25 Şubat 2008 Pazartesi

Kapitalist + Ortodoks/Evangelist Türkiye = ? [iNSANCIL, SAYI 2008/1]

Kapitalist + Ortodoks/Evangelist Türkiye = ?

Yazı biçimimdeki hataların çağdaş yazarlarımızın hepsinden faklı olarak sanat kurallarını gözetmediğim ve sergilediğim düşüncelerin düzensizliğiyle okurlarımı sıktığı için eleştirildim, diye yazacaktır Georges Sorel, “Şiddet Üzerine Düşünceler” adlı kitabı hakkında arkadaşına yazdığı mektupta. Arthur Chuquet’nin “Rousseau’nun yazılarında, bütünlük, düzen, tümü oluşturan bölümler arasındaki ilişki yoktur” yargısını anan Sorel “ünlü kişilerin yanlışları tanınmamış insanların hatalarını haklı çıkaramayacağı için yazılarımdaki düzeltilemez kusurun nereden kaynaklandığını açıkça belirtmemin daha iyi olacağını düşünüyorum” der: “Sanat kuralları ancak kısa süre önce gerçek anlamda zorunlu kılındılar; çağdaş yazarlar ise araştırmaktan kaçınmak isteyen bir kitleyi memnun etmeyi arzuladıkları için bu kuralları kolayca kabul ettiler. Bu kurallar ilk önce okul kitaplarını hazırlayanlar tarafından uygulandı (...) Bu yöntemler, zor yapıtları halkın anlayacağı bir dille basitleştirenler ve politika reklamcıları tarafından taklit edildi. Az düşünen insanlar da bu kuralların bu derece yaygın bir şekilde uygulandığını gördüklerinde, bunların olayların (yazma kurallarının/ okuma sözleşmesinin, İB) doğası olduğuna inanmaya başladılar. Ben ne bir hoca, ne basitleştirme uzmanı ne de esin kaynağı olan parti başkanıyım (entelektüel, yazar, gazete köşemeni, emlakçı, akademi köşegeni, editör koltuğu da değilim, İB); ben yalnızca kendi kendini yetiştirmiş biriyim. Bu nedenle de sanat kuralları (okuma/yazma sözleşmesi uyarınca yazmak, İB) beni hiçbir zaman ilgilendirmedi” (Sorel, 38-39). –“Sanat kuralları”nın ne menem bir şey olduğunu öğrenmek isteyen okur bu yazıyı derhal elinden bırakıp Pierre Bourdieu’nün “Sanatın Kuralları” (1999) adlı kitabını okusun; o kitabı okumayan da (yalnızca o kitabı mı?) bu yazıyı okumasın efendim. - - Bu yazının döşemesi ne mimetik gerçekçiliğin, ne de akademinin kabız yazım kalıplarınca çatılmamış olup minyatürist bir, öğelerin keyfi kullanımı, çoklu bakış ve düzlem kaydırma uyarınca düzenlenmiştir.
Genellikle akademinin en elit sınıflarından yada başka teknokratik, kültürel yada etnik güç odaklarından gelip yazı ve sözü doğar doğmaz biricik kendi mülkü ve hakkı görenler; Avro-merkezci ve Avrupa’nın “büyük” ulusal edebiyatlarına odaklanan karşılaştırmalı edebiyatı yedeğine alan “kültürel çalışma”cılar ve “kültür yönetimi”cileri; İkinci Dünya Savaşı’nın hemen ertesinde ABD Kongresi’nin ‘Ulusal Savunma Eğitimi Yasası’ adlı belgenin kabul edilmesiyle ortaya çıkıp disiplinlerarası incelemeler olarak “Ulusal Kaynaklar Merkezleri”nin yan kuruluşları olarak (Svipak, 2007; 61) iş gören büyük üniversitelerde –örneğin Colombia Edü, Türkiye’de Bilgi Büdü- hayata geçirilen “alan araştırma”cıları; 1970’lerde ilk kez ABD yönetimi ve politikaları üzerinde ortanın-solu türünde bir baskı unsuru olarak ortaya çıkıp 1980’lerde Sovyetler Birliği’ne karşı kullanılacak bir araç haline geldikten sonra 1990’larda bu kezinde etnik temizlik adı verilen şey her ne zaman vuku bulursa orada müdahale etme hakkı olduğunda ısrar eden sözde-uluslararası sivil toplumun, İsrail’i beslemenin bir yöntemi olarak yeni katliamları/holocaustları önlemek adına kullandığı silaha dönüşen ve Ermeniler ve diğer pek çoklarının özel olarak Nazi soykırımıyla ilgili kullanılan bu terimin kendilerine yönelik uygulamalar için de kullanılabileceğini kanıtlamak için yarışılan bir kavram olarak iş gören (Wallerstein, 2005) “insan hakları”cılar; eğitim, sağlık ve barınma en başta olmak üzere hiç bir yükümlülüğe sahip olmaksızın burunlarını sokup sonra da rahatça yuvalarına dönen, küreselleşmenin türedisi ve suç ortakları “sivil toplum”cular; “vahşice bir hırsla dile getirilmiş uyumlu bir düşünce çizgisini, şurada konuşup, burada bir katkı yapıp, birinin anısına adayıp veya birinin kariyerini kutlayıp, bir dergi veya örgütlenme nedeniyle veya basitçe başkalarından istenen benzer katkılara karşılık vermek amacıyla” parasını yiyip zırhını da kuşandıkları akademide görevli kalarak akademik özgürlüğün sınırları içinde kalem oynatan kürsü akrobatları; en az 500 bin doları olmayanı solcu saymayanlar; parası ve işi olmayanı muhatap kabul etmeyen fundamental “piyasa toplumu”cular; faşizmi her daim destekleyen hem bölücü, hem de “bölücü” burjuvalar; Türkler ve Türklerin İslamiyetle ilişkisi üzerine kafa yormayanlar; Karaköy Zürafa Sokak’ta çalışmayı kendilerine yakıştıramayıp üniversitelerde, gazete köşelerinde, televizyon ekranlarında, dergi sayfalarında Prof. Doç. Dr., Siyaset Uzmanı, Editör, Genel Yayın Yönetmeni, Gazeteci, Gazeteci-Yazar, Ekonomist, Yatırım Uzmanı, Sanatçı vb. lakabıyla “düşünce özgürlüğü”nü savunanlar -bu eksik listeyi uzatmaya gerek yok- bu yazıyı okumasınlar.


I
1. Descartes, Kant, Hegel. Her birinin derdi ayrıydı. Descartes, Galilei’yi, doğa bilimini, maddeyi anlamak istiyor; derdi bunlar. Kant’ın karşışına ise Newton bilimi, bilgiyi düşünmek dikiliyor; bilgi ile onun nesnesi arasında genel kabul gören ilişki biçimini değiştiriyor: Nesneden hareket edip nesnenin özelliklerini ontolojik metafiziğin anladığı anlamda belirlemek yerine, kolayca ulaşılabilecek olan bilgi yasasıyla işe başlamak, bunun için de anlama yetisinin analizini yapmak. Yapıyor da. Ünlü Alman devletadamı Hegel’in önünde ise Bastille’in alınışı, terör, Robespierre, Napolyon var. Filozofun derdi değişmiş: Ren’in öte yakasında olup bitenleri anlamak istiyor.
(“Savaşıyorum öyleyse varım” diyen bir Fransız neferi Descartes, Almanya’nın ünlü salt kafası Kant, Prusya devlet bakanı Hegel. Ünlü Fransız köylüsü/dışlanmışı Rimbaud’un “mutlaka modern olmalı” sözü uyarınca, üçü de “modern” bu filozofların derdi aynıydı: Zihnin bütünlüğü. Bu düşünce zincirinin ilk halkası Descartes, son halkası da Hegel’di ve zihnin evrenselliği tek dertleriydi. Öyle ki bu dert Odip şemsiyesinde Freud’a, yapı(salcılık) ile Levi-Strauss’a da sirayet etmişti. Denilebilir.)
2. Yazarken, sansürcülüğün yeni biçimi “editör okuması” sırasında “acaba burayı atarlar mı, kırparlar mı yada hiç yayınlamazlar mı” türünden kaygılara kapılmadığım, kapılmak istemediğim bu derginin yeni sayısında “Kahramanın Yazınsal Portresi” yada “Türkçe ‘Seni Seviyorum: Bir Aşk Hikayesi” adlı yazıyı mı yoksa “Kökler: Sempatik Büyünün Cinlerinden Şamana, Şamandan “Baba”ların Menakıbnamelerine/ Velayetnamelerine Bir, Öğelerin Keyfi Kullanımı ve Çoklu Bakış Denemesi” yada “16. Yüzyıl İstanbul’unda İşçi Sınıfının Oluşumu” adlı yazıyı mı önce göndereyim diye düşünürken önüme dikilen dertler dizisine İsrail-Lübnan savaşı, İsrail başbakanı Olmert’in “dünya Yahudilerine çağrı”sı (BBC Turkish.com, 7. 8. 2006) eklenince bu yazının yazılmasına ve yayınlanmasına öncelik verdim.
Olmert’in bu ürpertici çağrısı ve “İsrail yok edilmeli” hemen ardından da “taşınmalı” diyen doğal gaz ve petrol yönünden enerji fakiri İran’ın “nükleer enerji” çalışmalarında diretmesi beni birden bire Descartes’ın, Kant’ın, Hegel’in yerini, yönetici sınıfın ulema kanadına mensup ‘varlığın çağrısını’ duyan oduncu-dekan Heidegger gibi, araçsal aklın papası olup “ABD yönetiminin temel olarak petrol kaynakları üzerindeki denetim uğruna yürüttüğü savaşı felsefi zeminde teorikleşti”rerek (Anderson, 2006; 46) Körfez Savaşı’nı destekleyen Habermas gibi başka siyaset kuruculara, devletadamlarına bıraktığı 1939 Almanya’sına götürüverdi: Avrupa’nın göbeğinde savaş ha başladı ha başlayacak. 1939’da Almanya’da uranyumun iki parçaya ayrılması keşfedilir. Hann ve Strassman adlı iki Alman fizikçiyle uzun süre çalışıp Yahudilere uygulanan baskıdan kaçabilen Lize Mahhneir adlı hanım fizikçi bunu öğrenir, anne tarafından Yahudi olan Louis Born’a bildirir. Hemen hesap kitap yapılır, ne kadar enerji çıkar? Almanların silah yapacaklarını düşünürler. Bizi kimse dinlemez, ama senin sözünü dinlerler deyip Einstein’a giderler. Bilimadamı, filozof, entelektüel olamadığı için ABD başkanı olan Roosevelt’e mektup yazarlar: “Almanlar uranyumu parçaladı. Bohemya’da uranyum yatakları var. Bunu geliştirip bomba yapabilirler. Sonucu çok kötü olabilir...” Yukarıda birkaçının adını andığımız pek saygıdeğer filozoflar kadar pek saygıdeğer bu bilimadamları “Siz onlardan önce yapın, Almanları korkutun” derler. Einstein imzalayıp bu mektubu Roosevelt’e gönderir; ses çıkmaz. Ünlü fizik-siyasetçi Born araya girip ünlü ve de hiç kuşkusuz saygıdeğer İngiliz filozofu Churchill’le konuşur, anlamaz! Sonunda Manhattan Projesi başlar, bomba yapılır. Öykü burada bitecektir, ama Çehov’un öykü sanatındaki ayrıntının işlevselliğine ilişkin “bir öyküde duvara asılı bir tüfekten söz ediliyorsa, o tüfek patlamalıdır” sözüne uyulur: Bomba Hiroşima ve Nagazaki’de patlar. –Yazıklar olsun.
Şu günlerde, bir öykünün sınırlarını çok çok zorlayacak kadar önümüzde ayrıntılar, öyküler, öyküler birikiyor: İran nükleer bomba yapmak istiyor, ki tamamen hakkıdır; ilk iki savaştan farklı olarak Avrupa’nın dışında bir dünya savaşının eşiği geçiliyor; Kürtler tarih sahnesine çıkmak istiyor; Irak’ta Iraklı teröristler(!) ayrımcılık yapıyor: ABD’li askerlere ve onlarla işbirliği yapanlara terörist saldırılar düzenliyor; Olmert dünya Yahudilerini çağırıyor... Ne bir filozof ne de bilimadamı olmayan, Heidegger’in deyişiyle “das man”, Mallermé’in deyişiyle “bay herkes” olan ben öykü yazmak istemiyorum. –Yazmamayı yeğlerim.
3. Varolma yolunun bilgide yattığı, herkesten daha çok bilmenin, diğerlerininkinden daha iyi yapabilmenin kayda değer tek şey olduğu, mübağalasız ‘öğrenmek için doğmuş aile bireylerinin’ daha dört yaşından başlayarak başarılı olmaları beklenen rekabetçi bir aile ortamında doğup kolları, kökleri ve bağlantıları nerelere uzanan kendi burjuva çevresinin değerlerinden küçümsemeyle söz etmesine rağmen, içinde büyüyüp geliştiği ailesinin değerlerini yaşamı boyunca hep taşıdığı için ‘acheter peu, maisa cheter cher’ (az al ama pahalısını al) burjuvazi ilkesince evini ve bedenini giydirerek burjuvazinin ketum büyüsüne sadık, dahası ve en kabul edilemezi, nefret edilesi, “iftiharları ve ayrıcalıkları kolayca ve neredeyse onlar yasal haklarıymış gibi kabul eden” Foucault (Macey, 2005; 25) “Tamamen Batı-dışı bir kültür, bir uygarlık keşfedilecek midir?” diye sorar. Foucault’ya göre bu mümkündür. Dahası, dünyanın; kapitalizmin oluşumunun karakteristik özelliği olan bu iktidar biçimlerinin ayrılmaz parçası olan bu Batı kültüründen kurtulmasını temenni eder. “Kapitalist olmayan bir kültürün Batı dışında doğması şimdi gerçeğe daha yakındır. Batı’da, Batı bilgisi, Batı kültürü kapitalizmin demir eliyle ezildi. Biz, kapitalist olmayan bir kültür yaratamayacak kadar çok yıprandık kuşkusuz. Kapitalist olmayan kültür Batılı olmayacaktır, dolayısıyla onu yaratacak olanlar Batılı olmayanlardır” (Foucault, 2004; 314). Felsefe Sahnesi-
Türkler, Batılı olmayan, anti kapitalist bir çizgide yüzyıllarca varlığını sürdüregeldi ve kapitalist olmayan bir kültür yaratmaya aday etnosların başında geliyordu. Türklerin omurgasını oluşturduğu Osmanlı imparatorluğu, kapitalizmle eşzamanlı olarak yaşayan tek imparatorluktu; öte yandan da kapitalizmin önündeki setti. Bugün bu set, 24 Ocak 1980’den bu yana su sızdırıyor ve küresel sermayeye uyumlu akistlerin kökten piyasacı uygulamaları ile bu set bugün, Türkiye ile sınırları I. Dünya Savaşı’ndan çok önce, 16. yüzyılda ‘çizilen’ İran’da kuruluyor, denebilir. Ve bugün İsrail-Lübnan savaşı adı altında İran-Amerika savaşına tanık oluyoruz. –Bu tanıklık karşısında ben kör olmak istiyorum; şair yani. Yani boğazımda bir şiir düğümleniyor, boğuluyorum, şiir boğuyor beni, bozuyor. Şairler, ki insanlığın üstün ırkına mensuptur –übermensche.............. Önümde tarih ışıyor--------- : Taşların dilini yitirdiği zamandı/ İnsanın taşlaştığı bir zamandı/ et ölüydü –Etin kıyıldığı bir zamandı ben bunları yazarken.

II
1. Türklerin tarihinde her hangi bir Türk zümrenin yönetici sınıfı ayrı, halkı ayrı bir dine mensup olabilmekte, bazense yönetici sınıfın dini halka da nüfuz etmekte yada büsbütün kaybolup gidebilmekteydi.
Eski Türkler neye inanıyorlardı? İnançları bir din olarak kabul edilebilir mi, yoksa farklı inançların sentezinden mi ibaretti? Eğer öyleyse bunlar nelerdir? Akdeniz’den Sarı Deniz’e kadar uzanan kervan yolu, dağlardan ve çöllerden sadece ipek değil aynı zamanda yeni fikirler, inançlar ve düşünceleri de taşıyorlardı. Bütün bu toprakların sahibi olan Türklerin dünyanın her çeşit inancına mensup vaizlerin anlattıklarını işitip, görmemeleri mümkün müydü? Sarı Nehir sahillerinde yaşamış olan ataları Çin’deki dini çekişmeleri, Soğdiyana’daki ışığı, mukaddes Turfan’ı parçalayan savaşları işitmemiş olabilirler miydi? Bütün bu faktörleri göz önüne almadan eski Türklerin dini inançlarını ve inançlarındaki değişmeleri anlamak mümkün olamaz. İkincisi, neden devlet erkanı ile halk ayrı ayrı ibadet ettiler? Türk toplumunun yapısı ve etnogenetiği bizce malum olduğundan diyen Gumilev’e göre, bu sorunun cevabını bulmak kolaydır: Türkler çeşitli milletlere mensup kabilelerden teşekkül etmişti. Güzel. Peki ama, halk kime, erkan-ı devlet kime ibadet etti (Gumilev, 2002; 104-105)?
Doğa şartlarının insana hükmettiği bölgelerde ve zamanlarda, insan davranışı sihir aracılığıyla doğayla baş edebilme uğraşına girişecek, din adamı görevini üstlenecek eski “sihirbaz”lar, büyücüler daha sonra yerlerini “şaman”a bırakacaklardır; şamanlar da “baba”lara...
VII. yüzyılda Altaylar’da iki dini sistem vardı: Sibirya halklarıyla bağlantısı olan animizm ve totemizmle karışık atalar kültü. Psikolojik ve seksüel ekstaz yoluyla elde edilen ilişkiler demek olan şamanizm; boruya üfleyerek veya davul çalarak ebedi ruhu ölünün ruhuyla mücadeleye davet eden şamanlar; “kara din” yani yardımcı ruhlar kültü daha sonra sahneye çıkacaktır.
Ziraatçı ve geniş bozkırlarda çobanlık ile geçinen halklarda orman kültü eski önemini kaybetmeye yüz tutar. Yine de kimi topluluklar orman kültünü yeni dinlerine yada pratiklerine sokmayı başarır. Örneğin avcılıkla geçinen Şor Türkleri orman ruhlarına çok önem verirler. Ava çıktıklarında avcılar hikayeler, masallar dinlemeyi severler. Hele müstehcen hikayeler pek hoşlarına gider. Bu yüzden avcılar yanlarında bir usta hikayeci bulundururlar. Orman ruhlarına her avcı kurban sunabilir, kam’ın aracılığına ihtiyaç yoktur. “Orman kültünün iptidai bir devrin, kamların daha bulunmadığı çağın kalıntısı olduğuna hükm” eder Abdülkadir İnan. Türk boylarının menşei hakkında söylenen efsanelerde orman kültlerinden ağaç önemli bir yer tutar. Uygur efsanesinde Uygur hakanlarının ağaçtan türedikleri söylenir. Dede Korkut kitabında adı geçen bir kahraman (Basat) “atam adını sorarsan kaba ağaç” der. Oğuz destanlarında Kıpçak (yani ağaç kovuğu) boyunun menşei hakkındaki rivayette de ağaçtan türeme efsanesinin izi vardır (İnan, 1986; 62-65).
“Kam” yada “kamlık” sözü ilk kez VII. Yüzyılda tespit edildiğinden Cungarya ve Altay Türkleri arasında da kamlık sistemin VII-IX. Yüzyıllar arasında ortaya çıkmış olmalı, diyor Gumilev. Firdevsi’nin Şehname’sinde Türk büyücü ve sihirbazlara, büyü hikayelerine rastlıyoruz. Bu tür inanışların Türkler ve Moğollar’da VI-VII. Yüzyıllarda çıkış sebebi ne olursa olsun, bunlar sempatik büyü hikayeleridir ve hiçbir zaman yardımcı ruhlara yer verilmez. Yani Türklerin tabiriyle bu olaylarda kamları (şamanlar) değil sadece yadacıları görüyoruz. Yada, çeşitli şekillerdeki küçük taşların üzerine dualar okumak suretiyle yağmur yağdırmak için uygulanagelen büyücülük şeklidir. Burada şamanist spirüalizmle genetik bir bağı olmayan sempatik büyüyle karşı karşıyayız. Yada kelimesi Farsçada “sihirbaz” anlamına gelmektedir. “Şaman” kelimesi İran’da bilinmesine karşın Firdevsi Türk sihirbazlarını “yadacı” kelimesiyle tarif etmiştir (Gumilev, 2002; 112-115).
Şamanizm sanıldığının tersine bir din değil, büyü sistemiydi. Atalar kültü, tabiat kültleri ve Gök Tanrı kültleri Şamanizm sanılmış, bunlar o derece Şamanizme mal olmuştur ki, bugün bunlarsız bir Şamanizm düşünülemez (Ocak, 1983; 35). Sempatik büyünün sihirbazları yerini, yalnızca hekim değil politik işlev de üstlenecek şamana bırakır. 11, 12 ve 13. yüzyıldaki üç göç dalgasıyla Anadolu’ya gelen Türklerde “şaman” yerini İlyas Baba, Barak Baba, Geyikli Baba, Otman Baba gibi nicesinde vücut bulacak “baba”lara bırakacaktır...
13. Yüzyılın ortalarına gelindiğinde Müslüman uygarlığın ağırlığı altında Türk gelenekleri artık geçerliliğini hissedilir biçimde yitiriyordu. “Türkler henüz Müslüman olmamakla birlikte İslamiyeti kabul ettiklerini söyleyebilirdi. Sarıklarının ve kaftanlarının altında eski şamanistin kırış kırış gövdesini muhafaza ediyorlardı; ama sonunda, sarık sarma ile hoca olunacaktı” (Roux, 1989; 241). “Müslüman medeniyet modeli, dağlardan kendileriyle birlikte getirdikleri İran modeliydi” (Dunn, 2004; 159). “Bu Müslümanlık, Ortodoks olmayan, kısmen Heterodoks bir İslam anlayışı idi ki, Türkler bunu gezgin dervişlerden ve gezici tacirlerden, ilkel biçimiyle dinin inceliklerine vakıf olmadan öğrenmişlerdi” (Bodmer, 2004 ; 36). Türklere sunulan Müslümanlık büyük bilginlerin Müslümanlığı değil, halk arasında sevilen gezgin din adamlarının, çeşitli kültür alanlarından gelen tüccarların ve sınırdaki askerlerin sunduğu bir Müslümanlıktı. Müslümanlık yalnız bir dogma, bir ibadet şekli, özel yaşamda izlenecek bir yol değil de, daha üstün bir siyasal düzen biçimi olarak sunulmuştu (Cahen; 1984; 27-28).
Kemal Tahir bir roman kahramanının ağzından şöyle der: “Araplar mezhep kurucusudurlar. Biz Türkler, tarikat kurucusuyuz. Arap mezhepleri sufiliğe, Türk tarikatları tasavvufa dayanır. Türkün bağlanacağı inanç, Allah korkusundan değil, Allah sevgisinden gelir. Okudukça tasavvufun yalnız Türk’e mahsus bir yol olduğunu anladım. Türk tasavvufu, şamanlıkla İslamlığın karışımıdır. Pir Dede, Keyifli Baba, Horoz Dede, Aptal Musa, Avşar Dede, Akyazılı Baba, Kudümlü Baba Sultan, Sarı Saltuk... Bunlar köylü halkı etkilemişler, Anadolu’nun islamlaşmasını, bir anlamda Türkleşmesini sağlamışlar” (Kemal Tahir, tarihsiz; 79).
2. Bir toprak parçasına yerleşerek, bir topluluğun varoluşunu bağlayan hayati bir karar verip orayı örgütlemek, orada ikamet etmek, varoluşsal bir seçimi gerektiren eylemlerdir; bu, Eliade’nin “Kutsal Mimari ve Sembolizm” adlı yazısında belirttiği gibi, onu ‘yaratarak’ sorumluluğunu üstlenmeye hazır olduğumuz ‘Evren’in seçimidir. “Bir toprak parçasında ikamet etmek, yani yerleşmek, bir konut inşa etmek daima, bütün bir topluluğun varoluşunu angaje eden hayati bir kararı içermektedir. Bir bölgeye ‘yerleşmek’, onu örgütlemek, orada ikamet etmek, varoluşsal bir seçimi gerektiren eylemlerdir: bu, onu ‘yaratarak’, sorumluluğunu üstlenmeye hazır olduğumuz ‘Evren’in seçimidir” (Eliade, 2000; 163).
Tuğrul Bey’in çağdaşı Nasıri Hüsrev’in “Oğuzlar ile Kıpçaklar Amuderya kıyılarında biten belalı otlardır” (aktaran Togan, 1981; 197) diye andığı Türkler XI. yüzyıldan başlayarak, “ağaçsız memleket” Anadolu’yu seçmiş ve bu seçilmiş topraklarda dünya siyaset kültürüne Selçuklu, Osmanlı İmparatorluğu ve ardından da Türkiye Cumhuriyeti adlı siyasi/yönetsel pratikler armağan etmişlerdir.
Tıpkı Tuğrul Bey gibi asıl amacı Mısır’a inmek olan Alpaslan’la Anadolu’ya 1071’de gelen/ kovulan Türkler ben diyeyim 500 yıl, kimi bölgelerde siz diyin 800 yıl, Türkiye’de, yönetici sınıfın ulema kanadına mensup erguvani Yalçın Küçük’ün çalışmalarından öğrendiğim-iz üzre Yahudi rezerv devletinde, tek tanrılı dinsiz yaşayabildiler. Türkiye’de nedret dinselliği hakimdi. –Türklerin sıkı sıkıya sarıldığı -Eliade’ist kutsalı: - din, Devlet’ti.
Türkler, yeri geldiğinde, Persler ve Grekler’le silahlı çatışmalara girerek, kervan ticaretiyle ilgili olan ekonomik ve siyasi amaçlarını gerçekleştirmeye çalıştılar. Bu çatışmalar, tarihi yönden kaçınılmazdı. Çünkü Büyük Bozkır’ı birleştiren Türkler, Büyük Hakanlığı’n bünyesine katılan halkların siyasi problemlerini de üzerlerine almışlardı (Gumilëv, 2003; 38-39, 54). “Ortodoks Kilisesi ile milyonlarca Ortodoks Hıristiyanın koruyucusu olarak doğmuş”, omurgasını Türklerin oluşturduğu Osmanlı İmparatorluğu da, “Hıristiyan ve Yahudilerin mal ve can güvenliğini sağlıyordu” (İnalcık, 2005; 13). Silme “yaşam arzusu”yla (J. P. Roux) dolu Türkler Türkiye Cumhuriyeti Devleti adıyla bu özelliklerini bugün de koruyagelmekte: dün Yahudilerin+ bugün İsrail devletinin ve İsrail’e bir kuş uçumu yakınlıktaki Kıbrıs’ın da, dün Serv kıskacında bugünse içerden Türk- Arap-Fars üçgeninde, dışardan Rus-ABD-İngiliz-İsrail çemberindeki Kürtlerin, “İslam Medeniyeti”nin, yetmezmiş gibi Avrupa medeniyetinin geleceğinin “koruyucu”luğunu/ “bekçi”liğini üstlenmektedir. –Kolaylıkla din değiştiren Türklerin “ak budun” üyeleri, yönetici sınıfı bugün din mi değiştiriyorlar? Bu yeni yöneticilerin dini evangelizm mi (olacak)? –Kara budunun üyeleri biz yada kişisel inanç düzleminde bir tanrıtanımaz, kültürel olaraksa hiç kuşkusuz Müslüman olan ben, bunu kabul mü edeceğim/z? Hayır.

III
1. “Hristiyanlığın girişimci orta sınıfın dini haline gelmesi Protestan reformasyonuyla başladı. Ekonomik gelişmeyle ilgisinin kökleri burada. İslam ise tarihte ilk defa Türkiye’de kültürlü girişimci orta sınıfın dini oluyor! (...) Eğitim, yatırım, şirketler, ihracat ve hem dindar hem ‘burjuva’ zevkler... Siyasette “İslam Birliği”nden “Avrupa Birliği”ne yöneliş... Bu süreç ister istemez dindarlık yelpazesini çeşitlendirir” (Akyol, 2006) diyor başka yazılarından “düşünce özgürlüğü”nden yana olduğunu bildiğimiz Taha Akyol. Taha Akyol’u, yalnızca onu mu Orhan Pamuk’u, Perihan Mağden’i ve şürekasını tenzih ederim, tenzih edemez isem tenzil ederim - - kim ki “düşünce özgürlüğü”nden söz ediyorsa Tayyip Erdoğan’dan esinle “...” diyorum; Karl Kraus’un basın özgürlüğüne karşı kullandığı aşağılayıcı ifadelerinden dem vuran Adorno ise, şöyle diyor: “Basın (düşünce, İB) özgürlüğü şemsiyesi altında serpilen aptallaştırma ve yalan, tinin tarihsel ilerleyişinde rastlansal olgular değildir; tersine köleliğin damgasıdır bunlar, çünkü tinin (düşüncenin, İB) özgürleşmesi –sahte bir özgürleşim- bu köleliğin çerçevesi içinde gerçekleşmektedir” (Adorno, 2004; 162).
New York Times Gazetesi editörü Swinton'un (1829-1901) daha o yıllarda, meslektaşları tarafından şerefine verilen bir akşam yemeğinde yaptığı konuşma, bu konuda mihenk taşı, böbrek taşı: " Amerika'da özgür basın diye bir şey olmadığını, siz de, ben de biliyoruz. Hiçbiriniz sahici kanaatlerinizi yazmaya cesaret edemezsiniz, etseniz bile, asla basılmayacağını bilirsiniz. Ben, gerçek düşüncelerimi bağlı olduğum gazeteye sokmamak için para alıyorum. Sizler de benzer paraları, benzer nedenlerle alıyorsunuz. Aranızda gerçek düşüncelerini yazacak kadar aptal olanınız varsa, kendisini sokakta başka bir iş ararken bulacaktır. Gerçek düşüncemin gazetemin tek bir nüshasında görünmesine izin versem, yirmidört saat geçmeden işimden olurum. Gazetecinin işi, gerçeği yok etmek; açıkça yalan söylemek; saptırmak; kötülemek; servet tanrısına yaltaklanmak ve günlük rızkını çıkarmak için ülkesini ve soyunu satmaktır. Bunun böyle olduğunu ben de, siz de bildiğinize göre 'bağımsız basın' şerefine kadeh kaldırmak da nasıl bir maskaralıktır?! Bizler sahne arkasındaki zengin adamların köleleriyiz. Bizler, ipleri çekildiğinde dans eden kuklalarız. Yeteneklerimiz, imkânlarımız ve hayatlarımız başkalarına aittir. Entelektüel fahişeler, bizler buyuz" (aktaran Alatlı).
Dindar bir Hıristiyan olan ünlü edebiyat eleştirmeni Northop Frye’nin “Ruh, Kelam’ın halefi yada Oğludur. Bunun saçma olduğunu söyleyenler bunu kendi saçmaları ile birlikte bir taraflarına sokabilirler” (aktaran “keriz marksist” Eagleton, 2006; 132) sözünden esinlerek: “düşünce özgürlüğü” şampiyonu kesilenler bir tür haşlanmış beyin(lerin) salatası “düşünce özgürlüğü” adlı sopalarını bir taraflarına sokabilirler.
Gazete köşelerinden yazan, televizyon ekranlarında boy gösteren egemen düşüncenin “meşruiyet uzmanları” (Gramsci), “düşünceden yoksun düşünce ustası” “kültür aracıları/ajanları” (tırnaklar P. Bourdieu’ye aittir) gasteci bölüğünden yaza yaza bunları yazan, “düşünenlerin ve Türkiye’yi yönetenlerin” derinliksiz ekranlarında boy gösteren Taha Akyol’un yukarıdaki sözleri üzerine söyleyecek çok sözüm var, ne var ki, gerek yalnız ve yalnız egemen sınıflara ait “düşünceyi ifade özgürlüğü”, gerekse hapis cezalarının artık para cezasına çevrilme uygulaması sözlerimi boğazıma tıkıyor, Türkiye’nin yerli yemişi, önde gelen eleştirmenlerimizden, bir imamın torunu ve bir bahçıvanın oğlu Aziz Nesin’in “Türklerin yüzde altmışı aptaldır”ını bir kulağıma, bir başka yerli yemişimiz, altı çocuklu bir polis memurunun oğlu olarak ayağa kalkıp söz alan şair adam İsmet Özel’in -biraz kırparak- “Türkler üstün ırktır”ını (Cermenler, Yahudiler de, değil mi?) bir başka kulağıma küpe ederek devam ediyorum:
2. Euro-Amerikan kapitalizminin “bizi savaşa sürüklediğini anlamamak için çok saf olmak lazım; sesler, davullar ve ksilofon sesleriyle insanları buna karşı durmaları için uyarıyorum” (Artaud, 2002; 56). “Kürt Sorunu”nun, bir “Amerikan sorunu”na evrilme tehlikesiyle karşı karşıyayız. Ortadoğu’da ikinci bir İsrail mi yaratılacak? Dahası, Amerika-Avrupa-İsrail hiç bir zaman devlet olamamış, kanımca da olamayacak “İsrail Devleti”nin taşınmasına/dağılmasına evet derse ne olacak?
“Kanımda dolaşan şu Türkçe dili” (Sait Faik) ile ayağa kalkıp söz almayı gerekli görüyor, Türkiye Cumhuriyeti Devleti’ni uyarıyorum: Türkiye Cumhuriyeti Devleti kendine çeki düzen vermelidir. 24 Ocak Kararları’ndan bugüne, “üzerinde yükseldiği toplumun aleyhine, burjuva diyebileceğimiz bir azınlığın lehine yaptığı uygulamalarla meşruiyetini yitirme tehlikesiyle karşı karşıyadır” (Bingül, 2005-6; 59).
Bir ‘yolgeçen hanı’ Anadolu’ya yepyeni bir ruh veren Türk geist’ı/ etnosu (etnos için bak: Gumilev) ebedi midir bilinmez ama omurgasını oluşturdukları Selçuklular ve “cihan imparatorluğu” da denen Osmanlı göçüp gitmiştir. Türkiye Cumhuriyeti Devleti bunun bilincinde tarihe ayak uydurmalı, ayağını denk atmalı; üzerinde yükseldiği toplumun tüm kesimlerine aynı mesafede adaletçi ve halkçı bir tutumu benimsemeli; “yaşama arzusu”yla silme yüklü inatçı ve diretgen, tarihsel bir kavram olan “Türkler”in tarihte pek çok devlet kurduğunu unutmamalıdır. Sezai Karakoç’un dizeleriyle “Hükümdarın hükümdarlığı için halka yalvardığı/ Ama yine de eşsiz zulumlar işlediği vakitlere” dönmemelidir. –“Hükümdara egemenliğini nasıl koruyacağı hakkında öğüt veren, denenmiş kurallar öneren nasihatname edebiyatında açıkça belirtilmiştir ki, idare edilen halkın gerçekten desteğini kazanmamış bir hükümdar veya hanedanın saltanatı uzun sürmez, tahtı her an devrilme tehlikesi altındadır” (İnalcık, 2005; 141).
Kapitalizmin ve paranın bütün öbür güçlere baskın çıkmasını engelleyen Osmanlı İmparatorluğunda (John Berger) burjuvazinin önü tıkalıydı. Kapitalizm; iki yüz yıldır orasından burasından girmeye çalıştığı, Türkler tarafından şeçilmiş topraklar: Anadolu’da paralize oluyor; bu topraklarda halk kapitalizm çarmıhına gerilemiyordu. Ancak modernite uyarınca ve Avrupa tarihinin bir parçası olarak Ermeni kırımı ve Rum mübadelesi, bu topraklarda en kanlı ve en acımasız, bağışlanamaz bir kapitalistik, eşdeyişiyle modernist bir operasyondu. –Osmanlı seke seke modernleştiriliyordu. Bugünse bir ayağı AB’nin eşiğinde, bir ayağı Irak sınırında pinekleyen Türkiye Cumhuriyeti demokratikleştirilmeye= kapitalistleştirilmeye çalışılıyor! Bu ne demek?
Deleuze, “faşizm, kapitalizmin ürettiği son koddur” diyordu. Heidegger, Bolşevik Marksistler aynı paydada birleşir: “faşizm, kapitalizmin ‘normal’ gelişiminde ortaya çıkan basit bir sapma değil, kendi iç dinamiklerinin zorunlu bir sonucudur” (Zizek, 2005; 19). Faşist hareketler liberal kapitalizmin açmazlarına bir çözüm arama faaliyetlerinin ürünü, sonucudur. Faşizm farklı ülkelerde farklı biçimlere bürünmesine karşın, Karl Polanyi’nin ısrar ettiği üzre, önünde sonunda piyasa toplumunun/ küresel ekonominin yapısına kök salmış uluslararası bir şiddet dalgalanmasıdır. Türkiye’nin kapitalistleşmesi demek, faşizmin kıyımlarına, kırımlarına kapıyı aralamak demek, bir. İki, faşizm kapitalizmden ve kapitalist bedenlerden ayrı düşünülemez. Burjuvazi hem faşist, hem bölücü, hem de “bölücü”dür. Buraya mim koyalım. Devam edelim.
3. “Siz sayın Foucault, içinde yaşadığımız toplumlara demokratik denebileceğine inanıyor musunuz?” sorusuna şu karşılığı veriyordu Foucault: “Hayır, toplumumuza demokratik denebileceğine zerre kadar inanmıyorum. (Gülüyor). Eğer demokrasiden hem bölünmüş olmayan hem de hiyerarşik biçimde, sınıflar halinde düzenlenmemiş bir halkın iktidara fiilen sahip olması anlaşılıyorsa, demokrasiden çok uzak olduğumuz gayet açık. Bir sınıf diktatörlüğü rejiminde, kendi isteklerini şiddet yoluyla dayatan (bu şiddetin araçlarının kurumsal ve anayasaya uygun olmasının önemi yoktur) bir sınıf iktidarı rejiminde yaşamakta olduğumuz son derece açık; bu yüzden de bizim demokrasiyle uzaktan yakından bir alakamız yok” (Chomsky, 2005; 43). Lafı uzatmadan “dürüstçe şunu söylemek gerekecektir: demokrasi dediğimiz liberalizmden başka bir şey değildir; mutlu kent-devlet düşleri, hiçbir zaman, nihai olarak mülk sahibi bireyler saltanatını kurmak için işbirliği yapan büyük ve küçük kapitalistler toplumunun düşü ya da kendi kendine söylediği yalan olmaktan öteye gitmedi” (Ranciére, 2007; 50).
Tarihsel olarak demokrasiyi pek az entelektüel savundu, büyük bir bölümü de saldırdı, çünkü orta ve ortalamanın altı bir zekaya sahip ama hiç de masum olmayanların orta ve ortanın altı kavrayışa sahiplerin kafalarına kakaladıkları bir şey idi. Amma velakin Süleyman Demirel, Murat Belge, Aydın Doğan, fonda çalan “kek-li-ği düz o-va-da av-lar-lar...” şarkısı ile “ovada siyaset yap diyen ” Mehmet Ağar, Kenan Evren, Tüsiad, IMF, Dünya Bankası, Sabancı/Koç/Bilgi ve bilimum üniversite, Menkul Kıymetler Borsası, büyük alış-veriş merkezleri, YKY, Doğan Kitap vb.. kökten demokrasi taraftarlarıdır, demokratik kurumlardır ve hepsiciği de demokrattırlar. Bunlarsız demokrasi düşünülemez. Düşünülebilir mi? Peki, MGK/TSK bir demokratik kurum değildir denilebilir mi? Tüsiad, IMF, Dünya Bankası, İngiltere vd., Radikal, Zaman Gazetesi, Kemal Derviş, Çetin Altan A. Ş., Orhan Pamuk vb.ler demokrasinin olmazsa olmazı, dahası demokrasi yandaşı/yanlışı ise............ niye olmasın? - -Ne tuhaf değil mi, hepsi de kaymakçıdır, Türkiye’nin kaymağını yiyenlerdir demek istiyorum. İnanılmaz ölçüde saflar, kötü niyetliler, tuzu kurular; demokratlar demek istiyorum.
Bir sınıf diktatörlüğünü, daha iyisi, burjuva totalitarizmini burnumuzun dibine dayayan “demokrasi”nin, “demokratikleşme”nin/ Avrupa Birliği’nin önünde üç engel var: 1. Köylülük, 2. İslamiyet, 3. Türkler.
4. “Spinoza ve Siyaset” adlı kitabının Türkçe çevirisine yazdığı önsözde, “ben Türkiye’yi tarihsel anlamda Avrupa sahasının bir parçası olarak görmekle kalmıyor, onun Avrupa “kimliği”ne getireceği katkının geçmişte olduğu kadar gelecekte de gerekli olacağını düşünüyorum” diyen Etienne Balibar, “bu düşüncemin nedeni, komşuluk ve tamamlayıcılık deneyimlerinin üretken şekilde kullanılacağı yeni bir tarihsel dönemin hazırlanabilmesi için dönüştürülmesi ve kolektif bir şekilde geliştirilmesi gerektiğidir. Bu düşüncemin nedeni Türkiye gibi geniş ve çeşitliliğe sahip bir ülkenin “safkan” Avrupalı olacağına, ya da Avrupa Birliği tarafından kabul görebilmek uğruna uygarlığının başka öğelerini ortadan kaldırmak zorunda kalacağına inanmam da değildir...” (Balibar, 2004; 5). Balibar sözlerine devam ediyor, biz burda duralım. Alıntıladığım bu kısacık parçada pek çok önemli şeyi dile getiriyor özetleyerek. Balibar doğru söylüyor: yanar döner Türkiye, kah Avrupa Birliği kah AB’nin ürktüğü küresel sermaye tarafından kabul görmek için uygarlığının başka öğelerini ortadan kaldırmak zorunda kalacak! Can alıcı soru: Peki, ortadan kaldırılacak öğeler nelerdir? Modernite gereği burjuva Avrupa tarihinin bir parçası olarak “Osmanlı uygarlığı”nın öğelerinden Ermeniler (soy?)kırıldı, Rumlar mübadele edildi. “Coğrafya ve tarihiyle iki uygarlık, iki kültürel ve dinsel geleneğin sınırında bulunduğundan dolayı (...) çılgınca tehlikeli bir çatışma rizikosuna özel olarak açık bir ülkede” (Bourdieu, 1995; 7) Türkiye Cumhuriyeti’yle yoluna devam eden bu siyasal gücün önüne bugün dinlerini değiştirmeyecek Kürtler sürülüyor. İstanbul’un “kültür başkenti” seçildiği bugünden Türklerin uzun on yıllarda din değiştirmesi güdülüyor, bir. İki, uzun yüzyıllara yayılarak Osmanlı İmparatorluğu bünyesine sindirilen göçebe Türkler inatlaşa çatışa yerleşikliğe zorlanarak çiftçi/köylü kılındı. Bugünse, 1960’larda yoğunlaşarak büyük şehirlerde ve Alamanyalarda işçi, ücretli çalışan olarak pazarlandı. Cephede çalışmak da cabası.
Kapitalizm uyarınca kırlarını on yıllardır şehirlere akıtan Türkiye şimdi bu uçurumun eşiğindedir: Avrupa Birliği tarafından kabul görmek uğruna “uygarlığının” Kürt, Müslüman ve köylü öğelerini “demokratikleştirme”nin gereği olarak kaldırmak zorunda kalacaktır.
Ben bir ücretli çalışan olarak kapitalizm çarmıhına gerilen bir Türkiye’ye razı gelmem. Ak budunun göz kırptığı Evangelist/ Ortodoks Hıristiyanlık giyiti kuşanmam. Kapitalist ve Evangelist projenin yol açacağı Kürt katliamını kabul edemem. Kürtlerden ve İslamiyetten “kurtulma” projesi düpedüz Türkiye’nin imhası demektir.
Bu satırları yazarken kulağımda Ahmet Kaya’nın tınıları, dilaltımda “Ahmet abi/ güzelim/ bir m(emleket) niye kanar” (Edip Cansever), dilimde ise bir başka Ahmed’in, Ahmed Arif’in “Ne İskender takmışım ne Sultan Murat/ Hepsi gelip geçmiş...” dizelerini höykürerek: On Binlerin Seferi’nde üzerinden geçenlerin “Axyols chora” (Ağaçsız Memleket) dedikleri Anadolu bin yıllar boyunca bir ‘yolgeçen hanı’ydı. İsteyen 1243 Moğol istilasını, isteyen 29 Ekim 1923, isteyen 20 Mayıs 1966’yı, isteyen Amerikan askerlerinin geçişine izin vermeyen/ (verdirilmeyen?) Bir Mart Tezkeresi’ni, isteyen bir başkasını simgesel tarih olarak seçebilir: Türkler ve İslamiyet aracılığıyla yepyeni bir geist edinen Anadolu yolgeçen hanı kimliğini yitirmiştir. Ak budunun danışmanlarından Cüneyd Zapsu’nun karısının erkekler arasında başı açık namaz kılışını gazete fotoğrafı aracılığıyla ifşa eden ‘ikon’unu görünce, bu düşüncemi ‘göz’den geçirerek, bu kezinde biraz gayrı ihtiyari biraz da öfkeyle kendime şu soruyu soruverdim: Bu memleket dingonun ahırı mı? Ben, kök saldığım ve yemiş vereceğim bu toprakların dingonun ahırına dönmesini kabul edemem, izin de vermem. Vermem, çünkü bu ‘han’da –ben
6. Alıç ağacının yalınukluğunu büyüdüm
Sustuğunuz ağaçları susadım
Ben, ben demeyi yazıdım.


Alıntılanan Yayınlar:
Adorno, Theodor W. (2004) Edebiyat Yazıları, çev. Sabir Yücesoy- Orhan Koçak, Metis y., İst.
Akyol, Taha (2006) “İslamda Yenilenme”, Milliyet Gazetesi, 28 0cak 2006
Alev Alatlı, "Kahramanlık" ve "Yiğitlik" üzerine... Galile etkisi, Zaman Gazetesi, 10. 03. 2007
Anderson, Peryy (2006) “Askeri Filozoflar: Savaş Çağında Rawls, Habermas ve Bobbio”, New Left Review 2005-Türkiye Seçkisi, çev. Mehmet Evren Dinçer, Agorakitaplığı, İst.
Artaud, Antonin (2002) Tanrı Yargısının İşini Bitirmek İçin, çev. Esra Özdoğan, Sel y., İst.
Balibar, Etienne (2004) Spinoza ve Siyaset, çev. Sanem Soyarslan, Otonom y., İst.
Bingül, İlyaz (2005-6) “Türk ‘Roman’ına Dair Notlar: Gerçekçilik, Piyasa Toplumu ve Burjuvazi”, Sınırda, Sayı 4, İzmir (bak: ilyazbingul.info)
Bodmer, Jean-Pierre (2004) “Selçuklular Anadolu’da”, çev. Ali Osman Öztürk, Cogito sayı 29, 2. bs.
Bourdieu, Pierre (1995) “Türkçe Baskıya Önsöz”, Pratik Nedenler, çev. Hülya Tufan, Kesit y., İst.
Bourdieu, Pierre (1999) Sanatın Kuralları, çev. Kamil Sevil, YKY, İst.
Cahen, Claude (1984) Anadolu’da Türkler, çev. Yıldız Moran, e y., İst.
Chomsky, Noam- Foucault, Michel (2005) İnsan Doğası: İktidara Karşı Adalet (Söyleşi), çev. Tuncay Birkan, bgts y., İst.
Dunn, Ross E. (2004) İbn Batuta’nın Dünyası, çev. Yeşim Sezdirmez, Klasik y., İst.
Eagleton, Terry (2006) Aykırı Simalar, çev. Ayşe Şirin Okyayuz, Epos y., Ank.
Eliade, Mircea (2000) “Kutsal Mimari ve Sembolizm”, Din ve Fenomenoloji, Mircea Eliade’nin Eserlerine Toplu Bakış, hzl. Constantin Tacou, çev. Havva Köser, İz y., İst.
Foucoult, Michel (2004) Felsefe Sahnesi, çev. Işık Ergüden, Ayrıntı y., İst.
Gumilev, Lev Nikolayoviç (2002) Eski Türkler, çev. Ahsen Batur, Selenge y., 3. bs., İst.
Gumilev, Lev Nikolayeviç (2003) Muhayyel Hükümdarlığın İzinde, çev. D. Ahsen Batur, Selenge y., 2. Bs., İst.
İnalcık, Halil (2005) Osmanlı İmparatorluğu Klasik Çağ (1300-1600), çev. Ruşen Sezer, YKY, 6. Bs., İst.
İnan, Abdülkadir (1986) Tarihte ve Bugün Şamanizm, 3. Bs., TTK, Ank.
Kemal Tahir (Tarihsiz) Esir Şehrin İnsanları, Sander y., İst.
Macey, David (2005) Michel Foucoult, çev. Zeynep Okan, Güncel y., İst.
Ocak, Ahmet Yaşar (1983) Bektaşi Menakıbnamelerinde İslam Öncesi İnanç Motifleri, Enderun Kitabevi, İst.
Ranciére, Jacques (2007) Siyasalın Kıyısında, çev. Aziz Ufuk Kılıç, Metisy., İst.
Roux, Jean-Poul (1989) Türklerin Tarihi, çev. Galip Üstün, Milliyet y., İst.
Sorel, Georges (2002) Şiddet Üzerine Düşünceler, çev. Anahid Hazaryan, Epos y., Ank.
Svipak, Gayatri Chakravorty (2007) Köklerim Havada: Söyleşiler, çev. Osman Akınhay, agorakitaplığı, İst.
Togan, Zeki Velidi (1981) Umumi Türk Tarihine Giriş, Enderun, 3. Bs.
Wallerstein, Immanuel (2005) “İlim Adamları Sınıfının Ana Akımı ve Gerçekçilik: Bir Dönüm Noktasında mıyız?”, Modern Küresel-Sistem içinde, çev. Kürşad Atalar, Pınar y., İst.
Zizek, Slavoj (2005) Gıdıklanan Özne, çev. Şamil Can, Epos y., Ank.


İlyaz Bingül
İlyaz_bingul@yahoo.com

Hiç yorum yok: