlaması, köyden koparak kente yeni gelenlerin gerçekleştirebileceği birşey değildi. Dahası, II. Dünya Savaşından çıkmış, çok partili bir siyasal yaşama girmeye çalışan Türkiye ve onun karar vericileri hızlı bir kentleşme beklentisi içinde değillerdi.
Orhan Kemal’in “Gurbet Kuşları” adlı romanında yer verdiği Türkiye’nin ilk gecekondu ilçesi Zeytinburnu ve 1950’de sadece 358 nüfusa sahip Eyüp’e bağlı bir köy olan Sağmalcılar’ın (Bayrampaşa) bugünkü haline gelmesinde sanayi ile iç ve dış göçler başrolü oynar. Kuruluşundan beri (1927) sütçülük ve tarımın başlıca ekonomik faaliyet olduğu Sağmalcılar’da ilk kez 1952 yılında sanayi tesisleri kurulmaya başlar. Bu gelişme ile fonksiyonel değişime uğrayan yerleşimin nüfusu, işçilerin sanayi kuruluşlarında çalışmaya gelmesiyle, büyük ölçüde artar. Hemen ardından, Orhan Kemal’in İstanbul’dan Çizgiler’de anlatacağı Rami, Sağmalcılar’ın adeta devamı Esenler, Güngören, Safraköy (Sefaköy), Kocasinan vd. çorap söküğü gibi gelir. 1950 yılında yerleşime açılır açılmaz Birinci Levent’te 1951 ve 1952 yıllarında imalata başlayan iki ilaç fabrikasını 1957’de bir radyo fabrikası izler. Hızla çoğalarak Gültepe ve Harmantepe olarak adlandırılan gecekondu yerleşme alanları ortaya çıkar. Buralarda sanayi faaliyetlerinin başlaması her şeyden önce işçi talebini artırmış, dolayısıyla gecekondu yada apartman türü konutlarla iskan alanı gelişmiştir. Sanayi kuruluşlarının faaliyete geçmesi, artan nüfusun ihtiyaçlarına cevap verecek ticari ve sosyal kuruluşların da çoğalmasına ve gecekondulaşmayı hızlandırmaya yol açar (Tümertekin, 2006; 83-84, 98-99).
1948 yılında gecekonduları önlemeyi amaçlayan ilk yasa çıkarıldığında, büyük kentlerde 25-30 bin dolayında gecekondu yapıldığı tahmin ediliyor. 1953 yılında izinsiz yapılara yönelik ikinci yasa çıkarıldığında gecekondu sayısı 80 bini bulmuştu. 35 yıla yayılan dönem içinde çıkarılan yasalara karşın bu rakam, 1960 yılında 240 bin, 1983 yılında 1.250.000’ e çıkmıştı. Bu gecekonduların yüzde 90’ı Ankara ve İstanbul’un yer aldığı İç Anadolu ve Marmara bölgesi ile Akdeniz ve Ege bölgelerindeydi. İstanbul ve Ankara başta olmak üzere bu gecekondular şehirlerin sanayi kuruluşlarına kucak açan semtlerde, fabrikalar çevresinde türemiş ve çoğalmış, bir yandan da sanayiden bağımsız olarak, kentlerin belediye sınırlarına yakın, dolayısıyla kolluk güçlerinin denetiminden uzak kesimlerdeki arsalar üzerine yapılmıştı (Keleş, 1983; 196-198). Türkiye’de kentsel yerleşimin toplam 21 milyonluk nüfusa oranı 1950’de yüzde 18; 1960’da yüzde 26’dır; 1970’de yüzde 35, 40 milyonluk nüfusa ulaşan 1975’de ise yüzde 41’dir. (Tütengil, 1983; 15-16). Çalışma Bakanlığı’nın yayınladığı Çalışma adlı derginin Mart 1946 tarihli sayısında, Türkiye’deki toplam işçi sayısının verilerine bakalım: Orta ve büyük sanayide çalışan işçi sayısı 275 000 iken, tarım, küçük sanat, ev sanatı, küçük sanayi ve deniz işçileri 426 000’dir; toplamda 726 000 işçi. Aynı dönemde çalışabilir nüfusun işgücüne katılma oranı yüzde 49’dur. Buna göre ücretlilerin işgücü içerindeki oranı yüzde 8,85, toplam nüfus içindeki oranı ise yüzde 4,34’dür. 1955’de toplam çalışan nüfus içinde ücretlilerin oranı yüzde 13,31, 1960’da yüzde 18,76, 1965’de 22,41’dir (Makal, 2002; 118-120). Bu rakamlardan kırsal nüfusun ağırlıkta olduğunu, ülke nüfusunun artışına bağlı olarak da bu yapının hızla çözülme sürecine tabi olduğunu çıkarabiliriz. Bu rakamlardan köylü-işçiyi anlatan Orhan Kemal’in neden “gerçek işçi”yi anlatamadığının ip uçlarını da buluruz
Bu verileri ücretli çalışma ilişkileri bağlamında eşelediğimizde şunu görüyoruz: 1965 genel nüfus sayımına göre çalışır nüfus toplamı yuvarlak hesapla 13,5 milyon. Bunun yuvarlak olarak 3 milyonu şehirde, yine yuvarlak 10,5 milyon kırda; şehirde ücretli çalışan nüfus hep yuvarlak 2 milyon, kırda 1 milyon; yuvarlacık 3 milyonu kendi hesabına çalışanlar ve 6 milyonu da aile işinde ücretsiz çalışanlar olmak üzere kırda yuvarlananların sayısı ise yusyuvarlak 9 milyon (Tütengil, 1983; 47). Ezici bir çoğunluğu kırlarda yaşayan çalışabilir nüfus, ücretli çalışmaya dahil değildir. Olur şey değil. Bu yuvarlak rakamlar birilerinin yuvarlak ensesini, yusyuvarlak göbeciğini ve iştahını kabartıyor olmalı. Kimin? Bir elde puro, bir elde fiski bardağı -karikatür. Bu atıl emekten faydalanmalı değil mi? Nasıl ve kimin çıkarına? İşte kendi yağıyla köylerde kavrulurken İstanbul’a, şehirlere gelen yorganlılar, Orhan Kemal’in bir mektubunda demesiyle: “hani şu, insana kulağıyla filan bakan, İstanbul’un şerefli meydanlarında hergele sürüleri gibi kovalananlar” (Otyam; 1974; 200), “Gurbet Kuşları”, şantiye alanına dönen İstanbul’un inşaatlarında çalışmak üzere şehirlere akacak, romanın başlarında, daha Haydarpaşa garında tirenden iner inmez de aşağılanacaklardır.
“Hani şu yeni yollar açma, buldozer denilen, eski çağların iri bedenli hayvanlarını hatırlatan yıkma makinelerinin İstanbul’u toza dumana kattığı “bedelsiz istimlak” günlerinde İstanbul’a akın akın gelen Gurbet Kuşları!
Bekleşiyorlardı. Kir pas içinde, isli, perişan bir kalabalık. Ne halt edeceklerini şaşırmışçasına düşünceli. Gözler yerde, bakışlarda keder, duruşlarda hüzün...
Yanlarında duruşumuzdan ürktüler. Yıllar yılı “Efendi”, “Bey”, “Bay” takımından işitmedikleri kalmamış. Ürküyor, korkuyorlar. Nasıl korkmasınlar ki, “İstanbul’u kirleten, pisleten” onlar. “Ne diye tarlalarını, evlerini barklarını bırakıp” geliyorlar? Otobüslerde kalabalık yaratan, otobüsün temiz havasını kirleten, yabancılara karşı tek ayıbımız onlar!” (Orhan Kemal, 1960/2007c; 181-182).
1950’lerde sanayi kapasitesi, hızla artan ama vasıfsız olan işgücüne iş sağlamakta yetersizdi. Bunun sonucunda da göç edenlerin bir bölümü sanayide sürekli bir iş bulabiliyor, çoğu ise ya geçici işçi yada seyyar satıcılık yapıyordu. Gecekondu bölgelerinde yerleşen aile reislerinin büyük çoğunluğu küçük memurluk, şoförlük, marangozluk, duvarcılık, terzilik, oto tamirciliği, becerisiz işler, küçük ticaret, seyyar satıcılık, çeşitli eşya tamirciliği (musluk, ayakkabı, bisiklet vb.) gibi işlerle uğraşmaktaydılar. Kırsal kesimden kentsel kesimlere gelen kişiler, buradaki çalışma yaşamının gereksindiği nitelik ve eğitime sahip değillerdi. 1961 yılı itibariyle İstanbul sanayi bölgelerinde işçilerin yüzde 17’sinin nitelikli, yüzde 55’inin yarı nitelikli, yüzde 25’inin de niteliksiz olduğunu görüyoruz (Makal, 2002; 114-115). Kemal Karpat’ın 70’lerin başında İstanbul’un bugünkü adıyla Hisarüstü ve Baltalimanı’nda yaptığı alan çalışmasından öğrendiğimize göre, bu gecekondu bölgesinde yaşayanların çalıştığı iş ve mesleklerin başlıcaları şunlardır: İnşaat ustası, şoför, garson, hizmetçi, uşak, sütçü, aşçı, taş ustası, benzinlik işçisi, hizmetli-kapıcı, hamal, çaycı, tezgahtar, seyyar satıcı, bahçıvan, manav, bakkal, demirci vb. (Karpat, 2003 ; 163-164). Bütün bu uğraşlar sanayileşmiş bir toplumsal düzene ait değildir. Denklerini alıp İstanbul’a gelenlerin göçünü anlattığı “Gurbet Kuşları” başta olmak üzere Orhan Kemal edebiyatını dolduran da işte bu kesimlerdir. Berber, bakkal, iplik fabrikasında ateşçi, küçük memurlar, katip, eskici, işsiz, hayta, bekçi, trikoda, çorapta çalışan, tütüne giden gündelikçi kızlar... “Beyaz başörtülü annesi, Balkan Harbi’nde şehit düşen ağabeyi, kocaman bıyığıyla babası... Babası iri yumruklarıyla hamur yoğuruyordu. Alnı bulgur bulgur terlemişti ama aldırış ettiği yoktu. Alışkındı. Çocuklarının ekmeğini bu işten, börek işinden kazanıyordu” (Orhan Kemal, 2003; 7), börekçiler bu edebiyatı doldurur.
“İşçi sınıfı” bir kavram olarak, kapitalizmin ve sanayileşmenin gelişmesiyle ortaya çıkan bir toplumsal kategoriyi dile getirmektedir. Üretim araçlarına sahip olmayan işçi, emek piyasasında emek gücünü satarak yeniden üretimini sağlamaktadır. Bu anlamda işçinin işgücü piyasasında emeğini satmaktan başka bir gelir edinme yolu bulunmamaktadır. Böyle bir tanım ‘saf’ anlamda bir işçi sınıfı tanımı, bir ‘ideal tip’tir. Toplumsal gerçekliğin değişen koşullarında ise böyle bir ideal tipe rastlanma olanağı sınırlıdır. Dünya kapitalist sistemi içinde merkez ülkelere eşitsiz bir şekilde bağımlılığı sonucu işçi ücretlerinin maliyetlerinin pahalı bir unsur olması nedeniyle, metropol ülkelerde yaşandığı biçimiyle tam bir işçileşme gözlenmemekte, yarı- proleterleşme, alt-proleterleşme yada köylü-işçi gibi terimlerle nitelenen bir ‘eksik’ işçileşme süreçleri gözlenmektedir. Türkiye gibi yarı-çevre ülkelerde enformel sektör faaliyetlerin giderek yaygınlaşması, ‘ideal tip’ anlamında tam bir işçileşmenin yaşanmaması anlamına geliyor. Enformel sektör, yasal koruma ve güvencenin olmadığı her türden küçük girişimcilik ve düzensiz işçiliği ifade etmektedir. Seyyar satıcılar, mevsimlik işçiler, geçici sigortasız işçiler, kendi hesabına çalışanlar enformel sektörün heterojen görünümünü yansıtır (Demir, 1995; 70-71).
Şehre ait olmaktan çok şehre bitişen bir kasaba izlenimi verir Orhan Kemal külliyatı. Köyden kente göçe maruz kalan yeni bir tip insanın sancıları, değişimi, hele hele ücretli çalışmanın mahsulü “işçi” yeni yeni boy göstermektedirler. Orhan Kemal’in kahramanları zanaatçılar, küçük memurlar, işçiler, köylüler ve ırgatlar, serserilerin elebaşları, evsiz barksızlar, fahişelerdir vb.’dir. Yazar, fabrikatörlere, müteahhitlere, toprak ağalarına da değinir, ama onun asıl ilgilendiği şehre düşmüş günlük nafakasının peşinde, alın teriyle geçimini sağlayan küçük insanların, emekçi halkın yazgısıdır. Kırsal yaşam koşullarında hayat mücadelesi veren köylüleri değil, gurbete düşmüş ve büyük kentteki yaşama dahil olan köylüleri anlatır (Uturgauri, 1980; 183-184). Orhan Kemal’in anlattığı işçiler Türkiye’nin sanayileşme sürecinin başlangıç yıllarının işçileridir; henüz gerçek sanayi işçileri değildir; bir ayağı köyde bir ayağı şehirde köylü-işçilerdir. “Bence, Orhan Kemal işçileri, romanlarından çok, Grev gibi, Uyku gibi hikayelerinde başarıyla anlatmıştır” (Fethi Naci, 1981; 333-344). Bu çok ilginç bir edebi durum -eşelenmeli. 1935-1945’lere M. Ş. Esendal, 1945-1955’lere Sait Faik öyküleri damgasını vururken 1955-1965’lerin Türk hikayeciliğine Orhan Kemal damgasını vuracaktır; 1965-1975’lerde Türk hikayesinin bayrağını Füruzan devralacaktır.
Henüz ne yazdığı hikayeler ortada yokken, dahası Türkiye’de işçi sınıfı yok iken Nazım Hikmet’in Bursa cezaevinde, “inanıyorum ki işçi sınıfının en büyük yazarı olacaksın” dediği Orhan Kemal hakkında Kemal Tahir’e 1941 yılında yazdığı mektupta, “amele muhitini vermekte rekor bence hala yazıları henüz intişar etmeyen Reşit Kemali [Orhan Kemal –İB]’nindir” (Nazım Hikmet, 1975; 94), demesi; Orhan Kemal’in isim babası Kemal Sülker’in 1943’te Yurt ve Dünya’da “Orhan Kemal’de işçilerin hikayecisi olmak istidat ve temayülü bulunduğunu bildirmeliyiz (...) O fabrika işçisinin bizzat realitesinin aksi olan yaşayış tarzlarını çok ustaca anlatmakta ve bizde yapılmamış olan fabrika işçileri hikayeciliğinde adeta ihtisas sahibi olmaktadır” (Sülker, 1988; 27-28) demesi Orhan Kemal’in belirli çevrelerce desteklenmesini, her sosyoloji tarihsel olmalıdır diyerek, edebiyat sosyolojisine havale ediyorum. İşin bir de roman tarihi ve sosyolojisi boyutu var: Batı’nın 16. yüzyılından başlayarak günümüze kadar bir dizi medya kurumunun gelişimiyle birlikte enformasyon ve sembolik biçimler görülmedik bir boyutta, ama hep pazarda alınıp satılabilen metalara dönüştürülerek, zaman ve mekanda yayılmış bireylere ulaştırılmayı güderek (yeniden) üretildi (Thompson, 2008; 25). Tarihsel olarak “piyasa toplumu”nun icadı olan roman, edebi mal olma karakterine sıkı sıkıya bağlı oluşuyla öbür edebi sanatlardan ayrılır, Cioran’ın demesiyle “edebiyatın kaldırım orospusudur”. İki, Orhan Kemal Türkiye’de ücretli çalışma ilişkilerinin belirdiği yıllarda, çok kısa bir ücretli katiplik dışında, hayatı boyunca ücretli çalışan/işçi olmamış, geçimini yazdığı romanların sırtından sağlamıştır ve kanımca –Bereketli Topraklar, Murtaza gibi dünya romanında seçkin bir yeri olan bir kaç romanı dışında- vasatı zorlayan romanlar yazmasının bir nedenidir de bu. Hikayelerini bu vasatın dışında, çok çok üstünde tutuyorum.
Türkiye’de kentlere göç edenlerin büyük bölümünün formel sektörde ve süreklilik, iş güvencesi, daha yüksek ücret koşulları altında istihdam edildiğini söylemek olanaksızdır. Çünkü, kentsel kesimin gelişme hızı, kırsal kesimden göçenlere bu tür iş olanakları sağlamayacak kadar düşük boyutlarda kalmaktadır. 1951 tarihli Milletlerarası İmar ve Kalkınma Bankası (Dünya Bankası) raporuna göre “nüfusun şehirlerde tekasüfü (urbanization) hadisesinin dikkati çeken herhangi bir ölçüde vukua gelmemiş bulunduğu Türkiye’de, devamlı bir endüstriyel işgücü göze batar derecede kifayetsizdir. Bilhassa, mütehassıs olmayan işçi zümresi ziyadesiyle seyyaldir; mevsim vaziyetine göre zirai faaliyetlerle endüstriyel faaliyetler arasında hareket halindedir” (aktaran Buğra, 2008; 116). 1950’li ve 1960’lı yıllarda gecekondu bölgelerinde yapılan araştırmaların sonuçları, bu bölgelerde nüfusun genellikle küçük çaplı ticaret, esnaflık, becerisiz işçilik ve küçük memurluk ile marjinal işlerde çalıştıklarını ortaya koymaktadır. İşportacılık, araba siliciliği vb. İşlerden oluşan marjinal işler kategorisinin temel özellikleri ise formel sektörden farklı olarak; devamlılık niteliği taşımaması, düşük verimlilik, işe giriş-çıkış engellerinin olmaması, düşük sermaye gerektirmesi, yüksek bir iş değiştirme oranına sahip olmasının yanı sıra Türkiye’de yaşanan toplumsal dönüşüm sürecinin ekonomik ve toplumsal sancılarını azaltıcı yönde rol oynaması, bazı sorunları emen bir tampon mekanizma oluşturmasıdır (Makal, 2002; 140).
Gurbet Kuşları’nda köyden denkleriyle gelen İflahsız’ın Yusuf inşaatlarda duvarcılığı öğrenir, bir kabzımal-müteahhidin yanında katiplik yapar: “çalışmalıydı ki, para biriksin, günün birinde de bir yerlerde bir arsa satın alıp, Hatça Ablasıgil gibi, iki oda bir sofalı küçük ama kullanışlı bir gecekondu kursunlar” (Orhan Kemal, 2007; 165). Köyden babasını da getirtir; İstanbul’un ilk gecekondu bölgesi diyebileceğimiz Zeytinburnu’nda kendi gecekondusunu yapma uğraşı verirken roman biter. Erguvanlar şehri caanım İstanbul’un estetiğine hiç yakışmayan, Feriköy, Darülaceze, Zeytinburnu, Taşlıtarla dolaylarını çepeçevre saran, gecekondu bile denemeyecek alt alta üst üste evler; “evden çok, hatta gecekondudan çok tavuk kümeslerine benzeyen tahta barakalar”ı, ne A. Hamdi Tanpınar, ne Y. Kemal Beyatlı, ne de göbekbağısız O. Pamuk’un İstanbul kitaplarında bulamadıklarımızı ölümünden sonra yayınlanan “İstanbul’dan Çizgiler” adlı kitabında ve öbür romanlarında, Türk hikayesini yükselten hikayelerinde anlatacaktır Orhan Kemal (2006; 145-147).
Sanayi kuruluşlarının şehir dışı, hatta şehir içi dağılışları ile gecekondu alanları arasında mekansal ilişkiler gözlemlenmektedir. İstanbul çevresindeki sanayi kuruluşları ile gecekondular adeta yan yana ve birlikte kurulmaktadırlar. Orhan Kemal edebiyatında işçi-oluş bağlamında iki olguyu yan yana koymak istiyorum. Biri, Orhan Kemal İstanbul’a otuz beş yaşında, 1951 yılında geldi. İkinci olgu da şu: 1950’de 400.000 olan ücretlilerin sayısı 1965’te 2 milyona yaklaşmıştı (Karpat, 2007; 97). Sadece 1964 yılına ait bilgilerin ışığında Türkiye’deki büyük sanayi kuruluşlarının yüzde 42,9’u, işçilerin de yüzde 35’i İstanbul’dadır. Fakat birçok sanayi kolunda İstanbul’un payı çok daha fazladır. Örneğin giyim eşyası, kimya, madeni eşya, elektrik aletleri sanayi kollarında, İstanbul Türkiye’deki kuruluşların yüzde 50’sinden fazlasına sahiptir. İstanbul’da 20 ve daha fazla işçi çalıştıran 700 kuruluşta 116.605 işçi vardır (Tümertekin, 2006; 62); 20’nin altında işçi çalıştıran birçok sanayi kuruluşunu da buna eklersek işçi sayısı çok daha fazladır. Bu 700 kuruluş içinde dokuma sanayi 32.052’lik işçi sayısı ile başı çeker; onu 19.979 işçi ile madeni eşya ve makine, 9316 ile sağlık malzemesi ve ilaç izlemektedir. Bu sayısal olgulara bir ek daha: İstanbul’daki sanayi kuruluşlarının sadece 13’ü devlet sektörüne aittir. Bu sayı 700 kuruluş arasında pek önemsiz gibi görünmesine karşın devlete ait kuruluşların hemen hepsinin çok büyük oluşları nedeniyle çalışan işçi sayısı, ödenen ücretler ve yaratılan değer bakımından devlet sektörü bazı sanayi kollarında ağırlığını hissettirir, ki bu da bir başka parantez açmamızı gerektirir.
Bu veriler ışığında diyebiliriz ki, İstanbul bir işçi şehridir –yıl 1964. 1964 aynı zamanda, senaryosunu yazdığı “Gurbet Kuşları” adlı filmin çekildiği yıldır. Üstad Orhan Kemal’i üzmek istemiyorum ama, bayağı bir senaryodur. Orhan Kemal 1947-1960 yıllarının köylü-işçisini, adlandırmakta zorlandırdığım bir duyarlılık içinde yansıtmış; İstanbul’daki işçi-oluş duyarlılığına nüfuz edememiştir. Günlük nafakasını çıkarma anlamında para için yazdığı romanlarda ve senaryolarda ne yazık ki, melodrama kaymıştır diyip görece hafifleştirerek bu konuyu daha fazla deşmiyorum. 1958 ve 1959 tarihli mektuplarında “’Boktan yayınlar serisi’ tutturmak üzereyim. Esat Mahmut, Kerime Nadir vesairenin tarzı şeyler. Başka çıkar yol bulamadım”; “Kötü senaryo yapmaktan gına geldi, nerdeyse öğüreceğim” yazar. 11. 9. 1961 tarihli mektubunda “neme lazımdı benim senaryo menaryo. Boktan bir sürü bezirganın elinde oyuncak oldum. Hooş, gene de eksik olmasınlar. On yıl hemen hemen sırtlarından geçindik. Çocuk okutup büyüttük” (Otyam 1975; 146, 150, 225-226). Susuyorum.
1950-1970’daki gecekondulaşmaya, işçikondulaşmaya bir de romankondulaşma eşlik edecektir. Türkiye edebiyatında romankondulaşmaya burada değinmeyeceğim (Bingül, 2008). Buna karşın şu kadarını söylemeden geçmeyeyim: “Roman” dışsal olarak, ortaya çıkışı, biçimi itibariyle yeniydi: tarihin ve toplumsal koşulların ürünüydü; zihinsel kurulum olarak ise Eski Yunan’a köklenebilecek, özellikle de Rönesans resminde merkezi perspektifle pekiştirilen mimesis’e dayanmasıyla yeni değildi. Bir başka türlü dersek, Avrupa “roman”ı, gerçeği taklit etme temelinde yükseliyordu; öyle ki, Batı kültüründe bu taklit adeta gerçeğin yerine geçiyordu. Orhan Kemal’in önünde bir, köylü çokluktan işçi çokluğa geçen Türkiye’de uç vermeye başlayan yeni bir gerçek vardı, bir de kökü Türkiye’de olmayan ve “piyasa toplumu” oturgasına sıkı sıkıya bağlı edebi bir tür olarak “roman”. Dolayısıyla bir yandan “yeni” gerçeği taklit etmeliydi, bir yandan da taklidi (romanı) taklit etmesi gerekiyordu. Romanlarından çok çok daha başarılı olduğu, bir edebi formu taklit etmeye yönelmediği öykülerinde yer alan kişiler; cenaze töreninde veya ayinlerde ölen kişinin yerine geçen heykeller, mezar taşları, artık varolmayan kişilerin yerini alan ve onların dünyevi varlıklarını sürdüren ikizleri: temsilleri/ hece taşları değil; canlı olanların yerini tutan bir(er) ikamedir. Şaşırtıcı ve de yeni olan: henüz capcanlı olanın, ama muhakkak ölecek olanın temsilleridir. Bu yanıyla Orhan Kemal’in -hikayeleri dışında- yazdıkları romandır, novel’dir. Bu çalışmada Türkiye’de işçi-oluş’un toplumsal, tarihsel arka planı üzerinde yoğunlaştım; edebiyatın, romanın arka planına ağırlık vermedim.
* Pamuk
“Güzün başlangıcı sayılan ağustosun ikinci yarısıyla birlikte Çukurova’nın duru mavi göklerinde atılmış pamuk yığınlarını hatırlatan bulutlar belirir. Günler geçer. Atılmış pamuk yığınlarını hatırlatan sütbeyaz bulutlar esmerleşmeye hatta morarmaya başlar. Şimşekler ve gök gürültüleri yaklaştıkça, kütlü toplama mevsimi de yaklaşıyor demektir. Yaklaşan kütlü toplama mevsimiyle birlikte yağmur yüklü bulutların morartısı artar, sonra da yağmur! Kaç vakittir yağmura hasret insanlar yağmur altında kalıverirler. Sonra bulutlar dağılır, yerden sıcak bir buğu yükselir, güneş yüzünü gösterir. Gösterir ama, mevsim dönmüştür artık, ağustos sonları gelmiştir. Bir yandan çuvallar dolusu zahire yüklü kamyonlar, harman makineleri homurtularla şehre gelirken, şehrin kıyı semtlerinde izbelerin kara donlu, erkek yüzlü kadınlarıyla erkekleri, bütün yazı mahallenin güneşte kavrulmuş toprağında bir parça ekmek, sarı bir hıyar, pek pek şuncacık peynirle geçirmiş çoluk çocuğunu, tencere kazanları, çulları çuvalları, kesileri köpekleriyle sırtlayan kamyonlar pamuk tarlalarının yolunu tutarlar.
Toplama ameleleridir bunlar!” (Orhan Kemal, 2008; 166-167).
Orhan Kemal, arkadaşı Fikret Otyam’a yazdığı mektuplarda Kanlı Topraklar adlı yeni roman tasarısından sözeder: “Taa Sultan Hamid devrindeki Çukurova’dan alıp, Meşrutiyet, İttihat ve Terakki, ardından Harbi Umumi, Milli Mücadele ve nihayet bugünlere geleceğim. Bütün bu enine boyuna platform üzerinde, Çukurova’da gelişip bugünlere varan ticaret, ziraat ve sanayiimizin dünkü sahipleriyle, bugünkü sahiplerine el değiştirilişlerini ve bugünkü sahiplerinin perde ardından milleti nasıl sömürüp, memleketi gericiliğin karanlıklarına nasıl sürüklediklerini, çıkarlarının ne olduğunu “Tipik” bir şekilde vermeğe, daha doğrusu “Erbabı İz’an”a sermeğe çalışacağım” (...) “Çukurova’da endüstrinin kuruluşu ve şimdiki sayın fabrikatörlerimizin babalarını, dedelerini, çalışan Türk emekçilerini, memleketimizin tarihi realiteleri içinde” gösterecektir (Otyam, 1974; 229-230, 236).
Osmanlı İmparatorluğu’nun en eski ve en ünlü ürünü olan tütün, ekiminden sigara üretimine kadar büyük bir emek ve özen istemesi dolayısıyla yüzbinlerce insanın “geçim kapısı” olması, üstelik devletin mali kaynakları içinde önemli bir yer tutmasına karşın, Orhan Kemal edebiyatında Adana ve Adana’nın hemen hemen her bucağından da pamuk karşımıza çıkar:
“Bembeyaz pamuk tarlaları göz alabildiğine uzanıyor, köyleri şehre bağlayan tozlu yollarda kütlü denilen, tohumlu pamuk hararları yüklü Doçlar, Şevroleler, Fordlar, yağsız tekerleklerinin gıcırtısı aydınlık geceyi dolduran öküz, camız arabaları, İnegöl çift atlıları, yüklü deve dizileri şehre akıyor”, Orhan Kemal Cemile’nin ücretli hayat hikayesine böyle başlıyordu. Pamuk tarlalarının arasından geçerek şehre girilir, asfalt yola çıkmadan önce pamuk balyaları taşıyan kamyonların tozu dumanı arasından geçip Çarşı’ya vardığımızda da bizi toptancılar, perakendeciler, fabrikadan top top çıkan bezleri, pamukluları, bekar çamaşırı, don gömlek tezgahlarıyla iç içe dükkanlar karşılar. Gerek Türk gerekse dünya edebiyatı içinde önemli bir yeri olduğunu sandığım Bereketli Topraklar Üzerinde adlı romanını “Orta Anadolu’nun seksen evlik köylerinden Ç. Köyünün erkekleri o yıl da çalışmak için çeşitli iş bölgelerine dağıldılar: Sekizi onu Kayseri Dokuma fabrikasına gitti, dördü beşi Sivas Çimento fabrikası, Cer atölyesine. İçlerinden üçü de Çukurovanın yolunu tuttu” cümlesiyle açar, ilerleyen sayfalarda da pamuk toplamaya giden mevsimlik tarım işçilerinin yaşam ve çalışma koşullarını anlatır: “Pek pek birkaç hafta sonra ‘Urumdan Şamdan çekilip çekilip gelen ırgat kafilelerinin akını başlar. Binlerce kadın, erkek, çoluk çocuk, genç, yaşlı, paramparça üstbaşlarıyla pis pis kokarak, Ötegeçe’deki mezarlığa yığılırlar. Kıçı çıplak çocuklar mezar taşlarına inip biner, tevekkül içindeki kadınlar, Taşköprü’nün bu geçesindeki ırgat pazarından iş ve ekmeğin sevinciyle gelecek erkeklerini beklerler. Kul acımaz bunlara, Allah acımaz. Allahın unuttuğu insanlardır bunlar! Peygamberler kitaplar dolusu sabır, tevekkül, kanaat getirmişlerdir bunlara. Hiçbir işe yaramayacak olan sabır, tevekkül, kanaat!”
Tarım işçileri, yer yer muhacir fabrika işçileri, köyden kente göç Orhan Kemal edebiyatının toplumsal arka planını oluşturur. Burada iki şehir öne çıkar, biri pamuk ekimine açılan Adana, öbürü de İstanbul. Türk edebiyatında işçileşme, mevsimlik tarım işçileri ne Bursa’da ne de İzmir’de yeşermemiş, yeşermişse bile tutunamamış, Adana Çukurova’da ve Orhan Kemal’in kaleminde dile getirilen bu işçileşme olgusu Türkiye’de pamuğun hikayesi ile doğrudan ilgilidir.
Bursa hem başkentlik yapmış bir tarihe, hem de ticari canlılığın bulunduğu coğrafi stratejik bir konuma sahipti. Dahası Osmanlı payitahtına olan yakınlığı dolayısı ile büyük mali çevrelerin de merkezindeydi. Osmanlı devletine ve İstanbul bankerlerine ticaret kredileri veren servet sahiplerinden, vergi gelirlerini toplayan mültezimlere kadar geniş bir girişimci sınıf bulunmaktaydı. Önemli ticaret ve ulaşım yollarının kesiştiği noktada konumlanan Bursa, kuzeyinde İran’a uzanan yol ile batı ve kuzeyde yer alan transit yolunun ortasında bulunuyordu. Bu özellikler, 15. yüzyıl ortalarında o zamanki İstanbul’un hem rakibi hem de tamamlayıcısı olan Bursa’nın Osmanlı yapısı içindeki yeri ve önemini yeterince açıklamaktadır (Reyhan, 2008; 10). 15. yüzyıldan başlayarak, ipek dokumacılığı Osmanlı İmparatorluğu’nun her döneminde oldukça gelişmiş bir düzey tutturabilmiş, tacirlerin Avrupa’ya lüks mallar ihraç ettiği ve 19. yüzyılda ipek böcekçiliği ve ipek eğirmede yeni teknolojik ve bilimsel gelişmeleri kendi üretimlerine uyarlamanın eşiğine gelip 1861-62 yıllarında Suphi Bey yönetiminde Erkan-ı Harbiye’den bir grup mesahacı (ölçümcü) tarafından hazırlanan haritalarda Bursa’nın en çarpıcı özelliğinin tıpkı kamu yapılarına yada dini yapılara gösterilen dikkate eşdeğer bir özenle şehrin belli kısımlarını kapsayan fabrikaları belirtme ihtiyacı duymasına, fabrika (imalathane) üretiminin Bursa’yı öbür Anadolu şehirlerinin yanında bir fenomen haline getirmesine (Bisharar, 2008; 173-186) karşın işçileşme olgusu bağlamında Bursa edebiyata dahil olmamıştır; 18. yüzyıl sonu ila 19. yüzyılda gökten zembille düşer gibi hızla yükselişe geçen İzmir de.
19. yüzyılda Türkiye’nin dış ticareti beş önemli liman şehri aracılığıyla yürüyordu. İstanbul en büyük ithalat limanıydı. Trabzon, Rusya ve İran’a olan transit ticaretiyle uğraşıyor, Beyrut ise daha çok ihracata dönük bir görünüm arzediyordu. Selanik ve İzmir hem ithalat hem de ihracat ile uğraşan gelişmiş, dış ticaret merkezleriydi. Uygun bir limana sahip olması ve çok zengin bir hinterlandın tek çıkış özelliğini taşıması dolayısıyla İzmir, Türkiye’nin dış ticaretinde en önemli yeri almıştı. Uzun yıllar Türklerin sayısı şehir nüfusunun üçte birini geçmediği için imparatorluk halkı tarafından “Gavur İzmir” adıyla anılan bu güzel şehrimizde Rum, Ermeni ve Yahudiler ekonomik bakımdan son derece güçlüydüler. Küçük ticaret ve sanayi, bankacılık ve kıyı ticareti hemen hemen tümüyle onların elindeydi. Özetleyin canalıcı birçok ekonomik faaliyete gayrimüslimler hakimdi (Kurmuş, 1982; 18-27).
1930’lu yıllarda Ege Bölgesi, uluslararası pazar için ihtisaslaşmış tarımsal üretim yapma aşamasına ulaşmış, az sayıdaki yörelerden biridir. Ülkenin tarımsal İzmir Limanı ise bu üretimin ihraç edildiği yerdir. İzmir’de ihracat Kurtuluş Savaşı’na kadar, hemen hemen tamamıyla yabancı şirketlerin, levantenlerin yada gayrimüslim Osmanlı tüccarlarının elindedir. İttihat ve Terakki döneminde milli tüccar yaratmak için izlenen politikalar dahi bu ihracatın denetiminin Türk tüccarın eline geçmesi için yeterli olamamıştır. Kurtuluş Savaşı sonrasındaki büyük nüfus değişimleri bile bu konuda yeterli olmamıştır. Türk tüccarların Avrupa pazarına doğrudan girecek bir güce ulaşamadığı, Kurtuluş Savaşı sonrasında Türkiye’den ayrılan azınlık tüccarların pek çoğunun Trieste gibi serbest limanlara yerleştikleri, buradaki serbest liman olanaklarından yararlanarak Türkiye’nin Avrupa’ya ihracatını denetlediklerini görüyoruz (Tekeli-İlkin, 2004; 240-242). Bu durumun sakıncaları ekonomik buhran döneminde daha açık seçik hale gelir; siyasal gündemde çok önemli bir yet tutar, devlet yeni düzen arayışı içindedir.
Bu peşrevi bitiriyorum: Orhan Kemal bir rastlantı sonucu ortaya çıkmıştı, doğru; eğer Orhan Kemal İzmir’de doğup yetişseydi Türk edebiyatında bir Orhan Kemal çıkmayacaktı. Aynı dönemde İzmir-Aydın bölgesinde Orhan Kemal’in inatla muhalif durduğu DP’nin başkanı Türkiye’de iktidar doğanlar: Erguvaniler mensubu Adnan Menderes çıktı.
*
Gelişmiş bir ipekçiliğe sahip Bursa pamuğa hiç yanaşmaz. III. Selim 1812’de 600 dokuma tezgahı çalıştıran büyük bir basma pamuk fabrikası kurmuş, fakat 1841’de yalnızca 41 dokuma tezgahı kalmıştır. İngiliz Büyükelçiliği’nde papaz olan R. Walsh’ın anlattıklarına göre Üsküdar’daki pamuk fabrikasında Manchester’deki fabrikada çalışanlardan daha usta görünen birkaç yüz işçi istihdam edilmiştir. 1827’den sonra Eyüp semtindeki Taşlıkburun’da bir pamuk iplik fabrikası (iplikhane) kurulmuştur. Çalıştırmak için katırlardan yararlanılmıştır (Karpat, 484-485). Ne var ki İstanbul’da pamuğun ömrü çok uzun sürmemiştir. Batı Anadolu tarımında kapitalist ilişkilerin, eşdeyişiyle pazar için üretimin gelişmesi ve tarımda ücretli işçilerin ortaya çıkması süreçlerini inceleyen Orhan Kurmuş İngiltere’nin kendi hammadde gereksinimlerini karşılamak için teşvik ettiği ürünlere en güzel örnek olarak pamuğu gösterir. Yeni pamuk üretim alanları bulmak için faaliyete geçen İngiliz kapitalistleri 1857’de Manchester Pamuk Alım Birliği’nin kurulmasıyla pamuklu endüstrinin hem Amerikan pamuğuna bağımlılığı kıracak hem de hissedilen pamuk kıtlığının üstesinden gelmek için Hindistan’da ve Türkiye’de pamuk yetiştirilmesini teşvik ettiler.
18. yüzyılda Türkiye, İngiliz pamuklu sanayiinin güvenilir bir hammadde kaynağı olmuş, uzun yıllar İngiltere’ye düzenli olarak pamuk ihraç etmişti. 19. yüzyıl başlarında İzmir’den pamuk ihracı, Amerikan pamuğunun hem kaliteli hem de daha ucuz olması nedeniyle azalır. Aydın Demiryolu’nun yapılması ile demiryoluna yakın bölgeler pamuk üretiminin en çok yaygınlaştığı bölgeler olur. Öyle ki, geniş bir alana yayılan pamuk üretimi, tahıl ihtiyacını olumsuz yönde etkileyeceği kaygılarını doğurur. 1870’de hepsi de demiryolu üzerinde bulunan kentlerde 700’ün üzerinde çırçır makinesinin kullanıldığı buhar gücüyle çalışan 34 fabrika kurulur. Küçük ölçekte de olsa bir sanayiin gelişmesine yol açan pamuk üretimi, aynı zamanda, kapitalizmin gelişmesini kolaylaştıran ve hızlandıran bankacılık ve sigortacılık gibi kapitalist kurumların ortaya çıkmasını sağlar. Pamuk üretimini yaygınlaştırma çabaları yalnız Batı Anadolu’da değil, Selanik, Adana, Mersin, Suriye kıyıları ve Doğu Anadolu’da da görülüyordu. Fakat bu bölgelerin hiçbirinde İzmir bölgesinde elde edilen başarı sağlanamadı. Pamuk yetiştirmek için en elverişli topraklara sahip Çukurova’da 1880’lere kadar pek büyük gelişmeler olmadı (Kurmuş, 1982; 59-72). 19. yüzyıl sonlarında düşüşe geçen Batı Anadolu’ya göre Çukurova’da, geç başlayan kapitalist tarım çok daha hızlı gelişti. Neden?
1800’lerin başında 5.000 civarında olan Adana’nın nüfusu, 1831 yılında 15.464’e (3.926’sı gayrimüslim), 6.000 civarında olan Tarsus’un nüfusu 15.710’a (902’si gayrimüslim) yükselmiştir. Aynı yıl yakın vilayetler ile önemli merkezlerden olan Aydın’ın 112.723, Kastamonu’nun 121.483, Kayseri’nin 54.866, Konya’nın 57.724, Niğde’nin 59. 138, Trabzon’un 136.552, Selanik’in 94.701 nüfusuna göre bölgedeki her iki merkezin de nüfus açısından oldukça zayıf kaldığı görülmektedir. Bölgeye yakın merkezler daha gelişmiş yerler olarak Halep ve İzmir ile ticaret yapmayı tercih etmektedir. Bu nedenle, Adana ve Tarsus önemli bir ticaret merkezine dönüşememekte, Halep ve İzmir arasında sıkışmaktadır. Çukurova bölgesinin Halep, Şam, Antep, Maraş gibi dokumacılığın geliştiği merkezlere yakınlığı nedeniyle 19. yüzyılın sonuna kadar dokuma sektöründe sanayileşme yönünde bir gereksinim duymadığı anlaşılmaktadır. Gereksinimler açısından ne iç pazar ne de dış pazar baskısı ile karşılaşan Çukurova bölgesi sanayileşme yönünde önemli bir çaba göstermediği, bu nedenle de tezgâh sayısı ve üretim açısından köklü bir değişiklik meydana gelmediği anlaşılmaktadır (Akkaya, 1998; 145-146).
20. yüzyılın başlarına gelindiğinde, İstanbul ve çevresiyle birlikte ülkenin başlıca sanayi bölgesini oluşturan Ege bölgesi Kurtuluş Savaşı’nda en büyük yıkımı yaşamıştır. En çok etkilenen merkezler İzmir, Aydın ve Bursa’dır. İzmir’de Halıcılık kapasitesi yarı yarıya inmiş ve zeytinyağı ile sabun üretimi de çok düşmüştür. Bursa’da ipek sanayii hızlı bir gerileme içine girmiştir: 1914’te 6 milyon kilo olan koza üretimi, 1925’te 780.000 kiloya düşmüştür. Aynı süre zarfında iplik imalathanelerinin sayısı da 41’den 12’ye inmiştir. Bursa’da ipek sanayiinin gerilemesi aynı zamanda işgücünün azalmasına da bağlıdır ve bu, sanayinin önündeki genel bir sorundur. 1912’den 1922’ye kadar nerdeyse kesintisiz süren savaşlardaki insan kayıplarının yanı sıra, 1923 sonrası nüfus mübadelesini de unutmamak gerekir: Bir milyondan fazla Rum Anadolu’yu terk etmiştir. Gidenler zanaatkârlar, işçiler, küçük patronlardır. Makedonya yada Trakya’dan gelen Türkler ne aynı teşebbüs ruhuna ne de aynı vasıflara sahiptir. Bu nedenle nüfus mübadelesi bazı bölgelerin ekonomisini değiştirmiştir. Bursa ovasında, ipek sanayii gerilerken, tütün ekimi gelişir, çünkü bu bölgeye yerleştirilenler tütüncülükte uzmanlaşmış Trakya Türkleridir. Bütününde nüfus mübadelesinin Türk nüfusunun tarımsal niteliğini artırdığı ve bunun da tam sanayileşme kalkışması dönemine denk geldiği söylenebilir (Georgeon, 2008; 191-192).
İngiltere endüstrileşmeye başlayan ilk ülkeydi; 1780’lerden başlayarak dokuma endüstrisi sürekleyici sektör olmuştu. Max Weber’e göre endüstrinin ritimleri, Batı’nın tüm maddi geçmişine egemen olmuştu. Batı sırasıyla, bir keten çağına, bir yün çağına, sonra bir pamuk çağına –daha doğrusu 18. yüzyılda bir pamuk çılgınlığına- tanık olmuştur. İngiltere hem kendi, hem de Avrupa ve Avrupa dışı piyasalar için, Hind’deki kendi ticari işletmelerinden pamuklu kumaşlar (Hindliler) ithal etti. Bu kumaşların başarısı, İngiliz manifaktürleri tarafından taklit edilmelerine yol açacaktır. Teknik iyileştirmelerden teşvik gören pamuklu endüstrisi, ara vermeden büyüyecektir. Kelimenin dar anlamında fabrikaları geliştirecek olan pamuktur. Hindler, Afrika, Amerika ticaretine, buna bağlı olarak zenci köle trafiğine bağlanan pamuk, büyük sömürgecilik limanlarına veya bunların çevresine (Liverpool, Glaskow) yerleşir (Braudel, 2001; 420, 423).
1750’den sonra dünya ekonomisindeki büyük genişlemenin başlamasıyla beraber, pamuğa ve daha sınırlı bir düzeyde buğdaya dönük talep toparlandı. Sulama ve tesviyenin yanı sıra büyük ölçekli ekim için geniş arazi gerektiren pamuğun karşı konulmaz ilerleyişi, alçak arazilerin işlenmesinde bir tersine dönüşün ilk işaretlerini verdi. Her iki koşula uygun alçak arazilerin kaderinde ihmalden hafif ilgiye doğru bir tersine dönüş yaşandı. Alçak arazileri iskâna açma sürecinin sağlamlığını ve kalıcılığını kesinleştiren şey, Küçük Buz Çağı’nın başlamasıyla 1550’lerde devreye girmiş olan büyük döngünün 1870’lerde sona erişiyle birlikte tamamlanmasıydı. Alçak arazilerin talihindeki dönüş, alçak ovaların ekonomik diriliğini geri getirmeye hizmet eden ikinci teşvik unsuru Britanya’nın 1815’ten sonra üstünlüğü ele geçirişiyle birlikte dünya ekonomisindeki işbölümünü yeniden şekillendiren yeni hegomonya döngüsünün başlaması oldu. Akdeniz bu gelişmenin dışında kalmadı. Daha alçak kesimlere dönerek yerleşme süreci ıslah edilmiş araziler ile çorak topraklar üzerinde mülkiyet hakları sağlayan ve böylece ovaları toprak sahibi olmak isteyenlerin akınına açan 1858 tarihli Osmanlı Arazi Kanunnamesi’nin çıkarılmasının ardından hız kazandı (Tabak, 2010; 32-33).
18. yüzyılda Avrupa’yı pamuklu tutkusu sarar. Hindistan’dan ithalat yetmez olur. İplik eğirme ve dokuma makineleri icat eden İngiltere, işe el atar: Gereksindiği hammaddeyi ona Amerika sağlayacaktır. Hasat için kol gücüne ihtiyaç vardır. Sanayileşme ve kölelik el ele ilerler. Manchester ve yöresi fabrikalarla dolarken Liverpool, bir süreliğine, köle ticaretinin merkezi olur. Yüzyıl sonra, Amerika Birleşik Devletleri bağımsızlığını kazanmasına karşın eski anavatana pamuk sağlamayı sürdürür, ne var ki iç savaşın patlak vermesiyle Britanya dokuma tezgahlarını kimin besleyeceği sorunu baş gösterir. Londra, iki sömürgesine, Mısır ve Hindistan’a yönelir. 19. yüzyılın sonundan itibaren gezegen pamuk tarlaları ve fabrikalarıyla kaplanmıştır (Orsenna, 2008; 14-15). Kapitalizmin ve Sanayi Devrimi’nin gelişiminde önemli yer tutan tekstil sanayiinde İngiltere Amerikan pamuğuna bağımlıydı. İngiliz sanayiciler, daha Amerikan İç Savaşı (1861-1865) başlamadan bu pazar bağımlılıklarına alternatif aramaya başlamışlardı. 1857 yılında kurulan Manchester Pamuk Alım Birliği (Manchester Cotton Supply Association) Hindistan ve Türkiye’yi pamuk yetiştirilmesi için uygun ülkeler olarak görmeye başlamıştı.
Osmanlı pamuk ipliği ve pamuklu kumaş üreticileri, yüzyıllarca hammadde sıkıntısı çekmemiş, bol miktarda ham pamuk bulmuştu. Güney Arabistan, Mezopotamya, Kuzey Filistin, Kuzey Suriye ve Adana bölgesi, Ege kıyıları, Teselya Ovası, Makedonya’nın Zekhua ve Serez bölgeleri Haçlı Seferleri’nden beri önemli pamuk üretim merkezleriydi. 19. yüzyılın ikinci yarısından itibaren, Osmanlı dünyasında, uzakta yaşanan gelişmelerin sonucu olarak, pamuklu kumaş dokumasına ve pamuk üretimine ağırlık verilmeye başlandı. Osmanlı üst sınıfları arasında, ipekli ve tiftik yerine, pamuklu dokumalar tercih edilir oldu. Kentli elit kesimlerde pamuklu kumaş tüketiminde artış görülürken bütün cemaatler arasında “geleneksel” giysileri giymek yaygın bir alışkanlık olarak varlığını sürdürüyordu.
Tanzimat reformlarından önce, kanunlar, çeşitli mesleki ve dini cemaatlere mensup kişilerin ve Osmanlı askeri ve sivil hiyerarşisinde yer alanların giydikleri ve taktıkları giysiler Osmanlı tekstil imalatçılarına yabancı rakipleri karşısında kısmi bir korunma sağlıyordu. Giyimde Batı modalarının benimsenmesi, ürün tercihlerindeki bu değişimlerle aynı zamanda gerçekleşiyordu. Osmanlı İmparatorluğu’nun pamuk ipliği ve pamuk dokuma ithalatı 25 ila 50 kat arttı. 18. yüzyılın sonlarında Osmanlı pamuk ipliği üreticileri ülke pazarına genel olarak hakimdiler; iç pazarda ağırlıklı bir yere sahip olmak bir yana, ülke dışına da iplik satıyorlardı. 19. yüzyıl başlarında, Hint ve Osmanlı ipliklerinin yerini İngiliz iplikleri almaya başladı ve ithalat piyasasının neredeyse tamamına hakim oldu (Quataert, 2008; 59-63).
Amerikan iç savaşı nedeniyle pamuk sıkıntısı çeken İngiliz fabrikatörler, Türkiye’den pamuk getirtilmesini düşünmüşler; Türkiye’de pamuk yetiştirmek ve pamuk cinsini ıslah etmek yolunda Osmanlı Devleti’ni tedbirler almaya zorlamışlardı. Türkiye’de büyük kapitalist çiftliklere rastlanmıyordu. Yabancılar, sömürge tipi kapitalist çiftlikler kurmak yerine, ürünlerin ticaretiyle yetinmişler; pamuk gibi bazı ihtiyaç duydukları ürünlerin yetiştirilmesini teşvik etmişlerdi. Türk gazetelerinde yayınlar yaptırmışlar, çiftçiye parasız tohum vererek, ucuz araç gereç sağlayarak, ekim usullerini öğreterek pamuk tarımını geliştirmeye çalışmışlardır. Almanlar da pamuk tarımına ilgisiz kalmamışlardı. Kapitalist ülkeler kervanına sonradan katılan Almanlar dünyayı paylaşma yarışına geç katılmaları sonucunda dünyada paylaşılacak pek az yer kalmıştı. Almanya “Bağdat Demiryolu Hattı” projesi ile Anadolu ve Mezopotamya’yı bir Alman kolonisi haline getirmeyi umacaktır.
İşte tam bu dönemde Avusturyalı Kotschy, 1862 tarihli Kıbrıs ve Küçük Asya’ya Seyahat adındaki yolculuk günlüğünde “Kilikya” başlığı altında Çukurova’ya geniş yer ayırır. Ovanın doğal yapısının, sulama olanaklarıyla birlikte toprağın artan değerinin; nehir, kanal ve limanlarının; Suriye ile küçük Asya arasında bulunmasının büyük bir tarım olanağı ve zenginlik yarattığını; bu eşsiz özellikleriyle çatışma ve yıkım alanı olmaya da aday bu bölgenin merkezi konumda olup köprü görevi gördüğünü ve en önemlisi darı ve pamuk için ana pazar rolünü (Gümüş, 2007; 74-75) üstlenebileceğini kaydeder.
Tanzimat reformları Çukurova’da 1860’larda etkisini göstermeye başladı. 1862’de pamuk üretimine destek verilir; beş yıl süresince Adana ve çevresi vergi muafiyeti ve bedava pamuk tohumu gibi tedbirlerden yararlanır. Göç politikaları işgücü sorununa yönelik olarak düzenlenir; ilk Müslüman muhacir grupları Kırım Savaşı’nın ardından bölgeye sevk edilir. Çerkez ağırlıklı ikinci Müslüman muhacir dalgası pamuk teşviki uyarınca 1862-1863’ten sonra bu bölgeye yönlendirilir. 1864’te pamuk üreticileri için düşük faizli kredi ve ödeme ertelemesi sağlanır. Dahası 1867’de Adana Halep’ten ayrılıp yeni bir eyalet olarak kurulur. Mutasarrıf tarafından değil, bir vali tarafından yönetilmeye başlanan Çukurova bölgesinin merkezi Adana olur. Böylesi yapısal değişimler ve uzun süreçler sonunda, ancak 1880’lerde pamuk üretiminin artması ve yayılmasıyla bölge biçimlenmeye başladı. Bu yeni bölgesel yapılanma, nüfusunun neredeyse tamamının Suriye, Beyrut, Kıbrıs, Ege adaları ve İç Anadolu’dan göçmüş topluluklardan oluşan yeni bir liman şehri Mersin’i de içeriyordu (Toksöz, 2009; 79-80).
Tahıl başta olmak üzere, üzüm, tütün ve ipeğin sahip olduğu ekonomik öneme sahip olmasa da, pamuk Abdülhamid döneminde Osmanlı İmparatorluğu’nun önde gelen figürleri arasına katıldı. Bir adım öncesinde ise, imparatorluğun ekonomik liberalleşmesi ve dünya ekonomisine eklemlenmesi sonucunda ortaya bir ticari-endüstriyel Müslüman orta sınıf çıkmadığı için Babıali, bürokratların biçimlendirmekte olduğu yeni devlete tamamen bağlı olacak yeni bir sınıf yaratmak amacıyla toprak sahiplerine yöneldi. 1858’de yürürlüğe giren Arazi Kanunnamesi ile toprağın özel mülkiyete geçişi açısından önemli bir adım atılmıştı. Fakat 1870’lerin sonlarına kadar Çukurova’da etkisini göstermedi; kadastrolaşmanın ve tapu almanın topraklar ticari olarak değer kazanana ve ekilebilir duruma gelene kadar hiçbir önemi yoktu. Bu toprak kanununun amaçlarından biri de aşiretleri yerleşik düzene geçirmekti. Toprak ağalarından çoğu, köylülerini ortakçı olarak çalıştırıyorlar, bu da, toprağı işlemede yeniliklere olanak tanımıyordu. Yine de bu toprak ağalarından bir kısmı kapitalist çiftçilere dönüşerek tütün ve pamuk gibi para eden ürünler yetiştirmeye başladılar. Amerikan İç Savaşı sırasında ve sonrasında Avrupa piyasasında ürettikleri pamuğa rağbet artınca zenginleştiler. Bunlar, 20. yüzyılda, 1908 Meşrutiyet Devrimi sonrasında ortaya çıkan yeni orta sınıfı oluşturdular (Ahmad, 2007a; 39-40).
19. yüzyılın ikinci yarısında ulaşım maliyetlerini azaltan demiryollarının yapılması, pamuk tarımını geliştirme ve yaygınlaştırmayı amaçlayan yabancı sermayeli şirketlerin kurulması, ihracatçıların, satın aldıkları pamuğun temiz ve balyaların standart ölçülere göre sıkıştırılıp bağlanmasını şart koşmaları üzerine çırçır fabrikaları ve hidrolik presleme tesislerinin açılmaya başlaması gibi gelişmeler kapitalizme özgü hareket yasalarının (maliyet tasarrufuyla değişim değerinin maksimizasyonu, uzmanlaşma ve yenilikler yoluyla üretkenliğin arttırılması gibi) Osmanlı tarımında da işlemeye başladığının (Kaygalak, 2008; 58) birer göstergesi olarak görülebilir. Çukurova’ya pamuğu ve tarımda modernleşme fikrini sokan Kavalalı İbrahim Paşa’ydı. Suriye, Mısır ve Kıbrıs’tan pamuk ekiminde usta olan işçiler, işçi kıtlığı nedeniyle “amele” olarak çalışacak fellahlar getirilir.
Orta Doğu, Avrupa Endüstrisi için hammadde sağlayan ve önemli bir el yapımı mallar üreten bir ‘plantasyon (fidanlık/sömürge) ekonomisi’ olarak Avrupa ticaret sistemine eklenecektir. Örneğin tüm Mısır ekonomisi, Lancashire imalathaneleri için sulak topraklar üzerinde yüksek kalitede yoğun pamuk ekimine adapte edildi. Bunun sonucu, farklı sosyal grupların göreli gücü ve zenginliğinde meydana gelen bir değişim oldu. Eski Müslüman tüccar sınıfı ve zanaatkârlar, makine yapımı mallara karşı rekabet etmekle yüz yüze kalınca çöktüler. Avrupa’ya yönelik ihracat-ithalat ticaretiyle geçimini sağlayan yeni bir tüccar tipi doğdu; bu yeni tip tüccarlar, alt düzeyde esasen doğulu Hıristiyan veya Yahudilerden, üst düzeyde ise büyük oranda Avrupalılardan müteşekkildi (Hourani, 2006; 113).
Alan R. Richards, on dokuzuncu yüzyılda Mısır örneğinde ilkel birikimi araştırmış ve şu sonuca varmıştır: Mısır’da ilkel birikim, ülkenin kapitalist dünya sistemine eklemlenmesine bağlı kalmıştır. Kapitalizm Mısır’a pamuk üretimi ile girmiştir. Mehmet Ali Paşa’nın bu süreçte buğdayın aksine pamuğu seçmesinde, merkez ve yarı-çevre sistemindeki gelişmelerin yanı sıra, Mısır’ı dünya kapitalist sistemine dahil etmek amacı temel etkendir. Bunun sonucunda köylülerin büyük bir kısmı mülklerini ve toprakları üzerindeki haklarını kaybetmiş ve sonrasında topraklarını terk etmişlerdir. Yaşanan gelişmeler “zora dayalı yada ücretli emek”in pazara yönelmesi anlamını taşımakta, en azından kısmen de olsa önünü açmaktadır. Orhan Kurmuş da, Türk pamuğunda görülen patlamanın Osmanlı ekonomisinin kapitalist dünya ile bütünleşmesinin başlangıcı ya da en azından bir evresi olduğuna ve bu konunun tartışılması gerektiğine dair uyarıda bulunur. Makalesinde, İmparatorluğun pamuk yetiştirilen bölgelerindeki artışta Amerikan İç Savaşı’nın dünya pazarından pamuk talebini ve Manchester Pamuk Tedarik Ortaklığı’nın etkilerini vurgular. Aydın-Denizli ağırlıklı Ege bölgesinde 1863’te 480.000 hektar olan pamuk alanı 1864’ de 1. 145.000 hektara; Adana-Maraş-Halep bölgesinde aynı dönemde 31.000 hektardan 745.000 hektara çıkar. Susam ve pirinç üreticileri de bu ürünlerden vazgeçip pamuk tarımına yönelirler (Reyhan, 2008; 75-76).
Balkanlardaki ticari çiftlikler, Mısır’daki büyük pamuk işletmeleri, Batı Anadolu’daki küçük meta üretimi 19. yüzyıl başlarında Osmanlı’nın tanık olduğu “periferi”leşme tarzlarıdır. Bu süreçte emeğin organizasyonunda da değişimlere tanık olunur: kendi toprağında çalışan aile birimlerinden ortakçılığa, kapitalist çiftliklerdeki ücretli emeğe uzanan farklı biçimler gözlemlenir (Keyder, 1983; 138-139). Ne var ki, daha 16. yüzyılda iç talep sonucunda oluşan ticari üretim, köylü aile işletmelerini çökertmediği gibi 19. yüzyılda dünya kapitalist sisteminin çevresine eklemlenen Osmanlı İmparatorluğu’nda, özellikle Anadolu’da hâlâ küçük köylü üretimi ağır basmaktadır. Avrupa’nın artan pamuk talebini karşılamaya yönelik girişimler köylü üretim örgütlenişinden ücretli çalışmanın başat olacağı bir çalışma ilişkilerine evrilmemiştir. Osmanlı hükümeti buna direnmiştir.
Büyük çiftliklerin sayısı 16. yüzyıla göre belki daha fazlaydı, ama bunlar milyonlarca küçük işletme arasında boğulmuşlardı. Daha da önemlisi, toprakların çitlenerek az sayıda elde toplanmamış olması, ücretli işçiliği veya boğaz tokluğuna çalışmayı kabul edecek mülksüzleşmiş bir köylülüğün mevcut olmaması demekti. Dolayısıyla kapitalist tarıma veya plantasyonlara elverişli şartlar yoktu. Köylünün elinden toprağı alınamadığı veya yeni topraklar üzerinde üretim yapılabildiği sürece hem ücretli işçi hem de ortakçı kıtlığı olacak; Mora’da boş arazide üretim yapacak ortakçı köylülerin getirilmesi örneğinde olduğu gibi, Batı Anadolu’da ihracata yönelik kapitalist çiftlikler kurmayı deneyen müstakbel kolonyalistlerin teşebbüsü buna bir örnek olarak verilebilir. Bu müteşebbisler işleyecek toprağı kolayca bulabildiler; ama işçiler yüksek ücret istiyorlar, kendilerini işe uzun süreyle bağlayamıyorlardı. Genellikle güvenilir değillerdi (Keyder, 1990; 21). Görece toprak bolluğu, daha da önemlisi emek kıtlığı nedeniyle ücretli emeğin işçisi olmaya aday, kendi küçük üretim birimlerinden kopmayan kitle kapitalist sömürü ve çalışma ilişkilerinin yerleşmesini güçleştiriyordu.
Türkiye’de pamuğun hikayesi Amerikan İç Savaşı sırasında, Avrupa’ya ham pamuk arzının kesilip pamuk fiyatlarının o güne dek görülmemiş oranda artmasıyla başlar. Avrupalı imalatçılar değişik tedarik kaynakları bulmak için çılgınca bir arayışa girdiler. Gözlerini Osmanlı İmparatorluğu’na, bugün yaygınlaşan yanlış bir adlandırmayla Ortadoğu’ya diktiler, bu bölgede pamuğun geliştirilmesini etkin bir biçimde desteklediler. Avrupalı güçler pamuk üretimini kolonilerde gerçekleştirmeye çalıştılarsa da, pamuk tam anlamıyla tropik bir ürün değildi ve Anadolu’nun belli bir bölümü geleceğin pamuk üretimi alanı olarak öne çıkıyordu. Bu ürün Anadolu’da sadece İzmir bölgesi ve Adana ovasında önemli miktarda ekiliyordu. Sultan Abdülaziz hükümeti birçok yörede bedava pamuk tohumları dağıttı, pamuk işleme makineleri için gümrük muafiyeti verdi, zirai makineler satın aldı ve pamuk üretim potansiyelini arttırmak için yollar inşa etti. Amerika’daki çarpışmaların yatışması Ortadoğu’da pamuk pazarını darmadağın etti; pamuk fiyatları normale döndü ve Amerika tekrar ana pamuk tedarikçisi olunca bu bölgede pamuğa ilgi azaldı. Abdülhamid döneminde pamuk ekimini yükseltmeye yönelik girişimler azaldı (Quataert, 2008a; 229-242). Bütünüyle yok olmadı.
1900’lerin başına gelindiğinde pamuğun hikayesi Adana ovasında, Alman Levanten Pamuk Şirketi ve Osmanlı hükümetinin siyasi atraksiyonlarınca belirlenecektir. Pamuk, ticari ve tarımsal bir meta olmanın dışında bu bölgede siyasi bir içerik de kazanacaktır. Ama nasıl?
20. yüzyıl başında Alman nüfusu 56 milyona ulaşmıştı; 1910’da 65 milyona, 1930’da 80 milyona çıkacağı hesaplanan bu nüfusun hiç olmadık bir bölümüne yeni yerleşim bölgeleri bulmak gerekiyordu. Öte yandan Siyonistler Abdülhamit ile uzlaşabilirlerse kolonizasyon planı çerçevesinde “Büyük Osmanlı-Musevi Kumpanyası” kurmayı umuyorlardı (Avcıoğlu, 1978; 147, 170). 19. yüzyıl sonlarında baskı altındaki Yahudiler kitleler halinde Rusya’nın güneyinden ve Polonya başta olmak üzere Doğu Avrupa’dan göç ediyordu. Filistin’deki Yahudi nüfus 1880’de 24.000 iken 1903’te 49.000’e, I. Dünya Savaşı sırasında ise 90.000’e ulaşmıştı. Siyonizmin kurucusu Herzl’in “Filistin’de meşru bir güvence altına alınmış bir Yahudi yerleşimi” önerisi Abdülhamid’i telaşlandırmasına, Yahudileri Kutsal Topraklar’a sızdırmama konusundaki sert tutumuna karşın Alman yetkililer arada sırada Osmanlı İmparatorluğu’ndaki Alman-Yahudi yardım derneklerine destek veriyordu. Osmanlılar, Herzl’e ve daha sonra teşkilatta onun yerini alanlara hiç güvenmemekle birlikte Fransız bankeri Baron Edmond de Rotschild’in Polonya ve Rusya’dan göç eden Yahudilerin yerleşimlerini finanse etmesine göz yumdular. Bu model yerleşimlerde yapılan çalışmalar, 1884’ten itibaren tarım uzmanlarınca sürekli denetlendi. Bunların başarıları, Osmanlı devletinin hâlâ yoksul ve gelişmemiş olan bu bölgesi için refah dolu bir gelecek umudu yaratıyordu. Baron Edmond Yahudi Kolonizasyonu Derneği’ni kurmak başta olmak üzere bağların planlanması, greyfurt yetiştirilmesi gibi birçok gelişmeyi başlattı (Palmer, 2008; 235-236).
1900’lerin hemen başında görünen manzara şuydu: “Bir, siyonizmin bayraktarlığını Almanya yapıyordu. İki, Jön türkler bir Yahudi Partisi sayılıyordu.üç, Londra, siyonizme karşıydı ve Arapları, kendi himayesine almak üzereydi” (Küçük, 2010; 215). İngiltere büyükelçisi Lowther 1910 tarihli raporunda şöyle yazacaktır: “İttihat ve Terakki Cemiyeti, iç örgüsü itibariyle Türk-Yahudi ittifakı görüntüsü vermektedir. Türkler bu ittifaka mükemmel bir askeri malzeme; Yahudiler ise yönetici beyin, teşebbüs imkanı, para ve Avrupa basınında güçlü bir destek sağlamaktadır. Oysa Jön Türk devriminden sonra, siyonist edebiyat ve yayın alanında da yansıdığı gibi, Yahudi dünyası bugün gözlerini, kendi ırklarının yerleşip bağımsız bir devlet kurmasına en elverişli topraklar saydığı, Mezopotamya’ya dikmişe benzer” (zikreden Yerasimos, 1987; 454). Abdülhamid, Herzl’in Filistini Yahudi yerleşimcilere açma talebini reddedince sonun başlangıcı iyice hızlanacaktır. İkinci Meşrutiyet’in ilanıyla iktidara geçen İttihat ve Terakki, Trablus ve Balkan Savaşları, ardından “Harbıumumi” ile Osmanlı’nın kaderi çizecek; İngiliz-Yahudi küresel emperyalizminin bu altın çağında “sadık kavim” Ermeniler feci olayların içine çekilecektir.
Siyonizm, sanıldığının tersine Yahudi dininin ezeli ve ebedi ideolojisi değildi, Avrupa ulusalcılığının bir ürünüydü ve Almanya, siyonizmi kendi kültürel yayılmacılığının bir aracı olarak görüyordu. Resmi Alman görüşünü temsil edenler, Siyonist kolonilerin Alman kültürünü ve çıkarlarını Filistin’de en iyi koruyacak ve yayacak öğeler olduğu inancındaydılar ve bunda yanılmadılar. Alman Yahudileri Filistin’e yerleştikçe Alman kültürünün ve çıkarlarının en sadık koruyucu ve yayıcıları oldular. Filistin’e başka ülkelerden Yahudilerin de göç edip yerleşmesinde en büyük rolü Alman İmparatorluğu oynamıştı (Ortaylı, 2006; 158-163). Öte yandan kendi yerli pamuk ihtiyacını karşılamak ve Anadolu’daki nüfuzunu daha da ileri götürmek arzusuyla harekete geçen Almanya, Anadolu pamuk üretimini arttırmak isteyen yabancı güçlerin lideri oldu. 1903 Bağdat Demiryolu sözleşmesiyle kurulmuş olan Deutsche Levantinische Baumvolle Gesellschaft (Alman Levanten Pamuk Şirketi) 1904 yılında Adana bölgesinde faaliyete başladı. Üreticileri eğitmek, örnek çiftlikler kurmak ve tarımsal üretimi modernize etmek amacıyla kampanyalar başlattı. Alman sermayesinin meşhur özellikleri, kolları her yere uzanan Deutsche Bank’ın yönlendirdiği Alman yatırım ağına yansımıştı. Böylesine kapsamlı bir yatırım ağının varlığı, Alman yatırımcıların, Fransız ve İngiliz ticaret şirketlerine aracılık eden yerli tüccarı atlayarak üreticilerle doğrudan ilişkiye geçmelerini sağlayacaktı. Bu şekilde Alman yatırımcıların ve temsilcilerin Müslüman köylü nüfusla doğrudan ilişki kurması muhtemeldi (Keyder, 1990; 51). Almanya’nın bölgeyle ilgisi farklı nedenlere dayanıyordu.
Almanların bir kısmı kentlerde manifaktür veya ticaretle yaşıyor, ama ülkenin geniş bölgelerinde küçük köylülük süregeliyordu. 19. yüzyılın ilk yarısında Almanya’ya bir endüstri merkezi denemezdi. Bismarck’ın genç İmparator II. Wilhelm’le çatışıp istifa etmesinden sonra dönemin consert’çi (uyumcu) Metternichvari dış politika sistemi terk edilmişti. Alman basını ve kamuoyu bu dönemde bir dünya imparatorluğu kurmak ideali etrafında şekillendi. Gözler henüz endüstrileşmeyen ve zengin kaynaklara sahip bölgelere çevrildi. Almanya okyanusları aşan bir denizaşırı ülke olamamıştı, bu nedenle Uzakdoğu’ya uzanamayacağı için el atacağı bölge olarak Ortadoğu’ya yöneldi. “İmparatorluğu fiziki olarak parçalamak isteyen İngiltere, Fransa ve Rusya karşısında, tarihinin son sayfaları yazılan Osmanlı İmparatorluğu’nun paniğe kapılması ve Almanya’ya kapılarını açması kaçınılmaz görünüyordu” (Ortaylı, 2006; 47). Almanya, Anadolu ve Orta-Doğu’daki elverişli durumunu çoktan elinden kaçırdığının farkındaydı. İttihat ve Terakki Cemiyeti’nin askeri kanadı ise, Osmanlı İmparatorluğu’nun yakın bir gelecekte paylaşılmasının önüne geçilmez olduğunu görüyordu. Dolayısıyla bu iki unsurun çıkarları örtüşüyor ve Alman emperyalizmi ile Osmanlı ordusunun Enver Paşa tarafından temsil edilen en mücadeleci kanadı birbirine yakınlaşıyordu (Yerasimos, 1987; 469-470).
Bu dönemde Türkiye, Almanya’nın söz sahibi olduğu bir ülkeydi; Adana da yakinen ilgilendiği bölgelerin başında geliyordu. İngiltere büyükelçisi Lowther’in 1913 tarihli raporundan öğrendiğimize göre: “Bazı mahalli Müslüman çevrelerde sürüp giden huzursuzluk ve sızlanmaların tahliline gelince; Adana yöresinde ciddi karışıklıklar çıksaydı, Almanya’nın hiç de hoşuna gitmiyor olacaktı (...) Bağdat demiryolunun geçtiği bölgelerdeki Alman sömürgeleştirme tasarıları unutulmamıştır ve pekçok Ermeni, Adana çevresinin ‘Türkiye’nin Kiao-Çeu’su’ haline geleceğini sanmakta veya hayal etmektedir” (zikreden Yerasimos, 1987; 460).
S. Soskin 1903’te, adının altında küçük harflerle parantez içinde Sömürge İktisat Komitesi’nin yayın organı olduğunu belirten Tropenpflanzer’de yayınladığı “Ön-Asya’da Pamuğun Geleceği” adlı makalede, Alman tekstil endüstrisinin Amerikan ve Mısır pamuğuna bağımlılığını kırmak isteyen Alman yatırımcıları Ege’den çok Çukurova ve Suriye’nin kuzeyine yönlendiriyordu. “Kuzey Suriye”nin ne anlama geldiğini 1904 yılında Berlin’de yayın hayatına başlayan, tarımsal araştırmalarda uzmanlaşmış, Dünya Siyonist Organizasyonu’na bağlı Siyonist Komisyonun Filistin’i araştırma organı “Altneuland” adlı dergide O. Warburg’un üç sayıdır devam eden makalesinin başlığından anlaşılabilir: “Kuzey Suriye’de Bağdat Demiryolu Bölgesinde Pamuk-Kültürü Temelli Yahudi Kolonizasyonu”. O. Warburg’un hesaplarına göre bu bölge Anadolu’daki 8 milyonluk nüfusun üzerine 45 milyon kişiyi daha kaldırabilir. Çevredeki bütün Müslüman nüfus buraya rahatlıkla sığar, dahası “Kuzey Suriye”ye Romanya ve Rus Yahudilerinin iskanı Türkiye’nin iskan beklentileriyle çelişmez. Yeter ki Türkiye bu alanda ekonomik gelişme göstersin (Akder, 2008). Ne var ki maliyeti çok yüksek dramatik olaylar ve Almanya’nın yenilmesi ile sonuçlanan savaş sonrası gelişmeler Warburg’un Çukurova iskan tasarımı ile aynı yönde gelişmez.
Tam bu dönemde Rus Yahudisi Ber Borochov tarafından “Proleter Siyonizm” öğretisinin temelleri atılır (1881-1917). Borochov’a göre her ulus piramit biçiminde bir toplumsal katmanlaşma sistemine sahiptir: geniş bir işçiler ve köylüler tabanı üzerinde doktorlar, avukatlar, aydınlar, patronlar gibi farklı katmanlar yükselir. Yahudiler ise geniş bir serbest meslek sahipleri katmanına sahip iken çok dar bir işçi ve köylü katmanına sahip olduğu için biçimi tersine çevrilmiş bir piramit sözkonusudur. Yahudiler işçi sınıfına sahip olmamalarının yanında bir de vatansızdırlar. Yahudiliğin proleterleşmesi toprak sorununun çözümünü gerektirecektir. Borochov’a göre, “Filistin’in yerlileri” olarak adlandırdıklarının kendi öz kültürleri ve ulusal nitelikleri bulunmadığından, İsrail sosyalizminin toprağa ilişkin bu boyutu bir sömürgecilik örneği teşkil etmez (Turner; 1984;14). 1968’lere geldiğimizde de Avineri, İsrail toplumunu ve siyonist sosyalizmi karakterize edebilmek için, Ber Borochov’un “proleter siyonizmi”nin toprağa ilişkin çözüm önerisi ile Hegel’in tarihin ilerleyişi görüşünü birleştirir: Asya’daki herhangi bir toplum üzerinde Avrupa’nın denetimi ne kadar dolaysızsa, o toplumun kendi yapısını sorgulaması ve nihai olarak burjuva ve böylece de, daha sonra sosyalist topluma katılması olanağı o kadar fazladır. İsrail’deki ve işgal edilen topraklardaki Araplar azar azar olsa da geri kalmış bir köylülükten şehirli bir işçi sınıfına dönüşecektir. İsrail, modern bir ekonomik altyapıyı, demokratik bir siyasi aygıtı ve kentsel hizmetleri sağlayarak, Arap Filistin’inde çok büyük bir toplumsal ve ekonomik devrimin “zoraki ebesi” olarak hareket eder. İsrail’in yürüttüğü işgalin sonucunda ne olur peki? Arap emeği istihdamı belirgin biçimde artış gösterir; Araplar tarımda ve inşaat sektöründeki becerisiz işlerde yoğunlaşan göçmen işgücüne dönüştürülür; Bedeviler, İsrail’in turunçgil bahçelerinde ve pamuk plantasyonlarında mevsimlik ücretli işçilere dönüşür. Avineri’nin savına göre, geri kalmış Arap köylülüğünün işçi sınıfına dönüşümü, İsrail kapitalizminin evrenselci dürtülerle gündeme gelen bir modernleşme örneği olabilir. Sonuçta Arap işgücü İsrail’in endüstri yedek ordusunun bir parçasıdır ve İsrail ekonomisi de yeni bir pazarın ve ucuz emeğin nimetlerinden yararlanır (Turner, 1984; 49-54).
Türkiye’de bol bol toprak da vardı, ucuz işgücü de. Can alıcı soru, bu topraklar kimin, ücretli çalışanlar kim olacaktı?
Yükselen ticaret burjuvazisini oluşturan Selanikli dönmeler ve Museviler, çıkarları gereği Almanya ve Avusturya’ya yakındılar. İngilizler ve Fransızlar , Türkiye ile olan ekonomik ilişkilerinde genellikle Rum ve Ermenilere yaslanıyorlardı. Türkiye ile ekonomik ilişkileri hızla gelişen Almanlar ise, daha çok Yahudi ve Müslüman burjuvaziye dayanma eğilimi gösteriyordu. Selanik’te Paris ve Roma’ya yakınlak duyan kimi Yahudiler bulunmakla birlikte Yahudilerin çoğu Berlin’i tutuyordu. Gibbons, Alman emperyalizminin Türkiye’yi ele geçirme çabalarına karşın Ermenilerin büyük bir engel teşkil ettiğini düşünüyordu. Ermenilerin çoğu Fransız ve Amerikan okullarında yetişmişler; Amerika ve özellikle İngiltere ile ticari ilişki kurmuşlardı. Alman ticari ajanlarının faaliyetleri dolayısıyla başarısız kalıyordu. Rumların durumu da aynıydı. Gibbons bu nedenle, Almanların, Ermeni kırımını desteklediğini ileri sürer (Avcıoğlu, 1978; 249-250). Yüzyıllardır birlikte yaşayan iki kavim, İngiltere, Fransa ve Amerika Birleşik Devletleri’nin siyasal, ekonomik ve misyoner faaliyetleri yüzünden karşı karşıya gelmişti. “Almanya ortaya çıkan olayları şiddetle bastırmak için akıl hocalığı yaptı. Büyük Savaş’a girildiğinde durumun tamamen bu yönde geliştiği açıktır. Dramatik hale dönüşen tehcir gibi bir olayı, bu dönemde, evvelemirde Alman Genelkurmayı’nın tavsiye ettiği ve yönettiği, savaş sırasında ve sonrasında açıklanmıştır” (Ortaylı, 2006; 153-154).
İngiltere’nin yeni pamuk ekim alanları aradığı 1860’larda Adana, hem pamukla hem de Osmanlı’nın Tanzimat Paşaları ve İngiliz tüccarlarla tanışır. 1869 yılında bir İngiliz konsolosluk yazışmasında ”Earl of Clarendon’un sorduğu husus yani İngiliz girişim ve becerisinin buradaki [İstanbul –İB] olanaklardan ne kadar yararlanabileceği meselesine gelince, müsaadenizle belirtmek isterim ki, bazı İngiliz dokumalarının burada üretilmesi İngiltere’den üretilmesinden daha uygun” (Türkcan, 1984; 37) olduğunu öğreniyoruz. Fransızlar da geri durmaz 1864’te ilk çırçır fabrikalarını açarlar, daha sonra da Almanya’nın iştahı kabaracaktır. Bataklıklar, taşkınlar ve sıtma yüzünden ovanın belli kısımlarında tarım yapılabiliyordu. Tarım metodları ilkeldi. Pamuk ekimini geliştirmek için çifte kazanlar (buharlı nadas makineleri) 1881’de, harman makinesi (batoz) 1890’da, daha ilerki bir tarihte de dört ve altı öküzle çekilen nadas pullukları ile “Bergüzar” adı verilen hafif orak makinesi Adana’ya ilk kez geldi. İhracata yönelik bu pamuk üretim hamlesi Adana’da işçi ihtiyacını ortaya çıkarmış, civar illerden, köylerden işçi akını başlamıştı. Böylece o güne dek ortakçılıkla işletilen çiftliklerde kapitalizm yolunda ilk adımlar atıldı.
Adana bölgesinde, daha 1878’de ilk iplik eğirme fabrikasını kuran Mavrumati ailesi fabrikası 1890’ların ilk yarısında yaklaşık 300 işçi çalıştırıyordu. 1900’e gelindiğinde Tripani kardeşler, buhar gücüyle çalışan ikinci bir fabrikayı Adana’da kurdular. 1907’de, yine Adana’da, Cosma Simyonoğlu üçüncü iplik fabrikasını açtı. Üç fabrikada toplam çıkrık sayısı 16.000’di. Mısırlı bir Müslüman olan Rasim Dokur 1911’de Tarsus’ta yeni bir iplik fabrikası kurdu; çıkrık sayısı üç yıl içinde 10.800’e ulaştı (Quataert, 2008; 80-81). Bu fabrikalarda çalışanların çoğu, Makedonya ve Selanik’teki fabrikalarda olduğu gibi, kadın ve çocuktu. Adana’da kombine bir iplik eğirme ve dokuma tesisinde, 1907 civarında, iplik eğirme bölümünde 550 kişi çalışıyordu. Bütün bölgeye dağılmış olan çırçır atölyelerinde kadın ve çocuk emeği de yaygın olarak kullanılıyordu. Bu güneydoğu bölgesinde işgücü sıkıntısı bilhassa fazlaydı ve kombine tesis sahipleri Hacın, Zeytun ve Antep’ten Ermeni işçileri çekmek için evler inşa ediyorlardı. Kombine tesis sahibinin nihai hedefi 1500 kişi istihdam etmekti (Quataert, 2008; 87-88).
Osmanlı İmparatorluğu’nda pamuk ipliği üreten fabrikalar çok azdı ve birbirinden uzaktı. Devlet ihtiyaçlarını karşılamak üzere kurulmuş olanlar dışında, iplik fabrikaları 19. yüzyılın sonlarında kuruldu. İlk grup fabrikalar Büyük Depresyon sırasında 1870-1880’li yıllarda; ikinci grup fabrikalar ise 1896’dan sonra bambaşka koşullarda açıldı. Bu dönemde -başta İzmir, Adana, Selanik ve İstanbul olmak üzere- kurulan Osmanlı iplik fabrikaları, makineli üretimin dünya çapında yaygınlaşması sürecinin bir parçasıydı. Adana bölgesi, büyük bir işgücüne sahip olmamasına rağmen, Osmanlı İmparatorluğu’nda fabrika ipliği üretiminde ikinci sıraya yükselmişti. Pamuk hasadı için gereken işgücü, büyük ölçüde, dağlarda yaşayan göçer aşiretlerden sağlanıyordu. 1906-1914 yılları arasında Çukurova’da pamuk üretimi 50.000 balyadan 250.000 balyaya, 2,5 kat artmıştı. Her hafta, işverenler Tarsus ve Adana ırgat pazarına gidip adam buluyor, ırgat başıyla ücret pazarlığı yapıyordu (Quataert, 2008; 76-80).
Bütün ürünlerin pamuğa kurban edildiği Çukurova’da, ticaret kârının aslan payını İstanbul’daki aracılar ve buradaki yerli aracılar almaktadır. Adana ve Tarsus’taki pamuk atölyeleri Rumların elindedir ve Avrupa’dan yardım için gönderilen fonlarla Ermeniler pamuk dokumacılığında ilerleme kaydedip Avrupa pazarına girer. Avrupa sermayesinin Çukurova’ya girişi, gayrimüslimlerin de bu ekonomik ilişkide rol oynaması sonucunu doğurur. Kurulan ilk fabrikalar Avrupalılar ile gayrimüslimlere aittir (Emiroğlu, 2007; 272). “Kanlı Topraklar” adlı romanında bu tarihsel durumu şöyle dile getirir: “Tüccarlık gavurların elinde. Bütün fabrikalar Rumların, Ermenilerin, Almanların (...) Milli Mücadele’den sonra Allah Allah! Millet bir saldırdı Ermeni, Rumlardan kalan mallara, deme gitsin. Bir ticaret, bir tüccarlıktır gitti. Eskiden Osmanlı pek bir tüccarlık yapmadığı gibi, tellaklık, berberlik gibi mesleklere de girmezdi, ayıp sayılırdı” (Orhan Kemal, 2007; 92-94).
Romancı Orhan Kemal edebiyatın sınırları içinde daha ötesine gidemezken, romancı olmayan Çağlar Keyder tarihsel-toplumsal arkaplan çizer: 20. yüzyılın başında 10’dan fazla işçi çalıştıran işyerlerinin sayısı belki de 100 civarındanydı ve bunların çok büyük bir kısmı Selanik, İzmir ve İstanbul’da toplanmıştı. Belki de yüzde 90’ından fazlasının sahibi yabancı veya gayrimüslimdi. Burjuvazinin çok küçük bir bölümü imalat alanındaydı; bu küçük imalat sektörü de, sanayi işçileri de gayrimüslimlerden oluşuyordu. Müslümanlar ise küçük köylülüğü oluşturuyordu. Öte yandan imalat kesiminin imparatorluğun iktisadi yapısı içindeki rölü önemsizdi, bu nedenle de burjuva sınıfının karakterini tüccarlar belirledi. Hıristiyan burjuvazi siyasi arayışlar içine girdiğinde (özellikle 1909 sonrasında), Avrupa devletler-arası sistemi Osmanlı İmparatorluğu’nu parçalanmaya mahkum etmişti. Hıristiyan burjuvazinin yürüttüğü politika, imparatorluğun parçalanacağı öngörüsü üzerine temellendirildi (Keyder, 1990; 43-44). Kurtuluş Savaşı sırasında da, “çoğunlukla İstanbul ve İzmir’de üslenmiş bulunan kozmopolit ticaret burjuvazisi, genel olarak ulusal hareketi tutmamıştı” (Tunçay, 2006; 29). Anadolu eşrafı başlangıçta Kurtuluş Savaşı’nı destekler görünmüyordu, ama sonuçta savaş, eşrafa ve eşrafın bezgin köylü kitlesi üzerindeki nüfuzuna dayanarak yürütülmüş ve eşraf-ordu işbirliğiyle kazanılmıştı. Kurtuluş Savaşı’nın bu özelliği Cumhuriyetten sonra izlenecek yolun yönünü önemli ölçüde belirleyecekti. Önemli bir rol oynadığı kurtuluşun ardından eşraf eski toprak düzeninin tasfiyesini değil, zaferin meyvelerini yemek istiyordu. İttihat ve Terakki’nin milli iktisat politikasıyla iştahı kabaranlar da sabırsızlanıyordu (Avcıoğlu, 1978; 314-315). Kurtuluş Savaşı kazanılır kazanılmaz İstanbul tüccarları, dışında kaldığı savaşın nimetlerinden yararlanmanın yolunu arar, “Milli Türk Ticaret Birliği” kurulur. Anında “milli” ve “milliyetçi” olan tüccarlar birliğinin amacı Levantenler ile Ermeni ve Rumların ellerindeki ticari mevkileri ele geçirmek ve yabancı sermaye ile ortaklık kurmaktır. Liberalizm ve serbest rekabet şartları içinde tutunamayacağına kani olan tüccarlar liberalizm karşıtı kesilir, devletçi olur. Devlet gücünü arkasına alarak sağlayacağı imtiyazlar ile Rum ve Ermenilerin bıraktığı boşluğa yerleşmek ister; milli sanayiden değil, ithalat, ihracat ve ticaretten söz eder.
Kurtuluş Savaşı sonrası Adana’nın nüfusu etnik olarak değiştiği gibi Adana müteşebbisleri de kimlik değiştirmiştir. Rum ve Ermeniler Fransızlarla birlikte Adana’yı terk eder. Adana’daki işadamları artık Yahudiler ve Hıristiyan Araplardır, bir de Kayserililer. Sözü Orhan Kemal’e bırakalım: “Bunlar Kayseri köylülerinden her yıl Çukurova’ya yüzlerce inenlerden. Dutlu Han, Boklu Han, Saathane’nin oradaki hanlar... Bunların mekanları oralar. Ekmek peynir, ekmek turşu, ekmek helva. Ama çok tutumlu insanlardır ha, cin gibi! Neyse bu Nedim de onlardan işte. O zaman malum ya, Ermeniler, Rumlar ticareti ellerine almış, Osmanlı’yı veryansın soyuyorlar. Derken Sultan Hamit’i indiriyorlar. Meşrutiyet. İttihat ve Terakki. Milli zengin yetiştirme modası. Ardından Ermeni tehciri. Bu Nedim’in patronu çorbacı da Ermeni ya, kaçacak Türkiye’den” (Orhan Kemal, 2007; 97-98). Batı Anadolu ve Karadeniz kıyısından sonra üçüncü önemli ticari tarım bölgesi olan Çukurova’da savaştan önce Ermeni çiftçiler önemli bir role sahipti, 1915’e kadar servetleri artmıştı. Savaş sırasında Suriye’ye kaçmış olan Ermeniler 1920’de Fransızların koruması altında geri döndüklerinde yerel milislerin güçlü direnişiyle karşılaştılar. Zamanla Ermenilerin iktisadi varlıkları da Türk toprak sahiplerine, tüccarlara ve ihracatçılara devredildi (Keyder, 1990; 78). Bu el değiştirmeler yaşanmasına karşın, Adana’nın ekonomide dikkat çekici biçimde sanayi bölgesi haline gelmesinde ve uluslararası pazara yönelik sanayi ham maddesi olarak ekilen pamuk ve pamuğun yan ürünlerinin (yağ, sabun, iplik, elyaf, tekstil) Türkiye ekonomisinde önemli bir yer tutmasında herhangi sapma görülmez. Ama anlamlandırmakta zorlandığım bir olgu önüme dikiliyor Orhan Kemal’in aynı romanında:
“Zenginlik buydu. İnsan topraktan şaşmayacak, toprağa, uçsuz bucaksız toprağa sahip olacaktı. Evet, fabrika da topraktan geri kalmazdı ama, hayır toprak başkaydı. Fabrikalar, vaktiyle Ermeniler, Rumlardan kalmıştı. O devirlere yetişenler, “Nedim Ağa gibi” açıkgöz davranıp oturmuşlardı üzerine. O yağmadan hissesine düşeni alamamıştı. Ne yapacaktı? Pamuk tüccarlığı, evet ama, hayır, asıl topraktı, toprak! Koskoca Nedim Ağa gibi öteki fabrikatörler de neden toprağa heves ediyorlardı?” (Orhan Kemal, 2007; 215-216). Evet, neden?
Çukurova “zengin Ermenilerin ticari tarım amacıyla toprak satın almalarıyla birlikte 20. yüzyıl başlarında yeniden önem kazandı” (Keyder, 1990; 113). Doğan Avcıoğlu’na göre, 1913 yılında çıkan kanunla Türk toprak hukununun geleneksel esaslarına son ölüm darbesi indirilmiştir. Yeni arazi düzeninin getirdiği daha büyük bir tehlike Ömer Lütfi Barkan’ın deyimiyle, “memlekette garp kapitalizminin mümessili sıfatiyle zenginleşen ve parayı elinde tutan Rum ve Ermeni sarraflardan gelmekteydi. Toprak alış-verişinin kayıtsız şartsız serbest olduğu bir düzende, Rum ve Ermeni sermayedarlar, köylünün güçsüzlüğünden yararlanarak çok kısa sürede geniş araziler ele geçirebilirlerdi. Bu yolda bir gelişmenin başladığına da şüphe yok. XIX. yüzyılın ikinci yarısında başlayan ve Kurtuluş Savaşımıza kadar süren kanlı boğazlaşmalarda, yeni toprak düzeninin paralı Rum ve Ermenilere sağladığı olanakların yarattığı tepkinin azçok payı bulunsa gerektir. Prof. Barkan’a göre “küçük çiftçi kitlesini proletaryalaştıracak” biçimde, “bu kuvvetlerin işlerini tamamlamalarını siyasi birtakım hercümerçler” engellemiştir (Avcıoğlu, 1978; 171-172). Bu gelişmeler köylünün mülksüzleşmesini, proleterleşmesini dizginliyor.
Benim anlayamadığım, 19. yüzyıl ortalarından itibaren, Batılı anlamda olmasa da, gayrimüslimlerden oluşan bir “burjuva” kesim var idi, ki bu kesimin karakteristiği “burjuva” değil, gayritürk ve gayrimüslim olması idi –not ediyorum (-bugün itibariyle gayrimüslim değil, gayri-Müslüman olmaları karakteristiği). Biz Cumhuriyete o “burjuva”larla neden girmedik? Tasfiye ettik? Biz mi ettik? (Hem “biz” kimiz?) Neden? (Hüsamettin Tambay Albayım, sanırım bu sorunun cevabını büyük Türk düşünürü Süleyman Demirel biliyor.) Muhtemelen yeterince “burjuva” değillerdi. Tamam ama, sonrakiler yeterince “burjuva” mı idiler ki? Hayır.
Doğan Avcıoğlu, “Türkiye’nin kapitalist gelişmeyi gerçekleştiremeyişi, milli devletin yokluğu ile açıklanamaz” dedikten sonra şöyle diyor: “Osmanlı İmparatorluğu’nda, azınlıklar meselesinin bir özelliği vardır. Rumlar ve Ermeniler, Türkiye’de Avrupa’nın siyasi ve iktisadi alanlardaki tahakküm politikalarının araçları olarak kullanılmışlardır. Azınlıkların varlığı, bu anlamda, dolayı yoldan, Türkiye’nin kapitalist gelişmesini engellemiştir” (Avcıoğlu, 1978; 104). “Osmanlı’da Burjuvazinin Oluşumu” adlı çalışmamızda Ermeni katliamı ve Rum mübadelesinin kapitalist Avrupa tarihinin bir parçası olarak modernitenin ve demokrasinin gereğince gerçekleştiğine daha önce değinmiştik (Bingül, 2007a). Özetleyin: Batı kapitalizmi kendinin rakibi gördüğü ‘Osmanlı Burjuvazisini’ tasfiye etmeyi uygun gördü.
Bir ülkenin dış dünya ile kurduğu iktisadi, siyasi, tarihi vb. tüm ilişkilerinin o ülke üzerinde doğrudan etkide bulunduğunu görüyoruz. Çukurova bölgesinde vuku bulan çalışma ilişkileri ve buna bağlı olarak gelişen hayat dışsal dinamiklerin, siyasi, tarihi ve iktisadi ilişkilerin ördüğü bir bütün içinde tamamlamamız gereğinin güzel bir örneğini sunuyor.
Bu tarihte bi bit yeniği var amma... Kürsü akrobatı tarihçiler, kalemleri bağlı bu nezaket virtüözleri bunu bilmiyorlar mı? Bence eşşecim gibi biliyola, biliyola da söylemiyola. Kiraz festifallerinde halka tarih açıklanı mı be? Ben tarihçi olmadığım için, bilmiyorum. Tamam. Amma velakin, ben de yazdıkça, her şeyin yazılamayacağını, yazılsa da gazete, dergi, kitapevi müdürleri tarafından basıl(a)mayacağını öğreniyor, işinin erbabı bir dansöz gibi kalem erbabı olmak gerektiğini her geçen gün kavramam, kıvırmam gerektiğini öğretiliyorum... Ahhh, ah. Git başımdan tarih, ben sana göre değilim yazı.
1950’lerde yaşanan hareketlilik girişimciler için tamamen yeni bir boyut taşıyordu. Bugünkü Türkiye’nin en nüfuzlu sanayicilerinin çoğunun iş hayatına atıldıkları ya da asıl birikimlerini sağladıkları dönem 1950’lerdir. Önde gelen sanayi kuruluşları içinde pek azının tarihi 1950 öncesi döneme uzanır. Bugünkü sanayi burjuvazisi içinde yer alanların bazıları tarımdaki dönüşüm sayesinde birikim yapabilmişlerdi. Bu yolun örnekleri en çok Çukurova bölgesinde görülebilir. Tarıma traktör girdiğinde pamuk yetiştirilen topraklarda ortakçı kiracılık yaygın durumdaydı. El koydukları topraklara Cumhuriyet’in ilk yıllarında resmen sahip olan büyük toprak sahipleri ile ekonomi dışı baskı yoluyla ortakçıları yerlerinden edip topraklarını çitleyenler için makineleşme eşi bulunmaz bir fırsattı. Çitleme diğer bölgelerde yaygın bir biçimde görülen bir olay değildi. Pamuk tarımında sadece mevsimlik işçiye ihtiyaç duyulduğundan çitleme hemen bol kazançlar sağladı ve 1950’lerde bir tek hasatla servetler kazanıldı. Bölgenin merkezi olan Adana’nın nüfusu 1950’lerde iki kat arttı. Bu dönemde Adanalılar hızla zenginleşen şehirlere özgü davranış biçimleri gösteriyordu. Cadillac sayısının Amerikan şehirlerinden daha yüksek olduğu belki de doğruydu. Büyük toprak sahipleri arasında daha başarılı olanları pamukçuluktan çırçır fabrikalarına, iplik sanayiine, tekstil işine atladılar. Çukurova örneği benzersiz bir örnekti. Türkiye’nin başka hiçbir bölgesinde, tarımsal artık bu boyutta ilkel birikim sağlayacak ve ticarete böyle fırsatlar verecek ölçüde yoğunlaşmamıştı (Keyder, 1990; 113-114). Orhan Kemal’in neden Bursa yada İzmir’den değil de Adana’dan çıktığı sorusunun yanıtı kısmen buydu.
1950’ye kadar Adana’da sanayie egemen iki şirketten biri Sümerbank, öbürü, Orhan Kemal’in bir süre katiplik yaptığı Milli Mensucat Şirketi’dir. Daha sonra ortaklıktan ayrılacak olan Ramazanoğulları’ndan Kemal Bey dışında tümü Adana’ya yerleşmiş Kayserililer tarafından kurulan bu Milli Mensucat Şirketi Adana ve Türkiye sanayi tarihinde özel sektör olmasıyla önemlidir. Yanısıra, bu şirketin ve bu Kayserililerin 1948 yılında kurduğu Adana’daki Kayserililer Bankası, nam-ı diğer Akbank kurulur. Sabancı ve Has ailelerinin bugün kurdukları üniversiteler, müzeler, sanatsal aktiviteler, bilimum hayır ve kültürel faaliyetleri, sponsorlukları ile tanıyoruz.
B. Traven Meksika/Amerika’daki “Pamuk İşçileri”ni (Traven, 1968) yazdı. Çukurova Türkiye’sinde bunlar olurken Orhan Kemal pamuk kadar ak olmayan kan kırmızısı “Kanlı Topraklar”, “Bereketli Topraklar Üzerinde” adlı romanlarını yazdı. Gorki fırın işçilerini, Robert Tressell “Baldırı Çıplak Hayırseverler” (Tressell, 2006) adlı romanında İngiliz inşaat işçilerini yazdı. E. P. Thompson artık klasikleşmiş “İngiliz İşçi Sınıfının Oluşumu”nu (2004) yazdı. E. Thompson’un bu dev eserinde tasvir ettiklerine baktığımızda, coğrafi bağları bir hayli gevşek olan son derece yerel bir dizi olay anlatısından ibaret olduğunu görüyoruz. “Oldham, Northampton ve South Shields’ta (hatta Colmar, Lille, Minneapolis, Mobile ve Lowell’de) sınıf yapısı, bilinci ve siyasetinin çok farklı şekillerde inşa edildiği aşikardır. Bu da, ulus-devlet içerisinde coğrafi farklılıkların, birçok araştırmacının itiraf etmek istemeyeceği kadar önemli olduğunu gösterir” (Harvey, 2008; 78). Orhan Kemal Türkiye’sinde pamuğun hikayesinin, özetleyin, hem yerelin siyasi tarihi hem de serpilen dünya siyasi tarihiyle iç içe dokunduğunu unutmadan, Traven, Tressell, Gorki, Orhan Kemal vd.nin edebiyatında bir çokluk’un vücut bulduğunu belirterek geçici bir nokta koyalım.
Gecekondu-İşçikondu Süreci
Okuma Parçası I
“948’lerde... Bir Amerikancılıktır başlamıştı. Daha sonraları renk renk, biçim biçim traktörler akmaya başladı Çukurova’ya. Ova bu allı, yeşilli, mavili, sarılı oyuncaklarla doldu. Pamuk yedi, hatta sekiz liraya satıldı, yerden biten mantarlar gibi apartmanlar, barlar, memleketin biçimini değiştiriverdi. Para deste deste kazanılıyor, oluk gibi harcanıyordu. Bar kızlarının kolları dirseklerine kadar hacıağa bilezikleri, burmalarıyla doldu. Köy yollarında Desoto’lar, Kadillak’lar Çukuova güneşiyle fırın külüne dönmüş tozları havalara savuruyor, ağızları sıra sıra altın dişli ağaların kahkahaları Çiftçi Birliği’nin kalın, sağlam duvarlarında çınlıyordu. Toprak sahipleri, fabrikatörler, yurda dışarıdan mal getirtip dışarıya yurdun mallarını gönderenler memnundu, ama Topal demirci gibilerin yüzünden düşen bin parça oluyordu. Bir zamanlar onu işe, paraya boğanlar artık uğramaz olmuşlardı. Toprak renk renk traktörlerle sürülüyor, mibzerlerle ekiliyordu. “Dinamik ziraat” başlamıştı. Memleket ziraatının işi bundan böyle Amerikan makineleriyle görülecekti. Ortaçağdan kalma köhne demirci dükkanlarına ne ihtiyaç vardı?
Yoksa onun da onlara düzdüreceği yoktu. Kerpiç huğu, ineği, tavukları, takımı, tezgahı sattı, karıyı, kızı, küçük oğlunu kattı önüne, tuttu şehrin yolunu. Onlar gelmeyeli hani, şehir de epeyce değişmişti. Yeni yeni apartmanlar, oteller, asfalt yollar... Yollar, apartmanlar, oteller ama bütün bunlar daha çok şehrin hemen ilk bakışta görünen yönlerini süslüyorlardı. Büyük oğlu gibi gün kazanıp gün yiyenlerin oturdukları kenar mahallelerle asfalt caddelerin böğürlerinden derinlemesine dalınan ara sokaklarsa, bozuk parkeleri, bel vermiş, kaykılmış harap tahta ya da kerpiç evleriyle hemen hemen kırk elli yıldır bilip tanıdığı ara sokaklardı.
Şehrin hemen hemen göbeğindeki böyle sokaklardan birinde dişlerinin harcı iki gözlü bir ev kiraladılar (...) Aylığı birkaç yüzden başlayan apartmanlardan birinin katına yerleşecek değildi ya (...) Öndeki odanın yan yana iki penceresi bozuk parkeli daracık sokağa bakan eve yerleşildi “ (Orhan Kemal, 2008; 17-19).
Okuma Parçası II
İşçi mahallesi uyuyordu. Çürümüş tahta, paslı teneke ve kerpiç yığınlarından ibaret evleriyle işçi mahallesi sanki bir seldi, bir seldi de bu sel, uzak, çok uzaklardan yuvarlana yuvarlana, köpüre köpüre, korkunç anaforlar yapa yapa gelmiş, yıllardan beri mahallenin nabzı gibi atan fabrikanın ağır, beyaz taşlarla örülü, kalın, sağlam ve yüksek dört duvarına dört yandan yüklenmiş, ama duvarları aşamadan, takılmış kalmıştı.
Evler... Yan yatmış, diz çökmüş, bağdaş kurmuş, kapaklanmış, yahut tam yuvarlanacakken tutunuvermiş evler, işçi evleri. Bu evlerin çürük kapıları arada açılıyor, ya dal gibi bir kız, bir kadın, yahut kocaman takunyalarıyla küçük bir çocuk, uyku dolu gözleriyle çıkıyor (Orhan Kemal, 2004;12-13).
“İstanbul daima fakiri bol memleketti” (Tanpınar, 1960; 247). İstanbul’da nereden geldiği belli olmayan yoksul işçilerden, perişanlık içindeki köylülerden, hamallardan, çingenelerden, seyyar satıcılardan, işsiz güçsüzlerden oluşan bir kitle her dönemde varolageldi. Bekarlar ve belirli bir evi olmayıp tek başına yaşayanlar hanlarda, bekar odalarında, kahvehanelerde, oda diye adlandırılan, ayrı olarak yada dükkanların üst katına inşa edilmiş mekanlarda barınırlardı. Yönetimin çeşitli dairelerinde çalışan veya orduya mensup olan İstanbullular ne kadar çok olurlarsa olsunlar, bu kesim kent nüfusunun devasa kitlesi içinde küçük bir azınlığı oluşturmaktadır. Nüfusun faal kesimi esnaf grupları içinde toplanmış tüccarlar, satıcılar, zanaatkârlar, işçiler, seyyar satıcılardan oluşmaktadır. Meyve, sebze satıcısı, yoğurtçu, sucu, pabuç, toprak tabak-çanak, testi ve kaba kumaş satıcısı, eskiciler; bütün bu küçük “meslekler”, hiçbir nitelik gerektirmeyen bu seyyar satıcılar, Osmanlı’nın erken işçi sınıfını oluşturmaya aday bu köksüzler, İstanbul’a yeni gelen, topraklarından kopan köylülerden, başkente daha iyi bir hayat fırsatını aramaya gelenlerin arasından çıkmaktaydı. Seyyar satıcılar, dar sokakların ve ahşap evlerin bu tanıdık ziyaretçileri, şehrin hayatına küçük ölçekli ticari canlılık katmaktan çok öte, İstanbul’un yaşam tarzına renk katan önemli aktörlerindendi.
Osmanlı yönetiminde görülmedik bir hızda Batıya, Anadolu dışına taşan yayılma hareketi Anadolu’da köylerinde kum gibi kaynayan işsiz ve ekmeksiz insanlar, geçim zorluklarıyla kıvranan kitleler, çift bozan köylüler için önemli bir ekmek kapısıydı İstanbul ve Marmara Bölgesi. Selçuklular döneminde olduğu gibi, şehirlerdeki zanaat ve esnaflığa ticaret hayatının usta-çırak kadrolarını dolduranlar hep köylerden geliyordu. Köylerinden, yurtlarından ayrılanların çoğu “bekardı”; köylerinden kopan bu yersiz-yurtsuzlar için şehirlerde “bekar odaları” şeklinde yapılan hanlar getirisi yüksek bir işletme oluvermişti. Neredeyse tüm önemli Osmanlı şehirlerinde bekar hanları bulunurdu. Bunlar çoğunlukla, isminin çağrıştırdığının tersine, yolcu bekarlar için konaklama yerleri değil, şehirde çalışan evlenmemiş yada evinden kopmuş işçilerin yatakhaneleridir (Karpat, 2002; 50). Evliya Çelebi Seyahatname’sinin “İstanbul içinde bulunan mücerred yani bekar odalarını bildirir” adlı bölümde “bekar odaları”nın sayısız ve çok yaygın olduğunu bildirerek, bunların yerleri ve türlerini, kullanım farklılıklarını belirtir. “Yolgeçen Odaları”nın hepsinden büyük olduğunu belirttikten sonra Mercan Odaları, Mahmutpaşa yakınında Cephane Odaları, Pertev Paşa Odaları, Süleymaniye’de Hilalci Odaları, Atpazarı’nda ve Büyük Karaman’da kırkar bekarhane, Gedikpaşa Bekarhanesi ve Unkapanı yakınında yedi azepler bekarhanesini anar (Evliya Çelebi, 2006; 281)
Çiftbozan levend, sekban ve suhteler, dolay çiftlik ve otlaklardan inen çobanlar, büyük şehirlerin çehresini biçimliyorlardı. Kazançlı kira getirdikleri için “bekar odaları” biçiminde yapılan hanlarda yatıp kalkan, çarşı pazarlarda dolaşan, bugünden yarına geçimi bulunmayıp ücretli çalışmaya, eş deyişiyle işçi sınıfını oluşturmaya aday işsiz güçsüz yığınlar; 16. yüzyıl İstanbul’unun bu “küçük insan”ları, Gelibolulu Mustafa Âli’nin demesiyle “yitik adam”lar, çoğunluğu iktidarın meşruiyet uzmanı tarih yazıcılarının horlayıcı değerlendirmelerine kurban edilen, üretim araçlarından yoksun bu halk kesimi gezici ve geçici işlerle (suculuk, eşekçilik, hamallık, sebze meyve satıcılığı, seyyar satıcılık, gece bekçiliği, kapıcılık, hizmetçilik, gündelik işçilik), çoğunlukla sefil “bekar odaları”nda, yırtık pırtık giysileriyle ancak yaşamalarına yetecek kadar beslenebilecekleri koşullarda yaşardı. Geceleri sokakta, bekledikleri dükkanların, çarşıların, hanların yada evlerin kapı eşiklerinde, “bekar odaları”nda (Bingül, 2010) yatıp kalkan çoğu fırıncı yada basit zanaat sahibi bu azgelirli ve çoğunlukla taşralı kesim sık sık işsiz kalıyor, kıt kanaat bir yaşam sürüyor ve kent toplumuyla bütünleşememenin sıkıntısını üzerlerinde taşıyorlardı. Gerek ekonomik gerekse barınma açısından “gerçek marjinaller”di (Bingül, 2007).
16. yüzyılda, dünyanın en büyük ve en kalabalık şehri olan İstanbul “bekar taifesi”nin çekim merkezi idi. 18. yüzyılda da Anadolu’dan gelen bekar erkekler kenti yığın yığın dolduruyordu. 19. yüzyılda da uzaklardan İstanbul’a çalışmaya gelenler -1869 tarihli İngiliz konsolosluğu raporlarına da giren- 150, 350 kişilik “bekar hanları”nın odalarını mesken tutuyorlardı. Bu işçiler, belli bir parayı kazandıktan sonra dönmek umuduyla ailelerini geride bırakmış insanlardı. 1872 tarihli raporda bu meskenlerin genellikle berbat olduğu yazılır. “Ancak zenginler taş ve tuğla (kargir) binalarda oturabilirler. Geri kalan halk tahtadan, çamur ve kireçle sıvanmış entipüften (ahşap) evlerde yaşar. Evlerin kötü bir planda kötü malzemeyle yapılmış olmaları, kanalizasyon diye bir şeyin bilinmemesine rağmen İstanbul’daki en düşük tabakalar bazı Avrupa başkentlerindeki benzer tabakalardan bir ölçüde iyi yerlerde oturmaktadırlar” (Türkcan, 1984; 35-36, 39). Eyüp, Kasımpaşa ve Üsküdar ‘gecekondu’laşmanın ilk işaretlerini bağrında taşıyordu. Ancak ülkenin ekonomik yapısında köklü değişimler gerçekleşmemiş; İstanbul, Bizans ve Osmanlı döneminin bir süreği olarak önemli bir yapısal değişim geçirmemişti. 19. yüzyılda kimi cılız endüstrileşme hareketlerine tanık olsak bile, yalnızca dış dünya ile yaptığı ticarette bir değişim görülüyordu. 19. yüzyılın son çeyreğine gelindiğinde, deniz ve demir yolu ulaşımına bağlı olarak istasyon ve liman tesisleri, gezginlerin, casusların ve tüccarların konaklayacağı Hotel Angleterre, Pera Palas gibi oteller, zengin bankerlerin sarayları, büyük mağaza ve bankalar kurulur, canlı bir iş merkezi Karaköy’de dünyanın ilk metrolarından biri “Tünel” 1869’da faaliyete geçer; belediye kagir bina yapımını teşvik eder, kentin ilk parkı ve tiyatroları hep aynı bölgede yoğunlaşır: Beyoğlu; eski İstanbul’un ahşap yapılarına ve harap semtlerine tepeden bakar. Öte yandan özellikle sur diplerinde biten mahallelerde ayak esnaflığı, hamallık gibi işlerle günlük nafakasının peşinde koşan alt gelir gruplarına mensup ailelerin yerleştikleri Karagümrük, Haseki gibi sefalet mahalleleri doğar. Atölye, tersane gibi yarı endüstriyel tesislerin, mezbahaların çevresinde Balat, Fener, Hasköy ve Haliç kıyılarında bugünden geriye baktığımızda ‘gecekondu’ diyebileceğimiz yerleşimler görülür. Alt gelir gruplarının yaşadığı Eyüp, Kasımpaşa, Hasköy, Haliç çevresi, Okmeydanı ve Üsküdar’da, Pera’daki yaşama tamamen ters bir yaşam biçimlenir. Fiziki olarak ‘gecekondu’laşmanın işaretleri görülse de, içerik olarak bin yıldır süregelen bir yapı söz konusudur en genel olarak.
1930’lu yıllarda Türkiye’de ilk gecekondular Ankara’da yapılıyordu. Ama henüz toplumda gecekondu ismi ortaya çıkmamış, “barakalar” denilip geçiliyordu. “İstanbul’da 1930’lardan ve II. Dünya Dünya Savaşı’ndan sonra hızlanacak gecekondulaşma olgusu başlamış ve bu olgunun oturduğu az gelişmiş metropoliten yapı, 19. yüzyılda ortaya çıkarak gittikçe büyüyen bir sorun haline geldi” (Ortaylı, 2008a; 204). İşte bu dönemde değişen Türkiye’nin ve İstanbul’un yükünü taşıyanlara omuz verir, yazı verir üstad Orhan Kemal .
19. yüzyılın ikinci yarısından başlayarak Haliç kıyıları sanayiye açılmış, Eyüp de artık bir ziyaretgâh, seyir ve mesire yeri değil, imalathaneler, sanayi çalışanlarının yerleştiği işçi mahalleri, orta sınıf konutları ve mezarlıklardan oluşan bir kenar semttir. Sirkeci’ye demiryolunun getirilmesi, Silahtarağa’da ülkenin ilk enerji santralinin kurulması, Haliç’te Feshane, İplikhane, Defderdar Yünlü Fabrikası ve diğer sanayi ve depolama yapılarının yoğunlaşması Kasımpaşa, Hasköy ve Eyüp’te sanayi çalışanlarının yerleşme dokusunu ortaya çıkarmıştır. Cumhuriyetin ilk dönemindeki kentlerin planlanması çalışmalarında İstanbul için farklı ülkelerden Batılı uzmanlar plan ve öneriler geliştirmiş, ancak hepsi de Haliç’i bir sanayi alanı olarak görmüşlerdir. Bunlardan geniş ölçüde uygulanan Prost Planı (1936) ile Haliç kıyılarında ve 1950’li yıllarda Topkapı’da sanayi bölgelerinin tesisi, bunun yanısıra 1940’lı yıllarda Rami yöresinde ızgara sistemle oluşturulmuş yeni yerleşme alanına Balkan göçmenlerinin yerleştirilmesiyle sanayi ile içiçe girerek, Haliç kıyısı boyunca kuzeybatıya doğru büyümüştür.
1950’li yıllardan başlayarak 1980’lerin sonuna kadar İstanbul’un gelişiminde sanayi alanları temel belirleyici işlev olmuştur; konut alanları sanayi alanlarının yer seçim kararlarına bağımlı olarak gelişmiştir. 1950 yıllarında Kartal, Bomonti ve Kağıthane bölgelerinde sanayi kuruluşları yer seçmiştir. Aynı şekilde Gaziosmanpaşa, Bakırköy, Zeytinburnu, İstinye, Paşabahçe ve Beykoz’da da çok sayıda sanayi kolu üretime başlamıştır. 1950’lerin ortasında İstanbul, banliyo demiryolu hattının da etkisiyle, Marmara Denizi kıyılarına koşut olarak batıda Yeşilköy, doğuda Bostancı’ya uzanan bir alana yayılmış, kuzeyde Levent’e ilerlemiştir. Bu yayılmada iki farklı konut üretimi öne çıkmaktadır. Birincisi gecekondulaşmadır. 1940’lı yıllarda yeni yeni ekonomik politikalar sonucunda başlayan göç olgusu 1950’lerden itibaren İstanbul’un gelişiminde temel olgu haline gelmiştir. Sanayileşmeye bağlı bu ilk göç dalgası ile gelenler, Haliç ve surdışındaki sanayi kuruluşları çevresinde yerleşmişler, Zeytinburnu, Kağıthane, Taşlıtarla ve Maltepe bölgeleri ilk gecekondu alanları olmuştur. İkinci konut üretim biçimi ise apartmanlaşmadır. 1954 yılında tapu yasasında yapılan bir değişiklikle kat mülkiyetine olanak sağlanması bu süreci hızlandırmıştır.
13 Temmuz 1947 tarihli İstanbul gazetelerinin birinci sayfasında iki haber yer alır: Marshall Planı kapsamında Türkiye’ye Amerikan yardımı getirecek antlaşmanın imzalanması, öbürü de Anadolu’dan kente gelen ailelerin boş alanlarda bir gecede inşa ettikleri İstanbul gecekondularından biri. Bu tarih, Türkiye’de köyden kente göçün başlangıç tarihi olarak alınabilir. Amerika’dan gelen dış yardım, göç zincirinin iki yönlü tetikleyicisi olur. Çıkış noktasında, makineleşme yoluyla tarımın modernleşmesine yardım eder. Varış noktasında ise sanayi ve kent şantiyelerini arttırır (Bazin, 2006; 85-86). Marshall Planı ile Türkiye’ye 240 bin traktör girdi. “Çeşit çeşit, boy boy renk renk tarım araçları. 950’den sonra Türkiye’ye Amerika’dan akın akın gelmişlerdi ki, bunların sayesinde Türkiye’de dinamik ziraat başlayacaktı” (Orhan Kemal, 2006a; 119). Makineli tarım kısa zamanda organik enerjiye dayalı (öküz, saban vb.) ekip biçme sürecini ortadan kaldırdı. Bunun sonucunda 1950’lerde iç göç ve 1960’larda Almanya başta olmak üzere dış göçler başladı.
II. Dünya Savaşı yol açtığı tahribat Batı Avrupa’da 7.8, Doğu Avrupa’da 5.6, Sovyetler Birliği’nde 17 milyondan daha çok insan kaybına yol açmıştı (Gitmez, 1983; 49). Marshall Yardımı, yıkılmış Avrupa’nın yeniden güçlenmesi yanında, büyüyen ekonomilerin dışarıdan büyük sayılara varan işgücü sağlama zorunluluğunu da getirmişti. Uluslararası sermayenin de Batı Avrupa’da yoğunlaşması, özellikle 1950’lerde kitlesel yabancı işgücü kullanımını kaçınılmaz kıldı. Savaşın yıkımını izleyen ilk on yıldan sonra alınan ekonomik ve siyasal kararlar belirlendi: Yerliler ve göçmenler hızlı gelişen ekonomilerin temelini atacaktır.
Federal Almanya’da savaş öncesi Doğu Almanya’dan gelen göçmenler Demir Perde ve 1961’de inşa edilen Berlin duvarı engeline takıldı ve gereken işgücü “gelişmekte olan” ülkelerden temin edildi. Aynı dönemde işsizlik ve dış ticaret açığıyla karşı karşıya olan Türkiye işçi göçünü teşvik etti. İlk işçi kafilesinin yola çıktığı 1961’den dıçgöçün durdurulduğu 1973’yılına kadar Batı Avrupa’da 800.000 dolayıyında Türk işçisi çalışıyordu (Gitmez, 1983; 14). 1961 ile 1975 arasında resmen göç eden 950.000 Türk vatandaşından yüzde 80’i Federal Almanya’ya gitti (Massicard, 2007; 314). Orhan Kemal’in hiç değinmediği yabancı ülkelere bu işçi göçü Türkiye’de işçi-oluş tarihi açısından üzerinde durulması gereken önemli bir olgudur.
II. Dünya Savaşı’nın hemen ertesinde, dünya sistemindeki yeni hakim rolleri içinde Amerikan sermayesi ve ABD hükümeti Avrupa için bir Kalkınma Programı geliştirmişti ve Türkiye de 1947 yılında bu program kapsamına alınmıştı. Buna göre, “hür dünya”nın bir parçası olan Türkiye’ye, askeri bağımlılık ve iktisadi liberalleşme karşılığında hibe ve yardım yapılabilirdi. Amerikalı uzmanların tavsiye ettiği yeni ekonomik model uyarınca Türkiye dünya pazarı içinde uzmanlaşmalıydı; yatırımlar verimsiz fabrikalara değil, tarıma ve tarıma dayalı sanayie yapılacaktı. Verimsiz sanayi yatırımları yerine hükümetin kamu kaynaklarını karayollarına ve diğer altyapı projelerine tahsis edilmesi öneriliyordu. Amerikan yardımı yol yapım makineleri ve 15.000 traktörde somutlaşınca, traktörle hem yeni tarım alanları açıldı, hem de ulaşım ağlarıyla insanlar ve mallar piyasaya ulaşmaya başladı.
Marshall Planı kapsamında ilk gönderilen mallar traktörlerdi. Türkiye’de hız kazanan traktör ithalatı tarım alanında başlayan bir devrimi haber verir. Traktör ve tarımda makineleşmeyle birlikte sulamanın yanı sıra, mahsul yetiştirmeye elverişsiz diye bilinen pek çok arazinin açılması, yeni toprakların kazanılması sonucunu doğuracaktır. Makine kullanmakla birlikte çiftçi, piyasaya bir müstahsil olarak giriyor demektir ki, bu yeni bir karakterdir. Traktörle birlikte yeni aylak(lar/)lık, artık emek önemli bir sorun olarak karşımıza çıkacaktır.
Amerikalıların raporlarında vurgulandığı üzre, Türkiye modernleşme hamlesini tarımdan başlatmak zorundaydı. 1948-1952 yıllarında traktör sayısı 1750’den 30.000’e fırladı. 14.5 milyon hektar olan ekilip biçilir alan 1956’da 22.5 milyon hektara çıktı. Demokrat Parti yönetiminin ilk üç yılında tarım ürünleri bollaştı, çiftçinin geliri gözle görülür ölçüde arttı. Kârlar, ücretlerden daha hızlı artsa da kentlerde de gelirler yükselmişti. Hükümet, Türk burjuvazisinin 1940’larda biriktirmiş olduğu kârları yatırıma dönüştürmeye başlayacağını umuyordu. Öyle olmadı; Demokratların arzu ettiği ölçüde yatırım yapmakta tereddüt ettiler. Sonuçta liberalizme düzülen övgüye rağmen, yatırımların yüzde 40-50’sini devlet yapmak zorunda kaldı (Zürcher, 2007; 326-327).
M. S. 1. yüzyılda Augustus tarafından yapılan sayıma göre Anadolu’nunun nüfusu 13 milyon dolayındaydı. Türkiye’nin 1927’deki ilk nüfus sayımında Anadolu’nun nüfusu yine 13 milyon dolayındadır. Yüzyıllar boyunca yönetenler, diller, inançlar değişmesine, 11.-17. yüzyıllarda önemli göçlere, büyük veba salgınına (14. yy.) karşın Anadolu’nun gıda üretim biçimi, bir başka deyişle 13-15 milyon insanı besleyen saban ve öküze dayalı tarım değişmemişti (Kıray, 2006; 155, 185). Amerikalı iktisatçı Max Weston Thornburg 1949 Türkiye’sinde kaleme aldığı “Turkey: An Economic Appraisal” adlı araştırmasında şu gözlemini aktarır: “Türklerin beşte dördü köylerde yaşar ve ziraatle meşgul olur. 40.000 köy bin seneden beri hemen hemen hiç değişmemiştir. Bu köylerde insan M. Ö. 3000 senesinde Sümerlilerin resimlerini yapmış oldukları parmaklıksız tekerlekli kağnıyı, kadim sabanı görür” (Tütengil, 1983; 67). 1948 sonrasında Anadolu tarımında görülen teknolojik değişme, Anadolu tarımının geçirdiği ilk teknolojik değişme değildi. 1830’lardan sonra yarı-koloniyel hale gelerek dış pazara açılan Anadolu’ya 1900’lerden beri karasabanın yerine pulluk girmeye başlamıştı. bu değişme, geçimlik bir tarımsal üretim ünitesinden, Pazar için küçük üretime geçebilmeye olanak sağlar. Böyle bir üretim ise köy içinde mülkiyet farklılaşması ve işbölümü farklılaşmasına olanak sağlayan bir dönüşümün başlaması demektir. Ama bu dönemde Anadolu’da ulaştırma sisteminin yeterince gelişmemiş olması yüzünden üretim ancak küçük yerel Pazar içinde pazarlanabilmekte, dolayısıyla büyük kapitalist işletmelere geçebilmek için gerekli mekanizmalar oluşamamaktadır. Ancak demiryollarının ulaştığı alanlar ile Ege ve Adana bölgesi gibi dış pazarla ilişkileri yüksek yörelerde büyük kapitalist işletmeler doğabilmiştir. Türkiye’nin bir Pazar olarak bütünleşmesi ancak II. Dünya Savaşı sonrası karayolu programının uygulanması sonucunda gerçekleşmiştir. Bu süreçte bir yandan tarımda insan ve hayvan gücünden, makine gücüne, bir başka deyişle organik enerjiden organik olmayan enerjiye geçilmiş; öte yandan ülke pazarı hızla bütünleşmiş ve yerel Pazar için üretimden, ülke pazarı için üretime geçilmiştir (Tekeli, 2008; 75-76).
Tarımın modernleşmesi, makineli, sulamalı, yeni tohum türleri ve suni gübreli üretime geçiş II. Dünya Savaşı’ndan sonra olmuştu. Türkiye’nin bir tarım toplumu olma özelliğinin belirgin biçimde sürdüğü, toplam işgücü içinde ücretli çalışanların payının çok sınırlı olduğu bu dönemde ortakçı-yarıcı olarak çalışan köylüler, makineleşme emeğin yerini aldığı için, yarıcı olmaktan çıkmışlar, topraktan kopmuşlardı. Bunların bir kısmı el emeği gerektiren işlerde düşük gelirli gündeliklerle emeğini satan tarım işçileri haline geldi, bir kısmı da tarımdan tamamen koparak şehirlerde emeklerini değerlendirmek üzere göç ettiler, sanayi ve hizmet sektörü için kentsel işçi rezervlerine katıldılar ve gecekondu bölgelerinde yaşamaya başladılar. Dışardan gelenlerle yerleşim alanlarının nüfusunun artması, boş alanlarda yada eski tarım alanlarında gecekondu ve apartman tipi konutların çoğalması İstanbul başta olmak üzere şehirlerin şişmesine, büyümesine yol açtı. Eski tarım alanları yerleşmeleri sanayi faaliyetlerinin öncülüğünde şehirsel fonksiyonlar kazanarak şehre eklenmelerine karşın bu gelişimi “süburbanizasyon” olarak nitelemek zordur. Bir çok yazar bu olayı yalancı şehirsel yerleşme (pseudo-urban) yada yalancı banliyöler (pseudo-suburban) olarak adlandırmayı yeğleyecektir. Bu süreç, şehirlerin sanayileşme hızı tarımın modernleşmesinden çok daha yavaş olduğu için, Mübeccel Kıray’ın “sahte şehirleşme” diye niteleyeceği bir oluşuma yol açtı. “Nüfusun şehirlerde oturan oranının artması ile asıl modernleşmeyi belirleyen, sanayide çalışan nüfusun artma oranı arasında bir ilişki yoktu” (Kıray, 2006; 131). “Şehre kırsal kesimden gelen göç şehirde yaratılan örgütlü işgücüne kendisinin marjinal kesim yaratma kapasitesine bağlı olarak marjinal kesim içinde iş vermektedir. Başka bir deyişle, kırsal kesimden şehre göç, boş iş alanlarını doldurmak için gelmektedir” (Tekeli, 2008; 138). Peki ama, hal böyle iken neden geliyorlardı? Bilmiyorum. İkincisi, 1960- 1973 yılları arasında Avrupa’ya bir milyonu bulan fevkalade yüksek orandaki işçi göçü Türkiye’de işçi-oluşun önemli bir bileşenini oluşturuyordu. Romancılığının olgunluk döneminde bu işçi göçüne tanık olan Orhan Kemal, görebildiğim kadarıyla, yapıtlarında bu konuya hiç değinmemişti.
1950 Tarım Sayımı sonuçlarına göre ailelerin yüzde 12,20’si tümüyle topraksızdı; Siyasal Bilgiler Fakültesi tarafından gerçekleştirilen Türkiye’de Zirai Makineleşme araştırması ise makineleşme sonucu işsiz kalanların beşte birinin şehre veya kasabaya gittiğini, beşte dördünden fazlasının ise köylerde kaldığını ortaya koyuyor. Bu durumda, kazanç için giden (mevsimlik, geçici) işçilerin büyük çoğunluğunun tarımsal faaliyet alanlarında çalıştığı çıkarsanabilir. Bu, 1950’li yıllar itibariyle henüz kentlerin bu işgücünü çekecek düzeyde gelişmemiş olmaları ve ulaşım olanaklarının henüz gelişmemiş olması yanında, tarım kesiminin de şöyle yada böyle ücretli işgücünün büyük bir bölümünü hâlâ istihdam edebildiğini göstermektedir (Makal, 2002; 128-129).
İstanbul’un fethinden Celali İsyanları’na, emek göçü/göçer işçi yeni bir olgu değildi (Kasaba, 2005), ancak, göçün içeriği niteliksel bir değişim geçiriyordu. Osmanlı İmparatorluğu boyunca göçlerle içiçe yaşayan bu coğrafyada gurbetçilik, mevsimlik göç biçimi idi. Asırlardır göç edenler yılın bir kısmı şehirde çalışır, esas itibariyle köyde yerleşiktirler. Şimdi ise kentte sürekli kalmak, gelişen sanayilerde iş aramak için göç ediliyor, köye mevsimlik işler için dönülüyordu. 1950’lerden sonra göç edenler kentte sürekli çalışabileceklerinden emin olduklarında oraya yerleşip ailelerini yanlarına getiriyor ve böylece kendi gurbetçiliklerine son vermekte tereddüt etmeyenlerin kitlesel göçleri asırlık gurbetçiliği kısmen sona erdiriyordu. Göçün genel akış yönü doğu ve Karadeniz ağırlıklı olmak üzere kuzeydeki dağlık, yoksul ve azgelişmiş kesimlerden Marmara ve Orta-Batı Anadolu bölgelerineydi.
Kente gelen “yorganlılar”, “gurbet kuşları” çok düşük gelirlere sahiptiler. O gelir seviyesinde, mimarlar ve mühendisler başta olmak üzere modernitenin savunucuları meslek sahiplerinin meşru gördüğü bir şekilde konut yapma olanakları yoktu. Belli ölçüde paraları olsa dahi modernitenin gereklerine uygun bir arsa alıp, bir plan yaptırıp, yapı ruhsatı aldıktan, binasını kurallara uygun olarak inşa ettikten sonra, oturma ruhsatı alması ve daha sonra orada yaşamaya başlaması, köyden koparak kente yeni gelenlerin gerçekleştirebileceği birşey değildi. Dahası, II. Dünya Savaşından çıkmış, çok partili bir siyasal yaşama girmeye çalışan Türkiye ve onun karar vericileri hızlı bir kentleşme beklentisi içinde değillerdi.
Orhan Kemal’in “Gurbet Kuşları” adlı romanında yer verdiği Türkiye’nin ilk gecekondu ilçesi Zeytinburnu ve 1950’de sadece 358 nüfusa sahip Eyüp’e bağlı bir köy olan Sağmalcılar’ın (Bayrampaşa) bugünkü haline gelmesinde sanayi ile iç ve dış göçler başrolü oynar. Kuruluşundan beri (1927) sütçülük ve tarımın başlıca ekonomik faaliyet olduğu Sağmalcılar’da ilk kez 1952 yılında sanayi tesisleri kurulmaya başlar. Bu gelişme ile fonksiyonel değişime uğrayan yerleşimin nüfusu, işçilerin sanayi kuruluşlarında çalışmaya gelmesiyle, büyük ölçüde artar. Hemen ardından, Orhan Kemal’in İstanbul’dan Çizgiler’de anlatacağı Rami, Sağmalcılar’ın adeta devamı Esenler, Güngören, Safraköy (Sefaköy), Kocasinan vd. çorap söküğü gibi gelir. 1950 yılında yerleşime açılır açılmaz Birinci Levent’te 1951 ve 1952 yıllarında imalata başlayan iki ilaç fabrikasını 1957’de bir radyo fabrikası izler. Hızla çoğalarak Gültepe ve Harmantepe olarak adlandırılan gecekondu yerleşme alanları ortaya çıkar. Buralarda sanayi faaliyetlerinin başlaması her şeyden önce işçi talebini artırmış, dolayısıyla gecekondu yada apartman türü konutlarla iskan alanı gelişmiştir. Sanayi kuruluşlarının faaliyete geçmesi, artan nüfusun ihtiyaçlarına cevap verecek ticari ve sosyal kuruluşların da çoğalmasına ve gecekondulaşmayı hızlandırmaya yol açar (Tümertekin, 2006; 83-84, 98-99).
1948 yılında gecekonduları önlemeyi amaçlayan ilk yasa çıkarıldığında, büyük kentlerde 25-30 bin dolayında gecekondu yapıldığı tahmin ediliyor. 1953 yılında izinsiz yapılara yönelik ikinci yasa çıkarıldığında gecekondu sayısı 80 bini bulmuştu. 35 yıla yayılan dönem içinde çıkarılan yasalara karşın bu rakam, 1960 yılında 240 bin, 1983 yılında 1.250.000’ e çıkmıştı. Bu gecekonduların yüzde 90’ı Ankara ve İstanbul’un yer aldığı İç Anadolu ve Marmara bölgesi ile Akdeniz ve Ege bölgelerindeydi. İstanbul ve Ankara başta olmak üzere bu gecekondular şehirlerin sanayi kuruluşlarına kucak açan semtlerde, fabrikalar çevresinde türemiş ve çoğalmış, bir yandan da sanayiden bağımsız olarak, kentlerin belediye sınırlarına yakın, dolayısıyla kolluk güçlerinin denetiminden uzak kesimlerdeki arsalar üzerine yapılmıştı (Keleş, 1983; 196-198). Türkiye’de kentsel yerleşimin toplam 21 milyonluk nüfusa oranı 1950’de yüzde 18; 1960’da yüzde 26’dır; 1970’de yüzde 35, 40 milyonluk nüfusa ulaşan 1975’de ise yüzde 41’dir. (Tütengil, 1983; 15-16). Çalışma Bakanlığı’nın yayınladığı Çalışma adlı derginin Mart 1946 tarihli sayısında, Türkiye’deki toplam işçi sayısının verilerine bakalım: Orta ve büyük sanayide çalışan işçi sayısı 275 000 iken, tarım, küçük sanat, ev sanatı, küçük sanayi ve deniz işçileri 426 000’dir; toplamda 726 000 işçi. Aynı dönemde çalışabilir nüfusun işgücüne katılma oranı yüzde 49’dur. Buna göre ücretlilerin işgücü içerindeki oranı yüzde 8,85, toplam nüfus içindeki oranı ise yüzde 4,34’dür. 1955’de toplam çalışan nüfus içinde ücretlilerin oranı yüzde 13,31, 1960’da yüzde 18,76, 1965’de 22,41’dir (Makal, 2002; 118-120). Bu rakamlardan kırsal nüfusun ağırlıkta olduğunu, ülke nüfusunun artışına bağlı olarak da bu yapının hızla çözülme sürecine tabi olduğunu çıkarabiliriz. Bu rakamlardan köylü-işçiyi anlatan Orhan Kemal’in neden “gerçek işçi”yi anlatamadığının ip uçlarını da buluruz
Bu verileri ücretli çalışma ilişkileri bağlamında eşelediğimizde şunu görüyoruz: 1965 genel nüfus sayımına göre çalışır nüfus toplamı yuvarlak hesapla 13,5 milyon. Bunun yuvarlak olarak 3 milyonu şehirde, yine yuvarlak 10,5 milyon kırda; şehirde ücretli çalışan nüfus hep yuvarlak 2 milyon, kırda 1 milyon; yuvarlacık 3 milyonu kendi hesabına çalışanlar ve 6 milyonu da aile işinde ücretsiz çalışanlar olmak üzere kırda yuvarlananların sayısı ise yusyuvarlak 9 milyon (Tütengil, 1983; 47). Ezici bir çoğunluğu kırlarda yaşayan çalışabilir nüfus, ücretli çalışmaya dahil değildir. Olur şey değil. Bu yuvarlak rakamlar birilerinin yuvarlak ensesini, yusyuvarlak göbeciğini ve iştahını kabartıyor olmalı. Kimin? Bir elde puro, bir elde fiski bardağı -karikatür. Bu atıl emekten faydalanmalı değil mi? Nasıl ve kimin çıkarına? İşte kendi yağıyla köylerde kavrulurken İstanbul’a, şehirlere gelen yorganlılar, Orhan Kemal’in bir mektubunda demesiyle: “hani şu, insana kulağıyla filan bakan, İstanbul’un şerefli meydanlarında hergele sürüleri gibi kovalananlar” (Otyam; 1974; 200), “Gurbet Kuşları”, şantiye alanına dönen İstanbul’un inşaatlarında çalışmak üzere şehirlere akacak, romanın başlarında, daha Haydarpaşa garında tirenden iner inmez de aşağılanacaklardır.
“Hani şu yeni yollar açma, buldozer denilen, eski çağların iri bedenli hayvanlarını hatırlatan yıkma makinelerinin İstanbul’u toza dumana kattığı “bedelsiz istimlak” günlerinde İstanbul’a akın akın gelen Gurbet Kuşları!
Bekleşiyorlardı. Kir pas içinde, isli, perişan bir kalabalık. Ne halt edeceklerini şaşırmışçasına düşünceli. Gözler yerde, bakışlarda keder, duruşlarda hüzün...
Yanlarında duruşumuzdan ürktüler. Yıllar yılı “Efendi”, “Bey”, “Bay” takımından işitmedikleri kalmamış. Ürküyor, korkuyorlar. Nasıl korkmasınlar ki, “İstanbul’u kirleten, pisleten” onlar. “Ne diye tarlalarını, evlerini barklarını bırakıp” geliyorlar? Otobüslerde kalabalık yaratan, otobüsün temiz havasını kirleten, yabancılara karşı tek ayıbımız onlar!” (Orhan Kemal, 1960/2007c; 181-182).
1950’lerde sanayi kapasitesi, hızla artan ama vasıfsız olan işgücüne iş sağlamakta yetersizdi. Bunun sonucunda da göç edenlerin bir bölümü sanayide sürekli bir iş bulabiliyor, çoğu ise ya geçici işçi yada seyyar satıcılık yapıyordu. Gecekondu bölgelerinde yerleşen aile reislerinin büyük çoğunluğu küçük memurluk, şoförlük, marangozluk, duvarcılık, terzilik, oto tamirciliği, becerisiz işler, küçük ticaret, seyyar satıcılık, çeşitli eşya tamirciliği (musluk, ayakkabı, bisiklet vb.) gibi işlerle uğraşmaktaydılar. Kırsal kesimden kentsel kesimlere gelen kişiler, buradaki çalışma yaşamının gereksindiği nitelik ve eğitime sahip değillerdi. 1961 yılı itibariyle İstanbul sanayi bölgelerinde işçilerin yüzde 17’sinin nitelikli, yüzde 55’inin yarı nitelikli, yüzde 25’inin de niteliksiz olduğunu görüyoruz (Makal, 2002; 114-115). Kemal Karpat’ın 70’lerin başında İstanbul’un bugünkü adıyla Hisarüstü ve Baltalimanı’nda yaptığı alan çalışmasından öğrendiğimize göre, bu gecekondu bölgesinde yaşayanların çalıştığı iş ve mesleklerin başlıcaları şunlardır: İnşaat ustası, şoför, garson, hizmetçi, uşak, sütçü, aşçı, taş ustası, benzinlik işçisi, hizmetli-kapıcı, hamal, çaycı, tezgahtar, seyyar satıcı, bahçıvan, manav, bakkal, demirci vb. (Karpat, 2003 ; 163-164). Bütün bu uğraşlar sanayileşmiş bir toplumsal düzene ait değildir. Denklerini alıp İstanbul’a gelenlerin göçünü anlattığı “Gurbet Kuşları” başta olmak üzere Orhan Kemal edebiyatını dolduran da işte bu kesimlerdir. Berber, bakkal, iplik fabrikasında ateşçi, küçük memurlar, katip, eskici, işsiz, hayta, bekçi, trikoda, çorapta çalışan, tütüne giden gündelikçi kızlar... “Beyaz başörtülü annesi, Balkan Harbi’nde şehit düşen ağabeyi, kocaman bıyığıyla babası... Babası iri yumruklarıyla hamur yoğuruyordu. Alnı bulgur bulgur terlemişti ama aldırış ettiği yoktu. Alışkındı. Çocuklarının ekmeğini bu işten, börek işinden kazanıyordu” (Orhan Kemal, 2003; 7), börekçiler bu edebiyatı doldurur.
“İşçi sınıfı” bir kavram olarak, kapitalizmin ve sanayileşmenin gelişmesiyle ortaya çıkan bir toplumsal kategoriyi dile getirmektedir. Üretim araçlarına sahip olmayan işçi, emek piyasasında emek gücünü satarak yeniden üretimini sağlamaktadır. Bu anlamda işçinin işgücü piyasasında emeğini satmaktan başka bir gelir edinme yolu bulunmamaktadır. Böyle bir tanım ‘saf’ anlamda bir işçi sınıfı tanımı, bir ‘ideal tip’tir. Toplumsal gerçekliğin değişen koşullarında ise böyle bir ideal tipe rastlanma olanağı sınırlıdır. Dünya kapitalist sistemi içinde merkez ülkelere eşitsiz bir şekilde bağımlılığı sonucu işçi ücretlerinin maliyetlerinin pahalı bir unsur olması nedeniyle, metropol ülkelerde yaşandığı biçimiyle tam bir işçileşme gözlenmemekte, yarı- proleterleşme, alt-proleterleşme yada köylü-işçi gibi terimlerle nitelenen bir ‘eksik’ işçileşme süreçleri gözlenmektedir. Türkiye gibi yarı-çevre ülkelerde enformel sektör faaliyetlerin giderek yaygınlaşması, ‘ideal tip’ anlamında tam bir işçileşmenin yaşanmaması anlamına geliyor. Enformel sektör, yasal koruma ve güvencenin olmadığı her türden küçük girişimcilik ve düzensiz işçiliği ifade etmektedir. Seyyar satıcılar, mevsimlik işçiler, geçici sigortasız işçiler, kendi hesabına çalışanlar enformel sektörün heterojen görünümünü yansıtır (Demir, 1995; 70-71).
Şehre ait olmaktan çok şehre bitişen bir kasaba izlenimi verir Orhan Kemal külliyatı. Köyden kente göçe maruz kalan yeni bir tip insanın sancıları, değişimi, hele hele ücretli çalışmanın mahsulü “işçi” yeni yeni boy göstermektedirler. Orhan Kemal’in kahramanları zanaatçılar, küçük memurlar, işçiler, köylüler ve ırgatlar, serserilerin elebaşları, evsiz barksızlar, fahişelerdir vb.’dir. Yazar, fabrikatörlere, müteahhitlere, toprak ağalarına da değinir, ama onun asıl ilgilendiği şehre düşmüş günlük nafakasının peşinde, alın teriyle geçimini sağlayan küçük insanların, emekçi halkın yazgısıdır. Kırsal yaşam koşullarında hayat mücadelesi veren köylüleri değil, gurbete düşmüş ve büyük kentteki yaşama dahil olan köylüleri anlatır (Uturgauri, 1980; 183-184). Orhan Kemal’in anlattığı işçiler Türkiye’nin sanayileşme sürecinin başlangıç yıllarının işçileridir; henüz gerçek sanayi işçileri değildir; bir ayağı köyde bir ayağı şehirde köylü-işçilerdir. “Bence, Orhan Kemal işçileri, romanlarından çok, Grev gibi, Uyku gibi hikayelerinde başarıyla anlatmıştır” (Fethi Naci, 1981; 333-344). Bu çok ilginç bir edebi durum -eşelenmeli. 1935-1945’lere M. Ş. Esendal, 1945-1955’lere Sait Faik öyküleri damgasını vururken 1955-1965’lerin Türk hikayeciliğine Orhan Kemal damgasını vuracaktır; 1965-1975’lerde Türk hikayesinin bayrağını Füruzan devralacaktır.
Henüz ne yazdığı hikayeler ortada yokken, dahası Türkiye’de işçi sınıfı yok iken Nazım Hikmet’in Bursa cezaevinde, “inanıyorum ki işçi sınıfının en büyük yazarı olacaksın” dediği Orhan Kemal hakkında Kemal Tahir’e 1941 yılında yazdığı mektupta, “amele muhitini vermekte rekor bence hala yazıları henüz intişar etmeyen Reşit Kemali [Orhan Kemal –İB]’nindir” (Nazım Hikmet, 1975; 94), demesi; Orhan Kemal’in isim babası Kemal Sülker’in 1943’te Yurt ve Dünya’da “Orhan Kemal’de işçilerin hikayecisi olmak istidat ve temayülü bulunduğunu bildirmeliyiz (...) O fabrika işçisinin bizzat realitesinin aksi olan yaşayış tarzlarını çok ustaca anlatmakta ve bizde yapılmamış olan fabrika işçileri hikayeciliğinde adeta ihtisas sahibi olmaktadır” (Sülker, 1988; 27-28) demesi Orhan Kemal’in belirli çevrelerce desteklenmesini, her sosyoloji tarihsel olmalıdır diyerek, edebiyat sosyolojisine havale ediyorum. İşin bir de roman tarihi ve sosyolojisi boyutu var: Batı’nın 16. yüzyılından başlayarak günümüze kadar bir dizi medya kurumunun gelişimiyle birlikte enformasyon ve sembolik biçimler görülmedik bir boyutta, ama hep pazarda alınıp satılabilen metalara dönüştürülerek, zaman ve mekanda yayılmış bireylere ulaştırılmayı güderek (yeniden) üretildi (Thompson, 2008; 25). Tarihsel olarak “piyasa toplumu”nun icadı olan roman, edebi mal olma karakterine sıkı sıkıya bağlı oluşuyla öbür edebi sanatlardan ayrılır, Cioran’ın demesiyle “edebiyatın kaldırım orospusudur”. İki, Orhan Kemal Türkiye’de ücretli çalışma ilişkilerinin belirdiği yıllarda, çok kısa bir ücretli katiplik dışında, hayatı boyunca ücretli çalışan/işçi olmamış, geçimini yazdığı romanların sırtından sağlamıştır ve kanımca –Bereketli Topraklar, Murtaza gibi dünya romanında seçkin bir yeri olan bir kaç romanı dışında- vasatı zorlayan romanlar yazmasının bir nedenidir de bu. Hikayelerini bu vasatın dışında, çok çok üstünde tutuyorum.
Türkiye’de kentlere göç edenlerin büyük bölümünün formel sektörde ve süreklilik, iş güvencesi, daha yüksek ücret koşulları altında istihdam edildiğini söylemek olanaksızdır. Çünkü, kentsel kesimin gelişme hızı, kırsal kesimden göçenlere bu tür iş olanakları sağlamayacak kadar düşük boyutlarda kalmaktadır. 1951 tarihli Milletlerarası İmar ve Kalkınma Bankası (Dünya Bankası) raporuna göre “nüfusun şehirlerde tekasüfü (urbanization) hadisesinin dikkati çeken herhangi bir ölçüde vukua gelmemiş bulunduğu Türkiye’de, devamlı bir endüstriyel işgücü göze batar derecede kifayetsizdir. Bilhassa, mütehassıs olmayan işçi zümresi ziyadesiyle seyyaldir; mevsim vaziyetine göre zirai faaliyetlerle endüstriyel faaliyetler arasında hareket halindedir” (aktaran Buğra, 2008; 116). 1950’li ve 1960’lı yıllarda gecekondu bölgelerinde yapılan araştırmaların sonuçları, bu bölgelerde nüfusun genellikle küçük çaplı ticaret, esnaflık, becerisiz işçilik ve küçük memurluk ile marjinal işlerde çalıştıklarını ortaya koymaktadır. İşportacılık, araba siliciliği vb. İşlerden oluşan marjinal işler kategorisinin temel özellikleri ise formel sektörden farklı olarak; devamlılık niteliği taşımaması, düşük verimlilik, işe giriş-çıkış engellerinin olmaması, düşük sermaye gerektirmesi, yüksek bir iş değiştirme oranına sahip olmasının yanı sıra Türkiye’de yaşanan toplumsal dönüşüm sürecinin ekonomik ve toplumsal sancılarını azaltıcı yönde rol oynaması, bazı sorunları emen bir tampon mekanizma oluşturmasıdır (Makal, 2002; 140).
Gurbet Kuşları’nda köyden denkleriyle gelen İflahsız’ın Yusuf inşaatlarda duvarcılığı öğrenir, bir kabzımal-müteahhidin yanında katiplik yapar: “çalışmalıydı ki, para biriksin, günün birinde de bir yerlerde bir arsa satın alıp, Hatça Ablasıgil gibi, iki oda bir sofalı küçük ama kullanışlı bir gecekondu kursunlar” (Orhan Kemal, 2007; 165). Köyden babasını da getirtir; İstanbul’un ilk gecekondu bölgesi diyebileceğimiz Zeytinburnu’nda kendi gecekondusunu yapma uğraşı verirken roman biter. Erguvanlar şehri caanım İstanbul’un estetiğine hiç yakışmayan, Feriköy, Darülaceze, Zeytinburnu, Taşlıtarla dolaylarını çepeçevre saran, gecekondu bile denemeyecek alt alta üst üste evler; “evden çok, hatta gecekondudan çok tavuk kümeslerine benzeyen tahta barakalar”ı, ne A. Hamdi Tanpınar, ne Y. Kemal Beyatlı, ne de göbekbağısız O. Pamuk’un İstanbul kitaplarında bulamadıklarımızı ölümünden sonra yayınlanan “İstanbul’dan Çizgiler” adlı kitabında ve öbür romanlarında, Türk hikayesini yükselten hikayelerinde anlatacaktır Orhan Kemal (2006; 145-147).
Sanayi kuruluşlarının şehir dışı, hatta şehir içi dağılışları ile gecekondu alanları arasında mekansal ilişkiler gözlemlenmektedir. İstanbul çevresindeki sanayi kuruluşları ile gecekondular adeta yan yana ve birlikte kurulmaktadırlar. Orhan Kemal edebiyatında işçi-oluş bağlamında iki olguyu yan yana koymak istiyorum. Biri, Orhan Kemal İstanbul’a otuz beş yaşında, 1951 yılında geldi. İkinci olgu da şu: 1950’de 400.000 olan ücretlilerin sayısı 1965’te 2 milyona yaklaşmıştı (Karpat, 2007; 97). Sadece 1964 yılına ait bilgilerin ışığında Türkiye’deki büyük sanayi kuruluşlarının yüzde 42,9’u, işçilerin de yüzde 35’i İstanbul’dadır. Fakat birçok sanayi kolunda İstanbul’un payı çok daha fazladır. Örneğin giyim eşyası, kimya, madeni eşya, elektrik aletleri sanayi kollarında, İstanbul Türkiye’deki kuruluşların yüzde 50’sinden fazlasına sahiptir. İstanbul’da 20 ve daha fazla işçi çalıştıran 700 kuruluşta 116.605 işçi vardır (Tümertekin, 2006; 62); 20’nin altında işçi çalıştıran birçok sanayi kuruluşunu da buna eklersek işçi sayısı çok daha fazladır. Bu 700 kuruluş içinde dokuma sanayi 32.052’lik işçi sayısı ile başı çeker; onu 19.979 işçi ile madeni eşya ve makine, 9316 ile sağlık malzemesi ve ilaç izlemektedir. Bu sayısal olgulara bir ek daha: İstanbul’daki sanayi kuruluşlarının sadece 13’ü devlet sektörüne aittir. Bu sayı 700 kuruluş arasında pek önemsiz gibi görünmesine karşın devlete ait kuruluşların hemen hepsinin çok büyük oluşları nedeniyle çalışan işçi sayısı, ödenen ücretler ve yaratılan değer bakımından devlet sektörü bazı sanayi kollarında ağırlığını hissettirir, ki bu da bir başka parantez açmamızı gerektirir.
Bu veriler ışığında diyebiliriz ki, İstanbul bir işçi şehridir –yıl 1964. 1964 aynı zamanda, senaryosunu yazdığı “Gurbet Kuşları” adlı filmin çekildiği yıldır. Üstad Orhan Kemal’i üzmek istemiyorum ama, bayağı bir senaryodur. Orhan Kemal 1947-1960 yıllarının köylü-işçisini, adlandırmakta zorlandırdığım bir duyarlılık içinde yansıtmış; İstanbul’daki işçi-oluş duyarlılığına nüfuz edememiştir. Günlük nafakasını çıkarma anlamında para için yazdığı romanlarda ve senaryolarda ne yazık ki, melodrama kaymıştır diyip görece hafifleştirerek bu konuyu daha fazla deşmiyorum. 1958 ve 1959 tarihli mektuplarında “’Boktan yayınlar serisi’ tutturmak üzereyim. Esat Mahmut, Kerime Nadir vesairenin tarzı şeyler. Başka çıkar yol bulamadım”; “Kötü senaryo yapmaktan gına geldi, nerdeyse öğüreceğim” yazar. 11. 9. 1961 tarihli mektubunda “neme lazımdı benim senaryo menaryo. Boktan bir sürü bezirganın elinde oyuncak oldum. Hooş, gene de eksik olmasınlar. On yıl hemen hemen sırtlarından geçindik. Çocuk okutup büyüttük” (Otyam 1975; 146, 150, 225-226). Susuyorum.
1950-1970’daki gecekondulaşmaya, işçikondulaşmaya bir de romankondulaşma eşlik edecektir. Türkiye edebiyatında romankondulaşmaya burada değinmeyeceğim (Bingül, 2008). Buna karşın şu kadarını söylemeden geçmeyeyim: “Roman” dışsal olarak, ortaya çıkışı, biçimi itibariyle yeniydi: tarihin ve toplumsal koşulların ürünüydü; zihinsel kurulum olarak ise Eski Yunan’a köklenebilecek, özellikle de Rönesans resminde merkezi perspektifle pekiştirilen mimesis’e dayanmasıyla yeni değildi. Bir başka türlü dersek, Avrupa “roman”ı, gerçeği taklit etme temelinde yükseliyordu; öyle ki, Batı kültüründe bu taklit adeta gerçeğin yerine geçiyordu. Orhan Kemal’in önünde bir, köylü çokluktan işçi çokluğa geçen Türkiye’de uç vermeye başlayan yeni bir gerçek vardı, bir de kökü Türkiye’de olmayan ve “piyasa toplumu” oturgasına sıkı sıkıya bağlı edebi bir tür olarak “roman”. Dolayısıyla bir yandan “yeni” gerçeği taklit etmeliydi, bir yandan da taklidi (romanı) taklit etmesi gerekiyordu. Romanlarından çok çok daha başarılı olduğu, bir edebi formu taklit etmeye yönelmediği öykülerinde yer alan kişiler; cenaze töreninde veya ayinlerde ölen kişinin yerine geçen heykeller, mezar taşları, artık varolmayan kişilerin yerini alan ve onların dünyevi varlıklarını sürdüren ikizleri: temsilleri/ hece taşları değil; canlı olanların yerini tutan bir(er) ikamedir. Şaşırtıcı ve de yeni olan: henüz capcanlı olanın, ama muhakkak ölecek olanın temsilleridir. Bu yanıyla Orhan Kemal’in -hikayeleri dışında- yazdıkları romandır, novel’dir. Bu çalışmada Türkiye’de işçi-oluş’un toplumsal, tarihsel arka planı üzerinde yoğunlaştım; edebiyatın, romanın arka planına ağırlık vermedim.
* Pamuk
“Güzün başlangıcı sayılan ağustosun ikinci yarısıyla birlikte Çukurova’nın duru mavi göklerinde atılmış pamuk yığınlarını hatırlatan bulutlar belirir. Günler geçer. Atılmış pamuk yığınlarını hatırlatan sütbeyaz bulutlar esmerleşmeye hatta morarmaya başlar. Şimşekler ve gök gürültüleri yaklaştıkça, kütlü toplama mevsimi de yaklaşıyor demektir. Yaklaşan kütlü toplama mevsimiyle birlikte yağmur yüklü bulutların morartısı artar, sonra da yağmur! Kaç vakittir yağmura hasret insanlar yağmur altında kalıverirler. Sonra bulutlar dağılır, yerden sıcak bir buğu yükselir, güneş yüzünü gösterir. Gösterir ama, mevsim dönmüştür artık, ağustos sonları gelmiştir. Bir yandan çuvallar dolusu zahire yüklü kamyonlar, harman makineleri homurtularla şehre gelirken, şehrin kıyı semtlerinde izbelerin kara donlu, erkek yüzlü kadınlarıyla erkekleri, bütün yazı mahallenin güneşte kavrulmuş toprağında bir parça ekmek, sarı bir hıyar, pek pek şuncacık peynirle geçirmiş çoluk çocuğunu, tencere kazanları, çulları çuvalları, kesileri köpekleriyle sırtlayan kamyonlar pamuk tarlalarının yolunu tutarlar.
Toplama ameleleridir bunlar!” (Orhan Kemal, 2008; 166-167).
Orhan Kemal, arkadaşı Fikret Otyam’a yazdığı mektuplarda Kanlı Topraklar adlı yeni roman tasarısından sözeder: “Taa Sultan Hamid devrindeki Çukurova’dan alıp, Meşrutiyet, İttihat ve Terakki, ardından Harbi Umumi, Milli Mücadele ve nihayet bugünlere geleceğim. Bütün bu enine boyuna platform üzerinde, Çukurova’da gelişip bugünlere varan ticaret, ziraat ve sanayiimizin dünkü sahipleriyle, bugünkü sahiplerine el değiştirilişlerini ve bugünkü sahiplerinin perde ardından milleti nasıl sömürüp, memleketi gericiliğin karanlıklarına nasıl sürüklediklerini, çıkarlarının ne olduğunu “Tipik” bir şekilde vermeğe, daha doğrusu “Erbabı İz’an”a sermeğe çalışacağım” (...) “Çukurova’da endüstrinin kuruluşu ve şimdiki sayın fabrikatörlerimizin babalarını, dedelerini, çalışan Türk emekçilerini, memleketimizin tarihi realiteleri içinde” gösterecektir (Otyam, 1974; 229-230, 236).
Osmanlı İmparatorluğu’nun en eski ve en ünlü ürünü olan tütün, ekiminden sigara üretimine kadar büyük bir emek ve özen istemesi dolayısıyla yüzbinlerce insanın “geçim kapısı” olması, üstelik devletin mali kaynakları içinde önemli bir yer tutmasına karşın, Orhan Kemal edebiyatında Adana ve Adana’nın hemen hemen her bucağından da pamuk karşımıza çıkar:
“Bembeyaz pamuk tarlaları göz alabildiğine uzanıyor, köyleri şehre bağlayan tozlu yollarda kütlü denilen, tohumlu pamuk hararları yüklü Doçlar, Şevroleler, Fordlar, yağsız tekerleklerinin gıcırtısı aydınlık geceyi dolduran öküz, camız arabaları, İnegöl çift atlıları, yüklü deve dizileri şehre akıyor”, Orhan Kemal Cemile’nin ücretli hayat hikayesine böyle başlıyordu. Pamuk tarlalarının arasından geçerek şehre girilir, asfalt yola çıkmadan önce pamuk balyaları taşıyan kamyonların tozu dumanı arasından geçip Çarşı’ya vardığımızda da bizi toptancılar, perakendeciler, fabrikadan top top çıkan bezleri, pamukluları, bekar çamaşırı, don gömlek tezgahlarıyla iç içe dükkanlar karşılar. Gerek Türk gerekse dünya edebiyatı içinde önemli bir yeri olduğunu sandığım Bereketli Topraklar Üzerinde adlı romanını “Orta Anadolu’nun seksen evlik köylerinden Ç. Köyünün erkekleri o yıl da çalışmak için çeşitli iş bölgelerine dağıldılar: Sekizi onu Kayseri Dokuma fabrikasına gitti, dördü beşi Sivas Çimento fabrikası, Cer atölyesine. İçlerinden üçü de Çukurovanın yolunu tuttu” cümlesiyle açar, ilerleyen sayfalarda da pamuk toplamaya giden mevsimlik tarım işçilerinin yaşam ve çalışma koşullarını anlatır: “Pek pek birkaç hafta sonra ‘Urumdan Şamdan çekilip çekilip gelen ırgat kafilelerinin akını başlar. Binlerce kadın, erkek, çoluk çocuk, genç, yaşlı, paramparça üstbaşlarıyla pis pis kokarak, Ötegeçe’deki mezarlığa yığılırlar. Kıçı çıplak çocuklar mezar taşlarına inip biner, tevekkül içindeki kadınlar, Taşköprü’nün bu geçesindeki ırgat pazarından iş ve ekmeğin sevinciyle gelecek erkeklerini beklerler. Kul acımaz bunlara, Allah acımaz. Allahın unuttuğu insanlardır bunlar! Peygamberler kitaplar dolusu sabır, tevekkül, kanaat getirmişlerdir bunlara. Hiçbir işe yaramayacak olan sabır, tevekkül, kanaat!”
Tarım işçileri, yer yer muhacir fabrika işçileri, köyden kente göç Orhan Kemal edebiyatının toplumsal arka planını oluşturur. Burada iki şehir öne çıkar, biri pamuk ekimine açılan Adana, öbürü de İstanbul. Türk edebiyatında işçileşme, mevsimlik tarım işçileri ne Bursa’da ne de İzmir’de yeşermemiş, yeşermişse bile tutunamamış, Adana Çukurova’da ve Orhan Kemal’in kaleminde dile getirilen bu işçileşme olgusu Türkiye’de pamuğun hikayesi ile doğrudan ilgilidir.
Bursa hem başkentlik yapmış bir tarihe, hem de ticari canlılığın bulunduğu coğrafi stratejik bir konuma sahipti. Dahası Osmanlı payitahtına olan yakınlığı dolayısı ile büyük mali çevrelerin de merkezindeydi. Osmanlı devletine ve İstanbul bankerlerine ticaret kredileri veren servet sahiplerinden, vergi gelirlerini toplayan mültezimlere kadar geniş bir girişimci sınıf bulunmaktaydı. Önemli ticaret ve ulaşım yollarının kesiştiği noktada konumlanan Bursa, kuzeyinde İran’a uzanan yol ile batı ve kuzeyde yer alan transit yolunun ortasında bulunuyordu. Bu özellikler, 15. yüzyıl ortalarında o zamanki İstanbul’un hem rakibi hem de tamamlayıcısı olan Bursa’nın Osmanlı yapısı içindeki yeri ve önemini yeterince açıklamaktadır (Reyhan, 2008; 10). 15. yüzyıldan başlayarak, ipek dokumacılığı Osmanlı İmparatorluğu’nun her döneminde oldukça gelişmiş bir düzey tutturabilmiş, tacirlerin Avrupa’ya lüks mallar ihraç ettiği ve 19. yüzyılda ipek böcekçiliği ve ipek eğirmede yeni teknolojik ve bilimsel gelişmeleri kendi üretimlerine uyarlamanın eşiğine gelip 1861-62 yıllarında Suphi Bey yönetiminde Erkan-ı Harbiye’den bir grup mesahacı (ölçümcü) tarafından hazırlanan haritalarda Bursa’nın en çarpıcı özelliğinin tıpkı kamu yapılarına yada dini yapılara gösterilen dikkate eşdeğer bir özenle şehrin belli kısımlarını kapsayan fabrikaları belirtme ihtiyacı duymasına, fabrika (imalathane) üretiminin Bursa’yı öbür Anadolu şehirlerinin yanında bir fenomen haline getirmesine (Bisharar, 2008; 173-186) karşın işçileşme olgusu bağlamında Bursa edebiyata dahil olmamıştır; 18. yüzyıl sonu ila 19. yüzyılda gökten zembille düşer gibi hızla yükselişe geçen İzmir de.
19. yüzyılda Türkiye’nin dış ticareti beş önemli liman şehri aracılığıyla yürüyordu. İstanbul en büyük ithalat limanıydı. Trabzon, Rusya ve İran’a olan transit ticaretiyle uğraşıyor, Beyrut ise daha çok ihracata dönük bir görünüm arzediyordu. Selanik ve İzmir hem ithalat hem de ihracat ile uğraşan gelişmiş, dış ticaret merkezleriydi. Uygun bir limana sahip olması ve çok zengin bir hinterlandın tek çıkış özelliğini taşıması dolayısıyla İzmir, Türkiye’nin dış ticaretinde en önemli yeri almıştı. Uzun yıllar Türklerin sayısı şehir nüfusunun üçte birini geçmediği için imparatorluk halkı tarafından “Gavur İzmir” adıyla anılan bu güzel şehrimizde Rum, Ermeni ve Yahudiler ekonomik bakımdan son derece güçlüydüler. Küçük ticaret ve sanayi, bankacılık ve kıyı ticareti hemen hemen tümüyle onların elindeydi. Özetleyin canalıcı birçok ekonomik faaliyete gayrimüslimler hakimdi (Kurmuş, 1982; 18-27).
1930’lu yıllarda Ege Bölgesi, uluslararası pazar için ihtisaslaşmış tarımsal üretim yapma aşamasına ulaşmış, az sayıdaki yörelerden biridir. Ülkenin tarımsal İzmir Limanı ise bu üretimin ihraç edildiği yerdir. İzmir’de ihracat Kurtuluş Savaşı’na kadar, hemen hemen tamamıyla yabancı şirketlerin, levantenlerin yada gayrimüslim Osmanlı tüccarlarının elindedir. İttihat ve Terakki döneminde milli tüccar yaratmak için izlenen politikalar dahi bu ihracatın denetiminin Türk tüccarın eline geçmesi için yeterli olamamıştır. Kurtuluş Savaşı sonrasındaki büyük nüfus değişimleri bile bu konuda yeterli olmamıştır. Türk tüccarların Avrupa pazarına doğrudan girecek bir güce ulaşamadığı, Kurtuluş Savaşı sonrasında Türkiye’den ayrılan azınlık tüccarların pek çoğunun Trieste gibi serbest limanlara yerleştikleri, buradaki serbest liman olanaklarından yararlanarak Türkiye’nin Avrupa’ya ihracatını denetlediklerini görüyoruz (Tekeli-İlkin, 2004; 240-242). Bu durumun sakıncaları ekonomik buhran döneminde daha açık seçik hale gelir; siyasal gündemde çok önemli bir yet tutar, devlet yeni düzen arayışı içindedir.
Bu peşrevi bitiriyorum: Orhan Kemal bir rastlantı sonucu ortaya çıkmıştı, doğru; eğer Orhan Kemal İzmir’de doğup yetişseydi Türk edebiyatında bir Orhan Kemal çıkmayacaktı. Aynı dönemde İzmir-Aydın bölgesinde Orhan Kemal’in inatla muhalif durduğu DP’nin başkanı Türkiye’de iktidar doğanlar: Erguvaniler mensubu Adnan Menderes çıktı.
*
Gelişmiş bir ipekçiliğe sahip Bursa pamuğa hiç yanaşmaz. III. Selim 1812’de 600 dokuma tezgahı çalıştıran büyük bir basma pamuk fabrikası kurmuş, fakat 1841’de yalnızca 41 dokuma tezgahı kalmıştır. İngiliz Büyükelçiliği’nde papaz olan R. Walsh’ın anlattıklarına göre Üsküdar’daki pamuk fabrikasında Manchester’deki fabrikada çalışanlardan daha usta görünen birkaç yüz işçi istihdam edilmiştir. 1827’den sonra Eyüp semtindeki Taşlıkburun’da bir pamuk iplik fabrikası (iplikhane) kurulmuştur. Çalıştırmak için katırlardan yararlanılmıştır (Karpat, 484-485). Ne var ki İstanbul’da pamuğun ömrü çok uzun sürmemiştir. Batı Anadolu tarımında kapitalist ilişkilerin, eşdeyişiyle pazar için üretimin gelişmesi ve tarımda ücretli işçilerin ortaya çıkması süreçlerini inceleyen Orhan Kurmuş İngiltere’nin kendi hammadde gereksinimlerini karşılamak için teşvik ettiği ürünlere en güzel örnek olarak pamuğu gösterir. Yeni pamuk üretim alanları bulmak için faaliyete geçen İngiliz kapitalistleri 1857’de Manchester Pamuk Alım Birliği’nin kurulmasıyla pamuklu endüstrinin hem Amerikan pamuğuna bağımlılığı kıracak hem de hissedilen pamuk kıtlığının üstesinden gelmek için Hindistan’da ve Türkiye’de pamuk yetiştirilmesini teşvik ettiler.
18. yüzyılda Türkiye, İngiliz pamuklu sanayiinin güvenilir bir hammadde kaynağı olmuş, uzun yıllar İngiltere’ye düzenli olarak pamuk ihraç etmişti. 19. yüzyıl başlarında İzmir’den pamuk ihracı, Amerikan pamuğunun hem kaliteli hem de daha ucuz olması nedeniyle azalır. Aydın Demiryolu’nun yapılması ile demiryoluna yakın bölgeler pamuk üretiminin en çok yaygınlaştığı bölgeler olur. Öyle ki, geniş bir alana yayılan pamuk üretimi, tahıl ihtiyacını olumsuz yönde etkileyeceği kaygılarını doğurur. 1870’de hepsi de demiryolu üzerinde bulunan kentlerde 700’ün üzerinde çırçır makinesinin kullanıldığı buhar gücüyle çalışan 34 fabrika kurulur. Küçük ölçekte de olsa bir sanayiin gelişmesine yol açan pamuk üretimi, aynı zamanda, kapitalizmin gelişmesini kolaylaştıran ve hızlandıran bankacılık ve sigortacılık gibi kapitalist kurumların ortaya çıkmasını sağlar. Pamuk üretimini yaygınlaştırma çabaları yalnız Batı Anadolu’da değil, Selanik, Adana, Mersin, Suriye kıyıları ve Doğu Anadolu’da da görülüyordu. Fakat bu bölgelerin hiçbirinde İzmir bölgesinde elde edilen başarı sağlanamadı. Pamuk yetiştirmek için en elverişli topraklara sahip Çukurova’da 1880’lere kadar pek büyük gelişmeler olmadı (Kurmuş, 1982; 59-72). 19. yüzyıl sonlarında düşüşe geçen Batı Anadolu’ya göre Çukurova’da, geç başlayan kapitalist tarım çok daha hızlı gelişti. Neden?
1800’lerin başında 5.000 civarında olan Adana’nın nüfusu, 1831 yılında 15.464’e (3.926’sı gayrimüslim), 6.000 civarında olan Tarsus’un nüfusu 15.710’a (902’si gayrimüslim) yükselmiştir. Aynı yıl yakın vilayetler ile önemli merkezlerden olan Aydın’ın 112.723, Kastamonu’nun 121.483, Kayseri’nin 54.866, Konya’nın 57.724, Niğde’nin 59. 138, Trabzon’un 136.552, Selanik’in 94.701 nüfusuna göre bölgedeki her iki merkezin de nüfus açısından oldukça zayıf kaldığı görülmektedir. Bölgeye yakın merkezler daha gelişmiş yerler olarak Halep ve İzmir ile ticaret yapmayı tercih etmektedir. Bu nedenle, Adana ve Tarsus önemli bir ticaret merkezine dönüşememekte, Halep ve İzmir arasında sıkışmaktadır. Çukurova bölgesinin Halep, Şam, Antep, Maraş gibi dokumacılığın geliştiği merkezlere yakınlığı nedeniyle 19. yüzyılın sonuna kadar dokuma sektöründe sanayileşme yönünde bir gereksinim duymadığı anlaşılmaktadır. Gereksinimler açısından ne iç pazar ne de dış pazar baskısı ile karşılaşan Çukurova bölgesi sanayileşme yönünde önemli bir çaba göstermediği, bu nedenle de tezgâh sayısı ve üretim açısından köklü bir değişiklik meydana gelmediği anlaşılmaktadır (Akkaya, 1998; 145-146).
20. yüzyılın başlarına gelindiğinde, İstanbul ve çevresiyle birlikte ülkenin başlıca sanayi bölgesini oluşturan Ege bölgesi Kurtuluş Savaşı’nda en büyük yıkımı yaşamıştır. En çok etkilenen merkezler İzmir, Aydın ve Bursa’dır. İzmir’de Halıcılık kapasitesi yarı yarıya inmiş ve zeytinyağı ile sabun üretimi de çok düşmüştür. Bursa’da ipek sanayii hızlı bir gerileme içine girmiştir: 1914’te 6 milyon kilo olan koza üretimi, 1925’te 780.000 kiloya düşmüştür. Aynı süre zarfında iplik imalathanelerinin sayısı da 41’den 12’ye inmiştir. Bursa’da ipek sanayiinin gerilemesi aynı zamanda işgücünün azalmasına da bağlıdır ve bu, sanayinin önündeki genel bir sorundur. 1912’den 1922’ye kadar nerdeyse kesintisiz süren savaşlardaki insan kayıplarının yanı sıra, 1923 sonrası nüfus mübadelesini de unutmamak gerekir: Bir milyondan fazla Rum Anadolu’yu terk etmiştir. Gidenler zanaatkârlar, işçiler, küçük patronlardır. Makedonya yada Trakya’dan gelen Türkler ne aynı teşebbüs ruhuna ne de aynı vasıflara sahiptir. Bu nedenle nüfus mübadelesi bazı bölgelerin ekonomisini değiştirmiştir. Bursa ovasında, ipek sanayii gerilerken, tütün ekimi gelişir, çünkü bu bölgeye yerleştirilenler tütüncülükte uzmanlaşmış Trakya Türkleridir. Bütününde nüfus mübadelesinin Türk nüfusunun tarımsal niteliğini artırdığı ve bunun da tam sanayileşme kalkışması dönemine denk geldiği söylenebilir (Georgeon, 2008; 191-192).
İngiltere endüstrileşmeye başlayan ilk ülkeydi; 1780’lerden başlayarak dokuma endüstrisi sürekleyici sektör olmuştu. Max Weber’e göre endüstrinin ritimleri, Batı’nın tüm maddi geçmişine egemen olmuştu. Batı sırasıyla, bir keten çağına, bir yün çağına, sonra bir pamuk çağına –daha doğrusu 18. yüzyılda bir pamuk çılgınlığına- tanık olmuştur. İngiltere hem kendi, hem de Avrupa ve Avrupa dışı piyasalar için, Hind’deki kendi ticari işletmelerinden pamuklu kumaşlar (Hindliler) ithal etti. Bu kumaşların başarısı, İngiliz manifaktürleri tarafından taklit edilmelerine yol açacaktır. Teknik iyileştirmelerden teşvik gören pamuklu endüstrisi, ara vermeden büyüyecektir. Kelimenin dar anlamında fabrikaları geliştirecek olan pamuktur. Hindler, Afrika, Amerika ticaretine, buna bağlı olarak zenci köle trafiğine bağlanan pamuk, büyük sömürgecilik limanlarına veya bunların çevresine (Liverpool, Glaskow) yerleşir (Braudel, 2001; 420, 423).
1750’den sonra dünya ekonomisindeki büyük genişlemenin başlamasıyla beraber, pamuğa ve daha sınırlı bir düzeyde buğdaya dönük talep toparlandı. Sulama ve tesviyenin yanı sıra büyük ölçekli ekim için geniş arazi gerektiren pamuğun karşı konulmaz ilerleyişi, alçak arazilerin işlenmesinde bir tersine dönüşün ilk işaretlerini verdi. Her iki koşula uygun alçak arazilerin kaderinde ihmalden hafif ilgiye doğru bir tersine dönüş yaşandı. Alçak arazileri iskâna açma sürecinin sağlamlığını ve kalıcılığını kesinleştiren şey, Küçük Buz Çağı’nın başlamasıyla 1550’lerde devreye girmiş olan büyük döngünün 1870’lerde sona erişiyle birlikte tamamlanmasıydı. Alçak arazilerin talihindeki dönüş, alçak ovaların ekonomik diriliğini geri getirmeye hizmet eden ikinci teşvik unsuru Britanya’nın 1815’ten sonra üstünlüğü ele geçirişiyle birlikte dünya ekonomisindeki işbölümünü yeniden şekillendiren yeni hegomonya döngüsünün başlaması oldu. Akdeniz bu gelişmenin dışında kalmadı. Daha alçak kesimlere dönerek yerleşme süreci ıslah edilmiş araziler ile çorak topraklar üzerinde mülkiyet hakları sağlayan ve böylece ovaları toprak sahibi olmak isteyenlerin akınına açan 1858 tarihli Osmanlı Arazi Kanunnamesi’nin çıkarılmasının ardından hız kazandı (Tabak, 2010; 32-33).
18. yüzyılda Avrupa’yı pamuklu tutkusu sarar. Hindistan’dan ithalat yetmez olur. İplik eğirme ve dokuma makineleri icat eden İngiltere, işe el atar: Gereksindiği hammaddeyi ona Amerika sağlayacaktır. Hasat için kol gücüne ihtiyaç vardır. Sanayileşme ve kölelik el ele ilerler. Manchester ve yöresi fabrikalarla dolarken Liverpool, bir süreliğine, köle ticaretinin merkezi olur. Yüzyıl sonra, Amerika Birleşik Devletleri bağımsızlığını kazanmasına karşın eski anavatana pamuk sağlamayı sürdürür, ne var ki iç savaşın patlak vermesiyle Britanya dokuma tezgahlarını kimin besleyeceği sorunu baş gösterir. Londra, iki sömürgesine, Mısır ve Hindistan’a yönelir. 19. yüzyılın sonundan itibaren gezegen pamuk tarlaları ve fabrikalarıyla kaplanmıştır (Orsenna, 2008; 14-15). Kapitalizmin ve Sanayi Devrimi’nin gelişiminde önemli yer tutan tekstil sanayiinde İngiltere Amerikan pamuğuna bağımlıydı. İngiliz sanayiciler, daha Amerikan İç Savaşı (1861-1865) başlamadan bu pazar bağımlılıklarına alternatif aramaya başlamışlardı. 1857 yılında kurulan Manchester Pamuk Alım Birliği (Manchester Cotton Supply Association) Hindistan ve Türkiye’yi pamuk yetiştirilmesi için uygun ülkeler olarak görmeye başlamıştı.
Osmanlı pamuk ipliği ve pamuklu kumaş üreticileri, yüzyıllarca hammadde sıkıntısı çekmemiş, bol miktarda ham pamuk bulmuştu. Güney Arabistan, Mezopotamya, Kuzey Filistin, Kuzey Suriye ve Adana bölgesi, Ege kıyıları, Teselya Ovası, Makedonya’nın Zekhua ve Serez bölgeleri Haçlı Seferleri’nden beri önemli pamuk üretim merkezleriydi. 19. yüzyılın ikinci yarısından itibaren, Osmanlı dünyasında, uzakta yaşanan gelişmelerin sonucu olarak, pamuklu kumaş dokumasına ve pamuk üretimine ağırlık verilmeye başlandı. Osmanlı üst sınıfları arasında, ipekli ve tiftik yerine, pamuklu dokumalar tercih edilir oldu. Kentli elit kesimlerde pamuklu kumaş tüketiminde artış görülürken bütün cemaatler arasında “geleneksel” giysileri giymek yaygın bir alışkanlık olarak varlığını sürdürüyordu.
Tanzimat reformlarından önce, kanunlar, çeşitli mesleki ve dini cemaatlere mensup kişilerin ve Osmanlı askeri ve sivil hiyerarşisinde yer alanların giydikleri ve taktıkları giysiler Osmanlı tekstil imalatçılarına yabancı rakipleri karşısında kısmi bir korunma sağlıyordu. Giyimde Batı modalarının benimsenmesi, ürün tercihlerindeki bu değişimlerle aynı zamanda gerçekleşiyordu. Osmanlı İmparatorluğu’nun pamuk ipliği ve pamuk dokuma ithalatı 25 ila 50 kat arttı. 18. yüzyılın sonlarında Osmanlı pamuk ipliği üreticileri ülke pazarına genel olarak hakimdiler; iç pazarda ağırlıklı bir yere sahip olmak bir yana, ülke dışına da iplik satıyorlardı. 19. yüzyıl başlarında, Hint ve Osmanlı ipliklerinin yerini İngiliz iplikleri almaya başladı ve ithalat piyasasının neredeyse tamamına hakim oldu (Quataert, 2008; 59-63).
Amerikan iç savaşı nedeniyle pamuk sıkıntısı çeken İngiliz fabrikatörler, Türkiye’den pamuk getirtilmesini düşünmüşler; Türkiye’de pamuk yetiştirmek ve pamuk cinsini ıslah etmek yolunda Osmanlı Devleti’ni tedbirler almaya zorlamışlardı. Türkiye’de büyük kapitalist çiftliklere rastlanmıyordu. Yabancılar, sömürge tipi kapitalist çiftlikler kurmak yerine, ürünlerin ticaretiyle yetinmişler; pamuk gibi bazı ihtiyaç duydukları ürünlerin yetiştirilmesini teşvik etmişlerdi. Türk gazetelerinde yayınlar yaptırmışlar, çiftçiye parasız tohum vererek, ucuz araç gereç sağlayarak, ekim usullerini öğreterek pamuk tarımını geliştirmeye çalışmışlardır. Almanlar da pamuk tarımına ilgisiz kalmamışlardı. Kapitalist ülkeler kervanına sonradan katılan Almanlar dünyayı paylaşma yarışına geç katılmaları sonucunda dünyada paylaşılacak pek az yer kalmıştı. Almanya “Bağdat Demiryolu Hattı” projesi ile Anadolu ve Mezopotamya’yı bir Alman kolonisi haline getirmeyi umacaktır.
İşte tam bu dönemde Avusturyalı Kotschy, 1862 tarihli Kıbrıs ve Küçük Asya’ya Seyahat adındaki yolculuk günlüğünde “Kilikya” başlığı altında Çukurova’ya geniş yer ayırır. Ovanın doğal yapısının, sulama olanaklarıyla birlikte toprağın artan değerinin; nehir, kanal ve limanlarının; Suriye ile küçük Asya arasında bulunmasının büyük bir tarım olanağı ve zenginlik yarattığını; bu eşsiz özellikleriyle çatışma ve yıkım alanı olmaya da aday bu bölgenin merkezi konumda olup köprü görevi gördüğünü ve en önemlisi darı ve pamuk için ana pazar rolünü (Gümüş, 2007; 74-75) üstlenebileceğini kaydeder.
Tanzimat reformları Çukurova’da 1860’larda etkisini göstermeye başladı. 1862’de pamuk üretimine destek verilir; beş yıl süresince Adana ve çevresi vergi muafiyeti ve bedava pamuk tohumu gibi tedbirlerden yararlanır. Göç politikaları işgücü sorununa yönelik olarak düzenlenir; ilk Müslüman muhacir grupları Kırım Savaşı’nın ardından bölgeye sevk edilir. Çerkez ağırlıklı ikinci Müslüman muhacir dalgası pamuk teşviki uyarınca 1862-1863’ten sonra bu bölgeye yönlendirilir. 1864’te pamuk üreticileri için düşük faizli kredi ve ödeme ertelemesi sağlanır. Dahası 1867’de Adana Halep’ten ayrılıp yeni bir eyalet olarak kurulur. Mutasarrıf tarafından değil, bir vali tarafından yönetilmeye başlanan Çukurova bölgesinin merkezi Adana olur. Böylesi yapısal değişimler ve uzun süreçler sonunda, ancak 1880’lerde pamuk üretiminin artması ve yayılmasıyla bölge biçimlenmeye başladı. Bu yeni bölgesel yapılanma, nüfusunun neredeyse tamamının Suriye, Beyrut, Kıbrıs, Ege adaları ve İç Anadolu’dan göçmüş topluluklardan oluşan yeni bir liman şehri Mersin’i de içeriyordu (Toksöz, 2009; 79-80).
Tahıl başta olmak üzere, üzüm, tütün ve ipeğin sahip olduğu ekonomik öneme sahip olmasa da, pamuk Abdülhamid döneminde Osmanlı İmparatorluğu’nun önde gelen figürleri arasına katıldı. Bir adım öncesinde ise, imparatorluğun ekonomik liberalleşmesi ve dünya ekonomisine eklemlenmesi sonucunda ortaya bir ticari-endüstriyel Müslüman orta sınıf çıkmadığı için Babıali, bürokratların biçimlendirmekte olduğu yeni devlete tamamen bağlı olacak yeni bir sınıf yaratmak amacıyla toprak sahiplerine yöneldi. 1858’de yürürlüğe giren Arazi Kanunnamesi ile toprağın özel mülkiyete geçişi açısından önemli bir adım atılmıştı. Fakat 1870’lerin sonlarına kadar Çukurova’da etkisini göstermedi; kadastrolaşmanın ve tapu almanın topraklar ticari olarak değer kazanana ve ekilebilir duruma gelene kadar hiçbir önemi yoktu. Bu toprak kanununun amaçlarından biri de aşiretleri yerleşik düzene geçirmekti. Toprak ağalarından çoğu, köylülerini ortakçı olarak çalıştırıyorlar, bu da, toprağı işlemede yeniliklere olanak tanımıyordu. Yine de bu toprak ağalarından bir kısmı kapitalist çiftçilere dönüşerek tütün ve pamuk gibi para eden ürünler yetiştirmeye başladılar. Amerikan İç Savaşı sırasında ve sonrasında Avrupa piyasasında ürettikleri pamuğa rağbet artınca zenginleştiler. Bunlar, 20. yüzyılda, 1908 Meşrutiyet Devrimi sonrasında ortaya çıkan yeni orta sınıfı oluşturdular (Ahmad, 2007a; 39-40).
19. yüzyılın ikinci yarısında ulaşım maliyetlerini azaltan demiryollarının yapılması, pamuk tarımını geliştirme ve yaygınlaştırmayı amaçlayan yabancı sermayeli şirketlerin kurulması, ihracatçıların, satın aldıkları pamuğun temiz ve balyaların standart ölçülere göre sıkıştırılıp bağlanmasını şart koşmaları üzerine çırçır fabrikaları ve hidrolik presleme tesislerinin açılmaya başlaması gibi gelişmeler kapitalizme özgü hareket yasalarının (maliyet tasarrufuyla değişim değerinin maksimizasyonu, uzmanlaşma ve yenilikler yoluyla üretkenliğin arttırılması gibi) Osmanlı tarımında da işlemeye başladığının (Kaygalak, 2008; 58) birer göstergesi olarak görülebilir. Çukurova’ya pamuğu ve tarımda modernleşme fikrini sokan Kavalalı İbrahim Paşa’ydı. Suriye, Mısır ve Kıbrıs’tan pamuk ekiminde usta olan işçiler, işçi kıtlığı nedeniyle “amele” olarak çalışacak fellahlar getirilir.
Orta Doğu, Avrupa Endüstrisi için hammadde sağlayan ve önemli bir el yapımı mallar üreten bir ‘plantasyon (fidanlık/sömürge) ekonomisi’ olarak Avrupa ticaret sistemine eklenecektir. Örneğin tüm Mısır ekonomisi, Lancashire imalathaneleri için sulak topraklar üzerinde yüksek kalitede yoğun pamuk ekimine adapte edildi. Bunun sonucu, farklı sosyal grupların göreli gücü ve zenginliğinde meydana gelen bir değişim oldu. Eski Müslüman tüccar sınıfı ve zanaatkârlar, makine yapımı mallara karşı rekabet etmekle yüz yüze kalınca çöktüler. Avrupa’ya yönelik ihracat-ithalat ticaretiyle geçimini sağlayan yeni bir tüccar tipi doğdu; bu yeni tip tüccarlar, alt düzeyde esasen doğulu Hıristiyan veya Yahudilerden, üst düzeyde ise büyük oranda Avrupalılardan müteşekkildi (Hourani, 2006; 113).
Alan R. Richards, on dokuzuncu yüzyılda Mısır örneğinde ilkel birikimi araştırmış ve şu sonuca varmıştır: Mısır’da ilkel birikim, ülkenin kapitalist dünya sistemine eklemlenmesine bağlı kalmıştır. Kapitalizm Mısır’a pamuk üretimi ile girmiştir. Mehmet Ali Paşa’nın bu süreçte buğdayın aksine pamuğu seçmesinde, merkez ve yarı-çevre sistemindeki gelişmelerin yanı sıra, Mısır’ı dünya kapitalist sistemine dahil etmek amacı temel etkendir. Bunun sonucunda köylülerin büyük bir kısmı mülklerini ve toprakları üzerindeki haklarını kaybetmiş ve sonrasında topraklarını terk etmişlerdir. Yaşanan gelişmeler “zora dayalı yada ücretli emek”in pazara yönelmesi anlamını taşımakta, en azından kısmen de olsa önünü açmaktadır. Orhan Kurmuş da, Türk pamuğunda görülen patlamanın Osmanlı ekonomisinin kapitalist dünya ile bütünleşmesinin başlangıcı ya da en azından bir evresi olduğuna ve bu konunun tartışılması gerektiğine dair uyarıda bulunur. Makalesinde, İmparatorluğun pamuk yetiştirilen bölgelerindeki artışta Amerikan İç Savaşı’nın dünya pazarından pamuk talebini ve Manchester Pamuk Tedarik Ortaklığı’nın etkilerini vurgular. Aydın-Denizli ağırlıklı Ege bölgesinde 1863’te 480.000 hektar olan pamuk alanı 1864’ de 1. 145.000 hektara; Adana-Maraş-Halep bölgesinde aynı dönemde 31.000 hektardan 745.000 hektara çıkar. Susam ve pirinç üreticileri de bu ürünlerden vazgeçip pamuk tarımına yönelirler (Reyhan, 2008; 75-76).
Balkanlardaki ticari çiftlikler, Mısır’daki büyük pamuk işletmeleri, Batı Anadolu’daki küçük meta üretimi 19. yüzyıl başlarında Osmanlı’nın tanık olduğu “periferi”leşme tarzlarıdır. Bu süreçte emeğin organizasyonunda da değişimlere tanık olunur: kendi toprağında çalışan aile birimlerinden ortakçılığa, kapitalist çiftliklerdeki ücretli emeğe uzanan farklı biçimler gözlemlenir (Keyder, 1983; 138-139). Ne var ki, daha 16. yüzyılda iç talep sonucunda oluşan ticari üretim, köylü aile işletmelerini çökertmediği gibi 19. yüzyılda dünya kapitalist sisteminin çevresine eklemlenen Osmanlı İmparatorluğu’nda, özellikle Anadolu’da hâlâ küçük köylü üretimi ağır basmaktadır. Avrupa’nın artan pamuk talebini karşılamaya yönelik girişimler köylü üretim örgütlenişinden ücretli çalışmanın başat olacağı bir çalışma ilişkilerine evrilmemiştir. Osmanlı hükümeti buna direnmiştir.
Büyük çiftliklerin sayısı 16. yüzyıla göre belki daha fazlaydı, ama bunlar milyonlarca küçük işletme arasında boğulmuşlardı. Daha da önemlisi, toprakların çitlenerek az sayıda elde toplanmamış olması, ücretli işçiliği veya boğaz tokluğuna çalışmayı kabul edecek mülksüzleşmiş bir köylülüğün mevcut olmaması demekti. Dolayısıyla kapitalist tarıma veya plantasyonlara elverişli şartlar yoktu. Köylünün elinden toprağı alınamadığı veya yeni topraklar üzerinde üretim yapılabildiği sürece hem ücretli işçi hem de ortakçı kıtlığı olacak; Mora’da boş arazide üretim yapacak ortakçı köylülerin getirilmesi örneğinde olduğu gibi, Batı Anadolu’da ihracata yönelik kapitalist çiftlikler kurmayı deneyen müstakbel kolonyalistlerin teşebbüsü buna bir örnek olarak verilebilir. Bu müteşebbisler işleyecek toprağı kolayca bulabildiler; ama işçiler yüksek ücret istiyorlar, kendilerini işe uzun süreyle bağlayamıyorlardı. Genellikle güvenilir değillerdi (Keyder, 1990; 21). Görece toprak bolluğu, daha da önemlisi emek kıtlığı nedeniyle ücretli emeğin işçisi olmaya aday, kendi küçük üretim birimlerinden kopmayan kitle kapitalist sömürü ve çalışma ilişkilerinin yerleşmesini güçleştiriyordu.
Türkiye’de pamuğun hikayesi Amerikan İç Savaşı sırasında, Avrupa’ya ham pamuk arzının kesilip pamuk fiyatlarının o güne dek görülmemiş oranda artmasıyla başlar. Avrupalı imalatçılar değişik tedarik kaynakları bulmak için çılgınca bir arayışa girdiler. Gözlerini Osmanlı İmparatorluğu’na, bugün yaygınlaşan yanlış bir adlandırmayla Ortadoğu’ya diktiler, bu bölgede pamuğun geliştirilmesini etkin bir biçimde desteklediler. Avrupalı güçler pamuk üretimini kolonilerde gerçekleştirmeye çalıştılarsa da, pamuk tam anlamıyla tropik bir ürün değildi ve Anadolu’nun belli bir bölümü geleceğin pamuk üretimi alanı olarak öne çıkıyordu. Bu ürün Anadolu’da sadece İzmir bölgesi ve Adana ovasında önemli miktarda ekiliyordu. Sultan Abdülaziz hükümeti birçok yörede bedava pamuk tohumları dağıttı, pamuk işleme makineleri için gümrük muafiyeti verdi, zirai makineler satın aldı ve pamuk üretim potansiyelini arttırmak için yollar inşa etti. Amerika’daki çarpışmaların yatışması Ortadoğu’da pamuk pazarını darmadağın etti; pamuk fiyatları normale döndü ve Amerika tekrar ana pamuk tedarikçisi olunca bu bölgede pamuğa ilgi azaldı. Abdülhamid döneminde pamuk ekimini yükseltmeye yönelik girişimler azaldı (Quataert, 2008a; 229-242). Bütünüyle yok olmadı.
1900’lerin başına gelindiğinde pamuğun hikayesi Adana ovasında, Alman Levanten Pamuk Şirketi ve Osmanlı hükümetinin siyasi atraksiyonlarınca belirlenecektir. Pamuk, ticari ve tarımsal bir meta olmanın dışında bu bölgede siyasi bir içerik de kazanacaktır. Ama nasıl?
20. yüzyıl başında Alman nüfusu 56 milyona ulaşmıştı; 1910’da 65 milyona, 1930’da 80 milyona çıkacağı hesaplanan bu nüfusun hiç olmadık bir bölümüne yeni yerleşim bölgeleri bulmak gerekiyordu. Öte yandan Siyonistler Abdülhamit ile uzlaşabilirlerse kolonizasyon planı çerçevesinde “Büyük Osmanlı-Musevi Kumpanyası” kurmayı umuyorlardı (Avcıoğlu, 1978; 147, 170). 19. yüzyıl sonlarında baskı altındaki Yahudiler kitleler halinde Rusya’nın güneyinden ve Polonya başta olmak üzere Doğu Avrupa’dan göç ediyordu. Filistin’deki Yahudi nüfus 1880’de 24.000 iken 1903’te 49.000’e, I. Dünya Savaşı sırasında ise 90.000’e ulaşmıştı. Siyonizmin kurucusu Herzl’in “Filistin’de meşru bir güvence altına alınmış bir Yahudi yerleşimi” önerisi Abdülhamid’i telaşlandırmasına, Yahudileri Kutsal Topraklar’a sızdırmama konusundaki sert tutumuna karşın Alman yetkililer arada sırada Osmanlı İmparatorluğu’ndaki Alman-Yahudi yardım derneklerine destek veriyordu. Osmanlılar, Herzl’e ve daha sonra teşkilatta onun yerini alanlara hiç güvenmemekle birlikte Fransız bankeri Baron Edmond de Rotschild’in Polonya ve Rusya’dan göç eden Yahudilerin yerleşimlerini finanse etmesine göz yumdular. Bu model yerleşimlerde yapılan çalışmalar, 1884’ten itibaren tarım uzmanlarınca sürekli denetlendi. Bunların başarıları, Osmanlı devletinin hâlâ yoksul ve gelişmemiş olan bu bölgesi için refah dolu bir gelecek umudu yaratıyordu. Baron Edmond Yahudi Kolonizasyonu Derneği’ni kurmak başta olmak üzere bağların planlanması, greyfurt yetiştirilmesi gibi birçok gelişmeyi başlattı (Palmer, 2008; 235-236).
1900’lerin hemen başında görünen manzara şuydu: “Bir, siyonizmin bayraktarlığını Almanya yapıyordu. İki, Jön türkler bir Yahudi Partisi sayılıyordu.üç, Londra, siyonizme karşıydı ve Arapları, kendi himayesine almak üzereydi” (Küçük, 2010; 215). İngiltere büyükelçisi Lowther 1910 tarihli raporunda şöyle yazacaktır: “İttihat ve Terakki Cemiyeti, iç örgüsü itibariyle Türk-Yahudi ittifakı görüntüsü vermektedir. Türkler bu ittifaka mükemmel bir askeri malzeme; Yahudiler ise yönetici beyin, teşebbüs imkanı, para ve Avrupa basınında güçlü bir destek sağlamaktadır. Oysa Jön Türk devriminden sonra, siyonist edebiyat ve yayın alanında da yansıdığı gibi, Yahudi dünyası bugün gözlerini, kendi ırklarının yerleşip bağımsız bir devlet kurmasına en elverişli topraklar saydığı, Mezopotamya’ya dikmişe benzer” (zikreden Yerasimos, 1987; 454). Abdülhamid, Herzl’in Filistini Yahudi yerleşimcilere açma talebini reddedince sonun başlangıcı iyice hızlanacaktır. İkinci Meşrutiyet’in ilanıyla iktidara geçen İttihat ve Terakki, Trablus ve Balkan Savaşları, ardından “Harbıumumi” ile Osmanlı’nın kaderi çizecek; İngiliz-Yahudi küresel emperyalizminin bu altın çağında “sadık kavim” Ermeniler feci olayların içine çekilecektir.
Siyonizm, sanıldığının tersine Yahudi dininin ezeli ve ebedi ideolojisi değildi, Avrupa ulusalcılığının bir ürünüydü ve Almanya, siyonizmi kendi kültürel yayılmacılığının bir aracı olarak görüyordu. Resmi Alman görüşünü temsil edenler, Siyonist kolonilerin Alman kültürünü ve çıkarlarını Filistin’de en iyi koruyacak ve yayacak öğeler olduğu inancındaydılar ve bunda yanılmadılar. Alman Yahudileri Filistin’e yerleştikçe Alman kültürünün ve çıkarlarının en sadık koruyucu ve yayıcıları oldular. Filistin’e başka ülkelerden Yahudilerin de göç edip yerleşmesinde en büyük rolü Alman İmparatorluğu oynamıştı (Ortaylı, 2006; 158-163). Öte yandan kendi yerli pamuk ihtiyacını karşılamak ve Anadolu’daki nüfuzunu daha da ileri götürmek arzusuyla harekete geçen Almanya, Anadolu pamuk üretimini arttırmak isteyen yabancı güçlerin lideri oldu. 1903 Bağdat Demiryolu sözleşmesiyle kurulmuş olan Deutsche Levantinische Baumvolle Gesellschaft (Alman Levanten Pamuk Şirketi) 1904 yılında Adana bölgesinde faaliyete başladı. Üreticileri eğitmek, örnek çiftlikler kurmak ve tarımsal üretimi modernize etmek amacıyla kampanyalar başlattı. Alman sermayesinin meşhur özellikleri, kolları her yere uzanan Deutsche Bank’ın yönlendirdiği Alman yatırım ağına yansımıştı. Böylesine kapsamlı bir yatırım ağının varlığı, Alman yatırımcıların, Fransız ve İngiliz ticaret şirketlerine aracılık eden yerli tüccarı atlayarak üreticilerle doğrudan ilişkiye geçmelerini sağlayacaktı. Bu şekilde Alman yatırımcıların ve temsilcilerin Müslüman köylü nüfusla doğrudan ilişki kurması muhtemeldi (Keyder, 1990; 51). Almanya’nın bölgeyle ilgisi farklı nedenlere dayanıyordu.
Almanların bir kısmı kentlerde manifaktür veya ticaretle yaşıyor, ama ülkenin geniş bölgelerinde küçük köylülük süregeliyordu. 19. yüzyılın ilk yarısında Almanya’ya bir endüstri merkezi denemezdi. Bismarck’ın genç İmparator II. Wilhelm’le çatışıp istifa etmesinden sonra dönemin consert’çi (uyumcu) Metternichvari dış politika sistemi terk edilmişti. Alman basını ve kamuoyu bu dönemde bir dünya imparatorluğu kurmak ideali etrafında şekillendi. Gözler henüz endüstrileşmeyen ve zengin kaynaklara sahip bölgelere çevrildi. Almanya okyanusları aşan bir denizaşırı ülke olamamıştı, bu nedenle Uzakdoğu’ya uzanamayacağı için el atacağı bölge olarak Ortadoğu’ya yöneldi. “İmparatorluğu fiziki olarak parçalamak isteyen İngiltere, Fransa ve Rusya karşısında, tarihinin son sayfaları yazılan Osmanlı İmparatorluğu’nun paniğe kapılması ve Almanya’ya kapılarını açması kaçınılmaz görünüyordu” (Ortaylı, 2006; 47). Almanya, Anadolu ve Orta-Doğu’daki elverişli durumunu çoktan elinden kaçırdığının farkındaydı. İttihat ve Terakki Cemiyeti’nin askeri kanadı ise, Osmanlı İmparatorluğu’nun yakın bir gelecekte paylaşılmasının önüne geçilmez olduğunu görüyordu. Dolayısıyla bu iki unsurun çıkarları örtüşüyor ve Alman emperyalizmi ile Osmanlı ordusunun Enver Paşa tarafından temsil edilen en mücadeleci kanadı birbirine yakınlaşıyordu (Yerasimos, 1987; 469-470).
Bu dönemde Türkiye, Almanya’nın söz sahibi olduğu bir ülkeydi; Adana da yakinen ilgilendiği bölgelerin başında geliyordu. İngiltere büyükelçisi Lowther’in 1913 tarihli raporundan öğrendiğimize göre: “Bazı mahalli Müslüman çevrelerde sürüp giden huzursuzluk ve sızlanmaların tahliline gelince; Adana yöresinde ciddi karışıklıklar çıksaydı, Almanya’nın hiç de hoşuna gitmiyor olacaktı (...) Bağdat demiryolunun geçtiği bölgelerdeki Alman sömürgeleştirme tasarıları unutulmamıştır ve pekçok Ermeni, Adana çevresinin ‘Türkiye’nin Kiao-Çeu’su’ haline geleceğini sanmakta veya hayal etmektedir” (zikreden Yerasimos, 1987; 460).
S. Soskin 1903’te, adının altında küçük harflerle parantez içinde Sömürge İktisat Komitesi’nin yayın organı olduğunu belirten Tropenpflanzer’de yayınladığı “Ön-Asya’da Pamuğun Geleceği” adlı makalede, Alman tekstil endüstrisinin Amerikan ve Mısır pamuğuna bağımlılığını kırmak isteyen Alman yatırımcıları Ege’den çok Çukurova ve Suriye’nin kuzeyine yönlendiriyordu. “Kuzey Suriye”nin ne anlama geldiğini 1904 yılında Berlin’de yayın hayatına başlayan, tarımsal araştırmalarda uzmanlaşmış, Dünya Siyonist Organizasyonu’na bağlı Siyonist Komisyonun Filistin’i araştırma organı “Altneuland” adlı dergide O. Warburg’un üç sayıdır devam eden makalesinin başlığından anlaşılabilir: “Kuzey Suriye’de Bağdat Demiryolu Bölgesinde Pamuk-Kültürü Temelli Yahudi Kolonizasyonu”. O. Warburg’un hesaplarına göre bu bölge Anadolu’daki 8 milyonluk nüfusun üzerine 45 milyon kişiyi daha kaldırabilir. Çevredeki bütün Müslüman nüfus buraya rahatlıkla sığar, dahası “Kuzey Suriye”ye Romanya ve Rus Yahudilerinin iskanı Türkiye’nin iskan beklentileriyle çelişmez. Yeter ki Türkiye bu alanda ekonomik gelişme göstersin (Akder, 2008). Ne var ki maliyeti çok yüksek dramatik olaylar ve Almanya’nın yenilmesi ile sonuçlanan savaş sonrası gelişmeler Warburg’un Çukurova iskan tasarımı ile aynı yönde gelişmez.
Tam bu dönemde Rus Yahudisi Ber Borochov tarafından “Proleter Siyonizm” öğretisinin temelleri atılır (1881-1917). Borochov’a göre her ulus piramit biçiminde bir toplumsal katmanlaşma sistemine sahiptir: geniş bir işçiler ve köylüler tabanı üzerinde doktorlar, avukatlar, aydınlar, patronlar gibi farklı katmanlar yükselir. Yahudiler ise geniş bir serbest meslek sahipleri katmanına sahip iken çok dar bir işçi ve köylü katmanına sahip olduğu için biçimi tersine çevrilmiş bir piramit sözkonusudur. Yahudiler işçi sınıfına sahip olmamalarının yanında bir de vatansızdırlar. Yahudiliğin proleterleşmesi toprak sorununun çözümünü gerektirecektir. Borochov’a göre, “Filistin’in yerlileri” olarak adlandırdıklarının kendi öz kültürleri ve ulusal nitelikleri bulunmadığından, İsrail sosyalizminin toprağa ilişkin bu boyutu bir sömürgecilik örneği teşkil etmez (Turner; 1984;14). 1968’lere geldiğimizde de Avineri, İsrail toplumunu ve siyonist sosyalizmi karakterize edebilmek için, Ber Borochov’un “proleter siyonizmi”nin toprağa ilişkin çözüm önerisi ile Hegel’in tarihin ilerleyişi görüşünü birleştirir: Asya’daki herhangi bir toplum üzerinde Avrupa’nın denetimi ne kadar dolaysızsa, o toplumun kendi yapısını sorgulaması ve nihai olarak burjuva ve böylece de, daha sonra sosyalist topluma katılması olanağı o kadar fazladır. İsrail’deki ve işgal edilen topraklardaki Araplar azar azar olsa da geri kalmış bir köylülükten şehirli bir işçi sınıfına dönüşecektir. İsrail, modern bir ekonomik altyapıyı, demokratik bir siyasi aygıtı ve kentsel hizmetleri sağlayarak, Arap Filistin’inde çok büyük bir toplumsal ve ekonomik devrimin “zoraki ebesi” olarak hareket eder. İsrail’in yürüttüğü işgalin sonucunda ne olur peki? Arap emeği istihdamı belirgin biçimde artış gösterir; Araplar tarımda ve inşaat sektöründeki becerisiz işlerde yoğunlaşan göçmen işgücüne dönüştürülür; Bedeviler, İsrail’in turunçgil bahçelerinde ve pamuk plantasyonlarında mevsimlik ücretli işçilere dönüşür. Avineri’nin savına göre, geri kalmış Arap köylülüğünün işçi sınıfına dönüşümü, İsrail kapitalizminin evrenselci dürtülerle gündeme gelen bir modernleşme örneği olabilir. Sonuçta Arap işgücü İsrail’in endüstri yedek ordusunun bir parçasıdır ve İsrail ekonomisi de yeni bir pazarın ve ucuz emeğin nimetlerinden yararlanır (Turner, 1984; 49-54).
Türkiye’de bol bol toprak da vardı, ucuz işgücü de. Can alıcı soru, bu topraklar kimin, ücretli çalışanlar kim olacaktı?
Yükselen ticaret burjuvazisini oluşturan Selanikli dönmeler ve Museviler, çıkarları gereği Almanya ve Avusturya’ya yakındılar. İngilizler ve Fransızlar , Türkiye ile olan ekonomik ilişkilerinde genellikle Rum ve Ermenilere yaslanıyorlardı. Türkiye ile ekonomik ilişkileri hızla gelişen Almanlar ise, daha çok Yahudi ve Müslüman burjuvaziye dayanma eğilimi gösteriyordu. Selanik’te Paris ve Roma’ya yakınlak duyan kimi Yahudiler bulunmakla birlikte Yahudilerin çoğu Berlin’i tutuyordu. Gibbons, Alman emperyalizminin Türkiye’yi ele geçirme çabalarına karşın Ermenilerin büyük bir engel teşkil ettiğini düşünüyordu. Ermenilerin çoğu Fransız ve Amerikan okullarında yetişmişler; Amerika ve özellikle İngiltere ile ticari ilişki kurmuşlardı. Alman ticari ajanlarının faaliyetleri dolayısıyla başarısız kalıyordu. Rumların durumu da aynıydı. Gibbons bu nedenle, Almanların, Ermeni kırımını desteklediğini ileri sürer (Avcıoğlu, 1978; 249-250). Yüzyıllardır birlikte yaşayan iki kavim, İngiltere, Fransa ve Amerika Birleşik Devletleri’nin siyasal, ekonomik ve misyoner faaliyetleri yüzünden karşı karşıya gelmişti. “Almanya ortaya çıkan olayları şiddetle bastırmak için akıl hocalığı yaptı. Büyük Savaş’a girildiğinde durumun tamamen bu yönde geliştiği açıktır. Dramatik hale dönüşen tehcir gibi bir olayı, bu dönemde, evvelemirde Alman Genelkurmayı’nın tavsiye ettiği ve yönettiği, savaş sırasında ve sonrasında açıklanmıştır” (Ortaylı, 2006; 153-154).
İngiltere’nin yeni pamuk ekim alanları aradığı 1860’larda Adana, hem pamukla hem de Osmanlı’nın Tanzimat Paşaları ve İngiliz tüccarlarla tanışır. 1869 yılında bir İngiliz konsolosluk yazışmasında ”Earl of Clarendon’un sorduğu husus yani İngiliz girişim ve becerisinin buradaki [İstanbul –İB] olanaklardan ne kadar yararlanabileceği meselesine gelince, müsaadenizle belirtmek isterim ki, bazı İngiliz dokumalarının burada üretilmesi İngiltere’den üretilmesinden daha uygun” (Türkcan, 1984; 37) olduğunu öğreniyoruz. Fransızlar da geri durmaz 1864’te ilk çırçır fabrikalarını açarlar, daha sonra da Almanya’nın iştahı kabaracaktır. Bataklıklar, taşkınlar ve sıtma yüzünden ovanın belli kısımlarında tarım yapılabiliyordu. Tarım metodları ilkeldi. Pamuk ekimini geliştirmek için çifte kazanlar (buharlı nadas makineleri) 1881’de, harman makinesi (batoz) 1890’da, daha ilerki bir tarihte de dört ve altı öküzle çekilen nadas pullukları ile “Bergüzar” adı verilen hafif orak makinesi Adana’ya ilk kez geldi. İhracata yönelik bu pamuk üretim hamlesi Adana’da işçi ihtiyacını ortaya çıkarmış, civar illerden, köylerden işçi akını başlamıştı. Böylece o güne dek ortakçılıkla işletilen çiftliklerde kapitalizm yolunda ilk adımlar atıldı.
Adana bölgesinde, daha 1878’de ilk iplik eğirme fabrikasını kuran Mavrumati ailesi fabrikası 1890’ların ilk yarısında yaklaşık 300 işçi çalıştırıyordu. 1900’e gelindiğinde Tripani kardeşler, buhar gücüyle çalışan ikinci bir fabrikayı Adana’da kurdular. 1907’de, yine Adana’da, Cosma Simyonoğlu üçüncü iplik fabrikasını açtı. Üç fabrikada toplam çıkrık sayısı 16.000’di. Mısırlı bir Müslüman olan Rasim Dokur 1911’de Tarsus’ta yeni bir iplik fabrikası kurdu; çıkrık sayısı üç yıl içinde 10.800’e ulaştı (Quataert, 2008; 80-81). Bu fabrikalarda çalışanların çoğu, Makedonya ve Selanik’teki fabrikalarda olduğu gibi, kadın ve çocuktu. Adana’da kombine bir iplik eğirme ve dokuma tesisinde, 1907 civarında, iplik eğirme bölümünde 550 kişi çalışıyordu. Bütün bölgeye dağılmış olan çırçır atölyelerinde kadın ve çocuk emeği de yaygın olarak kullanılıyordu. Bu güneydoğu bölgesinde işgücü sıkıntısı bilhassa fazlaydı ve kombine tesis sahipleri Hacın, Zeytun ve Antep’ten Ermeni işçileri çekmek için evler inşa ediyorlardı. Kombine tesis sahibinin nihai hedefi 1500 kişi istihdam etmekti (Quataert, 2008; 87-88).
Osmanlı İmparatorluğu’nda pamuk ipliği üreten fabrikalar çok azdı ve birbirinden uzaktı. Devlet ihtiyaçlarını karşılamak üzere kurulmuş olanlar dışında, iplik fabrikaları 19. yüzyılın sonlarında kuruldu. İlk grup fabrikalar Büyük Depresyon sırasında 1870-1880’li yıllarda; ikinci grup fabrikalar ise 1896’dan sonra bambaşka koşullarda açıldı. Bu dönemde -başta İzmir, Adana, Selanik ve İstanbul olmak üzere- kurulan Osmanlı iplik fabrikaları, makineli üretimin dünya çapında yaygınlaşması sürecinin bir parçasıydı. Adana bölgesi, büyük bir işgücüne sahip olmamasına rağmen, Osmanlı İmparatorluğu’nda fabrika ipliği üretiminde ikinci sıraya yükselmişti. Pamuk hasadı için gereken işgücü, büyük ölçüde, dağlarda yaşayan göçer aşiretlerden sağlanıyordu. 1906-1914 yılları arasında Çukurova’da pamuk üretimi 50.000 balyadan 250.000 balyaya, 2,5 kat artmıştı. Her hafta, işverenler Tarsus ve Adana ırgat pazarına gidip adam buluyor, ırgat başıyla ücret pazarlığı yapıyordu (Quataert, 2008; 76-80).
Bütün ürünlerin pamuğa kurban edildiği Çukurova’da, ticaret kârının aslan payını İstanbul’daki aracılar ve buradaki yerli aracılar almaktadır. Adana ve Tarsus’taki pamuk atölyeleri Rumların elindedir ve Avrupa’dan yardım için gönderilen fonlarla Ermeniler pamuk dokumacılığında ilerleme kaydedip Avrupa pazarına girer. Avrupa sermayesinin Çukurova’ya girişi, gayrimüslimlerin de bu ekonomik ilişkide rol oynaması sonucunu doğurur. Kurulan ilk fabrikalar Avrupalılar ile gayrimüslimlere aittir (Emiroğlu, 2007; 272). “Kanlı Topraklar” adlı romanında bu tarihsel durumu şöyle dile getirir: “Tüccarlık gavurların elinde. Bütün fabrikalar Rumların, Ermenilerin, Almanların (...) Milli Mücadele’den sonra Allah Allah! Millet bir saldırdı Ermeni, Rumlardan kalan mallara, deme gitsin. Bir ticaret, bir tüccarlıktır gitti. Eskiden Osmanlı pek bir tüccarlık yapmadığı gibi, tellaklık, berberlik gibi mesleklere de girmezdi, ayıp sayılırdı” (Orhan Kemal, 2007; 92-94).
Romancı Orhan Kemal edebiyatın sınırları içinde daha ötesine gidemezken, romancı olmayan Çağlar Keyder tarihsel-toplumsal arkaplan çizer: 20. yüzyılın başında 10’dan fazla işçi çalıştıran işyerlerinin sayısı belki de 100 civarındanydı ve bunların çok büyük bir kısmı Selanik, İzmir ve İstanbul’da toplanmıştı. Belki de yüzde 90’ından fazlasının sahibi yabancı veya gayrimüslimdi. Burjuvazinin çok küçük bir bölümü imalat alanındaydı; bu küçük imalat sektörü de, sanayi işçileri de gayrimüslimlerden oluşuyordu. Müslümanlar ise küçük köylülüğü oluşturuyordu. Öte yandan imalat kesiminin imparatorluğun iktisadi yapısı içindeki rölü önemsizdi, bu nedenle de burjuva sınıfının karakterini tüccarlar belirledi. Hıristiyan burjuvazi siyasi arayışlar içine girdiğinde (özellikle 1909 sonrasında), Avrupa devletler-arası sistemi Osmanlı İmparatorluğu’nu parçalanmaya mahkum etmişti. Hıristiyan burjuvazinin yürüttüğü politika, imparatorluğun parçalanacağı öngörüsü üzerine temellendirildi (Keyder, 1990; 43-44). Kurtuluş Savaşı sırasında da, “çoğunlukla İstanbul ve İzmir’de üslenmiş bulunan kozmopolit ticaret burjuvazisi, genel olarak ulusal hareketi tutmamıştı” (Tunçay, 2006; 29). Anadolu eşrafı başlangıçta Kurtuluş Savaşı’nı destekler görünmüyordu, ama sonuçta savaş, eşrafa ve eşrafın bezgin köylü kitlesi üzerindeki nüfuzuna dayanarak yürütülmüş ve eşraf-ordu işbirliğiyle kazanılmıştı. Kurtuluş Savaşı’nın bu özelliği Cumhuriyetten sonra izlenecek yolun yönünü önemli ölçüde belirleyecekti. Önemli bir rol oynadığı kurtuluşun ardından eşraf eski toprak düzeninin tasfiyesini değil, zaferin meyvelerini yemek istiyordu. İttihat ve Terakki’nin milli iktisat politikasıyla iştahı kabaranlar da sabırsızlanıyordu (Avcıoğlu, 1978; 314-315). Kurtuluş Savaşı kazanılır kazanılmaz İstanbul tüccarları, dışında kaldığı savaşın nimetlerinden yararlanmanın yolunu arar, “Milli Türk Ticaret Birliği” kurulur. Anında “milli” ve “milliyetçi” olan tüccarlar birliğinin amacı Levantenler ile Ermeni ve Rumların ellerindeki ticari mevkileri ele geçirmek ve yabancı sermaye ile ortaklık kurmaktır. Liberalizm ve serbest rekabet şartları içinde tutunamayacağına kani olan tüccarlar liberalizm karşıtı kesilir, devletçi olur. Devlet gücünü arkasına alarak sağlayacağı imtiyazlar ile Rum ve Ermenilerin bıraktığı boşluğa yerleşmek ister; milli sanayiden değil, ithalat, ihracat ve ticaretten söz eder.
Kurtuluş Savaşı sonrası Adana’nın nüfusu etnik olarak değiştiği gibi Adana müteşebbisleri de kimlik değiştirmiştir. Rum ve Ermeniler Fransızlarla birlikte Adana’yı terk eder. Adana’daki işadamları artık Yahudiler ve Hıristiyan Araplardır, bir de Kayserililer. Sözü Orhan Kemal’e bırakalım: “Bunlar Kayseri köylülerinden her yıl Çukurova’ya yüzlerce inenlerden. Dutlu Han, Boklu Han, Saathane’nin oradaki hanlar... Bunların mekanları oralar. Ekmek peynir, ekmek turşu, ekmek helva. Ama çok tutumlu insanlardır ha, cin gibi! Neyse bu Nedim de onlardan işte. O zaman malum ya, Ermeniler, Rumlar ticareti ellerine almış, Osmanlı’yı veryansın soyuyorlar. Derken Sultan Hamit’i indiriyorlar. Meşrutiyet. İttihat ve Terakki. Milli zengin yetiştirme modası. Ardından Ermeni tehciri. Bu Nedim’in patronu çorbacı da Ermeni ya, kaçacak Türkiye’den” (Orhan Kemal, 2007; 97-98). Batı Anadolu ve Karadeniz kıyısından sonra üçüncü önemli ticari tarım bölgesi olan Çukurova’da savaştan önce Ermeni çiftçiler önemli bir role sahipti, 1915’e kadar servetleri artmıştı. Savaş sırasında Suriye’ye kaçmış olan Ermeniler 1920’de Fransızların koruması altında geri döndüklerinde yerel milislerin güçlü direnişiyle karşılaştılar. Zamanla Ermenilerin iktisadi varlıkları da Türk toprak sahiplerine, tüccarlara ve ihracatçılara devredildi (Keyder, 1990; 78). Bu el değiştirmeler yaşanmasına karşın, Adana’nın ekonomide dikkat çekici biçimde sanayi bölgesi haline gelmesinde ve uluslararası pazara yönelik sanayi ham maddesi olarak ekilen pamuk ve pamuğun yan ürünlerinin (yağ, sabun, iplik, elyaf, tekstil) Türkiye ekonomisinde önemli bir yer tutmasında herhangi sapma görülmez. Ama anlamlandırmakta zorlandığım bir olgu önüme dikiliyor Orhan Kemal’in aynı romanında:
“Zenginlik buydu. İnsan topraktan şaşmayacak, toprağa, uçsuz bucaksız toprağa sahip olacaktı. Evet, fabrika da topraktan geri kalmazdı ama, hayır toprak başkaydı. Fabrikalar, vaktiyle Ermeniler, Rumlardan kalmıştı. O devirlere yetişenler, “Nedim Ağa gibi” açıkgöz davranıp oturmuşlardı üzerine. O yağmadan hissesine düşeni alamamıştı. Ne yapacaktı? Pamuk tüccarlığı, evet ama, hayır, asıl topraktı, toprak! Koskoca Nedim Ağa gibi öteki fabrikatörler de neden toprağa heves ediyorlardı?” (Orhan Kemal, 2007; 215-216). Evet, neden?
Çukurova “zengin Ermenilerin ticari tarım amacıyla toprak satın almalarıyla birlikte 20. yüzyıl başlarında yeniden önem kazandı” (Keyder, 1990; 113). Doğan Avcıoğlu’na göre, 1913 yılında çıkan kanunla Türk toprak hukununun geleneksel esaslarına son ölüm darbesi indirilmiştir. Yeni arazi düzeninin getirdiği daha büyük bir tehlike Ömer Lütfi Barkan’ın deyimiyle, “memlekette garp kapitalizminin mümessili sıfatiyle zenginleşen ve parayı elinde tutan Rum ve Ermeni sarraflardan gelmekteydi. Toprak alış-verişinin kayıtsız şartsız serbest olduğu bir düzende, Rum ve Ermeni sermayedarlar, köylünün güçsüzlüğünden yararlanarak çok kısa sürede geniş araziler ele geçirebilirlerdi. Bu yolda bir gelişmenin başladığına da şüphe yok. XIX. yüzyılın ikinci yarısında başlayan ve Kurtuluş Savaşımıza kadar süren kanlı boğazlaşmalarda, yeni toprak düzeninin paralı Rum ve Ermenilere sağladığı olanakların yarattığı tepkinin azçok payı bulunsa gerektir. Prof. Barkan’a göre “küçük çiftçi kitlesini proletaryalaştıracak” biçimde, “bu kuvvetlerin işlerini tamamlamalarını siyasi birtakım hercümerçler” engellemiştir (Avcıoğlu, 1978; 171-172). Bu gelişmeler köylünün mülksüzleşmesini, proleterleşmesini dizginliyor.
Benim anlayamadığım, 19. yüzyıl ortalarından itibaren, Batılı anlamda olmasa da, gayrimüslimlerden oluşan bir “burjuva” kesim var idi, ki bu kesimin karakteristiği “burjuva” değil, gayritürk ve gayrimüslim olması idi –not ediyorum (-bugün itibariyle gayrimüslim değil, gayri-Müslüman olmaları karakteristiği). Biz Cumhuriyete o “burjuva”larla neden girmedik? Tasfiye ettik? Biz mi ettik? (Hem “biz” kimiz?) Neden? (Hüsamettin Tambay Albayım, sanırım bu sorunun cevabını büyük Türk düşünürü Süleyman Demirel biliyor.) Muhtemelen yeterince “burjuva” değillerdi. Tamam ama, sonrakiler yeterince “burjuva” mı idiler ki? Hayır.
Doğan Avcıoğlu, “Türkiye’nin kapitalist gelişmeyi gerçekleştiremeyişi, milli devletin yokluğu ile açıklanamaz” dedikten sonra şöyle diyor: “Osmanlı İmparatorluğu’nda, azınlıklar meselesinin bir özelliği vardır. Rumlar ve Ermeniler, Türkiye’de Avrupa’nın siyasi ve iktisadi alanlardaki tahakküm politikalarının araçları olarak kullanılmışlardır. Azınlıkların varlığı, bu anlamda, dolayı yoldan, Türkiye’nin kapitalist gelişmesini engellemiştir” (Avcıoğlu, 1978; 104). “Osmanlı’da Burjuvazinin Oluşumu” adlı çalışmamızda Ermeni katliamı ve Rum mübadelesinin kapitalist Avrupa tarihinin bir parçası olarak modernitenin ve demokrasinin gereğince gerçekleştiğine daha önce değinmiştik (Bingül, 2007a). Özetleyin: Batı kapitalizmi kendinin rakibi gördüğü ‘Osmanlı Burjuvazisini’ tasfiye etmeyi uygun gördü.
Bir ülkenin dış dünya ile kurduğu iktisadi, siyasi, tarihi vb. tüm ilişkilerinin o ülke üzerinde doğrudan etkide bulunduğunu görüyoruz. Çukurova bölgesinde vuku bulan çalışma ilişkileri ve buna bağlı olarak gelişen hayat dışsal dinamiklerin, siyasi, tarihi ve iktisadi ilişkilerin ördüğü bir bütün içinde tamamlamamız gereğinin güzel bir örneğini sunuyor.
Bu tarihte bi bit yeniği var amma... Kürsü akrobatı tarihçiler, kalemleri bağlı bu nezaket virtüözleri bunu bilmiyorlar mı? Bence eşşecim gibi biliyola, biliyola da söylemiyola. Kiraz festifallerinde halka tarih açıklanı mı be? Ben tarihçi olmadığım için, bilmiyorum. Tamam. Amma velakin, ben de yazdıkça, her şeyin yazılamayacağını, yazılsa da gazete, dergi, kitapevi müdürleri tarafından basıl(a)mayacağını öğreniyor, işinin erbabı bir dansöz gibi kalem erbabı olmak gerektiğini her geçen gün kavramam, kıvırmam gerektiğini öğretiliyorum... Ahhh, ah. Git başımdan tarih, ben sana göre değilim yazı.
1950’lerde yaşanan hareketlilik girişimciler için tamamen yeni bir boyut taşıyordu. Bugünkü Türkiye’nin en nüfuzlu sanayicilerinin çoğunun iş hayatına atıldıkları ya da asıl birikimlerini sağladıkları dönem 1950’lerdir. Önde gelen sanayi kuruluşları içinde pek azının tarihi 1950 öncesi döneme uzanır. Bugünkü sanayi burjuvazisi içinde yer alanların bazıları tarımdaki dönüşüm sayesinde birikim yapabilmişlerdi. Bu yolun örnekleri en çok Çukurova bölgesinde görülebilir. Tarıma traktör girdiğinde pamuk yetiştirilen topraklarda ortakçı kiracılık yaygın durumdaydı. El koydukları topraklara Cumhuriyet’in ilk yıllarında resmen sahip olan büyük toprak sahipleri ile ekonomi dışı baskı yoluyla ortakçıları yerlerinden edip topraklarını çitleyenler için makineleşme eşi bulunmaz bir fırsattı. Çitleme diğer bölgelerde yaygın bir biçimde görülen bir olay değildi. Pamuk tarımında sadece mevsimlik işçiye ihtiyaç duyulduğundan çitleme hemen bol kazançlar sağladı ve 1950’lerde bir tek hasatla servetler kazanıldı. Bölgenin merkezi olan Adana’nın nüfusu 1950’lerde iki kat arttı. Bu dönemde Adanalılar hızla zenginleşen şehirlere özgü davranış biçimleri gösteriyordu. Cadillac sayısının Amerikan şehirlerinden daha yüksek olduğu belki de doğruydu. Büyük toprak sahipleri arasında daha başarılı olanları pamukçuluktan çırçır fabrikalarına, iplik sanayiine, tekstil işine atladılar. Çukurova örneği benzersiz bir örnekti. Türkiye’nin başka hiçbir bölgesinde, tarımsal artık bu boyutta ilkel birikim sağlayacak ve ticarete böyle fırsatlar verecek ölçüde yoğunlaşmamıştı (Keyder, 1990; 113-114). Orhan Kemal’in neden Bursa yada İzmir’den değil de Adana’dan çıktığı sorusunun yanıtı kısmen buydu.
1950’ye kadar Adana’da sanayie egemen iki şirketten biri Sümerbank, öbürü, Orhan Kemal’in bir süre katiplik yaptığı Milli Mensucat Şirketi’dir. Daha sonra ortaklıktan ayrılacak olan Ramazanoğulları’ndan Kemal Bey dışında tümü Adana’ya yerleşmiş Kayserililer tarafından kurulan bu Milli Mensucat Şirketi Adana ve Türkiye sanayi tarihinde özel sektör olmasıyla önemlidir. Yanısıra, bu şirketin ve bu Kayserililerin 1948 yılında kurduğu Adana’daki Kayserililer Bankası, nam-ı diğer Akbank kurulur. Sabancı ve Has ailelerinin bugün kurdukları üniversiteler, müzeler, sanatsal aktiviteler, bilimum hayır ve kültürel faaliyetleri, sponsorlukları ile tanıyoruz.
B. Traven Meksika/Amerika’daki “Pamuk İşçileri”ni (Traven, 1968) yazdı. Çukurova Türkiye’sinde bunlar olurken Orhan Kemal pamuk kadar ak olmayan kan kırmızısı “Kanlı Topraklar”, “Bereketli Topraklar Üzerinde” adlı romanlarını yazdı. Gorki fırın işçilerini, Robert Tressell “Baldırı Çıplak Hayırseverler” (Tressell, 2006) adlı romanında İngiliz inşaat işçilerini yazdı. E. P. Thompson artık klasikleşmiş “İngiliz İşçi Sınıfının Oluşumu”nu (2004) yazdı. E. Thompson’un bu dev eserinde tasvir ettiklerine baktığımızda, coğrafi bağları bir hayli gevşek olan son derece yerel bir dizi olay anlatısından ibaret olduğunu görüyoruz. “Oldham, Northampton ve South Shields’ta (hatta Colmar, Lille, Minneapolis, Mobile ve Lowell’de) sınıf yapısı, bilinci ve siyasetinin çok farklı şekillerde inşa edildiği aşikardır. Bu da, ulus-devlet içerisinde coğrafi farklılıkların, birçok araştırmacının itiraf etmek istemeyeceği kadar önemli olduğunu gösterir” (Harvey, 2008; 78). Orhan Kemal Türkiye’sinde pamuğun hikayesinin, özetleyin, hem yerelin siyasi tarihi hem de serpilen dünya siyasi tarihiyle iç içe dokunduğunu unutmadan, Traven, Tressell, Gorki, Orhan Kemal vd.nin edebiyatında bir çokluk’un vücut bulduğunu belirterek geçici bir nokta koyalım.
Kaydol:
Kayıtlar (Atom)