2 Kasım 2007 Cuma

İstanbul’u Satmak mı, Bir “Zengin Çocuğu”nun Anıları mı? [Adam Sanat, Sayı 224, Eylül 2004]

İstanbul’u Satmak mı, Bir “Zengin Çocuğu”nun Anıları (1) mı?
[Adam Sanat, Sayı 224, Eylül 2004]


“İstanbul” denince Türk edebiyatında ilk elden iki isim, Yahya Kemal (2) ve Tanpınar, akla gelir(4). İmparatorluktan ulusal devlete geçildiği dönem boyunca o iki kişinin İstanbul portresi Osmanlı geçmişinin izlerini taşıdı: Kapalı, gizemli, irrasyonel ve tabiki İslami bir imgeydi bu. Kemalist anlayışa göre İslama, dolayısıyla “ortaçağ karanlığı”na aitti ve muteber değildi. İstanbul imgesi dindışı olmalıydı, geleneğin kusurlarından arınmış, pozitivizm ve ilerleme aşısıyla aşılanmalıydı. Kemalist dünya görüşü, gerek mübadele gerekse tehcir ve kıyımla yok edilen Hıristiyan burjuvazinin ve İstanbul’un batılılaşma deneyimi ile İslam’ın yüksek kültürü alanındaki birikimi önemsiz hale getiriyordu. “Bu son derece sahici tarihleri dışlama temelinde inşa edilecek bir ulus idealini ileri sürmekle, Kemalistler kendi projelerini gerçekdışı ve gerçekleşmesi imkansız bir noktaya taşıyorlardı” (Keyder; 2000; 17-18)

Kemalizmin Anadolu geleneğiyle içini doldurduğu Ankara’sı ise bu imgenin tersine, rasyonel ve laikti. “İstanbul hayranı edebiyatçılar, örneğin Ahmet Hamdi Tanpınar ile Yahya Kemal Beyatlı, Türk edebiyatının klasikleşmiş eserleri arasında çok önemli bir yer tutmaya devam etmekteydiler, ama bu istisnai bir durumdu; onların kapalı ve çağrışımlarla yüklü edebi uslupları, Cumhuriyetin reformculuğunun doruk noktasında teşvik edilmekte olan Anadolu edebi gerçekçiliğinin idealleştirilmiş modelleriyle karşıtlık içindeydi” (Stokes, 2000; 151).

Çağdaş Türk edebiyatından hiç kimse İstanbul’un adıyla yanyana anılacak bir üçüncü kişi olmaya cüret edemedi (5). Edemezdi, çünkü yeni bir İstanbul imgesi oluşturacak tarihsel konjöktür yoktu. Şimdi var mı? Bunun iki kanıtı var; birincisine aşağıda kısaca değineceğim, ikincisi: böylesi bir “var”lık olmasaydı romancı Orhan Pamuk hesabını kitabını yaptığı yazacağı romanların yerine tutup da İstanbul kitabı yazmazdı. Yazdığı, unutmamalı, anıları değil, İstanbul anıları (Pamuk, 2004; 35). Demem o ki mesele salt anı meselesi değil. Mesele “İstanbul’u Satmak” kapsamında İstanbul’un sahiplenilmesi.


“İstanbul’u Satmak” ne demek?

1980’ler; Türkiye için keskin bir dönümü, dünya içinse Amerika’da R. Reagan, İngiltere’de M. Thatcer’ın iktidar olmasıyla birlikte Yeni Sağ’ın iş başına geçtiği bu dönemde, 16. Yüzyılda başlayıp 1789’da siyasal, Sanayi Devrimiyle de kurumsallaşarak yerleşen modernitenin bitişi, kimilerine göre ise postmoderne geçişi, ifade ediyordu. “Modernite dönüşümlerini eşzamanlı olarak Türkiye’de de yerleştirebilmek, kendisini asıl 1980 sonrasında göstermiş bir gelişmedir. Bu dönemde kapitalizmin atılımları neredeyse günü gününe Türkiye’ye taşınmış, buna bağlı olarak yeni bir insan ve zihniyet ortaya çıkmıştır” (Kahraman, 2002; VIII).

1980’lerden bu yana yeni bir dünyada ve yeni bir Türkiye’de yaşıyoruz. Yeni dünyada eskinin ulusal ekonomilerinin kaderini artık sermaye belirliyor ve sınır tanımıyor; buna globelleşme deniyor. Devletin ekonomideki ve siyasetteki söz hakkı ve belirleyiciliği yitiyor. Kısası, ekonomi artık Ankara’ya sorulmuyor, tersine Ankara ekonominin gidişatına ayak ve siyaset uydurmak zorunda kalıyor. Ulusal kapitalizmden dünya kapitalist sistemine geçiliyor: Bütün dünyada birden karar veren, her ülkeyi potansiyel üretim alanı ve pazar olarak gören, kendi hareketliliğine -ulusal sınırlar da dahil- engel tanımayan şirketlerin oluşturduğu bir sistem! Bu dönemin en çarpıcı özelliği kapitalizmle modernleşme arasındaki bağın kopması, modernleşmenin vaatlerini yani geleceğini bırakması. Kapitalizm modernleşme değneğine gereksinmiyor artık. Sermayenin sömürüsüne maruz kaldıkları için kendilerini şanslı sanan çalışanlar sürekli sömürüleceklerinden bile emin değiller artık! Yeni yoksulluk ve onun yeni yoksulları, “bırakınız gebersinler” diyen yeni dünyanın ve yeni İstanbul’un yeni “hayalet”leri olacak.

Ulusal kalkınmacılığın iflasını vurgulayan Çağlar Keyder’in demesiyle, artık bütün mesele dünya ekonomisine entegre olmak; entegre olamamanın maliyeti de çok yüksek: Dünyanın bir çok yöresi ölümcül bir dışlanma riskiyle karşı karşıya. Ülkelerin dünya ekonomisine entegrasyonu ise bankacılık, sigorta, hukuk, muhasebe, danışmanlık, iletişim, reklam, pazarlama, mühendislik hizmetleri sunabilen şehirlerden geçmeye mecbur. Artık ulusal ekonomiler şehirleri değil, şehirler ulusal ekonomileri taşıyacak. Bu yüzden İstanbul’u globalleştirmek için yapılacak yatırımlar, aktarılacak kaynaklar, Türkiye’nin de geleceğini doğrudan etkileyecek.

Yabancı nüfusun, bankaların, ticaret şirketlerinin varlığı, tüketim kapasitesiyle tüm bölgede sermayeye yönelik hizmetleri karşılayabilecek konumda; kalifiye eleman sayısı, iletişim şebekesi, beş yıldızlı otelleri, modern ölçütlere uyarlı iş merkezleri, yeni konut sahaları ve romancılarıyla İstanbul atlama yapmaya hazırlanıyor. Bu atlamadan “en önce faydalanan zaten ayrıcalıklı konumda olan burjuvazi ve yüksek düzey profesyoneller olacaktır. Yani, böylesi bir gelişme zaten varolan kutuplaşmayı daha da kötüleştirecek, kent ekonomisi ve toplumun ikili bölünmesini keskinleştirecektir (Keyder, 1996; 103).

“Aklımın bir köşesinde hep hesapladığım gibi ailemin birazcık malı mülkü olmasaydı, ben de oh diye kendimi romancı olmaya bu kadar rahat atamazdım” (Pamuk, 2004; 47) diyen O. Pamuk işte böylesi bir dönemden geçtiğimizi görüyor ve böylesi bir dönemde İstanbul’u yazmaya kalkıyor. Yazdıkları dünya dillerine çevrilen Türkiye’nin global romancısı roman yazmak (6) yerine, yine dünya dillerine çevrilecek bir İstanbul kitabı yazarak ülke ekonomisine ve siyasetine ve tabi ki kültürüne de hizmet ediyor.


Dip-bağlar

(1) (1) “Mutlu çocukluk anıları... Öyle anılar ki, insan onları, çoğunluk, belli bir övünmeyle anlatır. Haklıdır da, ideal örneklere bu kadar uygun, böylesine değerli ve pahalı anıları yaratan, hazırlayan yakınları olan insan nasıl övünmez” (Sarraute, 1997; 23).

(2) “İstanbul” deyince Yahya Kemal’in adını anmamak olmaz. Analım: Bir: “Anadolu’dan farklı olarak, Rumeli’nin çoğu hiçbir zaman ne İslamlığa ne de Türk diline maledildi (Lewis, 1991; 4).” İki, Tanpınar’ın bir saptaması: “Gümrükten geçen her şey müslümanlaşıyordu (abç). Kazaskerin sırtında İngiliz sofu, hanımının sırtında Lyon kumaşından çarşaf, üst tarafına asılmış Yesarizade yazması yüzünden Fransız üslubu konsol, Bohemya işi lamba hep müslümandı. İngiltere’den dün gelmiş rokoko saat, melez döşenmiş aynalı, saksılı, Louis XV üsluplu otoman ve markizetli yahut patiska minderli odaya girer girmez çok müslüman bir zamanı saymağa başladığı için derhal müslümanlaşır, kuvvetli ilahiyat tahsili yüzünden az zamanda ulema kisvesini taşımağa hak kazanan bir muhtedi (abç) yahut hiç olmazsa Keçecizade İzzet Molla’nın meclisinde Kur’an ve Hadis bilgisiyle asıl müslümanları susturan (abç) Hançerli bey gibi bir şey olurdu. Zaten bu yerliliğin birçok unsurları dışarda imal edilmeye başlamıştı (Tanpınar, 1960; 192193).” İlk onsekiz yılını geçirdiği Rumeli gümrüğünden geçip şiirini yazacağı İstanbul’da kendini “muhacir” gibi hissettiği için asıl kimliğini paranteze alıp (Ayvazoğlu, 1998; 94-95) sıkıldığı İstanbul’dan kaçarak dokuz yıl kaldığı Fransalardan dönen otuzuna merdiven dayamış Eyüb’ün (3) turisti Yahya Kemal döneminin Orhan Pamuk’u olup yır’lar.

(3) “Eyüb’ün güzide ve mütefekkir gençlerine iftara gittim. İftardan sonra gezmeye çıktık. Bu gecenin hatırasını hiçbir zaman unutamayacağım. Eyüb’ü sabah, öğle ve akşam saatlerinde, kandil günlerinde görmüştüm. Fakat gece uhrevi bir alemmiş (Yahya Kemal, 1964; 157).” Tanpınar’ın “tam Müslüman değil” dediği (Tanpınar, 2002; 92) Yahya Kemal’in Eyüb, Koca Mustafa Paşa, Erenköyülü İstanbul’u icad edişi üzerine burada söz almak istemiyorum.

(4) Üç İstanbul yazarı Ahmet Rasim, A. Şinasi Hisar ve Borges’e dudak uçuklatacak dünyada eşi benzeri yok “İstanbul Ansiklopesi”nin yazarı R. Ekrem Koçu’nun adı imge dışı tutulur.

(5) “Yahya Kemal ya da Tanpınar kendi İstanbul fikirlerini kurarlarken bu insanların metinlerini (Batılılar, İB) gayet dikkatlice okuyorlar. Ve bizim bugünkü İstanbul fikrimiz bu Yahya Kemal ve Tanpınar’dan geçiyor. Ben bu çizgileri birleştirdim (Pamuk, 2004; 40).”

(6) Yazmayı iş tutan O. Pamuk, iş yaşamına romanla atılır. Roman kuramcıları Avrupa’nın icadı olan roman ile burjuvazi arasında bağ kurarlar. Türk roman tarihi ise burjuvasız da roman yazılabileceğinin, hem de dünya romanının yüz akı örnekleriyle burjuvazisinin çok önünde (7), kanıtıydı. “Özgüvenli kişiler olmaktan çok, geçmiş bir zamanda, bir fırsatı devlet ve bürokrasiyle olan rüşvet ilişkisinin de yardımıyla bir anda zengin olmuş (Pamuk, 2003; 181)”, “pek çoğunun servetinin arkasında kendi bilgi, yaratıcılık ve çalışkanlıklarından çok bir talih ya da unutmak istedikleri bir üçkağıt yatan (Pamuk, 2000; 187)” taş beyinli sömürgen burjuvaların çocukları ailelerinin belirlediği şirket yöneticisi olmak dışında bir hayat çizgisinin dışına hiç çıkmıyorlardı. Holding yönetim kurulu başkanı genç sermayedarlara “ sizi bekleyen görevi reddetseydiniz babanızın tepkisi ne olurdu” diye sorulduğunda şu karşılık alınıyordu: Yani Bodrum’da bütün gün içip resim yapıyor mu olsaydım? Üzülürdü tabii (10) (Buğra, 2003; 291).” Yaşlı burjuvalar ve onların çocukları rekabetçi, muhafazakar ve bir fikir ya da inanç uğruna kendini feda etmeyi asla düşünmüyor (Bali, 2002; 53).

(7) “Çocuk Ölümü Şarkıları”nın döneği Hamdi Koç’un “Macar köylüsü” diyerek, elinin tersiyle ittiği ünlü roman kuramcısı Lukacs’ın roman kuramına sığmayan, burjuvaziye gereksinmeksizin de yazılabilen, yalnızca Türk romanının değil, dünya roman(lar)ının yüz akı “Araba Sevdası”, “Saatleri Ayarlama Enstitüsü”, “Uzun Sürmüş Bir Günün Akşamı”/“Göçmüş Kediler Bahçesi”, “Yaşar Kemal”, Sait Faik’in yazıdan Topkapı Sarayı ören ‘kubbesiz roman’ı “Bütün Hikayeleri”, “Tutunamayanlar”/ “Tehlikeli Oyunlar”, “Afrika Dansı” “Berci Kristin Çöp Masalları”, “İti”, “Bıyık Söylencesi” vb. yazınsal zenginliğe sahip Türk romanının karşısına, 19. Yüzyıldaki atalarının ayrılıkçı genlerini taşıyan burjuvazilerin (8) de bir bölüğüne yardım ve yataklık yapan “Tüsiad” adlı örgütün ele başılığını yaptığı 1980’ler sonrası yeni bölüş(/n)üm alanlarına açılan Türk (?) burjuvazisi, kopamadığı “ithal ikameci” ve aracı karakterine uygun olarak yarata yarata, “kopya”, “taklit” (9), “kes, çal, yapıştır” ve türevi kavramsallar çerçevesinde çözü(mle)nebilecek romanlar yazan Orhan Pamuk’u yaratabilmiştir.

(8) 19. yüzyılda burjuvazi olacak sınıf, Hıristiyan gruplar bütünleyici bir egemen sınıf rolü oynayamamışlardı. Tam tersine, bunlar Batı’nın etkisi altında milliyetçi kimlikler peşinde koşarak bölücü roller oynamışlardı (Timur, 1995; 27). Bir gerçeği yansıtmaktan öte, sanki bir korkuyu da yayan Niyazi Berkes’in sözleriyle, “gidiş, bir gün Anadolu’nun bir Rum ve Ermeni vatanı olması yönünde bir gidişti (Berkes, tarihsiz, 222).” Türk burjuvazisi varlığını devlete borçluydu, dolayısıyla iktidar olma şansını elde edemeyen burjuvaların siyasetten anladığı bürokratlarla iyi geçinmekti. Askeri darbeler burjuvaziyi daha korkuttu, çünkü “olağandışı rejim dönemlerinde sadakatinden şüphe edilen tekil işadamları (abç) olumsuz önlemlere hedef oluyordu (Keyder, 1996; 154)”.

(9) (9) “Daha sonraki yıllarda kafamı kurcalayacak olan şeyi, ancak başkalarını taklit ederek bir kişiliğe sahip olabileceğimiz gerçeğini (abç), Batılıların ‘paradoks’ dediği bu kendi içinde çelişkili durumu ilk o zamanlarda sezmeye başlamıştım (Pamuk, 2003; 254-255).”

(10) Ressam olmak isteyen genç Pamuk’a zengin babalı ilk aşkının dediği bunu doğruluyor: “Babam senin ressam olmak istemene fena halde takmış vaziyette. Sen sarhoş ve fakir ressam olacaksın, ben de çıplak modelin.. Böyle korkuları var (Pamuk, 2003; 315).” Yalnızca babalar değil anneler, O. Pamuk’un annesi de korkuyor çocuklarının ressam olmasından ve o da “ressam olmayacağım (Pamuk, 2003; 232-245)” der ve olmaz da.



Alıntılanan Yayınlar

Ayvazoğlu, Beşir (1998) Peyami Safa, Ötüken y., İst.
Bali, Rıfat N. (2002) Tarz-ı Hayat’tan Life Style’a, İletişim y., İst.
Berkes, Niyazi (tarihsiz) Türkiye’de Çağdaşlaşma, Doğu-Batı y., İst.
Buğra, Ayşe (2003) Devlet ve İşadamları, çev. Fikret Adaman, İletişim, 3. Bs, İst.
Kahraman, Hasan Bülent (2002) Postmodernite ile Modernite Arasındaki Türkiye, Everest y., İst.
Keyder, Çağlar (1996) Ulusal Kalkınmacılığın İflası, Metis y., 2. Bs., İst.
Keyder, Çağlar (2000) “Arka Plan”, der. Ç. Keyder, İstanbul içinde, Metis y., İst.
Lewis, Bernard (1991) Modern Türkiye’nin Doğuşu, çev. Metin Kıratlı, TTK, 4. Bs., Ank.
Pamuk, Orhan (2003) İstanbul, YKY, İst.
Pamuk, Orhan (2004) Söyleşi, Kitaplık, Ocak 68, YKY, İst.
Sarraute, Nathalie (1997) Çocukluk, çev. Gülseren Devrim, Can y., İst.
Stokes, Martin (2000) “Kültür Endüstrileri ve İstanbul’un Küreselleşmesi”, der. Ç. Keyder, İstanbul içinde, Metis y., İst
Tanpınar, Ahmet Hamdi (1960) Beş Şehir, İş Bankası-TTK, 2. Bs., Ank.
Tanpınar, Ahmet Hamdi (2002) Edebiyat Dersleri, hz. Abdullah Uçman, YKY, İst.
Timur, Taner (1995) “Anatomi Dersleri: Osmanlı Kültürü” içinde, YKY, İst.
Yahya Kemal (1964) Aziz İstanbul, Yahya Kemal Enstitüsü, İst.

Hiç yorum yok: