2 Kasım 2007 Cuma

Cinsellik Mekanı Olarak Kahvehane [Varlık, Sayı 1158, Mart 2004]

Cinsellik Mekanı Olarak Kahvehane [Varlık, Sayı 1158, Mart 2004]

16. yüzyılın ortaları, toplumsal yaşamdaki düzenin hızla bozulmaya başladığı bir dönem olarak ele alınmalıdır. Daha o dönemde bunun farkına varılmıştı ve bu yüzden ciddi kaygılar duyuluyordu. Şehir halkı arasında içki daha çok yayılmaya başlamıştı. Özellikle İstanbul, Bursa ve Edirne’nin içine gömüldüğü sefahat yaşamının yaygınlaşması sonucu, bunu engellemek için ardarda şiddetli fermanlar yazılıyordu. “1565’de İstanbul’un içki tüketimi hayallere sığmayacak kadar artmıştır. Müslüman semti Eyüp, 1567’de serbestçe içki içilen bir yerdir ve sarhoşluk fuhuşla beraber vezir konaklarını kemirmektedir” (Işın, 2001; s. 274). Mustafa Akdağ’a göre, kahvehanelerin kısa bir sürede bütün Anadolu şehir ve kasabalarında açılmış olmaları da bu bozukluktan ileri geliyordu. “İşte “gurbet ve çingeniyan taifesi”nin yanlarında sazları ve her çeşit sefahat vasıtaları ile etrafa yayılarak, tertip ettikleri eğlencelerine etrafın sefahat düşkünlerini toplayabilmeleri böyle bir zamanda meydana gelmekteydi. Kahveler birer ahlaksızlık yuvaları haline geldikleri gibi, gurbet ve bilhassa çingene aileleri de aynı suretle, ahalinin fuhuşa sürüklendikleri yerler haline gelmişlerdi (Akdağ, 1963; 36).”

Özellikle savaş zamanı kadınlar, birşeyler yiyip içebilmek için dışarda kalır ve hamama giderler. Bir 16. yüzyıl tanığının demesiyle “İstanbul kötü kadınlarla dolu bir sodom diyarı”dır (Dernschwam, 1992; 144). Sultan sefere çıktığında emrindeki tüm yeniçeriler, sipahiler, çavuşlar ve öbür bütün paralı askerler kimi kez yıllar süren sefer süresince, evlerine dönemezlerdi. Bu süre içinde karılarının “kötü yola” düştüğü de olur; bunlar her gün hamama gider, adı çıkmış meyhanelerde sık sık görünürler, şehvet düşkünüyseler geceyi dışarda geçirirlerdi. Bu tür fahişelerin sayısı kabarıktı. 1533-1555 yıllarında İstanbul’da bulunan Dernschwam’a göre boş ve yalnız kalan kadınların bazıları “ kötü yola sapar; birkaç gün evlerine gelmezler. Köşede bucakta buldukları yerde şarap içerler. Bir kaçı bir araya gelip içinde delikanlıların bulunduğu bir eve gider ve orada istedikleri gibi eğlenirler (Dernschwam, 1992; 183-184).” İstanbul öylesine büyük bir ahlaki çöküntü içindeydi ki Sodom ve Gomore’ye taş çıkartırdı (And, 1994; 212). Bu “ahlaki çöküntü”, fuhuş yada sodomi bilinçsiz, içgüdüsel bir dürtüden değil, yasayı kavrayan ve onu bilinçli edimiyle bir kenara iten iradeden tezahür eder; şehvetten değil, sefahattan doğar (Lingis, 2002; 23).

İstanbul fethinden sonra, Balkanlar ve Anadolu’ya egemen olan bir siyasal gücün merkezi ve Karadeniz ile Akdeniz’in önemli bir uğrak noktası olma görevini sürdürdüğünden, nüfusun arttırılması için çalışıldı. 15. yüzyılda sürgün yoluyla Anadolu ve Rumeli’den, Karadeniz ülkelerinden getirilen müslim ve gayrimüslim nüfus grupları İstanbul’a yerleştirildi. 16. yüzyılda bu kolonizasyon faaliyeti yavaş yavaş sona erdi, çünkü kentin nüfusu aşırı bir düzeye çıkmıştı (Ortaylı, 1986; 196, 201). 16. yüzyılın sonunda İstanbul 500.000 nüfusa sahipti ve Avrupa’nın en büyük kentiydi (Cerasi, 2001; 53). Kanuni’nin adlandırmasıyla İstanbul’un “şenlendirilmesi” (Orhonlu, 1987; 46) 16. yüzyılda tamamlanır. O denli “şenlenir” ki, İstanbul “diyonizyak” bir kent görünümü kazanır. Yabancılar arasında “kim olduğunuzu ve nereli olduğunuzu kimse bilmiyorsa içki içme, dans etme ve sikişme daha yoğun olur. Boşluğa çıkma, yapı söküm, karmakarışık olma: Bu sözcükler çılgın bir diyonizyak kenti tanımlayabilir (Sennett, 1999 ; 266)”.

Ahlaki ölçülerin şehirde zayıflaması muhtemeldir. Şehir, bir ölçüde taşranın en zeki insanlarının pek çoğunu cezbeden bir etkiye sahiptir. “Yabancı”lar, özel yoğunlaşmalara ve özel siyasi manipülasyonlara maruz kaldıkları şehirde toplanır (Martindale, 2000; 96). D. Chaney’in “yaşam biçimleri” adlandırmasıyla kahvehaneler, varoşları kuralsız dünyalarında bütünleşme sağlayabilecek yeni olanaklar ve günlük yaşamın laikleştirilmesi ile bunun sonucunda yaşanan anlam kaybına geliştirilen tepkilerdir (Chaney, 1999; 22). 16. yüzyıl İstanbul kişisinin ahlak sınırlarını zorlayan edimlerinde öne çıkan, evcilleştiği kent düzeninin buyruklarının ihlali değildi; kent toplumunun içinde gerçekleştirilen bu yasak aşma edimlerinde, “bütün ihlallerin kaynağı olan Tanrıdan yüzçeviriş, varoluşsal bir kopuş (Lingis, 2002; 25)” gizlidir.
Kentleşmeden, bir başka deyişle daracık bir yere kapatılmaktan ötürü insan, saldırganlık diye adlandırdığımız bir duyguyla yüklenir. Carrighar, “varlığa besin sağlanması içgüdüsel davranışını çekip çeviren sürüngen beyninin, hipotalamusun işleyişinin insanda, kentleşmeden ötürü besin arayışının dirimsel bir sorun olmaktan çıkmasından, besin bulmanın ve varlığın düşman çevreye karşı korunmasının genellikle sağlanmış olmasından dolayı, benzerlerine yönelik bir saldırganlığa doğru saptığını” söyler (aktaran Laborit, 1990; 60). Eğer ortam kalabalıksa ister insan ister hayvan olsun canlı birey paniğe düşer. Artan yoğunlaşmayla birlikte hepsi bir tedirginlik duyar. Bu “yoğunlaşma kuralı” şehir ortamında hüküm süren saldırganlığı bir ölçüde de olsa açıklar. Aynı davranış, incelenen hayvanlarda da ortaya konmuştur. Aşırı bir nüfus anlamına gelen hayvan yetiştirme koşullarında yapay olarak yaşamaya zorlanan hayvanlar saldırganlaşırlar, hatta birbirini öldürebilirler (Ruffié, 1999; 113).

Başkente göçenlerin sayısı besin kaynakları ve iş olanakları üzerinde ciddi bir baskı oluşturacak kadar büyüktü. Bu nedenle, 16. yüzyıl sonu ve 17. yüzyıl başından itibaren Osmanlı idaresi İstanbul’a göç edenlerin sayısını sınırlandırmaya çalıştı; göç hareketlerini düzenlemek, sınırlandırmak yada yasaklamak için zaman zaman fermanlar çıkarıldı. 16. yüzyılın ikinci yarısında Anadolu’nun birçok yerinde iç savaş çıkmasıyla birlikte bu tür fermanlar da sıklaştı (Faroqhi, 2000; 328, 330). Devletin ardarda yasaklarına karşın hem yüksek sınıflar hem de kırsal bölgelerden kaçanlar kentlere akın etti. “Bu hareketin sonucu olarak kent işlevleri zenginleşti. Dahası kent toplumu karmaşık hale geldi ve bölümlere ayrıldı” (Cerasi, 2001; 48).

İşlenen suçlardaki artışın nedeni yerinden yurdundan göçen ‘levend’lerin dönemin büyük şehirlerinde oluşturduğu nüfus yoğunluğundan değil, yoksulluktan ileri geldiğini; nüfus yoğunluğunun yoksulluk nedeni olmadığını, ama yoksulluğun nüfus yoğunluğunu arttırdığını geçerken belirtelim.

Kent elverişli kalabalığıyla, doğası gereği, “insanların birbirlerine değmesi, öte yandan da gizliliği arttırdığı için cinsel ilişkilerin, hipotalamus kaynaklı arzunun giderilmesine izin verir, giderek kolaylaştırır” (Laborit, 1990; 153). Kent yaşamına özgü cıvıl cıvıl hareketliliği, gürültü patırtısı, taşkın havasıyla kahvehane zevk mekanıydı. Kahvehaneye gidenler buluşup sohbet etmek için, topluca eğlenme, hatta yeme içme için gidiyorlardı; bütün bunların da kuralları, yasaları zorlayan bir yanı vardı. Dahası kahvehane yaşamının izin verdiği sakınımsızlık sanki onun olağan doğasıymışcasına yasak ihlallerine el veriyordu. Aile evinden ayrılıp kahvehane kalabalığına giren birinin, aile üyesi olarak aklından bile geçiremeyeceği kimi deneyimleri -içinde cinsellik de olmak üzere- yaşama olanağı sunan kahvehane arzuyu çeşitlendiriyordu. Artık iki tür arzu söz konusuydu: biri, kahvehane kalabalığındaki “anonim insanın arzusu; diğeri aile insanınınki” (R. Sennett; Foucoult, 1994 içinde, s. 36).

16. yüzyılın kahvehaneli İstanbul’una yeni yeni tanık olan dönemin şairleri kahvehaneden önce “her şey bizi aile sevgisine dalmaya, eğlencelerimizin çemberini daraltmaya davet ediyor”du (Bertrand, 1999; 22) diye şiir düzdüler mi, bilmiyorum; cinsel ilişkiyi konu alan, açık saçık fıkralar içeren mensur yapıtlar kaleme alan, şiire ve zevke düşkün Deli Birader sanlı Gazali Mehmet (1466-1535) (Özkırımlı, 1984; 525) yirmi yıl sonra dünyaya gelseydi, çok geçmeden zevk ve sefa merkezi olacak havuzlu hamamının dedikoduların başını alıp gitmesi üzerine havuzunu yıktırmak zorunda kalınca bir kahvehane açar mıydı bilemeyiz, ama yukarıdaki “dizeleri” yazmaya aday olsa gerektir.

Uygulamada yeme içme kamusal alana, cinsellikse özel alana girmesine karşın, yemek yeme töreninin ve içme pratiğinin odağında cinsellik vardır. “Betimleme ve benzetme yaparken aralarında bir bağıntı kurulması neredeyse evrensel bir olgudur, oysa gündelik konuşma ile yaşantıya bakıldığında aradaki bağıntı daha az belirgindir. (...) Yeme içme, cinsellik, müzik ve dans gibi çeşitli alanların özellikle düğün şölenleri bağlamında Ortadoğu’da çok yakından ilişkili”dir (Tapper-Zubaida, 2000; 17-18).

Kahvehanelerin sohbet mekanları olduğu, siyasi komploların yapıldığı, ehli keyiflerin, ilim irfan sahiplerinin bir araya gelip şiirler okuduğu yerler olduğu söylenegelmiştir, kısmen doğrudur. Ama kahve içme ve onun sunulduğu ortamın, kahvehanenin, bir cinsellik pratiği sunduğu görmezden gelinmiştir. Özellikle alkollü içki ve onun mekanı meyhane, cinsellikle doğrudan ilişkilendirilmesine karşın, kahve, afyon, tütün, berş gibi kimi keyif verici kimi de uyuşturucu bu maddelerin yasaklanmaksızın tüketilebildiği, çalgıcıların, çengilerin uğrak yeri olan kahvehanenin içinde bir cinsellik pratiği barındırdığı pek dillendirilmemiştir.

O zamanların ticari hayatında meşru sayılmakla beraber gizli kapaklı ve kirli işlere kolayca yol açacak ticaret dalları arasında hamamcılık, kahvecilik, esircilik, hancılık, arabacılık başta geliyordu. Şehir yaşamının vazgeçilmez bir kurumu olan hamamlar devlet ve din için netameli yerlerdi. Tellaklar arasında yeniçeri çoktu. Kadın-erkek biraradalığının az olduğu bir toplum örgütlenmesinde hamamlar oğlancılığın kolayca kendine yer bulabildiği yerlerdi. Netameli mesleklerin başında gelen kahvecilik uzun süre yasak edildikten sonra, mali bunalım döneminde devlet adamları kahveden de vergi almayı akıl ettiklerinden kahvehane açmak kolaylaştı.

Tanınmış ulemadan kimileri kahvenin şarap içmeye benzer bir tarzda kamuya açık (tecahür) olarak tüketildiğine dikkat çeker. Şarap kadehleri gibi kahve fincanlarının elden ele dolaşması, bu arada erkek şarkıcıların çalınan çalgılara eşlik etmesiyle eğlenceye benzer bir ortamın oluşturulması ve “yakışıksız” davranışların sergilenmesi kahve yasağının gerçek nedeninin fiili kahve tüketimi olmadığını gösterir. Ama kahvehanelerde serimlenen sarkıntılık kertesindeki davranışlar, kimi müşterilerinin saygın kişiler olmasına karşın, yerel yöneticiler için önemli bir kaygı kaynağıdır. 1608’de üst düzey dinsel ve askeri ileri gelenlerin katılımıyla yapılan bir mahkeme oturumunda Kudüs kahvehanelerinde işlenen kötü fiillerin bir özet listesi verilir: “Hizmetlerini görmesi için yanlarında tüysüz oğlanlar getiriyorlar, kahve fincanlarını elden ele dolaştırıyorlar, bozuk ahlaklılardan bazıları sakilerin elinden önce kendileri bir yudum içmedikçe kahve fincanını almaya yanaşmıyorlar; ut, kemençe, santur gibi envai çeşit çalgılar getiriyorlar ve namaz vaktinde bile bu kötü fiillerin hepsini yaptıkları için alenen övünüyorlar” (Cohen, 2001; 51).

Sarhoş edici bir etkisi olmayan yeni içecek, kahve, dince yasaklanmış olan şaraptan dağlar kadar farklı olmakla birlikte şaraba dönük imalar taşımaktadır. 16. yüzyılda şarap içmek, doğrudan doğruya oğlancılıkla (telvit, livata) ilişkilendirilirdi ve minyatürlerde resmedilen kahve sunan tüysüz oğlanlar o dönem insanları için bir seks sembolüydü (Cohen, 2001; 51). Kahvehanelerde kesinlikle sakalsız olması gereken kahveci çırakları hizmet sunarlardı. Dalınç halinde “köselere bakmak” Tanrı aşkının en güçlü kanıtlarından biriydi. Tasavvuf mistisizminin simgesel diliyle söylenecek olursa, güzel oğlanlara bakmak, mistik kişiye, Tanrı’yı doğrudan doğruya yaşamanın yolunu açar. Güzel oğlanları çalıştıran kahvehaneciler, tinsel olarak yüceltilmiş bu erotizmi kullanarak, Tanrı korkusuyla eğitilmiş müşterilerin dinsel şevklerini doyurmaktan çok, müşterilerinden para koparmayı düşünüyorlardı. 1575 yılında İstanbul’dan bir tanık şöyle yazacaktır: “Bu amaçla güzel oğlanları işe alıyorlar/ onlara kendi tarzlarınca/ önlüğe benzeyen/ görkemli/ ipekli/ kat kat/ bol ve uçuşan giysiler giydiriyorlar... Efendileri bu tatlı içecekle dolu/ olsa olsa yarım ya da bir aspers değerinde/ küçük bir fincanı/ bu oğlanların eline tutuşturuyor. Bunu satın almak ve içmek isteyen/ bir Türk/ sırf baktığı oğlanın gül yüzünün hatırı için/ böyle bir fincana 10-15 aspersi ödüyor...” (Heise, 2001; 24-25).

“İşte şu kahvehanelerde de kötülük bir cenin halindeydi. Burada sevda tellalları, sigarayı bir adam olma aşaması sayarak içen, tavla başında küfür çeşitleri öğrenen ve baştan çıkmağa hazır toy delikanlıları avlayacakları günü beklerlerdi. Bazı akşamlar birtakım şüpheli kadınlar, o kahvehanelere bakarak, parka doğru giderler ve az sonra, iki üç delikanlı ve yaşlı bir adam kahveden çıkarlar, kadınların girdiği yerden, onlar da parka dalarlardı. Parkın kapısında nöbet bekleyen polis, dudaklarının ucuyla gülerek delikanlılara bir gözünü kırpardı” (Bilbaşar, 1972; 79).

Türkçenin ilk modern romanlarından birinde yer alan bu cümlelerin yazılış tarihi 1941 olsa da burada dile getirilenler yüzyıllar öncesine uzanan bir tarihsel sürekliliği yansıtır.

Ev dışında topluca bir araya gelinmesi insanların aklına ilk elden meyhaneyi çağrıştırıyordu. Kahvehanelerin açılışını izleyen ilk on yıllarda fincanların elden ele dolaştırılması da, çalgıcıların, çengilerin buralara dadanması da kahvehane ile meyhane arasında koşutluklar kurulmasına neden oluyordu. Aslında başlangıçta kahvehanelerin meyhaneleri kendine örnek aldığını, amaçlananın kahvehaneden çok “şarapsız meyhane” olduğu da söylenebilir. Kalabalık ve karanlık, izbe yerlerde genç oğlanlarla iç içe olmak, kulamparalık için uygun bir ortam sağlıyordu. Ve kahve yasağının nedeni içeceğin kendisinden çok, toplanmanın bu niteliği ve bu “masum” içeceğin vesile edilerek yeni toplaşma mekanının kentte yer edinmesiydi.

Tek başına ‘kahve’ henüz kahvehaneye damgasını vuramıyor, meyhane çağrışımını ve alışkanlıklarını da baskın bir biçimde taşıyordu. Kahvehane uzun gelgitlerle çalkalanadurup meyhaneden kendi özerkliğini bulmaya çalışırken, 17. yüzyıl başında tütün kahvehanenin imdadına yetişir. Tütünün gelmesiyle birlikte kahvehanede yeni bir etkinlik gözlenir: Tütün içmek; hemen ardından buna nargile içmek de eklenecektir.



Alıntılanan Yayınlar

Akdağ, Mustafa (1963) Büyük Celali Karışıklıklarının Başlaması, Atatürk Üniversitesi y., Ank.
And, Metin (1994) 16. Yüzyılda İstanbul: Kent, Saray, Günlük Yaşam, Akbank y., İst.
Bertrand, Aloysius (1999) Gaspard De La Nuit, çev. Özdemir İnce, Gendaş y., İst.
Bilbaşar, Kemal (1972) Denizin Çağırışı, Bilgi y., 2. bs., Ank.
Cerasi, Maurice M. (2001) Osmanlı Kenti, çev. Aslı Ataöv, YKY, 2. bs., İst.
Chaney, David (1999) Yaşam Tarzları, çev. İrem Kutluk, Dost y., Ank.
Cohen, Amnon (2001) Osmanlı Kudüs’ünde Loncalar, çev. Nurettin Elhüseyni, Tarih Vakfu Yurt y., İst.
Dernschwam, Hans (1992) İstanbul ve Anadolu’ya Seyahat Günlüğü, çev. Yaşar Önen, Kültür Bkl. Y., Mersin
Faroqhi, Suraiya (2000) Osmanlı’da Kentler ve Kentliler, çev. Neyyir Kalaycıoğlu, 3. bs., Tarih Vakfı Yurt y., İst.
Foucoult, Michel (1994) Dostluğu Dair, çev. Cemal Ener, Hil y., İst.
Heise, Ulla (2001) Kahve ve Kahvehane, çev. Mustafa Tüzel, Dost y., Ank.
Işın, Ekrem (2001) İstanbul’da Gündelik Hayat, YKY, 2. bs, İst.
Laborit, Henri (1990) İnsan ve Kent, çev. Bertan Onaran, Payel y., İst.
Lingis, Alphonso (2002) Susturulmuşlar, çev. Figen Dereli, Dost, Ank.
Martindale, Don (2000) “Şehir Kuramı”, Şehir ve Cemiyet içinde, hzl. Ahmet Aydoğan, İz. y, İst
Orhonlu, Cengiz (1987) Osmanlı İmparatorluğunda Aşiretlerin İskanı, Eren y., İst.
Ortaylı, İlber (1986) İstanbul’dan Sayfalar, Hil y., İst.
Özkırımlı, Atilla (1984) “Gazali Mehmet”, Türk Edebiyatı Ansiklopedisi c. 2, Cem y., 3. Bs., İst.
Ruffié, Jacques (1999) Cinsellik ve Ölüm, çev. Nermin Acar, Sarmal y., İst.
Sennett, Richard (1999) Gözün Vicdanı, çev. Süha Sertabiboğlu-Can Kurultay, Ayrıntı y., İst.
Tapper, Richard-Zubaida, Sami (2000) “Giriş”, Ortadoğu Mutfak Kültürleri içinde, ed. Sami Zubaida- Richard Tapper, çev. Ülkün Tansel, Tarih Vakfı Yurt y., İst.

Hiç yorum yok: