İnsancıl Dergisi, Haziran-Eylül, sayı 243-246, 2010-2011
Gecekondu-İşçikondu Süreci
Okuma Parçası I
“948’lerde... Bir Amerikancılıktır başlamıştı. Daha sonraları renk renk, biçim biçim traktörler akmaya başladı Çukurova’ya. Ova bu allı, yeşilli, mavili, sarılı oyuncaklarla doldu. Pamuk yedi, hatta sekiz liraya satıldı, yerden biten mantarlar gibi apartmanlar, barlar, memleketin biçimini değiştiriverdi. Para deste deste kazanılıyor, oluk gibi harcanıyordu. Bar kızlarının kolları dirseklerine kadar hacıağa bilezikleri, burmalarıyla doldu. Köy yollarında Desoto’lar, Kadillak’lar Çukuova güneşiyle fırın külüne dönmüş tozları havalara savuruyor, ağızları sıra sıra altın dişli ağaların kahkahaları Çiftçi Birliği’nin kalın, sağlam duvarlarında çınlıyordu. Toprak sahipleri, fabrikatörler, yurda dışarıdan mal getirtip dışarıya yurdun mallarını gönderenler memnundu, ama Topal demirci gibilerin yüzünden düşen bin parça oluyordu. Bir zamanlar onu işe, paraya boğanlar artık uğramaz olmuşlardı. Toprak renk renk traktörlerle sürülüyor, mibzerlerle ekiliyordu. “Dinamik ziraat” başlamıştı. Memleket ziraatının işi bundan böyle Amerikan makineleriyle görülecekti. Ortaçağdan kalma köhne demirci dükkanlarına ne ihtiyaç vardı?
Yoksa onun da onlara düzdüreceği yoktu. Kerpiç huğu, ineği, tavukları, takımı, tezgahı sattı, karıyı, kızı, küçük oğlunu kattı önüne, tuttu şehrin yolunu. Onlar gelmeyeli hani, şehir de epeyce değişmişti. Yeni yeni apartmanlar, oteller, asfalt yollar... Yollar, apartmanlar, oteller ama bütün bunlar daha çok şehrin hemen ilk bakışta görünen yönlerini süslüyorlardı. Büyük oğlu gibi gün kazanıp gün yiyenlerin oturdukları kenar mahallelerle asfalt caddelerin böğürlerinden derinlemesine dalınan ara sokaklarsa, bozuk parkeleri, bel vermiş, kaykılmış harap tahta ya da kerpiç evleriyle hemen hemen kırk elli yıldır bilip tanıdığı ara sokaklardı.
Şehrin hemen hemen göbeğindeki böyle sokaklardan birinde dişlerinin harcı iki gözlü bir ev kiraladılar (...) Aylığı birkaç yüzden başlayan apartmanlardan birinin katına yerleşecek değildi ya (...) Öndeki odanın yan yana iki penceresi bozuk parkeli daracık sokağa bakan eve yerleşildi “ (Orhan Kemal, 2008; 17-19).
Okuma Parçası II
İşçi mahallesi uyuyordu. Çürümüş tahta, paslı teneke ve kerpiç yığınlarından ibaret evleriyle işçi mahallesi sanki bir seldi, bir seldi de bu sel, uzak, çok uzaklardan yuvarlana yuvarlana, köpüre köpüre, korkunç anaforlar yapa yapa gelmiş, yıllardan beri mahallenin nabzı gibi atan fabrikanın ağır, beyaz taşlarla örülü, kalın, sağlam ve yüksek dört duvarına dört yandan yüklenmiş, ama duvarları aşamadan, takılmış kalmıştı.
Evler... Yan yatmış, diz çökmüş, bağdaş kurmuş, kapaklanmış, yahut tam yuvarlanacakken tutunuvermiş evler, işçi evleri. Bu evlerin çürük kapıları arada açılıyor, ya dal gibi bir kız, bir kadın, yahut kocaman takunyalarıyla küçük bir çocuk, uyku dolu gözleriyle çıkıyor (Orhan Kemal, 2004;12-13).
“İstanbul daima fakiri bol memleketti” (Tanpınar, 1960; 247). İstanbul’da nereden geldiği belli olmayan yoksul işçilerden, perişanlık içindeki köylülerden, hamallardan, çingenelerden, seyyar satıcılardan, işsiz güçsüzlerden oluşan bir kitle her dönemde varolageldi. Bekarlar ve belirli bir evi olmayıp tek başına yaşayanlar hanlarda, bekar odalarında, kahvehanelerde, oda diye adlandırılan, ayrı olarak yada dükkanların üst katına inşa edilmiş mekanlarda barınırlardı. Yönetimin çeşitli dairelerinde çalışan veya orduya mensup olan İstanbullular ne kadar çok olurlarsa olsunlar, bu kesim kent nüfusunun devasa kitlesi içinde küçük bir azınlığı oluşturmaktadır. Nüfusun faal kesimi esnaf grupları içinde toplanmış tüccarlar, satıcılar, zanaatkârlar, işçiler, seyyar satıcılardan oluşmaktadır. Meyve, sebze satıcısı, yoğurtçu, sucu, pabuç, toprak tabak-çanak, testi ve kaba kumaş satıcısı, eskiciler; bütün bu küçük “meslekler”, hiçbir nitelik gerektirmeyen bu seyyar satıcılar, Osmanlı’nın erken işçi sınıfını oluşturmaya aday bu köksüzler, İstanbul’a yeni gelen, topraklarından kopan köylülerden, başkente daha iyi bir hayat fırsatını aramaya gelenlerin arasından çıkmaktaydı. Seyyar satıcılar, dar sokakların ve ahşap evlerin bu tanıdık ziyaretçileri, şehrin hayatına küçük ölçekli ticari canlılık katmaktan çok öte, İstanbul’un yaşam tarzına renk katan önemli aktörlerindendi.
Osmanlı yönetiminde görülmedik bir hızda Batıya, Anadolu dışına taşan yayılma hareketi Anadolu’da köylerinde kum gibi kaynayan işsiz ve ekmeksiz insanlar, geçim zorluklarıyla kıvranan kitleler, çift bozan köylüler için önemli bir ekmek kapısıydı İstanbul ve Marmara Bölgesi. Selçuklular döneminde olduğu gibi, şehirlerdeki zanaat ve esnaflığa ticaret hayatının usta-çırak kadrolarını dolduranlar hep köylerden geliyordu. Köylerinden, yurtlarından ayrılanların çoğu “bekardı”; köylerinden kopan bu yersiz-yurtsuzlar için şehirlerde “bekar odaları” şeklinde yapılan hanlar getirisi yüksek bir işletme oluvermişti. Neredeyse tüm önemli Osmanlı şehirlerinde bekar hanları bulunurdu. Bunlar çoğunlukla, isminin çağrıştırdığının tersine, yolcu bekarlar için konaklama yerleri değil, şehirde çalışan evlenmemiş yada evinden kopmuş işçilerin yatakhaneleridir (Karpat, 2002; 50). Evliya Çelebi Seyahatname’sinin “İstanbul içinde bulunan mücerred yani bekar odalarını bildirir” adlı bölümde “bekar odaları”nın sayısız ve çok yaygın olduğunu bildirerek, bunların yerleri ve türlerini, kullanım farklılıklarını belirtir. “Yolgeçen Odaları”nın hepsinden büyük olduğunu belirttikten sonra Mercan Odaları, Mahmutpaşa yakınında Cephane Odaları, Pertev Paşa Odaları, Süleymaniye’de Hilalci Odaları, Atpazarı’nda ve Büyük Karaman’da kırkar bekarhane, Gedikpaşa Bekarhanesi ve Unkapanı yakınında yedi azepler bekarhanesini anar (Evliya Çelebi, 2006; 281)
Çiftbozan levend, sekban ve suhteler, dolay çiftlik ve otlaklardan inen çobanlar, büyük şehirlerin çehresini biçimliyorlardı. Kazançlı kira getirdikleri için “bekar odaları” biçiminde yapılan hanlarda yatıp kalkan, çarşı pazarlarda dolaşan, bugünden yarına geçimi bulunmayıp ücretli çalışmaya, eş deyişiyle işçi sınıfını oluşturmaya aday işsiz güçsüz yığınlar; 16. yüzyıl İstanbul’unun bu “küçük insan”ları, Gelibolulu Mustafa Âli’nin demesiyle “yitik adam”lar, çoğunluğu iktidarın meşruiyet uzmanı tarih yazıcılarının horlayıcı değerlendirmelerine kurban edilen, üretim araçlarından yoksun bu halk kesimi gezici ve geçici işlerle (suculuk, eşekçilik, hamallık, sebze meyve satıcılığı, seyyar satıcılık, gece bekçiliği, kapıcılık, hizmetçilik, gündelik işçilik), çoğunlukla sefil “bekar odaları”nda, yırtık pırtık giysileriyle ancak yaşamalarına yetecek kadar beslenebilecekleri koşullarda yaşardı. Geceleri sokakta, bekledikleri dükkanların, çarşıların, hanların yada evlerin kapı eşiklerinde, “bekar odaları”nda (Bingül, 2010) yatıp kalkan çoğu fırıncı yada basit zanaat sahibi bu azgelirli ve çoğunlukla taşralı kesim sık sık işsiz kalıyor, kıt kanaat bir yaşam sürüyor ve kent toplumuyla bütünleşememenin sıkıntısını üzerlerinde taşıyorlardı. Gerek ekonomik gerekse barınma açısından “gerçek marjinaller”di (Bingül, 2007).
16. yüzyılda, dünyanın en büyük ve en kalabalık şehri olan İstanbul “bekar taifesi”nin çekim merkezi idi. 18. yüzyılda da Anadolu’dan gelen bekar erkekler kenti yığın yığın dolduruyordu. 19. yüzyılda da uzaklardan İstanbul’a çalışmaya gelenler -1869 tarihli İngiliz konsolosluğu raporlarına da giren- 150, 350 kişilik “bekar hanları”nın odalarını mesken tutuyorlardı. Bu işçiler, belli bir parayı kazandıktan sonra dönmek umuduyla ailelerini geride bırakmış insanlardı. 1872 tarihli raporda bu meskenlerin genellikle berbat olduğu yazılır. “Ancak zenginler taş ve tuğla (kargir) binalarda oturabilirler. Geri kalan halk tahtadan, çamur ve kireçle sıvanmış entipüften (ahşap) evlerde yaşar. Evlerin kötü bir planda kötü malzemeyle yapılmış olmaları, kanalizasyon diye bir şeyin bilinmemesine rağmen İstanbul’daki en düşük tabakalar bazı Avrupa başkentlerindeki benzer tabakalardan bir ölçüde iyi yerlerde oturmaktadırlar” (Türkcan, 1984; 35-36, 39). Eyüp, Kasımpaşa ve Üsküdar ‘gecekondu’laşmanın ilk işaretlerini bağrında taşıyordu. Ancak ülkenin ekonomik yapısında köklü değişimler gerçekleşmemiş; İstanbul, Bizans ve Osmanlı döneminin bir süreği olarak önemli bir yapısal değişim geçirmemişti. 19. yüzyılda kimi cılız endüstrileşme hareketlerine tanık olsak bile, yalnızca dış dünya ile yaptığı ticarette bir değişim görülüyordu. 19. yüzyılın son çeyreğine gelindiğinde, deniz ve demir yolu ulaşımına bağlı olarak istasyon ve liman tesisleri, gezginlerin, casusların ve tüccarların konaklayacağı Hotel Angleterre, Pera Palas gibi oteller, zengin bankerlerin sarayları, büyük mağaza ve bankalar kurulur, canlı bir iş merkezi Karaköy’de dünyanın ilk metrolarından biri “Tünel” 1869’da faaliyete geçer; belediye kagir bina yapımını teşvik eder, kentin ilk parkı ve tiyatroları hep aynı bölgede yoğunlaşır: Beyoğlu; eski İstanbul’un ahşap yapılarına ve harap semtlerine tepeden bakar. Öte yandan özellikle sur diplerinde biten mahallelerde ayak esnaflığı, hamallık gibi işlerle günlük nafakasının peşinde koşan alt gelir gruplarına mensup ailelerin yerleştikleri Karagümrük, Haseki gibi sefalet mahalleleri doğar. Atölye, tersane gibi yarı endüstriyel tesislerin, mezbahaların çevresinde Balat, Fener, Hasköy ve Haliç kıyılarında bugünden geriye baktığımızda ‘gecekondu’ diyebileceğimiz yerleşimler görülür. Alt gelir gruplarının yaşadığı Eyüp, Kasımpaşa, Hasköy, Haliç çevresi, Okmeydanı ve Üsküdar’da, Pera’daki yaşama tamamen ters bir yaşam biçimlenir. Fiziki olarak ‘gecekondu’laşmanın işaretleri görülse de, içerik olarak bin yıldır süregelen bir yapı söz konusudur en genel olarak.
1930’lu yıllarda Türkiye’de ilk gecekondular Ankara’da yapılıyordu. Ama henüz toplumda gecekondu ismi ortaya çıkmamış, “barakalar” denilip geçiliyordu. “İstanbul’da 1930’lardan ve II. Dünya Dünya Savaşı’ndan sonra hızlanacak gecekondulaşma olgusu başlamış ve bu olgunun oturduğu az gelişmiş metropoliten yapı, 19. yüzyılda ortaya çıkarak gittikçe büyüyen bir sorun haline geldi” (Ortaylı, 2008a; 204). İşte bu dönemde değişen Türkiye’nin ve İstanbul’un yükünü taşıyanlara omuz verir, yazı verir üstad Orhan Kemal .
19. yüzyılın ikinci yarısından başlayarak Haliç kıyıları sanayiye açılmış, Eyüp de artık bir ziyaretgâh, seyir ve mesire yeri değil, imalathaneler, sanayi çalışanlarının yerleştiği işçi mahalleri, orta sınıf konutları ve mezarlıklardan oluşan bir kenar semttir. Sirkeci’ye demiryolunun getirilmesi, Silahtarağa’da ülkenin ilk enerji santralinin kurulması, Haliç’te Feshane, İplikhane, Defderdar Yünlü Fabrikası ve diğer sanayi ve depolama yapılarının yoğunlaşması Kasımpaşa, Hasköy ve Eyüp’te sanayi çalışanlarının yerleşme dokusunu ortaya çıkarmıştır. Cumhuriyetin ilk dönemindeki kentlerin planlanması çalışmalarında İstanbul için farklı ülkelerden Batılı uzmanlar plan ve öneriler geliştirmiş, ancak hepsi de Haliç’i bir sanayi alanı olarak görmüşlerdir. Bunlardan geniş ölçüde uygulanan Prost Planı (1936) ile Haliç kıyılarında ve 1950’li yıllarda Topkapı’da sanayi bölgelerinin tesisi, bunun yanısıra 1940’lı yıllarda Rami yöresinde ızgara sistemle oluşturulmuş yeni yerleşme alanına Balkan göçmenlerinin yerleştirilmesiyle sanayi ile içiçe girerek, Haliç kıyısı boyunca kuzeybatıya doğru büyümüştür.
1950’li yıllardan başlayarak 1980’lerin sonuna kadar İstanbul’un gelişiminde sanayi alanları temel belirleyici işlev olmuştur; konut alanları sanayi alanlarının yer seçim kararlarına bağımlı olarak gelişmiştir. 1950 yıllarında Kartal, Bomonti ve Kağıthane bölgelerinde sanayi kuruluşları yer seçmiştir. Aynı şekilde Gaziosmanpaşa, Bakırköy, Zeytinburnu, İstinye, Paşabahçe ve Beykoz’da da çok sayıda sanayi kolu üretime başlamıştır. 1950’lerin ortasında İstanbul, banliyo demiryolu hattının da etkisiyle, Marmara Denizi kıyılarına koşut olarak batıda Yeşilköy, doğuda Bostancı’ya uzanan bir alana yayılmış, kuzeyde Levent’e ilerlemiştir. Bu yayılmada iki farklı konut üretimi öne çıkmaktadır. Birincisi gecekondulaşmadır. 1940’lı yıllarda yeni yeni ekonomik politikalar sonucunda başlayan göç olgusu 1950’lerden itibaren İstanbul’un gelişiminde temel olgu haline gelmiştir. Sanayileşmeye bağlı bu ilk göç dalgası ile gelenler, Haliç ve surdışındaki sanayi kuruluşları çevresinde yerleşmişler, Zeytinburnu, Kağıthane, Taşlıtarla ve Maltepe bölgeleri ilk gecekondu alanları olmuştur. İkinci konut üretim biçimi ise apartmanlaşmadır. 1954 yılında tapu yasasında yapılan bir değişiklikle kat mülkiyetine olanak sağlanması bu süreci hızlandırmıştır.
13 Temmuz 1947 tarihli İstanbul gazetelerinin birinci sayfasında iki haber yer alır: Marshall Planı kapsamında Türkiye’ye Amerikan yardımı getirecek antlaşmanın imzalanması, öbürü de Anadolu’dan kente gelen ailelerin boş alanlarda bir gecede inşa ettikleri İstanbul gecekondularından biri. Bu tarih, Türkiye’de köyden kente göçün başlangıç tarihi olarak alınabilir. Amerika’dan gelen dış yardım, göç zincirinin iki yönlü tetikleyicisi olur. Çıkış noktasında, makineleşme yoluyla tarımın modernleşmesine yardım eder. Varış noktasında ise sanayi ve kent şantiyelerini arttırır (Bazin, 2006; 85-86). Marshall Planı ile Türkiye’ye 240 bin traktör girdi. “Çeşit çeşit, boy boy renk renk tarım araçları. 950’den sonra Türkiye’ye Amerika’dan akın akın gelmişlerdi ki, bunların sayesinde Türkiye’de dinamik ziraat başlayacaktı” (Orhan Kemal, 2006a; 119). Makineli tarım kısa zamanda organik enerjiye dayalı (öküz, saban vb.) ekip biçme sürecini ortadan kaldırdı. Bunun sonucunda 1950’lerde iç göç ve 1960’larda Almanya başta olmak üzere dış göçler başladı.
II. Dünya Savaşı yol açtığı tahribat Batı Avrupa’da 7.8, Doğu Avrupa’da 5.6, Sovyetler Birliği’nde 17 milyondan daha çok insan kaybına yol açmıştı (Gitmez, 1983; 49). Marshall Yardımı, yıkılmış Avrupa’nın yeniden güçlenmesi yanında, büyüyen ekonomilerin dışarıdan büyük sayılara varan işgücü sağlama zorunluluğunu da getirmişti. Uluslararası sermayenin de Batı Avrupa’da yoğunlaşması, özellikle 1950’lerde kitlesel yabancı işgücü kullanımını kaçınılmaz kıldı. Savaşın yıkımını izleyen ilk on yıldan sonra alınan ekonomik ve siyasal kararlar belirlendi: Yerliler ve göçmenler hızlı gelişen ekonomilerin temelini atacaktır.
Federal Almanya’da savaş öncesi Doğu Almanya’dan gelen göçmenler Demir Perde ve 1961’de inşa edilen Berlin duvarı engeline takıldı ve gereken işgücü “gelişmekte olan” ülkelerden temin edildi. Aynı dönemde işsizlik ve dış ticaret açığıyla karşı karşıya olan Türkiye işçi göçünü teşvik etti. İlk işçi kafilesinin yola çıktığı 1961’den dıçgöçün durdurulduğu 1973’yılına kadar Batı Avrupa’da 800.000 dolayıyında Türk işçisi çalışıyordu (Gitmez, 1983; 14). 1961 ile 1975 arasında resmen göç eden 950.000 Türk vatandaşından yüzde 80’i Federal Almanya’ya gitti (Massicard, 2007; 314). Orhan Kemal’in hiç değinmediği yabancı ülkelere bu işçi göçü Türkiye’de işçi-oluş tarihi açısından üzerinde durulması gereken önemli bir olgudur.
II. Dünya Savaşı’nın hemen ertesinde, dünya sistemindeki yeni hakim rolleri içinde Amerikan sermayesi ve ABD hükümeti Avrupa için bir Kalkınma Programı geliştirmişti ve Türkiye de 1947 yılında bu program kapsamına alınmıştı. Buna göre, “hür dünya”nın bir parçası olan Türkiye’ye, askeri bağımlılık ve iktisadi liberalleşme karşılığında hibe ve yardım yapılabilirdi. Amerikalı uzmanların tavsiye ettiği yeni ekonomik model uyarınca Türkiye dünya pazarı içinde uzmanlaşmalıydı; yatırımlar verimsiz fabrikalara değil, tarıma ve tarıma dayalı sanayie yapılacaktı. Verimsiz sanayi yatırımları yerine hükümetin kamu kaynaklarını karayollarına ve diğer altyapı projelerine tahsis edilmesi öneriliyordu. Amerikan yardımı yol yapım makineleri ve 15.000 traktörde somutlaşınca, traktörle hem yeni tarım alanları açıldı, hem de ulaşım ağlarıyla insanlar ve mallar piyasaya ulaşmaya başladı.
Marshall Planı kapsamında ilk gönderilen mallar traktörlerdi. Türkiye’de hız kazanan traktör ithalatı tarım alanında başlayan bir devrimi haber verir. Traktör ve tarımda makineleşmeyle birlikte sulamanın yanı sıra, mahsul yetiştirmeye elverişsiz diye bilinen pek çok arazinin açılması, yeni toprakların kazanılması sonucunu doğuracaktır. Makine kullanmakla birlikte çiftçi, piyasaya bir müstahsil olarak giriyor demektir ki, bu yeni bir karakterdir. Traktörle birlikte yeni aylak(lar/)lık, artık emek önemli bir sorun olarak karşımıza çıkacaktır.
Amerikalıların raporlarında vurgulandığı üzre, Türkiye modernleşme hamlesini tarımdan başlatmak zorundaydı. 1948-1952 yıllarında traktör sayısı 1750’den 30.000’e fırladı. 14.5 milyon hektar olan ekilip biçilir alan 1956’da 22.5 milyon hektara çıktı. Demokrat Parti yönetiminin ilk üç yılında tarım ürünleri bollaştı, çiftçinin geliri gözle görülür ölçüde arttı. Kârlar, ücretlerden daha hızlı artsa da kentlerde de gelirler yükselmişti. Hükümet, Türk burjuvazisinin 1940’larda biriktirmiş olduğu kârları yatırıma dönüştürmeye başlayacağını umuyordu. Öyle olmadı; Demokratların arzu ettiği ölçüde yatırım yapmakta tereddüt ettiler. Sonuçta liberalizme düzülen övgüye rağmen, yatırımların yüzde 40-50’sini devlet yapmak zorunda kaldı (Zürcher, 2007; 326-327).
M. S. 1. yüzyılda Augustus tarafından yapılan sayıma göre Anadolu’nunun nüfusu 13 milyon dolayındaydı. Türkiye’nin 1927’deki ilk nüfus sayımında Anadolu’nun nüfusu yine 13 milyon dolayındadır. Yüzyıllar boyunca yönetenler, diller, inançlar değişmesine, 11.-17. yüzyıllarda önemli göçlere, büyük veba salgınına (14. yy.) karşın Anadolu’nun gıda üretim biçimi, bir başka deyişle 13-15 milyon insanı besleyen saban ve öküze dayalı tarım değişmemişti (Kıray, 2006; 155, 185). Amerikalı iktisatçı Max Weston Thornburg 1949 Türkiye’sinde kaleme aldığı “Turkey: An Economic Appraisal” adlı araştırmasında şu gözlemini aktarır: “Türklerin beşte dördü köylerde yaşar ve ziraatle meşgul olur. 40.000 köy bin seneden beri hemen hemen hiç değişmemiştir. Bu köylerde insan M. Ö. 3000 senesinde Sümerlilerin resimlerini yapmış oldukları parmaklıksız tekerlekli kağnıyı, kadim sabanı görür” (Tütengil, 1983; 67). 1948 sonrasında Anadolu tarımında görülen teknolojik değişme, Anadolu tarımının geçirdiği ilk teknolojik değişme değildi. 1830’lardan sonra yarı-koloniyel hale gelerek dış pazara açılan Anadolu’ya 1900’lerden beri karasabanın yerine pulluk girmeye başlamıştı. bu değişme, geçimlik bir tarımsal üretim ünitesinden, Pazar için küçük üretime geçebilmeye olanak sağlar. Böyle bir üretim ise köy içinde mülkiyet farklılaşması ve işbölümü farklılaşmasına olanak sağlayan bir dönüşümün başlaması demektir. Ama bu dönemde Anadolu’da ulaştırma sisteminin yeterince gelişmemiş olması yüzünden üretim ancak küçük yerel Pazar içinde pazarlanabilmekte, dolayısıyla büyük kapitalist işletmelere geçebilmek için gerekli mekanizmalar oluşamamaktadır. Ancak demiryollarının ulaştığı alanlar ile Ege ve Adana bölgesi gibi dış pazarla ilişkileri yüksek yörelerde büyük kapitalist işletmeler doğabilmiştir. Türkiye’nin bir Pazar olarak bütünleşmesi ancak II. Dünya Savaşı sonrası karayolu programının uygulanması sonucunda gerçekleşmiştir. Bu süreçte bir yandan tarımda insan ve hayvan gücünden, makine gücüne, bir başka deyişle organik enerjiden organik olmayan enerjiye geçilmiş; öte yandan ülke pazarı hızla bütünleşmiş ve yerel Pazar için üretimden, ülke pazarı için üretime geçilmiştir (Tekeli, 2008; 75-76).
Tarımın modernleşmesi, makineli, sulamalı, yeni tohum türleri ve suni gübreli üretime geçiş II. Dünya Savaşı’ndan sonra olmuştu. Türkiye’nin bir tarım toplumu olma özelliğinin belirgin biçimde sürdüğü, toplam işgücü içinde ücretli çalışanların payının çok sınırlı olduğu bu dönemde ortakçı-yarıcı olarak çalışan köylüler, makineleşme emeğin yerini aldığı için, yarıcı olmaktan çıkmışlar, topraktan kopmuşlardı. Bunların bir kısmı el emeği gerektiren işlerde düşük gelirli gündeliklerle emeğini satan tarım işçileri haline geldi, bir kısmı da tarımdan tamamen koparak şehirlerde emeklerini değerlendirmek üzere göç ettiler, sanayi ve hizmet sektörü için kentsel işçi rezervlerine katıldılar ve gecekondu bölgelerinde yaşamaya başladılar. Dışardan gelenlerle yerleşim alanlarının nüfusunun artması, boş alanlarda yada eski tarım alanlarında gecekondu ve apartman tipi konutların çoğalması İstanbul başta olmak üzere şehirlerin şişmesine, büyümesine yol açtı. Eski tarım alanları yerleşmeleri sanayi faaliyetlerinin öncülüğünde şehirsel fonksiyonlar kazanarak şehre eklenmelerine karşın bu gelişimi “süburbanizasyon” olarak nitelemek zordur. Bir çok yazar bu olayı yalancı şehirsel yerleşme (pseudo-urban) yada yalancı banliyöler (pseudo-suburban) olarak adlandırmayı yeğleyecektir. Bu süreç, şehirlerin sanayileşme hızı tarımın modernleşmesinden çok daha yavaş olduğu için, Mübeccel Kıray’ın “sahte şehirleşme” diye niteleyeceği bir oluşuma yol açtı. “Nüfusun şehirlerde oturan oranının artması ile asıl modernleşmeyi belirleyen, sanayide çalışan nüfusun artma oranı arasında bir ilişki yoktu” (Kıray, 2006; 131). “Şehre kırsal kesimden gelen göç şehirde yaratılan örgütlü işgücüne kendisinin marjinal kesim yaratma kapasitesine bağlı olarak marjinal kesim içinde iş vermektedir. Başka bir deyişle, kırsal kesimden şehre göç, boş iş alanlarını doldurmak için gelmektedir” (Tekeli, 2008; 138). Peki ama, hal böyle iken neden geliyorlardı? Bilmiyorum. İkincisi, 1960- 1973 yılları arasında Avrupa’ya bir milyonu bulan fevkalade yüksek orandaki işçi göçü Türkiye’de işçi-oluşun önemli bir bileşenini oluşturuyordu. Romancılığının olgunluk döneminde bu işçi göçüne tanık olan Orhan Kemal, görebildiğim kadarıyla, yapıtlarında bu konuya hiç değinmemişti.
1950 Tarım Sayımı sonuçlarına göre ailelerin yüzde 12,20’si tümüyle topraksızdı; Siyasal Bilgiler Fakültesi tarafından gerçekleştirilen Türkiye’de Zirai Makineleşme araştırması ise makineleşme sonucu işsiz kalanların beşte birinin şehre veya kasabaya gittiğini, beşte dördünden fazlasının ise köylerde kaldığını ortaya koyuyor. Bu durumda, kazanç için giden (mevsimlik, geçici) işçilerin büyük çoğunluğunun tarımsal faaliyet alanlarında çalıştığı çıkarsanabilir. Bu, 1950’li yıllar itibariyle henüz kentlerin bu işgücünü çekecek düzeyde gelişmemiş olmaları ve ulaşım olanaklarının henüz gelişmemiş olması yanında, tarım kesiminin de şöyle yada böyle ücretli işgücünün büyük bir bölümünü hâlâ istihdam edebildiğini göstermektedir (Makal, 2002; 128-129).
İstanbul’un fethinden Celali İsyanları’na, emek göçü/göçer işçi yeni bir olgu değildi (Kasaba, 2005), ancak, göçün içeriği niteliksel bir değişim geçiriyordu. Osmanlı İmparatorluğu boyunca göçlerle içiçe yaşayan bu coğrafyada gurbetçilik, mevsimlik göç biçimi idi. Asırlardır göç edenler yılın bir kısmı şehirde çalışır, esas itibariyle köyde yerleşiktirler. Şimdi ise kentte sürekli kalmak, gelişen sanayilerde iş aramak için göç ediliyor, köye mevsimlik işler için dönülüyordu. 1950’lerden sonra göç edenler kentte sürekli çalışabileceklerinden emin olduklarında oraya yerleşip ailelerini yanlarına getiriyor ve böylece kendi gurbetçiliklerine son vermekte tereddüt etmeyenlerin kitlesel göçleri asırlık gurbetçiliği kısmen sona erdiriyordu. Göçün genel akış yönü doğu ve Karadeniz ağırlıklı olmak üzere kuzeydeki dağlık, yoksul ve azgelişmiş kesimlerden Marmara ve Orta-Batı Anadolu bölgelerineydi.
Kente gelen “yorganlılar”, “gurbet kuşları” çok düşük gelirlere sahiptiler. O gelir seviyesinde, mimarlar ve mühendisler başta olmak üzere modernitenin savunucuları meslek sahiplerinin meşru gördüğü bir şekilde konut yapma olanakları yoktu. Belli ölçüde paraları olsa dahi modernitenin gereklerine uygun bir arsa alıp, bir plan yaptırıp, yapı ruhsatı aldıktan, binasını kurallara uygun olarak inşa ettikten sonra, oturma ruhsatı alması ve daha sonra orada yaşamaya başlaması, köyden koparak kente yeni gelenlerin gerçekleştirebileceği birşey değildi. Dahası, II. Dünya Savaşından çıkmış, çok partili bir siyasal yaşama girmeye çalışan Türkiye ve onun karar vericileri hızlı bir kentleşme beklentisi içinde değillerdi.
Orhan Kemal’in “Gurbet Kuşları” adlı romanında yer verdiği Türkiye’nin ilk gecekondu ilçesi Zeytinburnu ve 1950’de sadece 358 nüfusa sahip Eyüp’e bağlı bir köy olan Sağmalcılar’ın (Bayrampaşa) bugünkü haline gelmesinde sanayi ile iç ve dış göçler başrolü oynar. Kuruluşundan beri (1927) sütçülük ve tarımın başlıca ekonomik faaliyet olduğu Sağmalcılar’da ilk kez 1952 yılında sanayi tesisleri kurulmaya başlar. Bu gelişme ile fonksiyonel değişime uğrayan yerleşimin nüfusu, işçilerin sanayi kuruluşlarında çalışmaya gelmesiyle, büyük ölçüde artar. Hemen ardından, Orhan Kemal’in İstanbul’dan Çizgiler’de anlatacağı Rami, Sağmalcılar’ın adeta devamı Esenler, Güngören, Safraköy (Sefaköy), Kocasinan vd. çorap söküğü gibi gelir. 1950 yılında yerleşime açılır açılmaz Birinci Levent’te 1951 ve 1952 yıllarında imalata başlayan iki ilaç fabrikasını 1957’de bir radyo fabrikası izler. Hızla çoğalarak Gültepe ve Harmantepe olarak adlandırılan gecekondu yerleşme alanları ortaya çıkar. Buralarda sanayi faaliyetlerinin başlaması her şeyden önce işçi talebini artırmış, dolayısıyla gecekondu yada apartman türü konutlarla iskan alanı gelişmiştir. Sanayi kuruluşlarının faaliyete geçmesi, artan nüfusun ihtiyaçlarına cevap verecek ticari ve sosyal kuruluşların da çoğalmasına ve gecekondulaşmayı hızlandırmaya yol açar (Tümertekin, 2006; 83-84, 98-99).
1948 yılında gecekonduları önlemeyi amaçlayan ilk yasa çıkarıldığında, büyük kentlerde 25-30 bin dolayında gecekondu yapıldığı tahmin ediliyor. 1953 yılında izinsiz yapılara yönelik ikinci yasa çıkarıldığında gecekondu sayısı 80 bini bulmuştu. 35 yıla yayılan dönem içinde çıkarılan yasalara karşın bu rakam, 1960 yılında 240 bin, 1983 yılında 1.250.000’ e çıkmıştı. Bu gecekonduların yüzde 90’ı Ankara ve İstanbul’un yer aldığı İç Anadolu ve Marmara bölgesi ile Akdeniz ve Ege bölgelerindeydi. İstanbul ve Ankara başta olmak üzere bu gecekondular şehirlerin sanayi kuruluşlarına kucak açan semtlerde, fabrikalar çevresinde türemiş ve çoğalmış, bir yandan da sanayiden bağımsız olarak, kentlerin belediye sınırlarına yakın, dolayısıyla kolluk güçlerinin denetiminden uzak kesimlerdeki arsalar üzerine yapılmıştı (Keleş, 1983; 196-198). Türkiye’de kentsel yerleşimin toplam 21 milyonluk nüfusa oranı 1950’de yüzde 18; 1960’da yüzde 26’dır; 1970’de yüzde 35, 40 milyonluk nüfusa ulaşan 1975’de ise yüzde 41’dir. (Tütengil, 1983; 15-16). Çalışma Bakanlığı’nın yayınladığı Çalışma adlı derginin Mart 1946 tarihli sayısında, Türkiye’deki toplam işçi sayısının verilerine bakalım: Orta ve büyük sanayide çalışan işçi sayısı 275 000 iken, tarım, küçük sanat, ev sanatı, küçük sanayi ve deniz işçileri 426 000’dir; toplamda 726 000 işçi. Aynı dönemde çalışabilir nüfusun işgücüne katılma oranı yüzde 49’dur. Buna göre ücretlilerin işgücü içerindeki oranı yüzde 8,85, toplam nüfus içindeki oranı ise yüzde 4,34’dür. 1955’de toplam çalışan nüfus içinde ücretlilerin oranı yüzde 13,31, 1960’da yüzde 18,76, 1965’de 22,41’dir (Makal, 2002; 118-120). Bu rakamlardan kırsal nüfusun ağırlıkta olduğunu, ülke nüfusunun artışına bağlı olarak da bu yapının hızla çözülme sürecine tabi olduğunu çıkarabiliriz. Bu rakamlardan köylü-işçiyi anlatan Orhan Kemal’in neden “gerçek işçi”yi anlatamadığının ip uçlarını da buluruz
Bu verileri ücretli çalışma ilişkileri bağlamında eşelediğimizde şunu görüyoruz: 1965 genel nüfus sayımına göre çalışır nüfus toplamı yuvarlak hesapla 13,5 milyon. Bunun yuvarlak olarak 3 milyonu şehirde, yine yuvarlak 10,5 milyon kırda; şehirde ücretli çalışan nüfus hep yuvarlak 2 milyon, kırda 1 milyon; yuvarlacık 3 milyonu kendi hesabına çalışanlar ve 6 milyonu da aile işinde ücretsiz çalışanlar olmak üzere kırda yuvarlananların sayısı ise yusyuvarlak 9 milyon (Tütengil, 1983; 47). Ezici bir çoğunluğu kırlarda yaşayan çalışabilir nüfus, ücretli çalışmaya dahil değildir. Olur şey değil. Bu yuvarlak rakamlar birilerinin yuvarlak ensesini, yusyuvarlak göbeciğini ve iştahını kabartıyor olmalı. Kimin? Bir elde puro, bir elde fiski bardağı -karikatür. Bu atıl emekten faydalanmalı değil mi? Nasıl ve kimin çıkarına? İşte kendi yağıyla köylerde kavrulurken İstanbul’a, şehirlere gelen yorganlılar, Orhan Kemal’in bir mektubunda demesiyle: “hani şu, insana kulağıyla filan bakan, İstanbul’un şerefli meydanlarında hergele sürüleri gibi kovalananlar” (Otyam; 1974; 200), “Gurbet Kuşları”, şantiye alanına dönen İstanbul’un inşaatlarında çalışmak üzere şehirlere akacak, romanın başlarında, daha Haydarpaşa garında tirenden iner inmez de aşağılanacaklardır.
“Hani şu yeni yollar açma, buldozer denilen, eski çağların iri bedenli hayvanlarını hatırlatan yıkma makinelerinin İstanbul’u toza dumana kattığı “bedelsiz istimlak” günlerinde İstanbul’a akın akın gelen Gurbet Kuşları!
Bekleşiyorlardı. Kir pas içinde, isli, perişan bir kalabalık. Ne halt edeceklerini şaşırmışçasına düşünceli. Gözler yerde, bakışlarda keder, duruşlarda hüzün...
Yanlarında duruşumuzdan ürktüler. Yıllar yılı “Efendi”, “Bey”, “Bay” takımından işitmedikleri kalmamış. Ürküyor, korkuyorlar. Nasıl korkmasınlar ki, “İstanbul’u kirleten, pisleten” onlar. “Ne diye tarlalarını, evlerini barklarını bırakıp” geliyorlar? Otobüslerde kalabalık yaratan, otobüsün temiz havasını kirleten, yabancılara karşı tek ayıbımız onlar!” (Orhan Kemal, 1960/2007c; 181-182).
1950’lerde sanayi kapasitesi, hızla artan ama vasıfsız olan işgücüne iş sağlamakta yetersizdi. Bunun sonucunda da göç edenlerin bir bölümü sanayide sürekli bir iş bulabiliyor, çoğu ise ya geçici işçi yada seyyar satıcılık yapıyordu. Gecekondu bölgelerinde yerleşen aile reislerinin büyük çoğunluğu küçük memurluk, şoförlük, marangozluk, duvarcılık, terzilik, oto tamirciliği, becerisiz işler, küçük ticaret, seyyar satıcılık, çeşitli eşya tamirciliği (musluk, ayakkabı, bisiklet vb.) gibi işlerle uğraşmaktaydılar. Kırsal kesimden kentsel kesimlere gelen kişiler, buradaki çalışma yaşamının gereksindiği nitelik ve eğitime sahip değillerdi. 1961 yılı itibariyle İstanbul sanayi bölgelerinde işçilerin yüzde 17’sinin nitelikli, yüzde 55’inin yarı nitelikli, yüzde 25’inin de niteliksiz olduğunu görüyoruz (Makal, 2002; 114-115). Kemal Karpat’ın 70’lerin başında İstanbul’un bugünkü adıyla Hisarüstü ve Baltalimanı’nda yaptığı alan çalışmasından öğrendiğimize göre, bu gecekondu bölgesinde yaşayanların çalıştığı iş ve mesleklerin başlıcaları şunlardır: İnşaat ustası, şoför, garson, hizmetçi, uşak, sütçü, aşçı, taş ustası, benzinlik işçisi, hizmetli-kapıcı, hamal, çaycı, tezgahtar, seyyar satıcı, bahçıvan, manav, bakkal, demirci vb. (Karpat, 2003 ; 163-164). Bütün bu uğraşlar sanayileşmiş bir toplumsal düzene ait değildir. Denklerini alıp İstanbul’a gelenlerin göçünü anlattığı “Gurbet Kuşları” başta olmak üzere Orhan Kemal edebiyatını dolduran da işte bu kesimlerdir. Berber, bakkal, iplik fabrikasında ateşçi, küçük memurlar, katip, eskici, işsiz, hayta, bekçi, trikoda, çorapta çalışan, tütüne giden gündelikçi kızlar... “Beyaz başörtülü annesi, Balkan Harbi’nde şehit düşen ağabeyi, kocaman bıyığıyla babası... Babası iri yumruklarıyla hamur yoğuruyordu. Alnı bulgur bulgur terlemişti ama aldırış ettiği yoktu. Alışkındı. Çocuklarının ekmeğini bu işten, börek işinden kazanıyordu” (Orhan Kemal, 2003; 7), börekçiler bu edebiyatı doldurur.
“İşçi sınıfı” bir kavram olarak, kapitalizmin ve sanayileşmenin gelişmesiyle ortaya çıkan bir toplumsal kategoriyi dile getirmektedir. Üretim araçlarına sahip olmayan işçi, emek piyasasında emek gücünü satarak yeniden üretimini sağlamaktadır. Bu anlamda işçinin işgücü piyasasında emeğini satmaktan başka bir gelir edinme yolu bulunmamaktadır. Böyle bir tanım ‘saf’ anlamda bir işçi sınıfı tanımı, bir ‘ideal tip’tir. Toplumsal gerçekliğin değişen koşullarında ise böyle bir ideal tipe rastlanma olanağı sınırlıdır. Dünya kapitalist sistemi içinde merkez ülkelere eşitsiz bir şekilde bağımlılığı sonucu işçi ücretlerinin maliyetlerinin pahalı bir unsur olması nedeniyle, metropol ülkelerde yaşandığı biçimiyle tam bir işçileşme gözlenmemekte, yarı- proleterleşme, alt-proleterleşme yada köylü-işçi gibi terimlerle nitelenen bir ‘eksik’ işçileşme süreçleri gözlenmektedir. Türkiye gibi yarı-çevre ülkelerde enformel sektör faaliyetlerin giderek yaygınlaşması, ‘ideal tip’ anlamında tam bir işçileşmenin yaşanmaması anlamına geliyor. Enformel sektör, yasal koruma ve güvencenin olmadığı her türden küçük girişimcilik ve düzensiz işçiliği ifade etmektedir. Seyyar satıcılar, mevsimlik işçiler, geçici sigortasız işçiler, kendi hesabına çalışanlar enformel sektörün heterojen görünümünü yansıtır (Demir, 1995; 70-71).
Şehre ait olmaktan çok şehre bitişen bir kasaba izlenimi verir Orhan Kemal külliyatı. Köyden kente göçe maruz kalan yeni bir tip insanın sancıları, değişimi, hele hele ücretli çalışmanın mahsulü “işçi” yeni yeni boy göstermektedirler. Orhan Kemal’in kahramanları zanaatçılar, küçük memurlar, işçiler, köylüler ve ırgatlar, serserilerin elebaşları, evsiz barksızlar, fahişelerdir vb.’dir. Yazar, fabrikatörlere, müteahhitlere, toprak ağalarına da değinir, ama onun asıl ilgilendiği şehre düşmüş günlük nafakasının peşinde, alın teriyle geçimini sağlayan küçük insanların, emekçi halkın yazgısıdır. Kırsal yaşam koşullarında hayat mücadelesi veren köylüleri değil, gurbete düşmüş ve büyük kentteki yaşama dahil olan köylüleri anlatır (Uturgauri, 1980; 183-184). Orhan Kemal’in anlattığı işçiler Türkiye’nin sanayileşme sürecinin başlangıç yıllarının işçileridir; henüz gerçek sanayi işçileri değildir; bir ayağı köyde bir ayağı şehirde köylü-işçilerdir. “Bence, Orhan Kemal işçileri, romanlarından çok, Grev gibi, Uyku gibi hikayelerinde başarıyla anlatmıştır” (Fethi Naci, 1981; 333-344). Bu çok ilginç bir edebi durum -eşelenmeli. 1935-1945’lere M. Ş. Esendal, 1945-1955’lere Sait Faik öyküleri damgasını vururken 1955-1965’lerin Türk hikayeciliğine Orhan Kemal damgasını vuracaktır; 1965-1975’lerde Türk hikayesinin bayrağını Füruzan devralacaktır.
Henüz ne yazdığı hikayeler ortada yokken, dahası Türkiye’de işçi sınıfı yok iken Nazım Hikmet’in Bursa cezaevinde, “inanıyorum ki işçi sınıfının en büyük yazarı olacaksın” dediği Orhan Kemal hakkında Kemal Tahir’e 1941 yılında yazdığı mektupta, “amele muhitini vermekte rekor bence hala yazıları henüz intişar etmeyen Reşit Kemali [Orhan Kemal –İB]’nindir” (Nazım Hikmet, 1975; 94), demesi; Orhan Kemal’in isim babası Kemal Sülker’in 1943’te Yurt ve Dünya’da “Orhan Kemal’de işçilerin hikayecisi olmak istidat ve temayülü bulunduğunu bildirmeliyiz (...) O fabrika işçisinin bizzat realitesinin aksi olan yaşayış tarzlarını çok ustaca anlatmakta ve bizde yapılmamış olan fabrika işçileri hikayeciliğinde adeta ihtisas sahibi olmaktadır” (Sülker, 1988; 27-28) demesi Orhan Kemal’in belirli çevrelerce desteklenmesini, her sosyoloji tarihsel olmalıdır diyerek, edebiyat sosyolojisine havale ediyorum. İşin bir de roman tarihi ve sosyolojisi boyutu var: Batı’nın 16. yüzyılından başlayarak günümüze kadar bir dizi medya kurumunun gelişimiyle birlikte enformasyon ve sembolik biçimler görülmedik bir boyutta, ama hep pazarda alınıp satılabilen metalara dönüştürülerek, zaman ve mekanda yayılmış bireylere ulaştırılmayı güderek (yeniden) üretildi (Thompson, 2008; 25). Tarihsel olarak “piyasa toplumu”nun icadı olan roman, edebi mal olma karakterine sıkı sıkıya bağlı oluşuyla öbür edebi sanatlardan ayrılır, Cioran’ın demesiyle “edebiyatın kaldırım orospusudur”. İki, Orhan Kemal Türkiye’de ücretli çalışma ilişkilerinin belirdiği yıllarda, çok kısa bir ücretli katiplik dışında, hayatı boyunca ücretli çalışan/işçi olmamış, geçimini yazdığı romanların sırtından sağlamıştır ve kanımca –Bereketli Topraklar, Murtaza gibi dünya romanında seçkin bir yeri olan bir kaç romanı dışında- vasatı zorlayan romanlar yazmasının bir nedenidir de bu. Hikayelerini bu vasatın dışında, çok çok üstünde tutuyorum.
Türkiye’de kentlere göç edenlerin büyük bölümünün formel sektörde ve süreklilik, iş güvencesi, daha yüksek ücret koşulları altında istihdam edildiğini söylemek olanaksızdır. Çünkü, kentsel kesimin gelişme hızı, kırsal kesimden göçenlere bu tür iş olanakları sağlamayacak kadar düşük boyutlarda kalmaktadır. 1951 tarihli Milletlerarası İmar ve Kalkınma Bankası (Dünya Bankası) raporuna göre “nüfusun şehirlerde tekasüfü (urbanization) hadisesinin dikkati çeken herhangi bir ölçüde vukua gelmemiş bulunduğu Türkiye’de, devamlı bir endüstriyel işgücü göze batar derecede kifayetsizdir. Bilhassa, mütehassıs olmayan işçi zümresi ziyadesiyle seyyaldir; mevsim vaziyetine göre zirai faaliyetlerle endüstriyel faaliyetler arasında hareket halindedir” (aktaran Buğra, 2008; 116). 1950’li ve 1960’lı yıllarda gecekondu bölgelerinde yapılan araştırmaların sonuçları, bu bölgelerde nüfusun genellikle küçük çaplı ticaret, esnaflık, becerisiz işçilik ve küçük memurluk ile marjinal işlerde çalıştıklarını ortaya koymaktadır. İşportacılık, araba siliciliği vb. İşlerden oluşan marjinal işler kategorisinin temel özellikleri ise formel sektörden farklı olarak; devamlılık niteliği taşımaması, düşük verimlilik, işe giriş-çıkış engellerinin olmaması, düşük sermaye gerektirmesi, yüksek bir iş değiştirme oranına sahip olmasının yanı sıra Türkiye’de yaşanan toplumsal dönüşüm sürecinin ekonomik ve toplumsal sancılarını azaltıcı yönde rol oynaması, bazı sorunları emen bir tampon mekanizma oluşturmasıdır (Makal, 2002; 140).
Gurbet Kuşları’nda köyden denkleriyle gelen İflahsız’ın Yusuf inşaatlarda duvarcılığı öğrenir, bir kabzımal-müteahhidin yanında katiplik yapar: “çalışmalıydı ki, para biriksin, günün birinde de bir yerlerde bir arsa satın alıp, Hatça Ablasıgil gibi, iki oda bir sofalı küçük ama kullanışlı bir gecekondu kursunlar” (Orhan Kemal, 2007; 165). Köyden babasını da getirtir; İstanbul’un ilk gecekondu bölgesi diyebileceğimiz Zeytinburnu’nda kendi gecekondusunu yapma uğraşı verirken roman biter. Erguvanlar şehri caanım İstanbul’un estetiğine hiç yakışmayan, Feriköy, Darülaceze, Zeytinburnu, Taşlıtarla dolaylarını çepeçevre saran, gecekondu bile denemeyecek alt alta üst üste evler; “evden çok, hatta gecekondudan çok tavuk kümeslerine benzeyen tahta barakalar”ı, ne A. Hamdi Tanpınar, ne Y. Kemal Beyatlı, ne de göbekbağısız O. Pamuk’un İstanbul kitaplarında bulamadıklarımızı ölümünden sonra yayınlanan “İstanbul’dan Çizgiler” adlı kitabında ve öbür romanlarında, Türk hikayesini yükselten hikayelerinde anlatacaktır Orhan Kemal (2006; 145-147).
Sanayi kuruluşlarının şehir dışı, hatta şehir içi dağılışları ile gecekondu alanları arasında mekansal ilişkiler gözlemlenmektedir. İstanbul çevresindeki sanayi kuruluşları ile gecekondular adeta yan yana ve birlikte kurulmaktadırlar. Orhan Kemal edebiyatında işçi-oluş bağlamında iki olguyu yan yana koymak istiyorum. Biri, Orhan Kemal İstanbul’a otuz beş yaşında, 1951 yılında geldi. İkinci olgu da şu: 1950’de 400.000 olan ücretlilerin sayısı 1965’te 2 milyona yaklaşmıştı (Karpat, 2007; 97). Sadece 1964 yılına ait bilgilerin ışığında Türkiye’deki büyük sanayi kuruluşlarının yüzde 42,9’u, işçilerin de yüzde 35’i İstanbul’dadır. Fakat birçok sanayi kolunda İstanbul’un payı çok daha fazladır. Örneğin giyim eşyası, kimya, madeni eşya, elektrik aletleri sanayi kollarında, İstanbul Türkiye’deki kuruluşların yüzde 50’sinden fazlasına sahiptir. İstanbul’da 20 ve daha fazla işçi çalıştıran 700 kuruluşta 116.605 işçi vardır (Tümertekin, 2006; 62); 20’nin altında işçi çalıştıran birçok sanayi kuruluşunu da buna eklersek işçi sayısı çok daha fazladır. Bu 700 kuruluş içinde dokuma sanayi 32.052’lik işçi sayısı ile başı çeker; onu 19.979 işçi ile madeni eşya ve makine, 9316 ile sağlık malzemesi ve ilaç izlemektedir. Bu sayısal olgulara bir ek daha: İstanbul’daki sanayi kuruluşlarının sadece 13’ü devlet sektörüne aittir. Bu sayı 700 kuruluş arasında pek önemsiz gibi görünmesine karşın devlete ait kuruluşların hemen hepsinin çok büyük oluşları nedeniyle çalışan işçi sayısı, ödenen ücretler ve yaratılan değer bakımından devlet sektörü bazı sanayi kollarında ağırlığını hissettirir, ki bu da bir başka parantez açmamızı gerektirir.
Bu veriler ışığında diyebiliriz ki, İstanbul bir işçi şehridir –yıl 1964. 1964 aynı zamanda, senaryosunu yazdığı “Gurbet Kuşları” adlı filmin çekildiği yıldır. Üstad Orhan Kemal’i üzmek istemiyorum ama, bayağı bir senaryodur. Orhan Kemal 1947-1960 yıllarının köylü-işçisini, adlandırmakta zorlandırdığım bir duyarlılık içinde yansıtmış; İstanbul’daki işçi-oluş duyarlılığına nüfuz edememiştir. Günlük nafakasını çıkarma anlamında para için yazdığı romanlarda ve senaryolarda ne yazık ki, melodrama kaymıştır diyip görece hafifleştirerek bu konuyu daha fazla deşmiyorum. 1958 ve 1959 tarihli mektuplarında “’Boktan yayınlar serisi’ tutturmak üzereyim. Esat Mahmut, Kerime Nadir vesairenin tarzı şeyler. Başka çıkar yol bulamadım”; “Kötü senaryo yapmaktan gına geldi, nerdeyse öğüreceğim” yazar. 11. 9. 1961 tarihli mektubunda “neme lazımdı benim senaryo menaryo. Boktan bir sürü bezirganın elinde oyuncak oldum. Hooş, gene de eksik olmasınlar. On yıl hemen hemen sırtlarından geçindik. Çocuk okutup büyüttük” (Otyam 1975; 146, 150, 225-226). Susuyorum.
1950-1970’daki gecekondulaşmaya, işçikondulaşmaya bir de romankondulaşma eşlik edecektir. Türkiye edebiyatında romankondulaşmaya burada değinmeyeceğim (Bingül, 2008). Buna karşın şu kadarını söylemeden geçmeyeyim: “Roman” dışsal olarak, ortaya çıkışı, biçimi itibariyle yeniydi: tarihin ve toplumsal koşulların ürünüydü; zihinsel kurulum olarak ise Eski Yunan’a köklenebilecek, özellikle de Rönesans resminde merkezi perspektifle pekiştirilen mimesis’e dayanmasıyla yeni değildi. Bir başka türlü dersek, Avrupa “roman”ı, gerçeği taklit etme temelinde yükseliyordu; öyle ki, Batı kültüründe bu taklit adeta gerçeğin yerine geçiyordu. Orhan Kemal’in önünde bir, köylü çokluktan işçi çokluğa geçen Türkiye’de uç vermeye başlayan yeni bir gerçek vardı, bir de kökü Türkiye’de olmayan ve “piyasa toplumu” oturgasına sıkı sıkıya bağlı edebi bir tür olarak “roman”. Dolayısıyla bir yandan “yeni” gerçeği taklit etmeliydi, bir yandan da taklidi (romanı) taklit etmesi gerekiyordu. Romanlarından çok çok daha başarılı olduğu, bir edebi formu taklit etmeye yönelmediği öykülerinde yer alan kişiler; cenaze töreninde veya ayinlerde ölen kişinin yerine geçen heykeller, mezar taşları, artık varolmayan kişilerin yerini alan ve onların dünyevi varlıklarını sürdüren ikizleri: temsilleri/ hece taşları değil; canlı olanların yerini tutan bir(er) ikamedir. Şaşırtıcı ve de yeni olan: henüz capcanlı olanın, ama muhakkak ölecek olanın temsilleridir. Bu yanıyla Orhan Kemal’in -hikayeleri dışında- yazdıkları romandır, novel’dir. Bu çalışmada Türkiye’de işçi-oluş’un toplumsal, tarihsel arka planı üzerinde yoğunlaştım; edebiyatın, romanın arka planına ağırlık vermedim.
* Pamuk
“Güzün başlangıcı sayılan ağustosun ikinci yarısıyla birlikte Çukurova’nın duru mavi göklerinde atılmış pamuk yığınlarını hatırlatan bulutlar belirir. Günler geçer. Atılmış pamuk yığınlarını hatırlatan sütbeyaz bulutlar esmerleşmeye hatta morarmaya başlar. Şimşekler ve gök gürültüleri yaklaştıkça, kütlü toplama mevsimi de yaklaşıyor demektir. Yaklaşan kütlü toplama mevsimiyle birlikte yağmur yüklü bulutların morartısı artar, sonra da yağmur! Kaç vakittir yağmura hasret insanlar yağmur altında kalıverirler. Sonra bulutlar dağılır, yerden sıcak bir buğu yükselir, güneş yüzünü gösterir. Gösterir ama, mevsim dönmüştür artık, ağustos sonları gelmiştir. Bir yandan çuvallar dolusu zahire yüklü kamyonlar, harman makineleri homurtularla şehre gelirken, şehrin kıyı semtlerinde izbelerin kara donlu, erkek yüzlü kadınlarıyla erkekleri, bütün yazı mahallenin güneşte kavrulmuş toprağında bir parça ekmek, sarı bir hıyar, pek pek şuncacık peynirle geçirmiş çoluk çocuğunu, tencere kazanları, çulları çuvalları, kesileri köpekleriyle sırtlayan kamyonlar pamuk tarlalarının yolunu tutarlar.
Toplama ameleleridir bunlar!” (Orhan Kemal, 2008; 166-167).
Orhan Kemal, arkadaşı Fikret Otyam’a yazdığı mektuplarda Kanlı Topraklar adlı yeni roman tasarısından sözeder: “Taa Sultan Hamid devrindeki Çukurova’dan alıp, Meşrutiyet, İttihat ve Terakki, ardından Harbi Umumi, Milli Mücadele ve nihayet bugünlere geleceğim. Bütün bu enine boyuna platform üzerinde, Çukurova’da gelişip bugünlere varan ticaret, ziraat ve sanayiimizin dünkü sahipleriyle, bugünkü sahiplerine el değiştirilişlerini ve bugünkü sahiplerinin perde ardından milleti nasıl sömürüp, memleketi gericiliğin karanlıklarına nasıl sürüklediklerini, çıkarlarının ne olduğunu “Tipik” bir şekilde vermeğe, daha doğrusu “Erbabı İz’an”a sermeğe çalışacağım” (...) “Çukurova’da endüstrinin kuruluşu ve şimdiki sayın fabrikatörlerimizin babalarını, dedelerini, çalışan Türk emekçilerini, memleketimizin tarihi realiteleri içinde” gösterecektir (Otyam, 1974; 229-230, 236).
Osmanlı İmparatorluğu’nun en eski ve en ünlü ürünü olan tütün, ekiminden sigara üretimine kadar büyük bir emek ve özen istemesi dolayısıyla yüzbinlerce insanın “geçim kapısı” olması, üstelik devletin mali kaynakları içinde önemli bir yer tutmasına karşın, Orhan Kemal edebiyatında Adana ve Adana’nın hemen hemen her bucağından da pamuk karşımıza çıkar:
“Bembeyaz pamuk tarlaları göz alabildiğine uzanıyor, köyleri şehre bağlayan tozlu yollarda kütlü denilen, tohumlu pamuk hararları yüklü Doçlar, Şevroleler, Fordlar, yağsız tekerleklerinin gıcırtısı aydınlık geceyi dolduran öküz, camız arabaları, İnegöl çift atlıları, yüklü deve dizileri şehre akıyor”, Orhan Kemal Cemile’nin ücretli hayat hikayesine böyle başlıyordu. Pamuk tarlalarının arasından geçerek şehre girilir, asfalt yola çıkmadan önce pamuk balyaları taşıyan kamyonların tozu dumanı arasından geçip Çarşı’ya vardığımızda da bizi toptancılar, perakendeciler, fabrikadan top top çıkan bezleri, pamukluları, bekar çamaşırı, don gömlek tezgahlarıyla iç içe dükkanlar karşılar. Gerek Türk gerekse dünya edebiyatı içinde önemli bir yeri olduğunu sandığım Bereketli Topraklar Üzerinde adlı romanını “Orta Anadolu’nun seksen evlik köylerinden Ç. Köyünün erkekleri o yıl da çalışmak için çeşitli iş bölgelerine dağıldılar: Sekizi onu Kayseri Dokuma fabrikasına gitti, dördü beşi Sivas Çimento fabrikası, Cer atölyesine. İçlerinden üçü de Çukurovanın yolunu tuttu” cümlesiyle açar, ilerleyen sayfalarda da pamuk toplamaya giden mevsimlik tarım işçilerinin yaşam ve çalışma koşullarını anlatır: “Pek pek birkaç hafta sonra ‘Urumdan Şamdan çekilip çekilip gelen ırgat kafilelerinin akını başlar. Binlerce kadın, erkek, çoluk çocuk, genç, yaşlı, paramparça üstbaşlarıyla pis pis kokarak, Ötegeçe’deki mezarlığa yığılırlar. Kıçı çıplak çocuklar mezar taşlarına inip biner, tevekkül içindeki kadınlar, Taşköprü’nün bu geçesindeki ırgat pazarından iş ve ekmeğin sevinciyle gelecek erkeklerini beklerler. Kul acımaz bunlara, Allah acımaz. Allahın unuttuğu insanlardır bunlar! Peygamberler kitaplar dolusu sabır, tevekkül, kanaat getirmişlerdir bunlara. Hiçbir işe yaramayacak olan sabır, tevekkül, kanaat!”
Tarım işçileri, yer yer muhacir fabrika işçileri, köyden kente göç Orhan Kemal edebiyatının toplumsal arka planını oluşturur. Burada iki şehir öne çıkar, biri pamuk ekimine açılan Adana, öbürü de İstanbul. Türk edebiyatında işçileşme, mevsimlik tarım işçileri ne Bursa’da ne de İzmir’de yeşermemiş, yeşermişse bile tutunamamış, Adana Çukurova’da ve Orhan Kemal’in kaleminde dile getirilen bu işçileşme olgusu Türkiye’de pamuğun hikayesi ile doğrudan ilgilidir.
Bursa hem başkentlik yapmış bir tarihe, hem de ticari canlılığın bulunduğu coğrafi stratejik bir konuma sahipti. Dahası Osmanlı payitahtına olan yakınlığı dolayısı ile büyük mali çevrelerin de merkezindeydi. Osmanlı devletine ve İstanbul bankerlerine ticaret kredileri veren servet sahiplerinden, vergi gelirlerini toplayan mültezimlere kadar geniş bir girişimci sınıf bulunmaktaydı. Önemli ticaret ve ulaşım yollarının kesiştiği noktada konumlanan Bursa, kuzeyinde İran’a uzanan yol ile batı ve kuzeyde yer alan transit yolunun ortasında bulunuyordu. Bu özellikler, 15. yüzyıl ortalarında o zamanki İstanbul’un hem rakibi hem de tamamlayıcısı olan Bursa’nın Osmanlı yapısı içindeki yeri ve önemini yeterince açıklamaktadır (Reyhan, 2008; 10). 15. yüzyıldan başlayarak, ipek dokumacılığı Osmanlı İmparatorluğu’nun her döneminde oldukça gelişmiş bir düzey tutturabilmiş, tacirlerin Avrupa’ya lüks mallar ihraç ettiği ve 19. yüzyılda ipek böcekçiliği ve ipek eğirmede yeni teknolojik ve bilimsel gelişmeleri kendi üretimlerine uyarlamanın eşiğine gelip 1861-62 yıllarında Suphi Bey yönetiminde Erkan-ı Harbiye’den bir grup mesahacı (ölçümcü) tarafından hazırlanan haritalarda Bursa’nın en çarpıcı özelliğinin tıpkı kamu yapılarına yada dini yapılara gösterilen dikkate eşdeğer bir özenle şehrin belli kısımlarını kapsayan fabrikaları belirtme ihtiyacı duymasına, fabrika (imalathane) üretiminin Bursa’yı öbür Anadolu şehirlerinin yanında bir fenomen haline getirmesine (Bisharar, 2008; 173-186) karşın işçileşme olgusu bağlamında Bursa edebiyata dahil olmamıştır; 18. yüzyıl sonu ila 19. yüzyılda gökten zembille düşer gibi hızla yükselişe geçen İzmir de.
19. yüzyılda Türkiye’nin dış ticareti beş önemli liman şehri aracılığıyla yürüyordu. İstanbul en büyük ithalat limanıydı. Trabzon, Rusya ve İran’a olan transit ticaretiyle uğraşıyor, Beyrut ise daha çok ihracata dönük bir görünüm arzediyordu. Selanik ve İzmir hem ithalat hem de ihracat ile uğraşan gelişmiş, dış ticaret merkezleriydi. Uygun bir limana sahip olması ve çok zengin bir hinterlandın tek çıkış özelliğini taşıması dolayısıyla İzmir, Türkiye’nin dış ticaretinde en önemli yeri almıştı. Uzun yıllar Türklerin sayısı şehir nüfusunun üçte birini geçmediği için imparatorluk halkı tarafından “Gavur İzmir” adıyla anılan bu güzel şehrimizde Rum, Ermeni ve Yahudiler ekonomik bakımdan son derece güçlüydüler. Küçük ticaret ve sanayi, bankacılık ve kıyı ticareti hemen hemen tümüyle onların elindeydi. Özetleyin canalıcı birçok ekonomik faaliyete gayrimüslimler hakimdi (Kurmuş, 1982; 18-27).
1930’lu yıllarda Ege Bölgesi, uluslararası pazar için ihtisaslaşmış tarımsal üretim yapma aşamasına ulaşmış, az sayıdaki yörelerden biridir. Ülkenin tarımsal İzmir Limanı ise bu üretimin ihraç edildiği yerdir. İzmir’de ihracat Kurtuluş Savaşı’na kadar, hemen hemen tamamıyla yabancı şirketlerin, levantenlerin yada gayrimüslim Osmanlı tüccarlarının elindedir. İttihat ve Terakki döneminde milli tüccar yaratmak için izlenen politikalar dahi bu ihracatın denetiminin Türk tüccarın eline geçmesi için yeterli olamamıştır. Kurtuluş Savaşı sonrasındaki büyük nüfus değişimleri bile bu konuda yeterli olmamıştır. Türk tüccarların Avrupa pazarına doğrudan girecek bir güce ulaşamadığı, Kurtuluş Savaşı sonrasında Türkiye’den ayrılan azınlık tüccarların pek çoğunun Trieste gibi serbest limanlara yerleştikleri, buradaki serbest liman olanaklarından yararlanarak Türkiye’nin Avrupa’ya ihracatını denetlediklerini görüyoruz (Tekeli-İlkin, 2004; 240-242). Bu durumun sakıncaları ekonomik buhran döneminde daha açık seçik hale gelir; siyasal gündemde çok önemli bir yet tutar, devlet yeni düzen arayışı içindedir.
Bu peşrevi bitiriyorum: Orhan Kemal bir rastlantı sonucu ortaya çıkmıştı, doğru; eğer Orhan Kemal İzmir’de doğup yetişseydi Türk edebiyatında bir Orhan Kemal çıkmayacaktı. Aynı dönemde İzmir-Aydın bölgesinde Orhan Kemal’in inatla muhalif durduğu DP’nin başkanı Türkiye’de iktidar doğanlar: Erguvaniler mensubu Adnan Menderes çıktı.
*
Gelişmiş bir ipekçiliğe sahip Bursa pamuğa hiç yanaşmaz. III. Selim 1812’de 600 dokuma tezgahı çalıştıran büyük bir basma pamuk fabrikası kurmuş, fakat 1841’de yalnızca 41 dokuma tezgahı kalmıştır. İngiliz Büyükelçiliği’nde papaz olan R. Walsh’ın anlattıklarına göre Üsküdar’daki pamuk fabrikasında Manchester’deki fabrikada çalışanlardan daha usta görünen birkaç yüz işçi istihdam edilmiştir. 1827’den sonra Eyüp semtindeki Taşlıkburun’da bir pamuk iplik fabrikası (iplikhane) kurulmuştur. Çalıştırmak için katırlardan yararlanılmıştır (Karpat, 484-485). Ne var ki İstanbul’da pamuğun ömrü çok uzun sürmemiştir. Batı Anadolu tarımında kapitalist ilişkilerin, eşdeyişiyle pazar için üretimin gelişmesi ve tarımda ücretli işçilerin ortaya çıkması süreçlerini inceleyen Orhan Kurmuş İngiltere’nin kendi hammadde gereksinimlerini karşılamak için teşvik ettiği ürünlere en güzel örnek olarak pamuğu gösterir. Yeni pamuk üretim alanları bulmak için faaliyete geçen İngiliz kapitalistleri 1857’de Manchester Pamuk Alım Birliği’nin kurulmasıyla pamuklu endüstrinin hem Amerikan pamuğuna bağımlılığı kıracak hem de hissedilen pamuk kıtlığının üstesinden gelmek için Hindistan’da ve Türkiye’de pamuk yetiştirilmesini teşvik ettiler.
18. yüzyılda Türkiye, İngiliz pamuklu sanayiinin güvenilir bir hammadde kaynağı olmuş, uzun yıllar İngiltere’ye düzenli olarak pamuk ihraç etmişti. 19. yüzyıl başlarında İzmir’den pamuk ihracı, Amerikan pamuğunun hem kaliteli hem de daha ucuz olması nedeniyle azalır. Aydın Demiryolu’nun yapılması ile demiryoluna yakın bölgeler pamuk üretiminin en çok yaygınlaştığı bölgeler olur. Öyle ki, geniş bir alana yayılan pamuk üretimi, tahıl ihtiyacını olumsuz yönde etkileyeceği kaygılarını doğurur. 1870’de hepsi de demiryolu üzerinde bulunan kentlerde 700’ün üzerinde çırçır makinesinin kullanıldığı buhar gücüyle çalışan 34 fabrika kurulur. Küçük ölçekte de olsa bir sanayiin gelişmesine yol açan pamuk üretimi, aynı zamanda, kapitalizmin gelişmesini kolaylaştıran ve hızlandıran bankacılık ve sigortacılık gibi kapitalist kurumların ortaya çıkmasını sağlar. Pamuk üretimini yaygınlaştırma çabaları yalnız Batı Anadolu’da değil, Selanik, Adana, Mersin, Suriye kıyıları ve Doğu Anadolu’da da görülüyordu. Fakat bu bölgelerin hiçbirinde İzmir bölgesinde elde edilen başarı sağlanamadı. Pamuk yetiştirmek için en elverişli topraklara sahip Çukurova’da 1880’lere kadar pek büyük gelişmeler olmadı (Kurmuş, 1982; 59-72). 19. yüzyıl sonlarında düşüşe geçen Batı Anadolu’ya göre Çukurova’da, geç başlayan kapitalist tarım çok daha hızlı gelişti. Neden?
1800’lerin başında 5.000 civarında olan Adana’nın nüfusu, 1831 yılında 15.464’e (3.926’sı gayrimüslim), 6.000 civarında olan Tarsus’un nüfusu 15.710’a (902’si gayrimüslim) yükselmiştir. Aynı yıl yakın vilayetler ile önemli merkezlerden olan Aydın’ın 112.723, Kastamonu’nun 121.483, Kayseri’nin 54.866, Konya’nın 57.724, Niğde’nin 59. 138, Trabzon’un 136.552, Selanik’in 94.701 nüfusuna göre bölgedeki her iki merkezin de nüfus açısından oldukça zayıf kaldığı görülmektedir. Bölgeye yakın merkezler daha gelişmiş yerler olarak Halep ve İzmir ile ticaret yapmayı tercih etmektedir. Bu nedenle, Adana ve Tarsus önemli bir ticaret merkezine dönüşememekte, Halep ve İzmir arasında sıkışmaktadır. Çukurova bölgesinin Halep, Şam, Antep, Maraş gibi dokumacılığın geliştiği merkezlere yakınlığı nedeniyle 19. yüzyılın sonuna kadar dokuma sektöründe sanayileşme yönünde bir gereksinim duymadığı anlaşılmaktadır. Gereksinimler açısından ne iç pazar ne de dış pazar baskısı ile karşılaşan Çukurova bölgesi sanayileşme yönünde önemli bir çaba göstermediği, bu nedenle de tezgâh sayısı ve üretim açısından köklü bir değişiklik meydana gelmediği anlaşılmaktadır (Akkaya, 1998; 145-146).
20. yüzyılın başlarına gelindiğinde, İstanbul ve çevresiyle birlikte ülkenin başlıca sanayi bölgesini oluşturan Ege bölgesi Kurtuluş Savaşı’nda en büyük yıkımı yaşamıştır. En çok etkilenen merkezler İzmir, Aydın ve Bursa’dır. İzmir’de Halıcılık kapasitesi yarı yarıya inmiş ve zeytinyağı ile sabun üretimi de çok düşmüştür. Bursa’da ipek sanayii hızlı bir gerileme içine girmiştir: 1914’te 6 milyon kilo olan koza üretimi, 1925’te 780.000 kiloya düşmüştür. Aynı süre zarfında iplik imalathanelerinin sayısı da 41’den 12’ye inmiştir. Bursa’da ipek sanayiinin gerilemesi aynı zamanda işgücünün azalmasına da bağlıdır ve bu, sanayinin önündeki genel bir sorundur. 1912’den 1922’ye kadar nerdeyse kesintisiz süren savaşlardaki insan kayıplarının yanı sıra, 1923 sonrası nüfus mübadelesini de unutmamak gerekir: Bir milyondan fazla Rum Anadolu’yu terk etmiştir. Gidenler zanaatkârlar, işçiler, küçük patronlardır. Makedonya yada Trakya’dan gelen Türkler ne aynı teşebbüs ruhuna ne de aynı vasıflara sahiptir. Bu nedenle nüfus mübadelesi bazı bölgelerin ekonomisini değiştirmiştir. Bursa ovasında, ipek sanayii gerilerken, tütün ekimi gelişir, çünkü bu bölgeye yerleştirilenler tütüncülükte uzmanlaşmış Trakya Türkleridir. Bütününde nüfus mübadelesinin Türk nüfusunun tarımsal niteliğini artırdığı ve bunun da tam sanayileşme kalkışması dönemine denk geldiği söylenebilir (Georgeon, 2008; 191-192).
İngiltere endüstrileşmeye başlayan ilk ülkeydi; 1780’lerden başlayarak dokuma endüstrisi sürekleyici sektör olmuştu. Max Weber’e göre endüstrinin ritimleri, Batı’nın tüm maddi geçmişine egemen olmuştu. Batı sırasıyla, bir keten çağına, bir yün çağına, sonra bir pamuk çağına –daha doğrusu 18. yüzyılda bir pamuk çılgınlığına- tanık olmuştur. İngiltere hem kendi, hem de Avrupa ve Avrupa dışı piyasalar için, Hind’deki kendi ticari işletmelerinden pamuklu kumaşlar (Hindliler) ithal etti. Bu kumaşların başarısı, İngiliz manifaktürleri tarafından taklit edilmelerine yol açacaktır. Teknik iyileştirmelerden teşvik gören pamuklu endüstrisi, ara vermeden büyüyecektir. Kelimenin dar anlamında fabrikaları geliştirecek olan pamuktur. Hindler, Afrika, Amerika ticaretine, buna bağlı olarak zenci köle trafiğine bağlanan pamuk, büyük sömürgecilik limanlarına veya bunların çevresine (Liverpool, Glaskow) yerleşir (Braudel, 2001; 420, 423).
1750’den sonra dünya ekonomisindeki büyük genişlemenin başlamasıyla beraber, pamuğa ve daha sınırlı bir düzeyde buğdaya dönük talep toparlandı. Sulama ve tesviyenin yanı sıra büyük ölçekli ekim için geniş arazi gerektiren pamuğun karşı konulmaz ilerleyişi, alçak arazilerin işlenmesinde bir tersine dönüşün ilk işaretlerini verdi. Her iki koşula uygun alçak arazilerin kaderinde ihmalden hafif ilgiye doğru bir tersine dönüş yaşandı. Alçak arazileri iskâna açma sürecinin sağlamlığını ve kalıcılığını kesinleştiren şey, Küçük Buz Çağı’nın başlamasıyla 1550’lerde devreye girmiş olan büyük döngünün 1870’lerde sona erişiyle birlikte tamamlanmasıydı. Alçak arazilerin talihindeki dönüş, alçak ovaların ekonomik diriliğini geri getirmeye hizmet eden ikinci teşvik unsuru Britanya’nın 1815’ten sonra üstünlüğü ele geçirişiyle birlikte dünya ekonomisindeki işbölümünü yeniden şekillendiren yeni hegomonya döngüsünün başlaması oldu. Akdeniz bu gelişmenin dışında kalmadı. Daha alçak kesimlere dönerek yerleşme süreci ıslah edilmiş araziler ile çorak topraklar üzerinde mülkiyet hakları sağlayan ve böylece ovaları toprak sahibi olmak isteyenlerin akınına açan 1858 tarihli Osmanlı Arazi Kanunnamesi’nin çıkarılmasının ardından hız kazandı (Tabak, 2010; 32-33).
18. yüzyılda Avrupa’yı pamuklu tutkusu sarar. Hindistan’dan ithalat yetmez olur. İplik eğirme ve dokuma makineleri icat eden İngiltere, işe el atar: Gereksindiği hammaddeyi ona Amerika sağlayacaktır. Hasat için kol gücüne ihtiyaç vardır. Sanayileşme ve kölelik el ele ilerler. Manchester ve yöresi fabrikalarla dolarken Liverpool, bir süreliğine, köle ticaretinin merkezi olur. Yüzyıl sonra, Amerika Birleşik Devletleri bağımsızlığını kazanmasına karşın eski anavatana pamuk sağlamayı sürdürür, ne var ki iç savaşın patlak vermesiyle Britanya dokuma tezgahlarını kimin besleyeceği sorunu baş gösterir. Londra, iki sömürgesine, Mısır ve Hindistan’a yönelir. 19. yüzyılın sonundan itibaren gezegen pamuk tarlaları ve fabrikalarıyla kaplanmıştır (Orsenna, 2008; 14-15). Kapitalizmin ve Sanayi Devrimi’nin gelişiminde önemli yer tutan tekstil sanayiinde İngiltere Amerikan pamuğuna bağımlıydı. İngiliz sanayiciler, daha Amerikan İç Savaşı (1861-1865) başlamadan bu pazar bağımlılıklarına alternatif aramaya başlamışlardı. 1857 yılında kurulan Manchester Pamuk Alım Birliği (Manchester Cotton Supply Association) Hindistan ve Türkiye’yi pamuk yetiştirilmesi için uygun ülkeler olarak görmeye başlamıştı.
Osmanlı pamuk ipliği ve pamuklu kumaş üreticileri, yüzyıllarca hammadde sıkıntısı çekmemiş, bol miktarda ham pamuk bulmuştu. Güney Arabistan, Mezopotamya, Kuzey Filistin, Kuzey Suriye ve Adana bölgesi, Ege kıyıları, Teselya Ovası, Makedonya’nın Zekhua ve Serez bölgeleri Haçlı Seferleri’nden beri önemli pamuk üretim merkezleriydi. 19. yüzyılın ikinci yarısından itibaren, Osmanlı dünyasında, uzakta yaşanan gelişmelerin sonucu olarak, pamuklu kumaş dokumasına ve pamuk üretimine ağırlık verilmeye başlandı. Osmanlı üst sınıfları arasında, ipekli ve tiftik yerine, pamuklu dokumalar tercih edilir oldu. Kentli elit kesimlerde pamuklu kumaş tüketiminde artış görülürken bütün cemaatler arasında “geleneksel” giysileri giymek yaygın bir alışkanlık olarak varlığını sürdürüyordu.
Tanzimat reformlarından önce, kanunlar, çeşitli mesleki ve dini cemaatlere mensup kişilerin ve Osmanlı askeri ve sivil hiyerarşisinde yer alanların giydikleri ve taktıkları giysiler Osmanlı tekstil imalatçılarına yabancı rakipleri karşısında kısmi bir korunma sağlıyordu. Giyimde Batı modalarının benimsenmesi, ürün tercihlerindeki bu değişimlerle aynı zamanda gerçekleşiyordu. Osmanlı İmparatorluğu’nun pamuk ipliği ve pamuk dokuma ithalatı 25 ila 50 kat arttı. 18. yüzyılın sonlarında Osmanlı pamuk ipliği üreticileri ülke pazarına genel olarak hakimdiler; iç pazarda ağırlıklı bir yere sahip olmak bir yana, ülke dışına da iplik satıyorlardı. 19. yüzyıl başlarında, Hint ve Osmanlı ipliklerinin yerini İngiliz iplikleri almaya başladı ve ithalat piyasasının neredeyse tamamına hakim oldu (Quataert, 2008; 59-63).
Amerikan iç savaşı nedeniyle pamuk sıkıntısı çeken İngiliz fabrikatörler, Türkiye’den pamuk getirtilmesini düşünmüşler; Türkiye’de pamuk yetiştirmek ve pamuk cinsini ıslah etmek yolunda Osmanlı Devleti’ni tedbirler almaya zorlamışlardı. Türkiye’de büyük kapitalist çiftliklere rastlanmıyordu. Yabancılar, sömürge tipi kapitalist çiftlikler kurmak yerine, ürünlerin ticaretiyle yetinmişler; pamuk gibi bazı ihtiyaç duydukları ürünlerin yetiştirilmesini teşvik etmişlerdi. Türk gazetelerinde yayınlar yaptırmışlar, çiftçiye parasız tohum vererek, ucuz araç gereç sağlayarak, ekim usullerini öğreterek pamuk tarımını geliştirmeye çalışmışlardır. Almanlar da pamuk tarımına ilgisiz kalmamışlardı. Kapitalist ülkeler kervanına sonradan katılan Almanlar dünyayı paylaşma yarışına geç katılmaları sonucunda dünyada paylaşılacak pek az yer kalmıştı. Almanya “Bağdat Demiryolu Hattı” projesi ile Anadolu ve Mezopotamya’yı bir Alman kolonisi haline getirmeyi umacaktır.
İşte tam bu dönemde Avusturyalı Kotschy, 1862 tarihli Kıbrıs ve Küçük Asya’ya Seyahat adındaki yolculuk günlüğünde “Kilikya” başlığı altında Çukurova’ya geniş yer ayırır. Ovanın doğal yapısının, sulama olanaklarıyla birlikte toprağın artan değerinin; nehir, kanal ve limanlarının; Suriye ile küçük Asya arasında bulunmasının büyük bir tarım olanağı ve zenginlik yarattığını; bu eşsiz özellikleriyle çatışma ve yıkım alanı olmaya da aday bu bölgenin merkezi konumda olup köprü görevi gördüğünü ve en önemlisi darı ve pamuk için ana pazar rolünü (Gümüş, 2007; 74-75) üstlenebileceğini kaydeder.
Tanzimat reformları Çukurova’da 1860’larda etkisini göstermeye başladı. 1862’de pamuk üretimine destek verilir; beş yıl süresince Adana ve çevresi vergi muafiyeti ve bedava pamuk tohumu gibi tedbirlerden yararlanır. Göç politikaları işgücü sorununa yönelik olarak düzenlenir; ilk Müslüman muhacir grupları Kırım Savaşı’nın ardından bölgeye sevk edilir. Çerkez ağırlıklı ikinci Müslüman muhacir dalgası pamuk teşviki uyarınca 1862-1863’ten sonra bu bölgeye yönlendirilir. 1864’te pamuk üreticileri için düşük faizli kredi ve ödeme ertelemesi sağlanır. Dahası 1867’de Adana Halep’ten ayrılıp yeni bir eyalet olarak kurulur. Mutasarrıf tarafından değil, bir vali tarafından yönetilmeye başlanan Çukurova bölgesinin merkezi Adana olur. Böylesi yapısal değişimler ve uzun süreçler sonunda, ancak 1880’lerde pamuk üretiminin artması ve yayılmasıyla bölge biçimlenmeye başladı. Bu yeni bölgesel yapılanma, nüfusunun neredeyse tamamının Suriye, Beyrut, Kıbrıs, Ege adaları ve İç Anadolu’dan göçmüş topluluklardan oluşan yeni bir liman şehri Mersin’i de içeriyordu (Toksöz, 2009; 79-80).
Tahıl başta olmak üzere, üzüm, tütün ve ipeğin sahip olduğu ekonomik öneme sahip olmasa da, pamuk Abdülhamid döneminde Osmanlı İmparatorluğu’nun önde gelen figürleri arasına katıldı. Bir adım öncesinde ise, imparatorluğun ekonomik liberalleşmesi ve dünya ekonomisine eklemlenmesi sonucunda ortaya bir ticari-endüstriyel Müslüman orta sınıf çıkmadığı için Babıali, bürokratların biçimlendirmekte olduğu yeni devlete tamamen bağlı olacak yeni bir sınıf yaratmak amacıyla toprak sahiplerine yöneldi. 1858’de yürürlüğe giren Arazi Kanunnamesi ile toprağın özel mülkiyete geçişi açısından önemli bir adım atılmıştı. Fakat 1870’lerin sonlarına kadar Çukurova’da etkisini göstermedi; kadastrolaşmanın ve tapu almanın topraklar ticari olarak değer kazanana ve ekilebilir duruma gelene kadar hiçbir önemi yoktu. Bu toprak kanununun amaçlarından biri de aşiretleri yerleşik düzene geçirmekti. Toprak ağalarından çoğu, köylülerini ortakçı olarak çalıştırıyorlar, bu da, toprağı işlemede yeniliklere olanak tanımıyordu. Yine de bu toprak ağalarından bir kısmı kapitalist çiftçilere dönüşerek tütün ve pamuk gibi para eden ürünler yetiştirmeye başladılar. Amerikan İç Savaşı sırasında ve sonrasında Avrupa piyasasında ürettikleri pamuğa rağbet artınca zenginleştiler. Bunlar, 20. yüzyılda, 1908 Meşrutiyet Devrimi sonrasında ortaya çıkan yeni orta sınıfı oluşturdular (Ahmad, 2007a; 39-40).
19. yüzyılın ikinci yarısında ulaşım maliyetlerini azaltan demiryollarının yapılması, pamuk tarımını geliştirme ve yaygınlaştırmayı amaçlayan yabancı sermayeli şirketlerin kurulması, ihracatçıların, satın aldıkları pamuğun temiz ve balyaların standart ölçülere göre sıkıştırılıp bağlanmasını şart koşmaları üzerine çırçır fabrikaları ve hidrolik presleme tesislerinin açılmaya başlaması gibi gelişmeler kapitalizme özgü hareket yasalarının (maliyet tasarrufuyla değişim değerinin maksimizasyonu, uzmanlaşma ve yenilikler yoluyla üretkenliğin arttırılması gibi) Osmanlı tarımında da işlemeye başladığının (Kaygalak, 2008; 58) birer göstergesi olarak görülebilir. Çukurova’ya pamuğu ve tarımda modernleşme fikrini sokan Kavalalı İbrahim Paşa’ydı. Suriye, Mısır ve Kıbrıs’tan pamuk ekiminde usta olan işçiler, işçi kıtlığı nedeniyle “amele” olarak çalışacak fellahlar getirilir.
Orta Doğu, Avrupa Endüstrisi için hammadde sağlayan ve önemli bir el yapımı mallar üreten bir ‘plantasyon (fidanlık/sömürge) ekonomisi’ olarak Avrupa ticaret sistemine eklenecektir. Örneğin tüm Mısır ekonomisi, Lancashire imalathaneleri için sulak topraklar üzerinde yüksek kalitede yoğun pamuk ekimine adapte edildi. Bunun sonucu, farklı sosyal grupların göreli gücü ve zenginliğinde meydana gelen bir değişim oldu. Eski Müslüman tüccar sınıfı ve zanaatkârlar, makine yapımı mallara karşı rekabet etmekle yüz yüze kalınca çöktüler. Avrupa’ya yönelik ihracat-ithalat ticaretiyle geçimini sağlayan yeni bir tüccar tipi doğdu; bu yeni tip tüccarlar, alt düzeyde esasen doğulu Hıristiyan veya Yahudilerden, üst düzeyde ise büyük oranda Avrupalılardan müteşekkildi (Hourani, 2006; 113).
Alan R. Richards, on dokuzuncu yüzyılda Mısır örneğinde ilkel birikimi araştırmış ve şu sonuca varmıştır: Mısır’da ilkel birikim, ülkenin kapitalist dünya sistemine eklemlenmesine bağlı kalmıştır. Kapitalizm Mısır’a pamuk üretimi ile girmiştir. Mehmet Ali Paşa’nın bu süreçte buğdayın aksine pamuğu seçmesinde, merkez ve yarı-çevre sistemindeki gelişmelerin yanı sıra, Mısır’ı dünya kapitalist sistemine dahil etmek amacı temel etkendir. Bunun sonucunda köylülerin büyük bir kısmı mülklerini ve toprakları üzerindeki haklarını kaybetmiş ve sonrasında topraklarını terk etmişlerdir. Yaşanan gelişmeler “zora dayalı yada ücretli emek”in pazara yönelmesi anlamını taşımakta, en azından kısmen de olsa önünü açmaktadır. Orhan Kurmuş da, Türk pamuğunda görülen patlamanın Osmanlı ekonomisinin kapitalist dünya ile bütünleşmesinin başlangıcı ya da en azından bir evresi olduğuna ve bu konunun tartışılması gerektiğine dair uyarıda bulunur. Makalesinde, İmparatorluğun pamuk yetiştirilen bölgelerindeki artışta Amerikan İç Savaşı’nın dünya pazarından pamuk talebini ve Manchester Pamuk Tedarik Ortaklığı’nın etkilerini vurgular. Aydın-Denizli ağırlıklı Ege bölgesinde 1863’te 480.000 hektar olan pamuk alanı 1864’ de 1. 145.000 hektara; Adana-Maraş-Halep bölgesinde aynı dönemde 31.000 hektardan 745.000 hektara çıkar. Susam ve pirinç üreticileri de bu ürünlerden vazgeçip pamuk tarımına yönelirler (Reyhan, 2008; 75-76).
Balkanlardaki ticari çiftlikler, Mısır’daki büyük pamuk işletmeleri, Batı Anadolu’daki küçük meta üretimi 19. yüzyıl başlarında Osmanlı’nın tanık olduğu “periferi”leşme tarzlarıdır. Bu süreçte emeğin organizasyonunda da değişimlere tanık olunur: kendi toprağında çalışan aile birimlerinden ortakçılığa, kapitalist çiftliklerdeki ücretli emeğe uzanan farklı biçimler gözlemlenir (Keyder, 1983; 138-139). Ne var ki, daha 16. yüzyılda iç talep sonucunda oluşan ticari üretim, köylü aile işletmelerini çökertmediği gibi 19. yüzyılda dünya kapitalist sisteminin çevresine eklemlenen Osmanlı İmparatorluğu’nda, özellikle Anadolu’da hâlâ küçük köylü üretimi ağır basmaktadır. Avrupa’nın artan pamuk talebini karşılamaya yönelik girişimler köylü üretim örgütlenişinden ücretli çalışmanın başat olacağı bir çalışma ilişkilerine evrilmemiştir. Osmanlı hükümeti buna direnmiştir.
Büyük çiftliklerin sayısı 16. yüzyıla göre belki daha fazlaydı, ama bunlar milyonlarca küçük işletme arasında boğulmuşlardı. Daha da önemlisi, toprakların çitlenerek az sayıda elde toplanmamış olması, ücretli işçiliği veya boğaz tokluğuna çalışmayı kabul edecek mülksüzleşmiş bir köylülüğün mevcut olmaması demekti. Dolayısıyla kapitalist tarıma veya plantasyonlara elverişli şartlar yoktu. Köylünün elinden toprağı alınamadığı veya yeni topraklar üzerinde üretim yapılabildiği sürece hem ücretli işçi hem de ortakçı kıtlığı olacak; Mora’da boş arazide üretim yapacak ortakçı köylülerin getirilmesi örneğinde olduğu gibi, Batı Anadolu’da ihracata yönelik kapitalist çiftlikler kurmayı deneyen müstakbel kolonyalistlerin teşebbüsü buna bir örnek olarak verilebilir. Bu müteşebbisler işleyecek toprağı kolayca bulabildiler; ama işçiler yüksek ücret istiyorlar, kendilerini işe uzun süreyle bağlayamıyorlardı. Genellikle güvenilir değillerdi (Keyder, 1990; 21). Görece toprak bolluğu, daha da önemlisi emek kıtlığı nedeniyle ücretli emeğin işçisi olmaya aday, kendi küçük üretim birimlerinden kopmayan kitle kapitalist sömürü ve çalışma ilişkilerinin yerleşmesini güçleştiriyordu.
Türkiye’de pamuğun hikayesi Amerikan İç Savaşı sırasında, Avrupa’ya ham pamuk arzının kesilip pamuk fiyatlarının o güne dek görülmemiş oranda artmasıyla başlar. Avrupalı imalatçılar değişik tedarik kaynakları bulmak için çılgınca bir arayışa girdiler. Gözlerini Osmanlı İmparatorluğu’na, bugün yaygınlaşan yanlış bir adlandırmayla Ortadoğu’ya diktiler, bu bölgede pamuğun geliştirilmesini etkin bir biçimde desteklediler. Avrupalı güçler pamuk üretimini kolonilerde gerçekleştirmeye çalıştılarsa da, pamuk tam anlamıyla tropik bir ürün değildi ve Anadolu’nun belli bir bölümü geleceğin pamuk üretimi alanı olarak öne çıkıyordu. Bu ürün Anadolu’da sadece İzmir bölgesi ve Adana ovasında önemli miktarda ekiliyordu. Sultan Abdülaziz hükümeti birçok yörede bedava pamuk tohumları dağıttı, pamuk işleme makineleri için gümrük muafiyeti verdi, zirai makineler satın aldı ve pamuk üretim potansiyelini arttırmak için yollar inşa etti. Amerika’daki çarpışmaların yatışması Ortadoğu’da pamuk pazarını darmadağın etti; pamuk fiyatları normale döndü ve Amerika tekrar ana pamuk tedarikçisi olunca bu bölgede pamuğa ilgi azaldı. Abdülhamid döneminde pamuk ekimini yükseltmeye yönelik girişimler azaldı (Quataert, 2008a; 229-242). Bütünüyle yok olmadı.
1900’lerin başına gelindiğinde pamuğun hikayesi Adana ovasında, Alman Levanten Pamuk Şirketi ve Osmanlı hükümetinin siyasi atraksiyonlarınca belirlenecektir. Pamuk, ticari ve tarımsal bir meta olmanın dışında bu bölgede siyasi bir içerik de kazanacaktır. Ama nasıl?
20. yüzyıl başında Alman nüfusu 56 milyona ulaşmıştı; 1910’da 65 milyona, 1930’da 80 milyona çıkacağı hesaplanan bu nüfusun hiç olmadık bir bölümüne yeni yerleşim bölgeleri bulmak gerekiyordu. Öte yandan Siyonistler Abdülhamit ile uzlaşabilirlerse kolonizasyon planı çerçevesinde “Büyük Osmanlı-Musevi Kumpanyası” kurmayı umuyorlardı (Avcıoğlu, 1978; 147, 170). 19. yüzyıl sonlarında baskı altındaki Yahudiler kitleler halinde Rusya’nın güneyinden ve Polonya başta olmak üzere Doğu Avrupa’dan göç ediyordu. Filistin’deki Yahudi nüfus 1880’de 24.000 iken 1903’te 49.000’e, I. Dünya Savaşı sırasında ise 90.000’e ulaşmıştı. Siyonizmin kurucusu Herzl’in “Filistin’de meşru bir güvence altına alınmış bir Yahudi yerleşimi” önerisi Abdülhamid’i telaşlandırmasına, Yahudileri Kutsal Topraklar’a sızdırmama konusundaki sert tutumuna karşın Alman yetkililer arada sırada Osmanlı İmparatorluğu’ndaki Alman-Yahudi yardım derneklerine destek veriyordu. Osmanlılar, Herzl’e ve daha sonra teşkilatta onun yerini alanlara hiç güvenmemekle birlikte Fransız bankeri Baron Edmond de Rotschild’in Polonya ve Rusya’dan göç eden Yahudilerin yerleşimlerini finanse etmesine göz yumdular. Bu model yerleşimlerde yapılan çalışmalar, 1884’ten itibaren tarım uzmanlarınca sürekli denetlendi. Bunların başarıları, Osmanlı devletinin hâlâ yoksul ve gelişmemiş olan bu bölgesi için refah dolu bir gelecek umudu yaratıyordu. Baron Edmond Yahudi Kolonizasyonu Derneği’ni kurmak başta olmak üzere bağların planlanması, greyfurt yetiştirilmesi gibi birçok gelişmeyi başlattı (Palmer, 2008; 235-236).
1900’lerin hemen başında görünen manzara şuydu: “Bir, siyonizmin bayraktarlığını Almanya yapıyordu. İki, Jön türkler bir Yahudi Partisi sayılıyordu.üç, Londra, siyonizme karşıydı ve Arapları, kendi himayesine almak üzereydi” (Küçük, 2010; 215). İngiltere büyükelçisi Lowther 1910 tarihli raporunda şöyle yazacaktır: “İttihat ve Terakki Cemiyeti, iç örgüsü itibariyle Türk-Yahudi ittifakı görüntüsü vermektedir. Türkler bu ittifaka mükemmel bir askeri malzeme; Yahudiler ise yönetici beyin, teşebbüs imkanı, para ve Avrupa basınında güçlü bir destek sağlamaktadır. Oysa Jön Türk devriminden sonra, siyonist edebiyat ve yayın alanında da yansıdığı gibi, Yahudi dünyası bugün gözlerini, kendi ırklarının yerleşip bağımsız bir devlet kurmasına en elverişli topraklar saydığı, Mezopotamya’ya dikmişe benzer” (zikreden Yerasimos, 1987; 454). Abdülhamid, Herzl’in Filistini Yahudi yerleşimcilere açma talebini reddedince sonun başlangıcı iyice hızlanacaktır. İkinci Meşrutiyet’in ilanıyla iktidara geçen İttihat ve Terakki, Trablus ve Balkan Savaşları, ardından “Harbıumumi” ile Osmanlı’nın kaderi çizecek; İngiliz-Yahudi küresel emperyalizminin bu altın çağında “sadık kavim” Ermeniler feci olayların içine çekilecektir.
Siyonizm, sanıldığının tersine Yahudi dininin ezeli ve ebedi ideolojisi değildi, Avrupa ulusalcılığının bir ürünüydü ve Almanya, siyonizmi kendi kültürel yayılmacılığının bir aracı olarak görüyordu. Resmi Alman görüşünü temsil edenler, Siyonist kolonilerin Alman kültürünü ve çıkarlarını Filistin’de en iyi koruyacak ve yayacak öğeler olduğu inancındaydılar ve bunda yanılmadılar. Alman Yahudileri Filistin’e yerleştikçe Alman kültürünün ve çıkarlarının en sadık koruyucu ve yayıcıları oldular. Filistin’e başka ülkelerden Yahudilerin de göç edip yerleşmesinde en büyük rolü Alman İmparatorluğu oynamıştı (Ortaylı, 2006; 158-163). Öte yandan kendi yerli pamuk ihtiyacını karşılamak ve Anadolu’daki nüfuzunu daha da ileri götürmek arzusuyla harekete geçen Almanya, Anadolu pamuk üretimini arttırmak isteyen yabancı güçlerin lideri oldu. 1903 Bağdat Demiryolu sözleşmesiyle kurulmuş olan Deutsche Levantinische Baumvolle Gesellschaft (Alman Levanten Pamuk Şirketi) 1904 yılında Adana bölgesinde faaliyete başladı. Üreticileri eğitmek, örnek çiftlikler kurmak ve tarımsal üretimi modernize etmek amacıyla kampanyalar başlattı. Alman sermayesinin meşhur özellikleri, kolları her yere uzanan Deutsche Bank’ın yönlendirdiği Alman yatırım ağına yansımıştı. Böylesine kapsamlı bir yatırım ağının varlığı, Alman yatırımcıların, Fransız ve İngiliz ticaret şirketlerine aracılık eden yerli tüccarı atlayarak üreticilerle doğrudan ilişkiye geçmelerini sağlayacaktı. Bu şekilde Alman yatırımcıların ve temsilcilerin Müslüman köylü nüfusla doğrudan ilişki kurması muhtemeldi (Keyder, 1990; 51). Almanya’nın bölgeyle ilgisi farklı nedenlere dayanıyordu.
Almanların bir kısmı kentlerde manifaktür veya ticaretle yaşıyor, ama ülkenin geniş bölgelerinde küçük köylülük süregeliyordu. 19. yüzyılın ilk yarısında Almanya’ya bir endüstri merkezi denemezdi. Bismarck’ın genç İmparator II. Wilhelm’le çatışıp istifa etmesinden sonra dönemin consert’çi (uyumcu) Metternichvari dış politika sistemi terk edilmişti. Alman basını ve kamuoyu bu dönemde bir dünya imparatorluğu kurmak ideali etrafında şekillendi. Gözler henüz endüstrileşmeyen ve zengin kaynaklara sahip bölgelere çevrildi. Almanya okyanusları aşan bir denizaşırı ülke olamamıştı, bu nedenle Uzakdoğu’ya uzanamayacağı için el atacağı bölge olarak Ortadoğu’ya yöneldi. “İmparatorluğu fiziki olarak parçalamak isteyen İngiltere, Fransa ve Rusya karşısında, tarihinin son sayfaları yazılan Osmanlı İmparatorluğu’nun paniğe kapılması ve Almanya’ya kapılarını açması kaçınılmaz görünüyordu” (Ortaylı, 2006; 47). Almanya, Anadolu ve Orta-Doğu’daki elverişli durumunu çoktan elinden kaçırdığının farkındaydı. İttihat ve Terakki Cemiyeti’nin askeri kanadı ise, Osmanlı İmparatorluğu’nun yakın bir gelecekte paylaşılmasının önüne geçilmez olduğunu görüyordu. Dolayısıyla bu iki unsurun çıkarları örtüşüyor ve Alman emperyalizmi ile Osmanlı ordusunun Enver Paşa tarafından temsil edilen en mücadeleci kanadı birbirine yakınlaşıyordu (Yerasimos, 1987; 469-470).
Bu dönemde Türkiye, Almanya’nın söz sahibi olduğu bir ülkeydi; Adana da yakinen ilgilendiği bölgelerin başında geliyordu. İngiltere büyükelçisi Lowther’in 1913 tarihli raporundan öğrendiğimize göre: “Bazı mahalli Müslüman çevrelerde sürüp giden huzursuzluk ve sızlanmaların tahliline gelince; Adana yöresinde ciddi karışıklıklar çıksaydı, Almanya’nın hiç de hoşuna gitmiyor olacaktı (...) Bağdat demiryolunun geçtiği bölgelerdeki Alman sömürgeleştirme tasarıları unutulmamıştır ve pekçok Ermeni, Adana çevresinin ‘Türkiye’nin Kiao-Çeu’su’ haline geleceğini sanmakta veya hayal etmektedir” (zikreden Yerasimos, 1987; 460).
S. Soskin 1903’te, adının altında küçük harflerle parantez içinde Sömürge İktisat Komitesi’nin yayın organı olduğunu belirten Tropenpflanzer’de yayınladığı “Ön-Asya’da Pamuğun Geleceği” adlı makalede, Alman tekstil endüstrisinin Amerikan ve Mısır pamuğuna bağımlılığını kırmak isteyen Alman yatırımcıları Ege’den çok Çukurova ve Suriye’nin kuzeyine yönlendiriyordu. “Kuzey Suriye”nin ne anlama geldiğini 1904 yılında Berlin’de yayın hayatına başlayan, tarımsal araştırmalarda uzmanlaşmış, Dünya Siyonist Organizasyonu’na bağlı Siyonist Komisyonun Filistin’i araştırma organı “Altneuland” adlı dergide O. Warburg’un üç sayıdır devam eden makalesinin başlığından anlaşılabilir: “Kuzey Suriye’de Bağdat Demiryolu Bölgesinde Pamuk-Kültürü Temelli Yahudi Kolonizasyonu”. O. Warburg’un hesaplarına göre bu bölge Anadolu’daki 8 milyonluk nüfusun üzerine 45 milyon kişiyi daha kaldırabilir. Çevredeki bütün Müslüman nüfus buraya rahatlıkla sığar, dahası “Kuzey Suriye”ye Romanya ve Rus Yahudilerinin iskanı Türkiye’nin iskan beklentileriyle çelişmez. Yeter ki Türkiye bu alanda ekonomik gelişme göstersin (Akder, 2008). Ne var ki maliyeti çok yüksek dramatik olaylar ve Almanya’nın yenilmesi ile sonuçlanan savaş sonrası gelişmeler Warburg’un Çukurova iskan tasarımı ile aynı yönde gelişmez.
Tam bu dönemde Rus Yahudisi Ber Borochov tarafından “Proleter Siyonizm” öğretisinin temelleri atılır (1881-1917). Borochov’a göre her ulus piramit biçiminde bir toplumsal katmanlaşma sistemine sahiptir: geniş bir işçiler ve köylüler tabanı üzerinde doktorlar, avukatlar, aydınlar, patronlar gibi farklı katmanlar yükselir. Yahudiler ise geniş bir serbest meslek sahipleri katmanına sahip iken çok dar bir işçi ve köylü katmanına sahip olduğu için biçimi tersine çevrilmiş bir piramit sözkonusudur. Yahudiler işçi sınıfına sahip olmamalarının yanında bir de vatansızdırlar. Yahudiliğin proleterleşmesi toprak sorununun çözümünü gerektirecektir. Borochov’a göre, “Filistin’in yerlileri” olarak adlandırdıklarının kendi öz kültürleri ve ulusal nitelikleri bulunmadığından, İsrail sosyalizminin toprağa ilişkin bu boyutu bir sömürgecilik örneği teşkil etmez (Turner; 1984;14). 1968’lere geldiğimizde de Avineri, İsrail toplumunu ve siyonist sosyalizmi karakterize edebilmek için, Ber Borochov’un “proleter siyonizmi”nin toprağa ilişkin çözüm önerisi ile Hegel’in tarihin ilerleyişi görüşünü birleştirir: Asya’daki herhangi bir toplum üzerinde Avrupa’nın denetimi ne kadar dolaysızsa, o toplumun kendi yapısını sorgulaması ve nihai olarak burjuva ve böylece de, daha sonra sosyalist topluma katılması olanağı o kadar fazladır. İsrail’deki ve işgal edilen topraklardaki Araplar azar azar olsa da geri kalmış bir köylülükten şehirli bir işçi sınıfına dönüşecektir. İsrail, modern bir ekonomik altyapıyı, demokratik bir siyasi aygıtı ve kentsel hizmetleri sağlayarak, Arap Filistin’inde çok büyük bir toplumsal ve ekonomik devrimin “zoraki ebesi” olarak hareket eder. İsrail’in yürüttüğü işgalin sonucunda ne olur peki? Arap emeği istihdamı belirgin biçimde artış gösterir; Araplar tarımda ve inşaat sektöründeki becerisiz işlerde yoğunlaşan göçmen işgücüne dönüştürülür; Bedeviler, İsrail’in turunçgil bahçelerinde ve pamuk plantasyonlarında mevsimlik ücretli işçilere dönüşür. Avineri’nin savına göre, geri kalmış Arap köylülüğünün işçi sınıfına dönüşümü, İsrail kapitalizminin evrenselci dürtülerle gündeme gelen bir modernleşme örneği olabilir. Sonuçta Arap işgücü İsrail’in endüstri yedek ordusunun bir parçasıdır ve İsrail ekonomisi de yeni bir pazarın ve ucuz emeğin nimetlerinden yararlanır (Turner, 1984; 49-54).
Türkiye’de bol bol toprak da vardı, ucuz işgücü de. Can alıcı soru, bu topraklar kimin, ücretli çalışanlar kim olacaktı?
Yükselen ticaret burjuvazisini oluşturan Selanikli dönmeler ve Museviler, çıkarları gereği Almanya ve Avusturya’ya yakındılar. İngilizler ve Fransızlar , Türkiye ile olan ekonomik ilişkilerinde genellikle Rum ve Ermenilere yaslanıyorlardı. Türkiye ile ekonomik ilişkileri hızla gelişen Almanlar ise, daha çok Yahudi ve Müslüman burjuvaziye dayanma eğilimi gösteriyordu. Selanik’te Paris ve Roma’ya yakınlak duyan kimi Yahudiler bulunmakla birlikte Yahudilerin çoğu Berlin’i tutuyordu. Gibbons, Alman emperyalizminin Türkiye’yi ele geçirme çabalarına karşın Ermenilerin büyük bir engel teşkil ettiğini düşünüyordu. Ermenilerin çoğu Fransız ve Amerikan okullarında yetişmişler; Amerika ve özellikle İngiltere ile ticari ilişki kurmuşlardı. Alman ticari ajanlarının faaliyetleri dolayısıyla başarısız kalıyordu. Rumların durumu da aynıydı. Gibbons bu nedenle, Almanların, Ermeni kırımını desteklediğini ileri sürer (Avcıoğlu, 1978; 249-250). Yüzyıllardır birlikte yaşayan iki kavim, İngiltere, Fransa ve Amerika Birleşik Devletleri’nin siyasal, ekonomik ve misyoner faaliyetleri yüzünden karşı karşıya gelmişti. “Almanya ortaya çıkan olayları şiddetle bastırmak için akıl hocalığı yaptı. Büyük Savaş’a girildiğinde durumun tamamen bu yönde geliştiği açıktır. Dramatik hale dönüşen tehcir gibi bir olayı, bu dönemde, evvelemirde Alman Genelkurmayı’nın tavsiye ettiği ve yönettiği, savaş sırasında ve sonrasında açıklanmıştır” (Ortaylı, 2006; 153-154).
İngiltere’nin yeni pamuk ekim alanları aradığı 1860’larda Adana, hem pamukla hem de Osmanlı’nın Tanzimat Paşaları ve İngiliz tüccarlarla tanışır. 1869 yılında bir İngiliz konsolosluk yazışmasında ”Earl of Clarendon’un sorduğu husus yani İngiliz girişim ve becerisinin buradaki [İstanbul –İB] olanaklardan ne kadar yararlanabileceği meselesine gelince, müsaadenizle belirtmek isterim ki, bazı İngiliz dokumalarının burada üretilmesi İngiltere’den üretilmesinden daha uygun” (Türkcan, 1984; 37) olduğunu öğreniyoruz. Fransızlar da geri durmaz 1864’te ilk çırçır fabrikalarını açarlar, daha sonra da Almanya’nın iştahı kabaracaktır. Bataklıklar, taşkınlar ve sıtma yüzünden ovanın belli kısımlarında tarım yapılabiliyordu. Tarım metodları ilkeldi. Pamuk ekimini geliştirmek için çifte kazanlar (buharlı nadas makineleri) 1881’de, harman makinesi (batoz) 1890’da, daha ilerki bir tarihte de dört ve altı öküzle çekilen nadas pullukları ile “Bergüzar” adı verilen hafif orak makinesi Adana’ya ilk kez geldi. İhracata yönelik bu pamuk üretim hamlesi Adana’da işçi ihtiyacını ortaya çıkarmış, civar illerden, köylerden işçi akını başlamıştı. Böylece o güne dek ortakçılıkla işletilen çiftliklerde kapitalizm yolunda ilk adımlar atıldı.
Adana bölgesinde, daha 1878’de ilk iplik eğirme fabrikasını kuran Mavrumati ailesi fabrikası 1890’ların ilk yarısında yaklaşık 300 işçi çalıştırıyordu. 1900’e gelindiğinde Tripani kardeşler, buhar gücüyle çalışan ikinci bir fabrikayı Adana’da kurdular. 1907’de, yine Adana’da, Cosma Simyonoğlu üçüncü iplik fabrikasını açtı. Üç fabrikada toplam çıkrık sayısı 16.000’di. Mısırlı bir Müslüman olan Rasim Dokur 1911’de Tarsus’ta yeni bir iplik fabrikası kurdu; çıkrık sayısı üç yıl içinde 10.800’e ulaştı (Quataert, 2008; 80-81). Bu fabrikalarda çalışanların çoğu, Makedonya ve Selanik’teki fabrikalarda olduğu gibi, kadın ve çocuktu. Adana’da kombine bir iplik eğirme ve dokuma tesisinde, 1907 civarında, iplik eğirme bölümünde 550 kişi çalışıyordu. Bütün bölgeye dağılmış olan çırçır atölyelerinde kadın ve çocuk emeği de yaygın olarak kullanılıyordu. Bu güneydoğu bölgesinde işgücü sıkıntısı bilhassa fazlaydı ve kombine tesis sahipleri Hacın, Zeytun ve Antep’ten Ermeni işçileri çekmek için evler inşa ediyorlardı. Kombine tesis sahibinin nihai hedefi 1500 kişi istihdam etmekti (Quataert, 2008; 87-88).
Osmanlı İmparatorluğu’nda pamuk ipliği üreten fabrikalar çok azdı ve birbirinden uzaktı. Devlet ihtiyaçlarını karşılamak üzere kurulmuş olanlar dışında, iplik fabrikaları 19. yüzyılın sonlarında kuruldu. İlk grup fabrikalar Büyük Depresyon sırasında 1870-1880’li yıllarda; ikinci grup fabrikalar ise 1896’dan sonra bambaşka koşullarda açıldı. Bu dönemde -başta İzmir, Adana, Selanik ve İstanbul olmak üzere- kurulan Osmanlı iplik fabrikaları, makineli üretimin dünya çapında yaygınlaşması sürecinin bir parçasıydı. Adana bölgesi, büyük bir işgücüne sahip olmamasına rağmen, Osmanlı İmparatorluğu’nda fabrika ipliği üretiminde ikinci sıraya yükselmişti. Pamuk hasadı için gereken işgücü, büyük ölçüde, dağlarda yaşayan göçer aşiretlerden sağlanıyordu. 1906-1914 yılları arasında Çukurova’da pamuk üretimi 50.000 balyadan 250.000 balyaya, 2,5 kat artmıştı. Her hafta, işverenler Tarsus ve Adana ırgat pazarına gidip adam buluyor, ırgat başıyla ücret pazarlığı yapıyordu (Quataert, 2008; 76-80).
Bütün ürünlerin pamuğa kurban edildiği Çukurova’da, ticaret kârının aslan payını İstanbul’daki aracılar ve buradaki yerli aracılar almaktadır. Adana ve Tarsus’taki pamuk atölyeleri Rumların elindedir ve Avrupa’dan yardım için gönderilen fonlarla Ermeniler pamuk dokumacılığında ilerleme kaydedip Avrupa pazarına girer. Avrupa sermayesinin Çukurova’ya girişi, gayrimüslimlerin de bu ekonomik ilişkide rol oynaması sonucunu doğurur. Kurulan ilk fabrikalar Avrupalılar ile gayrimüslimlere aittir (Emiroğlu, 2007; 272). “Kanlı Topraklar” adlı romanında bu tarihsel durumu şöyle dile getirir: “Tüccarlık gavurların elinde. Bütün fabrikalar Rumların, Ermenilerin, Almanların (...) Milli Mücadele’den sonra Allah Allah! Millet bir saldırdı Ermeni, Rumlardan kalan mallara, deme gitsin. Bir ticaret, bir tüccarlıktır gitti. Eskiden Osmanlı pek bir tüccarlık yapmadığı gibi, tellaklık, berberlik gibi mesleklere de girmezdi, ayıp sayılırdı” (Orhan Kemal, 2007; 92-94).
Romancı Orhan Kemal edebiyatın sınırları içinde daha ötesine gidemezken, romancı olmayan Çağlar Keyder tarihsel-toplumsal arkaplan çizer: 20. yüzyılın başında 10’dan fazla işçi çalıştıran işyerlerinin sayısı belki de 100 civarındanydı ve bunların çok büyük bir kısmı Selanik, İzmir ve İstanbul’da toplanmıştı. Belki de yüzde 90’ından fazlasının sahibi yabancı veya gayrimüslimdi. Burjuvazinin çok küçük bir bölümü imalat alanındaydı; bu küçük imalat sektörü de, sanayi işçileri de gayrimüslimlerden oluşuyordu. Müslümanlar ise küçük köylülüğü oluşturuyordu. Öte yandan imalat kesiminin imparatorluğun iktisadi yapısı içindeki rölü önemsizdi, bu nedenle de burjuva sınıfının karakterini tüccarlar belirledi. Hıristiyan burjuvazi siyasi arayışlar içine girdiğinde (özellikle 1909 sonrasında), Avrupa devletler-arası sistemi Osmanlı İmparatorluğu’nu parçalanmaya mahkum etmişti. Hıristiyan burjuvazinin yürüttüğü politika, imparatorluğun parçalanacağı öngörüsü üzerine temellendirildi (Keyder, 1990; 43-44). Kurtuluş Savaşı sırasında da, “çoğunlukla İstanbul ve İzmir’de üslenmiş bulunan kozmopolit ticaret burjuvazisi, genel olarak ulusal hareketi tutmamıştı” (Tunçay, 2006; 29). Anadolu eşrafı başlangıçta Kurtuluş Savaşı’nı destekler görünmüyordu, ama sonuçta savaş, eşrafa ve eşrafın bezgin köylü kitlesi üzerindeki nüfuzuna dayanarak yürütülmüş ve eşraf-ordu işbirliğiyle kazanılmıştı. Kurtuluş Savaşı’nın bu özelliği Cumhuriyetten sonra izlenecek yolun yönünü önemli ölçüde belirleyecekti. Önemli bir rol oynadığı kurtuluşun ardından eşraf eski toprak düzeninin tasfiyesini değil, zaferin meyvelerini yemek istiyordu. İttihat ve Terakki’nin milli iktisat politikasıyla iştahı kabaranlar da sabırsızlanıyordu (Avcıoğlu, 1978; 314-315). Kurtuluş Savaşı kazanılır kazanılmaz İstanbul tüccarları, dışında kaldığı savaşın nimetlerinden yararlanmanın yolunu arar, “Milli Türk Ticaret Birliği” kurulur. Anında “milli” ve “milliyetçi” olan tüccarlar birliğinin amacı Levantenler ile Ermeni ve Rumların ellerindeki ticari mevkileri ele geçirmek ve yabancı sermaye ile ortaklık kurmaktır. Liberalizm ve serbest rekabet şartları içinde tutunamayacağına kani olan tüccarlar liberalizm karşıtı kesilir, devletçi olur. Devlet gücünü arkasına alarak sağlayacağı imtiyazlar ile Rum ve Ermenilerin bıraktığı boşluğa yerleşmek ister; milli sanayiden değil, ithalat, ihracat ve ticaretten söz eder.
Kurtuluş Savaşı sonrası Adana’nın nüfusu etnik olarak değiştiği gibi Adana müteşebbisleri de kimlik değiştirmiştir. Rum ve Ermeniler Fransızlarla birlikte Adana’yı terk eder. Adana’daki işadamları artık Yahudiler ve Hıristiyan Araplardır, bir de Kayserililer. Sözü Orhan Kemal’e bırakalım: “Bunlar Kayseri köylülerinden her yıl Çukurova’ya yüzlerce inenlerden. Dutlu Han, Boklu Han, Saathane’nin oradaki hanlar... Bunların mekanları oralar. Ekmek peynir, ekmek turşu, ekmek helva. Ama çok tutumlu insanlardır ha, cin gibi! Neyse bu Nedim de onlardan işte. O zaman malum ya, Ermeniler, Rumlar ticareti ellerine almış, Osmanlı’yı veryansın soyuyorlar. Derken Sultan Hamit’i indiriyorlar. Meşrutiyet. İttihat ve Terakki. Milli zengin yetiştirme modası. Ardından Ermeni tehciri. Bu Nedim’in patronu çorbacı da Ermeni ya, kaçacak Türkiye’den” (Orhan Kemal, 2007; 97-98). Batı Anadolu ve Karadeniz kıyısından sonra üçüncü önemli ticari tarım bölgesi olan Çukurova’da savaştan önce Ermeni çiftçiler önemli bir role sahipti, 1915’e kadar servetleri artmıştı. Savaş sırasında Suriye’ye kaçmış olan Ermeniler 1920’de Fransızların koruması altında geri döndüklerinde yerel milislerin güçlü direnişiyle karşılaştılar. Zamanla Ermenilerin iktisadi varlıkları da Türk toprak sahiplerine, tüccarlara ve ihracatçılara devredildi (Keyder, 1990; 78). Bu el değiştirmeler yaşanmasına karşın, Adana’nın ekonomide dikkat çekici biçimde sanayi bölgesi haline gelmesinde ve uluslararası pazara yönelik sanayi ham maddesi olarak ekilen pamuk ve pamuğun yan ürünlerinin (yağ, sabun, iplik, elyaf, tekstil) Türkiye ekonomisinde önemli bir yer tutmasında herhangi sapma görülmez. Ama anlamlandırmakta zorlandığım bir olgu önüme dikiliyor Orhan Kemal’in aynı romanında:
“Zenginlik buydu. İnsan topraktan şaşmayacak, toprağa, uçsuz bucaksız toprağa sahip olacaktı. Evet, fabrika da topraktan geri kalmazdı ama, hayır toprak başkaydı. Fabrikalar, vaktiyle Ermeniler, Rumlardan kalmıştı. O devirlere yetişenler, “Nedim Ağa gibi” açıkgöz davranıp oturmuşlardı üzerine. O yağmadan hissesine düşeni alamamıştı. Ne yapacaktı? Pamuk tüccarlığı, evet ama, hayır, asıl topraktı, toprak! Koskoca Nedim Ağa gibi öteki fabrikatörler de neden toprağa heves ediyorlardı?” (Orhan Kemal, 2007; 215-216). Evet, neden?
Çukurova “zengin Ermenilerin ticari tarım amacıyla toprak satın almalarıyla birlikte 20. yüzyıl başlarında yeniden önem kazandı” (Keyder, 1990; 113). Doğan Avcıoğlu’na göre, 1913 yılında çıkan kanunla Türk toprak hukununun geleneksel esaslarına son ölüm darbesi indirilmiştir. Yeni arazi düzeninin getirdiği daha büyük bir tehlike Ömer Lütfi Barkan’ın deyimiyle, “memlekette garp kapitalizminin mümessili sıfatiyle zenginleşen ve parayı elinde tutan Rum ve Ermeni sarraflardan gelmekteydi. Toprak alış-verişinin kayıtsız şartsız serbest olduğu bir düzende, Rum ve Ermeni sermayedarlar, köylünün güçsüzlüğünden yararlanarak çok kısa sürede geniş araziler ele geçirebilirlerdi. Bu yolda bir gelişmenin başladığına da şüphe yok. XIX. yüzyılın ikinci yarısında başlayan ve Kurtuluş Savaşımıza kadar süren kanlı boğazlaşmalarda, yeni toprak düzeninin paralı Rum ve Ermenilere sağladığı olanakların yarattığı tepkinin azçok payı bulunsa gerektir. Prof. Barkan’a göre “küçük çiftçi kitlesini proletaryalaştıracak” biçimde, “bu kuvvetlerin işlerini tamamlamalarını siyasi birtakım hercümerçler” engellemiştir (Avcıoğlu, 1978; 171-172). Bu gelişmeler köylünün mülksüzleşmesini, proleterleşmesini dizginliyor.
Benim anlayamadığım, 19. yüzyıl ortalarından itibaren, Batılı anlamda olmasa da, gayrimüslimlerden oluşan bir “burjuva” kesim var idi, ki bu kesimin karakteristiği “burjuva” değil, gayritürk ve gayrimüslim olması idi –not ediyorum (-bugün itibariyle gayrimüslim değil, gayri-Müslüman olmaları karakteristiği). Biz Cumhuriyete o “burjuva”larla neden girmedik? Tasfiye ettik? Biz mi ettik? (Hem “biz” kimiz?) Neden? (Hüsamettin Tambay Albayım, sanırım bu sorunun cevabını büyük Türk düşünürü Süleyman Demirel biliyor.) Muhtemelen yeterince “burjuva” değillerdi. Tamam ama, sonrakiler yeterince “burjuva” mı idiler ki? Hayır.
Doğan Avcıoğlu, “Türkiye’nin kapitalist gelişmeyi gerçekleştiremeyişi, milli devletin yokluğu ile açıklanamaz” dedikten sonra şöyle diyor: “Osmanlı İmparatorluğu’nda, azınlıklar meselesinin bir özelliği vardır. Rumlar ve Ermeniler, Türkiye’de Avrupa’nın siyasi ve iktisadi alanlardaki tahakküm politikalarının araçları olarak kullanılmışlardır. Azınlıkların varlığı, bu anlamda, dolayı yoldan, Türkiye’nin kapitalist gelişmesini engellemiştir” (Avcıoğlu, 1978; 104). “Osmanlı’da Burjuvazinin Oluşumu” adlı çalışmamızda Ermeni katliamı ve Rum mübadelesinin kapitalist Avrupa tarihinin bir parçası olarak modernitenin ve demokrasinin gereğince gerçekleştiğine daha önce değinmiştik (Bingül, 2007a). Özetleyin: Batı kapitalizmi kendinin rakibi gördüğü ‘Osmanlı Burjuvazisini’ tasfiye etmeyi uygun gördü.
Bir ülkenin dış dünya ile kurduğu iktisadi, siyasi, tarihi vb. tüm ilişkilerinin o ülke üzerinde doğrudan etkide bulunduğunu görüyoruz. Çukurova bölgesinde vuku bulan çalışma ilişkileri ve buna bağlı olarak gelişen hayat dışsal dinamiklerin, siyasi, tarihi ve iktisadi ilişkilerin ördüğü bir bütün içinde tamamlamamız gereğinin güzel bir örneğini sunuyor.
Bu tarihte bi bit yeniği var amma... Kürsü akrobatı tarihçiler, kalemleri bağlı bu nezaket virtüözleri bunu bilmiyorlar mı? Bence eşşecim gibi biliyola, biliyola da söylemiyola. Kiraz festifallerinde halka tarih açıklanı mı be? Ben tarihçi olmadığım için, bilmiyorum. Tamam. Amma velakin, ben de yazdıkça, her şeyin yazılamayacağını, yazılsa da gazete, dergi, kitapevi müdürleri tarafından basıl(a)mayacağını öğreniyor, işinin erbabı bir dansöz gibi kalem erbabı olmak gerektiğini her geçen gün kavramam, kıvırmam gerektiğini öğretiliyorum... Ahhh, ah. Git başımdan tarih, ben sana göre değilim yazı.
1950’lerde yaşanan hareketlilik girişimciler için tamamen yeni bir boyut taşıyordu. Bugünkü Türkiye’nin en nüfuzlu sanayicilerinin çoğunun iş hayatına atıldıkları ya da asıl birikimlerini sağladıkları dönem 1950’lerdir. Önde gelen sanayi kuruluşları içinde pek azının tarihi 1950 öncesi döneme uzanır. Bugünkü sanayi burjuvazisi içinde yer alanların bazıları tarımdaki dönüşüm sayesinde birikim yapabilmişlerdi. Bu yolun örnekleri en çok Çukurova bölgesinde görülebilir. Tarıma traktör girdiğinde pamuk yetiştirilen topraklarda ortakçı kiracılık yaygın durumdaydı. El koydukları topraklara Cumhuriyet’in ilk yıllarında resmen sahip olan büyük toprak sahipleri ile ekonomi dışı baskı yoluyla ortakçıları yerlerinden edip topraklarını çitleyenler için makineleşme eşi bulunmaz bir fırsattı. Çitleme diğer bölgelerde yaygın bir biçimde görülen bir olay değildi. Pamuk tarımında sadece mevsimlik işçiye ihtiyaç duyulduğundan çitleme hemen bol kazançlar sağladı ve 1950’lerde bir tek hasatla servetler kazanıldı. Bölgenin merkezi olan Adana’nın nüfusu 1950’lerde iki kat arttı. Bu dönemde Adanalılar hızla zenginleşen şehirlere özgü davranış biçimleri gösteriyordu. Cadillac sayısının Amerikan şehirlerinden daha yüksek olduğu belki de doğruydu. Büyük toprak sahipleri arasında daha başarılı olanları pamukçuluktan çırçır fabrikalarına, iplik sanayiine, tekstil işine atladılar. Çukurova örneği benzersiz bir örnekti. Türkiye’nin başka hiçbir bölgesinde, tarımsal artık bu boyutta ilkel birikim sağlayacak ve ticarete böyle fırsatlar verecek ölçüde yoğunlaşmamıştı (Keyder, 1990; 113-114). Orhan Kemal’in neden Bursa yada İzmir’den değil de Adana’dan çıktığı sorusunun yanıtı kısmen buydu.
1950’ye kadar Adana’da sanayie egemen iki şirketten biri Sümerbank, öbürü, Orhan Kemal’in bir süre katiplik yaptığı Milli Mensucat Şirketi’dir. Daha sonra ortaklıktan ayrılacak olan Ramazanoğulları’ndan Kemal Bey dışında tümü Adana’ya yerleşmiş Kayserililer tarafından kurulan bu Milli Mensucat Şirketi Adana ve Türkiye sanayi tarihinde özel sektör olmasıyla önemlidir. Yanısıra, bu şirketin ve bu Kayserililerin 1948 yılında kurduğu Adana’daki Kayserililer Bankası, nam-ı diğer Akbank kurulur. Sabancı ve Has ailelerinin bugün kurdukları üniversiteler, müzeler, sanatsal aktiviteler, bilimum hayır ve kültürel faaliyetleri, sponsorlukları ile tanıyoruz.
B. Traven Meksika/Amerika’daki “Pamuk İşçileri”ni (Traven, 1968) yazdı. Çukurova Türkiye’sinde bunlar olurken Orhan Kemal pamuk kadar ak olmayan kan kırmızısı “Kanlı Topraklar”, “Bereketli Topraklar Üzerinde” adlı romanlarını yazdı. Gorki fırın işçilerini, Robert Tressell “Baldırı Çıplak Hayırseverler” (Tressell, 2006) adlı romanında İngiliz inşaat işçilerini yazdı. E. P. Thompson artık klasikleşmiş “İngiliz İşçi Sınıfının Oluşumu”nu (2004) yazdı. E. Thompson’un bu dev eserinde tasvir ettiklerine baktığımızda, coğrafi bağları bir hayli gevşek olan son derece yerel bir dizi olay anlatısından ibaret olduğunu görüyoruz. “Oldham, Northampton ve South Shields’ta (hatta Colmar, Lille, Minneapolis, Mobile ve Lowell’de) sınıf yapısı, bilinci ve siyasetinin çok farklı şekillerde inşa edildiği aşikardır. Bu da, ulus-devlet içerisinde coğrafi farklılıkların, birçok araştırmacının itiraf etmek istemeyeceği kadar önemli olduğunu gösterir” (Harvey, 2008; 78). Orhan Kemal Türkiye’sinde pamuğun hikayesinin, özetleyin, hem yerelin siyasi tarihi hem de serpilen dünya siyasi tarihiyle iç içe dokunduğunu unutmadan, Traven, Tressell, Gorki, Orhan Kemal vd.nin edebiyatında bir çokluk’un vücut bulduğunu belirterek geçici bir nokta koyalım.
Kaydol:
Kayıt Yorumları (Atom)
Hiç yorum yok:
Yorum Gönder