24 Şubat 2008 Pazar

Roman/Edebiyat Sosyolojine Giriş [İnsancıl, Eylül 2007/09]

Tersi/Arkası
Yazın tarihi; kuşaktan kuşağa aktarılan, gökten zembille inmeyen kültürel oluşumun bir parçasıdır. Kültür tarihinde devrimci diyebileceğimiz olgular dahi muhafazakar bir nitelik taşır, çünkü kültür, ilke olarak kahramanlar yada radikaller tarafından değil, tersine işlevleri, işlerin ilerlemesini, varolmasını sağlamak olan büyük anonim hareketlerle oluşturulur. Çığır açıcı yada “büyük” yazarlar, örneğin Flaubert, örneğin Yaşar Kemal, asi değildir, egemen kültürle uyum içindedirler. Yazın tarihini büyük kişilerin şahsiyetlerine havale etmek, radikal kişilerin çalışmalarında somutlaştırarak açıklamakla kültür tarihini bir yanıyla anlaşılır kılmış oluruz kuşkusuz, ancak kültürün anonim ve kurumsal desteklerini gözardı etmiş, bütününü ıskalamış oluruz. Foucault yazın’ın, belirli bir zamanda (zaman kronotopu, Bahtin), belirli bir yerde (yer/uzam kronotopu) bir biçim kazanmasını sağlayacak şekilde onu sınırlayan, düzenleyen, biçimlendiren ve sürdüren bir kurumlar ağı olmaksızın varolamayacağını söyler: “Edebiyat, tüm diğer kültür biçimleriyle, bir dönemin düşüncesinin tüm diğer tezahürleriyle aynı örgüye aittir. Bu bilinmektedir, fakat bu durum genellikle etki, kolektif zihniyet, vs. gibi terimlerle ifade edilir. Oysa, verili bir dönemde, verili bir kültürde dilin kullanılış tarzının bile tüm diğer düşünce biçimlerine sıkı sıkıya bağlı olduğu kanısındayım” (Foucault, 2004; 35). Dolayısıyla, edebiyat dolayımında, Deleuze’ün oluş kavramından el alarak, bir şaman-oluş, bir Nasreddin Hoca-oluş, bir şiir-oluş, bir menakıbname-oluş, bir roman-oluştan sözedebiliriz. Foucault, tahakküm mücadelesinin kaçınılmaz ve sistematik gözüktüğü için son derece sessiz, sistematik ve gizli olabileceğini göstermişti. Birbirine hakim olmaya ve birbirini yerinden etmeye çalışan güçler arasında –sınıflar, uluslar, güç odakları, bölgeler vb.- bitmek bilmez bir itiş kakış, etkileşim vardır. “Bu mücadeleyi nadir bir dişe diş savaşın ötesine çıkaran şey, işin içine (ahlaki ve entelektüel) değerlerin girmesidir” (Said, 2004; 38). Edward Said’in vurguladığı üzre, yazmanın bir “yazar”(lar)a, biz ekleyelim bir türe –örneğin romana- indirgenmesi fikrinden kendimizi kurtarırsak, dünyaya, edebiyat tarihine yönelik yeni bir yaklaşım ufku açmış oluruz. “Foucault’nun büyük keşfi buydu. Yazmak, ne bağımsız ne de sadece, istediğini yazan müstakil bir yazarın tek başına faaliyeti. Yazmak her türlü aidiyeti üzerinde taşıyan ve genellikle, Vico’nun dediği gibi milletler dünyasıyla sınırlanan ilişkilere sahip bir ifadeler sistemine aittir” (Said, 2004; 48).
Bir edebi metin yada türün toplumsal-tarihsel bağlamına dair bilinenler fazladan bir bilgi değildir (Moretti, 2005; 18). Metinler, yazınsal türler ve yazıcılar da, tekil bir zihnin üretimleri değil “diyalog”a girdikleri toplum ve kültür çevresince hem belirlenmiş hem de ordan beslenmiştir. Çalışmalarında söyleşim/söyleşimcilik (dialogisme) kavramına çok önemli bir yer veren Bahtin’e göre, yazına ait olsun yada olmasın her sözce onu derinden derine belirleyen toplumsal ve tarihsel bir bağlama köklenmiştir. Yazınsal biçimlerin dinamizmini izleyebilmek için tarihsel olguyu mutlaka göz önünde tutmak gerekir. Sanatta tarihsel olguları da ele almak demek, yazınsal yapıtı kapalı bir uzam gibi gören, her türlü dış unsuru bir kenara iten Rus Biçimcilerinin ve onların esinlendikleri Sausrure’ün tarih karşıtı tutumlarına karşı çıkmak demektir. Bahtin ise, yazınsal metin içerisinde söylemsel bir çeşitlilik bulunduğu, yapıtın başka yapıtlarla olduğu kadar tarihsel ve toplumsal olgularla da sürekli alışveriş içerisinde olduğu ilkesini benimsediğinden Rus Biçimcilerine karşı çıkar (Aktulum, 1999; 25-26). Biçembilim metinleri, türleri yalnızca tekil ve dönem-sınırlı kılarken temel toplumsal tınıları göz ardı eder. Türlerin, metinlerin tarihsel yazgıları, tek tek yazarlara/sanatçılara ve sanatsal akımlara bağlanan biçemsel değişikliklerin önemsiz iniş çıkışlarının gölgesinde kalır. Bahtin’e göre:
“(Biçembilim) tekil ve dönem-sınırlı değişikliklerin arkasındaki sanatsal söylemin büyük ve anonim yazgılarını duyumsayamamaktadır. Biçembilim çoğu zaman kendisini bir “özel zanaatkarlık” biçembilimi olarak tanımlamakta ve söylemin sanatçının çalışma odası dışındaki toplumsal yaşamını, kamusal alanların, sokakların, kentlerin ve köylerin, toplumsal grupların, nesillerin ve dönemlerin açık uzamlarında barınan söylemi göz ardı etmektedir. Biçembilim yaşayan söylemle ilgilenmek yerine bu söylemden yaratılan dokubilimsel (histological) bir numuneyle, bir sanatçının bireysel yaratıcı güçlerinin hizmetindeki soyut söylemle ilgilenir. Ama söylemin içinde yaşadığı asli toplumsal kiplerden kopartılmış olan biçemin bu bireysel ve taraflı tınıları, böylesi bir formülleştirimde kaçınılmaz olarak yavan ve soyut bir görünüme bürünür ve bu nedenle, bir yapıtın anlamsal bileşenleriyle oluşturdukları organik bütünlükte incelenemez” (Bahtin, 2001; 34).
Marks-Engels’in “insan sadece bir cemiyetin (geselschaft) bir üyesi değil, aynı zamanda etnosun (gemeinweser) da üyesidir” sözünü anan Gumilev’in belirttiği üzre, homo sapiens türünün ilk tabii varoluş şekli etnostur. Etnoslar arasında farklar ise ırk, dil, din ve şekil itibariyle değil, insanın çevreye en iyi şekilde fiili uyum sağlaması olarak açıklayabileceğimiz davranış kalıpları itibariyledir” (Gumilev, 2003; 27, 11). Toplumsal ve tarihsel süreçlerin ayrışmasına yada kesişmesine bağlı olarak bir Cermen, bir Yahudi, bir Arap, bir Rus vb. etnosunda olduğu gibi Türk etnosunda da görülen yaşantı içeriklerinin, dışa vurum, aktarım biçimlerinin tinsel, zihinsel, psikolojik, siyasal ve gündelik edimlerimizi olduğu gibi edebi yaşamımızı doğrudan yada dolaylı etkilediğini unutmayalım. Yazınsal ürünlerde de bunun yansımasının ama apaçık ama örtük yada bastırılmış bir halde aktarıla, korunageldiğini ileri sürmekte pek sakınca yoktur. Konumuz bağlamında; tarih, şiir, büyü sözü, anı, biyografi, tefrika roman, günlük gazete, dergi, menakıbname, nasihatname, seyahatname, sefaretname, roman vb. her türlü yazınsal üretimler her zaman egemenlerin siyasal yönelimlerinin güdümünde (bak: Marks, Komünist Manifesto) kah içe alıcı kah dışlayıcı olmuştur. Hikaye anlatıcıları, ozanlar, peygamberler, yazarlar, tarihçiler, filozoflar, entellektüeller yazılabilirin, kamuya açıklanabilirin, dahil oldukları kurumun, söylemin sınırları içinde iktidarın “meşruiyet uzmanları” (Gramsci), “kültür aracıları (ajanları)” (Bourdieu) olarak kalem oynatmışlardır. Belirli bir yer ve zaman “kronotop”larıyla (Bahtin) sınırları çizilmiş, kendisini sarıp sarmalayan “aura”yla (Benjamin) vücut bulmuş bu edebi, sanatsal, düşünsel ürünlerin her biri çağın ideolojik mozaiğini ören “ideologeme”lerdir (Jameson). Bu yazınsal üretimler sıkı bir eleştiri süzgecinden geçilerek değerlendirilmelidir. Bir başka deyişle, yazıyı/sözü kullanan bu adamların güç merkezleriyle kurduğu ilişki, mesafe, “iki kaşık benzeri içiçe” (Ece Ayhan) geçerlik yada dışardalıkları göz önünde bulundurulmalı. Bir meta üreticisi olarak romancının, bir süper-etnos kurucu olarak peygamberin, bir siyasal özne olarak şamanın, bir devlet adamı olarak tarihçinin, siyaset yapıcı olarak filozofun (örneğin eskilerden Platon’un, Hegel’in yenilerden Habermas’ın vd.) yazdıkları; ilişkiye girdikleri güç blokları, çıkar gruplarıyla bağlantıları düşünsel açıdan sorgulanmalı, gerekirse yargılanmalıdır.

Yüzü/Önü
Roman tarihçileri, “roman” ile burjuvazi arasında olmazsa olmaz bir ilişki kurar. Doğrudur. Ancak bu yargı Türk ‘roman’ı (“roman” değil, ‘roman’) için geçerli değildir. Batılılaşmanın bir garnitürü olarak doğan ve işin ilginci tek tek son derece başarılı ürünler veren Türk ‘roman’ı, uzatmadan söyleyelim, burjuvazisiz doğmuştur. Bu, burjuvazisiz de roman yazılabileceğinin kanıtıdır.
Bugünse burjuvazinin patlamasına, Türk halkının kapitalizm çarmıhına gerilmesine, Türkiye kapitalizminin ürettiği “son kod” (Deleuze) Radikal gazetesinin adlandırmasıyla “roman patlaması”na ve Türk ‘roman’ının önünde ber taraf edilmesi gereken üç tehlikeye tanık oluyoruz.
Birincisi burzuvazi:
Tarihsel bir varlık olarak görülebileceği gibi tarihsel bir pislik olarak da görülebilecek burjuvaziyi XIV. Yüzyıl İngiliz vaaz kitabı “Tanrı ruhbanları, şövalyeleri ve çiftçileri yarattı; ama şeytan burjuvaları ve tefecileri yarattı” (Le Goff, 1999; 210) diye anarken 19. yüzyılda Baudelaire, “burjuvazi para kazanmayı bilmeyen yurttaşları, yurttaşlıktan atacak” öngörüsünde bulunacak, ve Sait Maden’in çevirisiyle şöyle höykürecektir: - Karın, hey gidi kentsoylu! Varlığının o temiz yarısı, senin için yasallığı şiir gibi bir şey olan karın, artık bu yasallığa tam bir kepazelik sokarak, senin para kasanın sevdalı ve uyanık bekçisi kesilip, kapatma kadına en yetkin örnek olacak. Kızın çocuksu bir ergenlikle, bir milyona satıldığını hayal edecek beşiğinde. Ve sen, hey gidi kentsoylu, - bugün ozan değilsin ya yarın hiç mi hiç olmazsın… (Baudelaire, 2000; 43-44)”
Bir başka 19. yüzyıl Fransız edebiyatçısı Huysmans, Tersine adlı romanında burjuvaziyi şöyle yadeder: Zenginleşmek için tüm yıkımlardan yararlanarak, suikast ve hırsızlıklarına saygı uyandırmak için tüm yıkımları hazırlayarak yavaş yavaş yükselmiş olan şu kenter sınıfı… kan aristokrasisinin ardından, şimdi de para aristokrasisi gelmişti. Soyulup soğana çevrilmiş soylu sınıfıyla birlikte düşmüş olan rahip sınıfından daha alçak ve daha aşağılık olan kenter sınıfı alçak ve ödlekti, sürekli kandırdığı topluluğu, ayaktakımını makinalarıyla acımasızca tarıyor…; kenter, güven içinde, keyifli mi keyifli, parasının gücünden ve budalalığın bulaşıcılığından aldığı destekle tahtında oturuyor. Onun tahta çıkışının sonucu her türlü zekanın ezilmesi, her türlü dürüstlüğün yadsınması, her türlü sanatın ölümü olmuştu, ve, gerçekten, alçaltılmış sanatçılar diz çökmüşlerdi, sadakalarıyla yaşadıkları yüksek madrabazların ve aşağılık zorbaların pis kokulu ayaklarını öperek bol bol dolduruyorlardı midelerini (Huysmans, 2003; 217)! Türkiye’nin hülyalı çocuğu Nazım Hikmet, Peyami Safa’nın 9’uncu Hariciye Koğuşu üzerine yazarken, Cemil Meriç’in “Avrupa’nın imtiyazı, daha doğrusu yüz karası” (Meriç, 1975; 38) olarak gördüğü burjuvanın bir özelliğine değinir: “Bu kitap, bütün bir fakir çocuklar hastahanesinin romanıdır. Burjuvanın çocuğu 9’uncu Hariciye Koğuşu’nda yatmadı, o ve onun anası, babası, o beyaz duvarların kabusunu duyamaz (aktaran Oktay, 2003; 62).” Kibar zümreyi niçin kaleme almazsınız sorusuna Sait Faik, “kibar zümreyi hiç sevmem de ondan. Bana öyle gelir ki, onlar yaşamaktan hiç zevk almazlar” (Abasıyanık, 2005; 420) der. Özetleyin: Türk yazarlar burjuvaziye hiç yakınlık duymamışlardı. Bugünse, tümü olmasa da, yazarlarımız burjuva değerleri baş tacı ediyor. Edebi yaratım yerine, “piyasa toplumu”nun değerleriyle uyumlu “konfeksiyon işi” (A. H. Tanpınar) romanlar üretmeye yöneliyor.
Gerek Avrupa “roman”ının, gerekse Türk ‘romanı’ının önündeki ikinci tehlike gazeteci-yazarlar sürüsüdür.
“Örgütlü sorumsuzluğu” elverişli kılarak yurttaşları etkisizleştiren, toplumsal tartışmayı tekellerine alan, aynı zamanda hileli sınıflandırmalar yapmayı amaçlayan soruşturmalar veya yıldönümleri düzenleyen, düşünceden yoksun yeni düşünce ustaları gazeteciler (Bourdieu, 1999; 513-514) romanın, edebiyatın en tehlikeli düşmanları olarak sivrilmektedir. Bourdieu’nün belirttiği üzre, medya entelektüelleri yada “heteronom entelektüeller” adını verdiği çevreye karşı mücadele edilmeden, toplumsal alanda mücadele etmenin de olanağı yoktur. Bourdieu’ye göre: “Medyayla suç ortaklığı etmiş patronlara, din adamlarına yada gazetecilere (biz ekleyelim, romancılara) güvenilemez- kendi erklerinin gizli temellerini açığa vuran çalışmalarının bilimselliğini övmek için bile olsa” (aktaran Köse; 2004 77).
“Gazeteciler ve medya mensupları asla düşünceyi destekleyen bir ivedilik içinde ve özellikle de acımasız bir rekabet ortamındaki iç ve dış güçlerin sansür girişimlerini ya da baskılarını tüm ağırlığıyla kendi üzerlerinde hissederek, en önemli konular hakkında bile sıklıkla ihtiyatsızlık ve aceleci çözümler önermekle yetinmektedirler. Gerçekten de, onların tıpkı politik evrende olduğu kadar, entelektüel evrende de ürettikleri düşünceler bu bakımdan hayli tehlikeli şeylerdir” (Köse, 63). “Yazınsal, sanatsal ve kültürel eleştiri de editörlerin (basımcıların) en fırsatçı hizmetkarlarına emanet edilmiş durumdadır” (Köse, 119). Fast-thinker’ler (hızlı düşünürler) olarak adlandırılan bu entellektüeller, TV tartışma programlarında üstlendikleri rollerden ötürü suçludurlar. Dahası, kültürel sermayenin (ve dolayısıyla sanatçı ve edebiyatçıların) özerkliği de medya ekonomisinin ve farklı ekonomik güç merkezlerinin egemenliği altında gerilemiştir (Köse, 2004; 121)
Edebi krizde gazetecilerin de sorumluluk payı olduğuna değinen Deleuze, kitap da yazmaya yeltenen gazeteciler kitap yazdıklarında, gazetedekinden başka bir biçime girerler, yazar olurlardı. Günümüzde durum değişti, diyor Deleuze, çünkü gazeteci, kitap onun doğal hakkı olduğu, bu biçime erişmek için özel bir çalışma yapması gerekmediği kanısına vardı. Gazeteciler doğrudan doğruya ve birlik olarak edebiyatı ele geçirdiler. Bugün, herkes kendini bir kitaba gebeymiş görüyor, yeter ki, bir mesleği yada sadece bir ailesi, hasta bir akrabası, kötü bir şefi, olsun. Herkesin bir kendi romanı var. Edebiyatın herkes için, ancak ve bizzat edebiyatın içinde varolabilecek özel bir araştırma ve özel bir çaba, özgül bir yaratma niyeti gerektirdiği unutuluyor. Bu, piyasanın bir promosyonu görünümümü kazanmış kitabın talileştirilmesi ve edebiyatın ölümüdür (Deleuze, 2006; 146-147). Ne Beckett’e ne de Kafka’ya benzemeyen geleceğin ‘Beckett’leri yada ‘Kafka’larını, “Ben buradayım sevgili editörüm. Sen neredesin?” diye bağırtacak ‘Oğuz Atay’larını yayınevlerinin ve edebiyatın yalaması olmuş ve bir sansürcü olarak da iş gören editörlerin fark etmemesi tehlikesi, “satmaz” kaygısı edebiyatı, özellikle de romanı üzerine tüy dikilecek bir ş-e-y parçası kılmaktadır. –Türk edebiyatı, ‘roman’ı bu tehlikenin eşiğindedir.
Üçüncüsü Ödüller:
En iyi yabancı roman ödülü, Barış ödülü, Nobel edebiyat ödülü adı altında Çinli, Hindistanlı, Afrikalımsı, hatta Türkiyeli romancılara ödül veriliyor. Bu “roman” şirketleri, romana ilgiyi dünya ölçeğinde canlı tutmaya çalışıyor. Romancılara para, ün, gazete, dergi sayfaları, üniversite salonları veriyor; “roman” yazdıkları için.
Dergi sayfalarının sınırları içinde kısıtlı olduğumu biliyor, bitiriyorum: Frankfurt Okulu’ndan el alarak, özetleyin söyleyecek olursak, burjuvazinin ve kültür/eğlence endüstrisinin elinde, piyasa toplumunun kucağına oturmuş, gazeteci-yazar sürülerinin eline düşmüş, Cioran’ın “edebiyatın kaldırım orospusu” dediği roman (sinema-cı, müzik-çi, resim-ci, kısası sanat ve tabiki sanatçılar da) bir körleştirme, bir tahakküm ve bir silme aracına dönüşmektedir. Peki bu siliciler ve silgiler neyi siliyor??

Alıntılanan Yayınlar:
Abasıyanık, Sait Faik (2005) Hikayecinin Kaderi, YKY, İst.
Aktulum, Kubilay (1999) Metinlerarası İlişkiler, Öteki y., Ank.
Bakhtin, Mikhail (2001) Karnavaldan Romana, çev. Cem Soydemir, Ayrıntı y., İst.
Baudelaire, Charles (2000) Apaçık Yüreğim, çev. Sait Maden, Çekirdek y., İst.
Bourdieu, Pierre (1999) Sanatın Kuralları, .ev. Necmettin Kamil Sevil, YKY, İst.
Deleuze, Gilles (2006) Müzakereler, çev. İnci Uysal, Norgunk, İst.
Foucault, Michel (2004) Felsefe Sahnesi, çev. Işık Ergüden, Ayrıntı y., İst.
Gumilëv, Lev Nikolayeviç (2003) Hazar Çevresinde Bin Yıl, çev. D. Ahsen Batur, Selenge y., 3. bs., İst.
Huysmans, J.-K. (2003) Tersine, çev. Tahsin Yücel, YKY, İst.
Köse, Hüseyin (2004) Bourdieu Medyaya Karşı: Medya İşbilikçi, Zorba ve Çığırtkan, Papirüs y., İst.
Le Goff, Jacques (1999) Ortaçağ Batı Uygarlığı, çev. Hanife Güven-Uğur Güven, Dokuz Eylül y., İzmir
Meriç, Cemil (1975) Bu Ülke, Ötüken y., 2. bs., İst.
Moretti, Franco (2005) Mucizevi Göstergeler: Edebi Biçimlerin Sosyolojisi Üzerine, çev. Zeynep Altok, Metis y., İst.
Said, Edward W. (2004) Yazınsal Eleştiri: Söyleşiler, çev. Salih Özer, Hece y., Ank.

İlyaz Bingül
İlyaz_bingul@yahoo.com

Hiç yorum yok: