2 Kasım 2007 Cuma

ÜÇ EK [Dikili Ekin, Sayı 18, Eylül-Ekim 2002]

ÜÇ EK [Dikili Ekin, Sayı 18, Eylül-Ekim 2002]

EK
Anımsamaya çalıştım, ilk kez elime aldığım o fotoğrafa bakarken beni duygulandıran neydi? Bir kez daha baksaydım o fotoğrafa? Fotoğrafın içinden kaynaklanmadığını sezdiğim duygu çağrışımları bana o anın esintisini sunabilir umarıyla biraz daha keskin baktım elimdeki fotoğrafa. Bölük pörçük kimi izleri yeniden kurdum iki bakış süreci içinde geçenlerden tümüyle soyamayarak belleğimi. Silik sülük anımsayabildiğim, bir iki sözcükten başka bir şey değil. O an’ı, o duygulanımı sözcüklere yüklemiş, sözcüklere yığmıştım. Elimde bir başlarına duran sözcük öbeğini bir öyle bir böyle evirdim çevirdim usumda, belleğimin grameriyle anlamlı bir bütün kurmaya çabaladım. Önümdeki görüntü ordan oraya sıçrayan, devinen bir sözcükler karmaşası, sözcüklerden örülü bir yumaktı. Bu yumağı deşip orasından burasından çekiştirdikçe yer yer, bir başkasının ardına, yanına yada uzantısına sinmiş başka sözcüklerle karşılaştım. Büyüyen bir yumakla karşı karşıyaydım. Önümdeki fotoğraf yüzeysiz bir uzama dönüşüyordu. Uçurum, çukur, boşluk, burgaç... hiç birisi değil. Yalnızca yüzeysiz bir uzam, düzlem değil, hayır hayır. Sanki bu uzamın içine bir özne olarak katılırsam, bu oraya buraya uçuşan, savrulan sözcükler, bir daha yerinden kımıldatılamazcasına oldukları yere çakılı kalacaklardı, anlamlı bir bütün oluştururken, oluşturarak. Doğrusu ben de böylelikle, bununla birlikte bir yere yerleşmiş olacaktım. Fotoğrafta bir yerim olacaktı, denilebilir; ancak diyemeyiz bunu çünkü bir başka bakanın beni orda görebilmesi olası değil. Yalnızca beni mi? Ya o dağılgan sözcükler öbeğini, o yumağı görebilirler mi? Görebilemezler kuşkusuz. Ama ben gene de inanıyorum özne olarak o yığının içine girdiğimde, orda bir yerim olacağına. Karışık bir durum. Bir başka bakanın görüp göremeyeceği değil, o anlamlaşacak bütünde kendimi kuracak olmamdır öne çıkan. Ve o görülene gören olan ben, gördüğüne özdeş olup sınırlayacak, belirleyecek kendini! Bir ayna değil ki baktığın, bir yüzey değil. En çıplaklığınla kendinin yerlemlerini saptayacaksın. Ne dehşet. Ve gördüğünü sike sike omuzlayacak, yükleneceksin. Eş deyişiyle o-fotoğrafın ard alanına girilecek sin, en mahrem yerlerinle. Tüm gizleğini yığacaksın oraya. Kendini, içindeki uçuşkanı salıp dışarı, oraya hapsedeceksindir. Ve kendinin bütünüyle boşalıp oracıkta yığılacağının, yıkılacağının bilisindesindir. Kendini silmek gibi bir şey bu senin gözünde. Bir başka göze görülen olmayacağın kesinse bile, yığılışın anında , toz olup yok olurken, son anda tek gören sen olsan bile, ürkersin oraya saplanıp yerleşeni görmekten. Anneni çırılçıplak görmekten daha sarsıcı olduğunu sezersin bunun. “Anne” ve oğul içiçe geçer. “Anne” de oğul da sensindir. Sen epi topu o-olan’mışsındır meğer.


EK
Ellerinde gizlerdi sessizliğini, sandalyeyi tutuşunda, bardağı boşaltışında. Sandalye de, bardak da irkilirdi yüzeyine dokunan bu olgun bellekli ellerden. Fotoğrafın dışladığı bu yalın eller yabanıl kabalığından soyunmuş, az biraz giyinik olarak resmedilmiş olabilir belki, ben henüz görmedim, o resim imgelemimin sınırlarının dışında bir yerde uçuşuyor olmalı. Ama o tutulan sandalyenin ağırlığı, kütleselliği hep gözümün önünde, bir kene gibi, ağ gibi. Kırılan bardağın sesi artık o ellerin parmaklığına sinmiştir, kırılan bardağın kendisidir de o eller; imgelemin pürüzsüz düzleminde kaygan bir yer edinebilse de kendine, bir imge olarak yer edinememiştir gerek yazı gerekse resim kağıdı üzerinde. Bunu bile bile o ellerin öyküsünü nasıl yazabilirdim? Eğer yazıyorsam hala, bu, öykünün kendisini değil, bir yazamayışın öyküsünü içerecektir. Diyesim o ki, öykü, ellerin değil öykünün üzerine kurulacaktır. Ne yazık ki ve hala, kendini korumakta, gizlemekte diretecektir eller; çünkü bir sandalyeden, bir bardağın kırılışından, bir çekicin vuruşundan ayrışık sunmaz kendini o. Bizlerse o nesnelerin ortak çağrışımlarına maruz kalırız. O da umarsız bilisindedir bunun, siner derisinde daha yoğrulan, örgüsü sıklaşan ağın içine. Başarır tek başına görünmezliğini, siler kendini; eylemden, edimden arınmış değildir. Ne var ki onun eylemi, edimi emek değildir.
Eldeki çizgiler aramızdaki sınırdı. Kendimde besletip büyüttüğüm dingin imgeyi bu kırışıklıklarla kurduğum ilişkide bir sonla taçlandıracaktım. Dönüp bakacağım bir simge olacak o bellek urunu kendime ait bir yaşam-alanı kılmayı umuyordum belki de, kendimi gömdüğüm bir yarılmayla. Zamanın bir başka ucuna beni taşıması işlevini kendiliğinden üstlenecek bu eller, bu ellerin içindeki örtük ve görece belirsiz dokunuşlar-la sonlanan bir geride bırakılana yük olmamayı garantilemişti. Henüz sınırlanmamış öte yarı ile ilişkilendirdiğim gizlek, henüz sınırlanmamış öte yarının sınırlanmış bir yaşantı parçacığı olarak kendi elizini bıraktığında ben artık çoktan orta yaşın eşiğine varmış olacağım. O çizgiler görünmezleşip bir sonlunun yanında, bitişiğinde bir başka bitişikle yan yana gelecek! Böyle sürüp gidecek. Belleğin bir nesnesi olacak ve bana izini, kalıtını bırakacak o el bir toplamın içinde yer alacak, gitgide bir özetin dar uzamında daha da silikleşecek. Geride bırakılan bir iki im, el-ötesi bir özlem yada söyleşi değilse neydi? Ya bir süre sonra bırakılan olacak olan bu? Bir zaaf , diyemem. Kendini aşmayla kendini sınama arasında gidiş-geliş. Yolsuz bir gidiş değil, bir tasarıma eşlik ediş. Yarım kalmış bir projeyi biçimlendirme, anlamlandırma isteğiydi o gece kırılan boş bardak. Hiç bir zaman bilemeyecek o bunu. Zaten “anı”nın çiftilliği değil midir ilişkiyi bozan ve/yada sürdüren de. Sessizce katlandık birbirimize. Aramızda kırılışıyla varettiğimiz o bardak biricik ortak mülkümüzdü. O parçaları üleşmek bir süre daha birbirimize yakınlaştıracaktı bizi. Söylemeye gerek yok, bu üleşmede ellerimizi görecektik! Üleşilene eklenen bir görülen, işte en yalın anlatımıyla benim edindiğim, çaldığım. Çiftil bir kalıntıya dönüşecek o an, çekip gitseydim eğer yok olacaktı. Kalarak ve an’ı çiftilleştirerek içini doldurdum kırılan parçacıkların. Kalışım benim için hala bir sorudur.


EK
Bir bardak, her hangi bir bardak, “kırılacak” dediysem kırılacaktır. O bardak ben’e ilinek değil, ben’in oluşturucusu ise edim ben’in üstüne katlanacak. Edimde içerilen nesne de ben’in bir parçası olacaktır. Masada biçimlenen kırılış nesne aracılığıyla, gerek nesnenin parçalı biçimleri gerekse kaygan tümlüğü bardakta toplanacaktır. Ben’e kalan işte bu salt yoğultulmuş bardaktır ki, o bir bardak değildir çoktan. Nasıl olsun ki! O bardağın kırılışında eller vardır, gözler vardır, tüm üçüne de eklenmiş sözler vardır. Bardak sözdür, ancak sözün eşiti değildir de. Çünkü eşiti olabilseydi eğer, bardak olarak bardağa gereksinim kalmazdı. Şunu da söylemeden geçmemeli: Tek başına bardak olarak bardak öykümüzü kuramaz. Kuramaz çünkü öykü önünde sonunda dünyaya eklenen özne-oluştur.
Ya sandalye?
Sandalye, öznenin yitme güdüsünün karşılığıdır. Kendi gövdeselliği altında ezilen öykü kurucu öznenin bir tür kendini gizleme aracıdır. Bardağa oranla, sandalyeyle kurulan ilişki daha içrektir. Bardağın serüveni -burada kırılıştır söz konusu olan- özneyi dış dünyaya ular; bir yanıyla iletişim aracı işlevi görür o. Sandalyenin ise i(le)tişmeye gereksinimi yoktur, tersine bir içe itiliştir, bir yanıyla bardağa bakandır. Söylemeye gerek yok masa bir uzam oluşturur ve edimin ardından o, bellekle örtüşür; zamanla bellek masayı ve üstündeki bardağı, yanındaki sandalyeyi örten bir örtüdür. Bardak/edim, sandalya/gizli özne, masa/bellek geçmişte biçimlenerek bir sevi öyküsünde kendilerine bir yer edinirler.
Plastik bir kamyon, kürek, jiletle küçük parçalara ayrılmış portakal kabuğu vs.’nin yeri yoktur burada. Çünkü yetişkinlerin sevisidir söz konusu olan. Çocuklar ne anlar seviden. Sevemez onlar.
Gerçeğin paravanları olan kırılan bir bardaktan, sandalyeden, masadan söz ettim, eş deyişiyle bir seviden söz ettim, çünkü bir sevinin izlerini taşıyor onlar. Ben-oluş’un gizini sonsuza dek taşıyacak ve koruyacak bu suret kaydırmasıyla sevi, “ne oldu”da yepyeni bir hayata kavuşacak. Mağaranın ağzına düşen gölgelerle ilintilendirilmeyecek bir sevi.

Hiç yorum yok: