2 Kasım 2007 Cuma

Bir Görme Biçimi Olarak Roman [Kitap-lık, Sayı 02, Şubat 2007]

Bir Görme Biçimi Olarak Roman [Kitap-lık, Sayı 02, Şubat 2007]

Roman yazılı bir anlatım türü, yüzde yüz yazıya bağlı. Yazı olmasaydı roman yine de olur muydu? Hayır. Bir soru daha: İnsanın göz’ü olmasaydı roman ortaya çıkar mıydı yada nasıl bir roman ortaya çıkardı? Roman, her şeyden önce yüzde yüz göz’el bir anlatımdır. Göz, ardından yazı, matbaalı yazı yoksa, roman da yoktur.

Görme ve görselliği ilişkin düşünümler, yekpare bir bütün olmayıp kimi kesintileri de bağrında taşıyan Batı görme geleneğine en azından, atıfta bulunmak zorunda kalacaktır, diyebiliriz. Yalnızca görsel sanatlarda değil, görme/imaj Platon’dan “resim bizi esir aldı” diyen Wittgenstein’a felsefenin de, dinlerin de boğuştuğu bir sorunsal olagelmiştir. İmaj/resim/görme ‘roman’ın da bir sorunsalıdır. Görme geleneği, insanoğlu ayakları üzerinde dikilip hayvansal burundan insanal göze geçtiği ana, o ‘ilk resim’e kadar geri götürülebileceği için Batı görme geleneğinin aslında yekpare bir sorunsalın kısmi parçası olduğunu da söyleyebiliriz, söylerim.

Göz, görme; insanlığın bu ortak paydası yada ayrışma, görme biçimlerinde kendini gösteriyor. Göz, görme insanın en içine, bu yanıyla da doğaya ait olmasına karşın görme biçimleri, işleyişleri kültürel alan tarafından kuşatılmıştır. İşte ‘göz’ün yırtıldığı alan da burası: Resim, ‘göz’ü sınırlar. ‘Göz’ bir kez kültüre bulandımı, ayıkla pirincin taşını. Gerek pirinç ambarlarına yakışan katiplerin çoğalması gerekse pirinç ambarlarının üniversite, laboratuvar, kütüphane, arşiv depoları, müze, kültür ofisleri vb.ne dönüşmesi sonucu, bu katiplerin bir bölüğü kaçınılmaz olarak dışta kalacak, kültür uzmanı/tarihçisi kılığında ‘pirinç ayıklayıcılığı’ yapacaktır. Ama bunun konumuzla ilgisi yok. –Gerçekten yok mu?

İnsan doğadan kopup kültürün içine sıkıştıkça görüntü/resim/imaj da cisimden ayrışmakta, aşkınlaşmakta. İmajların cisimden kopması, imlediği cismin yerine geçmesi, hele bir de taşınabilmesi, insanın imajın sığlığına ve uzlaşmacılığına teslim olması dünyanın/anlamın görsel olarak kuşatılmasına, manipüle edilmesine ve denetimine yeni olanaklar sağlamakta, gerek o an olan gerekse gelecekteki olası yeni dünyaları silmekte, önünü tıkamakta.

Görmeyi insan gözünden neredeyse büsbütün koparıp apayrı bir alana sürükleyen, gözlemci-özne ve temsil-nesne kavramlarını geçersiz kılan uçuş simülatörleri, bilgisayar destekli tasarım, resim algılayıcı robotlar, sentetik holografi, manyetik rezonans görüntülemesi ve diğerleri aracılığıyla tıp, ordu, polis güçlerinin talepleriyle de içiçe geçerek egemenliğini kuran yeni imge teknolojilerinin, toplumsal oluşumların ve kurumların işleyişini etkileyen bir görselleştirme modelinin sunduğu yeni görme biçimlerinin baskın kılındığı bugünümüzde; “mekanik yeniden üretim çağı" diye adlandırılan “ortaçağ” imge dağarcığınının kırıldığı Rönesans perspektifiyle yazılan Avrupa romanını, “roman”ı bir başka açıdan değerlendirme olanağına sahibiz.

Müthiş bir silici olarak iş gören, modernleşme süreci de diyebileceğimiz kapitalizm, Deleuze-Guattari ikilisinin belirttiği gibi, yerleşik olanı yerinden edip yersiz-yurtsuzlaştırır, hareketli kılar; emeği topraktan koparır; serbest dolaşımı engelleyen ‘pürüz’leri düzleştirir, siler; asıl ve tek olanı çoğaltılabilir, değiş tokuş edilebilir kılar. Bu durum bedenler, işgücü, mallar, para, fotoğraf, kitap, akrabalık ilişkileri, dinsel uygulamalar, uluslar, göstergeler için olduğu gibi imajlar için de geçerlidir.

Modernliğin sivrilttiği bakışın gücü, “uygarlık süreci”nin başlıca özelliklerinden biri olmuştur. Bakışın gücü, Foucault’dan biliyoruz, okul, hapishane, akıl hastaneleri, fabrika gibi ortamlarda yaşayan tebaaları hakkında bilgi elde edilebilmelerine aracılık eden bir gözetleme biçimi olarak yorumlanmalı. Gözetleme olarak bakış, “uygarlık süreci”nde kaba kuvvetin yerine ikame edilir. Bakışın gücü, arzusu ve bakılanın savunmasızlığı burjuva imgesinde çok önemlidir. “Bakış bir kültürel sermaye biçimi, yani gizlice maddi güç hayalleri peşinde koşan simgesel bir güç biçimi haline gelir. Burjuva bakışı Ötekilerin bakışının vaat ettiği simgesel egemenlikle kendini eğlendirmek için onların dünyasını gizlice izler. Kendisinden daha alt seviyedekiler üzerinde simgesel bir iktidar talep eder” (Orr, 1997; 87). Ve romanı da buna alet eder.

“Roman”; yazı ve matbaa birincil olmak üzere, piyasa toplumu, burjuva, özne/birey/insan/ego, gerçekçilik, figür ve tasvire dayalı imgesel anlatı, kilise-özel mülkiyet-aile üçgeni, İncil’de vücut bulan kanon düşüncesinin edebiyat kanonu oluşu, İncil’in yerinden edilişi, yalnızlık, vahiy-sözden imaj-söze geçiş, meta üretimi... gibi oturgalar üzerinde yükselir. Hal böyle iken, Türkiye’de “roman” yazmaya kalkmak tam bir saçmalıktır, çünkü “roman”ın birincil oturgaları dışında hiçbir oturgası Türk toplumunda, dolayısıyla da edebiyatında yoktur. Buna karşın ‘roman’, hem de başarılı ‘roman’lar yazılmıştır. Edebiyat, roman tarihçileri, kuramcıları bunun üzerine gitmeli, Türk edebiyatındaki ‘roman’ın bu “başarı”sının nedenlerini enine boyuna eşelemelidir.

Roman, yüzde yüz yazılı bir türdü. Yazının varlığı yeterli koşul olmamakla birlikte, yazı yoksa roman da yoktur. Romanın asal oturgalarından yazı, uzatmadan söyleyelim, matbaa ile içiçe geçecektir. Kısaca dendikte, yazı ve matbaa zorunlu olarak romana yol vermez, ama, daha önce sözünü ettiğimiz pek çok tarihsel, kültürel etmen bir yana, yazısız ve matbaasız bir roman düşünülemez. Demek ki, Türkiye’de de romanın gelişebilmesi için yazı ve matbaa birincil önemdedir. Gerçekçilik, piyasa toplumu, burjuvazi vb.’den yoksun Türk romanının doğuşu bu koşulların üzerinde yükselecektir.

Osmanlı’da matbaa ilk kez 1495’de tıkırdamasına, 1720’lerde İbrahim Müteferrika ile etkinlik göstermesine karşın romanın esamasi bile okunmaz. Bu gecikmişlikte şaşılacak bir yan yok, keza Gutenberg’in matbaası (1450) ila “ilk” roman sayılan Richardson’un Pamela’sı (1750) arasında 300 yıllık bir gecikme vardı. Burada, romanın yazımı için 1860’ları beklemek gerekecektir. Neden? Osmanlı-Türk ‘roman’ı siyasal değişimler uyarınca Batılılaşmanın yan kolu olarak, belirli bir okur kitlesinin beğenisine ve gereksinimlerine cevap vermek üzere değil, Batılılaşmanın bir garnitürü olarak, Batı’da yazıldığı için yazıldı.

1796’da Alois Senefelder’in keşfettiği “taş baskı” gelişerek 1831’de Türkiye’ye gelir, 1950’lere kadar İstanbul’da, tasvire daha açık İranlıların işlettiği, Acem baskısı diye bilinen matbaalarda taş baskı (resimli) kitaplar basılır (Derman,1989; 2-15). Arap harfli olduklarından Cumhuriyet devrinde basılması yasaklanmasına karşın, yayınevlerinde basım yeri ve yılı belirtilmeden gizlice basılıp Anadolu’ya el altından gönderilmiştir. Çoğunlukla değer verilmeyen kitaplar muamelesi gören bu yapıtların bugüne kadar hasbel kader kalanları da kütüphanelerin erişilmesi güç depolarında uyuklamaktadır.

Taş baskıya neden geçilmiştir? Taş baskıya geçince ne oldu? Kültür/zihniyet tarihçileri bu soruya çeşitli açılardan derinlemesine yanıt verebilir kuşkusuz. Konumuzla ilgisi bakımından, daha Dede Korkut Kitabından başlayarak anlatıcının; anlattığı hikayesinden koptuğunu, anlatıya jestlerle, mimiklerle, ses tonlamalarıyla, hikayeyi yarıda kesme, dinleyicilerle konuşma, soru sorma, sarakaya alma, deyimler, deyişler, müstehcenlik vb. olanaklarla hikayeye katılma olanaklarını birer birer yitirdiğini görüyoruz. Masallar, halk hikayeleri, destanlar yazıya geçirildiklerinde anlatım olanaklarının yanı sıra içeriklerinden de çok şey yitirir. İşitsel ve duyuşsal olanaklara kapıları bütün bütüne kapalı, mekanik ve soyut bir araçtan başka bir şey olmayan yazılı kitapta anlatı, anlatıcı ve dinleyicinin oluşturduğu bütün ortadan kalkmıştır. Bu kezinde, el yazması, matbu yada taş baskı kitaplarda minyatür, resim -bu yitirilenlerin yerini doldurmak için diyemesek/desek bile- bir anlatım aracı olarak boy gösterir. Hikaye kitapları taş baskı usulüyle çoğaltılmaya geçildiğinde, baskı olanaklarından faydalanarak resimler çizilmiştir. Minyatürleri çizen nakkaşların ustalığından yoksun, yalın ve acemi çizgilerle ayrıntılara girilmeksizin olayları görsel anlatımla destekleyen resimler okuyucunun gözüne iliştirilir. Bu, yüzyıllarca toplumsal gözden uzak kalmış minyatürlü kitapların yapamadığını yapar: Osmanlı-Türk okuyucu-dinleyicisi yeni bir okuma-görme deneyime açılır.

Okumanın tarihine yönelttiğimiz ilgiyi, dinleme ve bakma (seyretme) yordamlarının ihmal edilmiş tarihiyle birlikte düşünerek genişletmeliyiz. Özellikle de Osmanlı-Türk romanına bakarken okuma tarihimizde kulakla ‘okuma’nın, dinlemenin önemini göz ardı etmemeliyiz. Naima, Peçevi, Baki, Fuzuli, müstehcen kitaplardan Bahnamelerdeki hikayeler nasıl okunuyordu? Özetleyin, biri okuyor, çevresindekiler de dinliyordu.

Roman okumak; masal, destan, halk hikayesi vb. anlatıların kolektif ve duyuşsal alımlanmasının tersine, okuyucunun yalnız ve soğuk odasını gereksinir. Roman okumak, kestirmeden dersek, bir yalnızlık türüdür. İkincisi “roman” okumak demek resimleri okumak demektir. İlk romancılarımızdan Ahmet Mithat Efendi’nin kimi ‘okuyucu’ları eski alışkanlıklara bağlı kalarak yada okuma bilmediği için kulağıyla ‘okuma’yı sürdürse de, Osmanlı-Türk ‘roman’ı da kulaksal/işitselden göz’sele evrilen bir edim olacaktır. Dolayısıyla Türk ‘roman’ını kavrayabilmemiz için toplumsal, siyasal, kültürel, tarihsel oluşumların içi sıra ‘roman’ın yazıldığı ve yazılmazdan önceki dönemlerde toplumsal, kişisel göze, dahası “gönül gözü”ne sinmiş ‘resim’leri, “ikonolojik” nesneleri saptamamız, envanterini çıkarmamız, ‘göz’ü nasıl yoğurduğunu açığa çıkarmamız, gerekir.

“Madde ve Bellek”te Bergson, “fotoğraf/resim uzama yayılmış, şeylerin içine çekilmiştir” diyordu. Türk-Osmanlı ikonolojik nesnelerinin içine dağılan görsel betimleme dili kağıt, tablo üzerinden çok, ilk resimlerimiz olan mezar taşları(*), halı-kilim, tuğra, madalyon-sikke, çini, kubbe ve minareli bir ‘resim’ olarak cami, gece resmi de denilen mahya, duvara yada ahşap kapının çivisine asılı bir tablo da olan mushaf, hat, çifte vav, hilye, ibrik, karagöz tasvirleri, Bektaşi ve Mevlevi resimleri, kahvehane resimleri... gibi başka ortamlarda geliştirildi. Gözel bir edimi gereksinen Türk-Osmanlı romanı işte böylesi bir görsel uzamda kurulan görme zihni üzerinde yükselecektir.










Alıntılanan Yayınlar
Derman, Gül (1989) Resimli Taş Baskısı Halk Hikayeleri, TTK, Ank.
Gumilëv, L. N. (2005) “Türklerin Altay Kolu”, Avrasyadan Makaleler-1, çev. D. Ahsen Batur, Selenge y., İst.
Köprülü, Fuad (1986) “Türk Edebiyatının Menşe’i”, Edebiyat Araştırmaları, TTK, Ank. 2. Bs.
Orr, John (1997) Sinema ve Modernlik, çev. Ayşegül Bahçıvan, Ark y., İst.

Hiç yorum yok: