2 Kasım 2007 Cuma

Kahvehanedeki Göz [Adam Sanat Sayı 228, Ocak 2005]

Kahvehanedeki Göz [Adam Sanat Sayı 228, Ocak 2005]

Kahvehaneden önce birbirlerinin dar grupları içinde kümelenen tekil söz’lü kimlikler, kahvehanelerde yabancı, buralı olmayanlarla aynı zamanı ve aynı mekanı kullanıyorlardı. Bugün olduğu gibi değişik gruplar genellikle belirli kahvehanelere gitmeyi yeğleseler de, bu mekanlarda görülen farklı sözler, farklı sesler görece rahat ve ilk başlarda birazıyla şaşkınlık içinde karşılıklı konuşuyorlardı.

Şehrin çeşitli bölgelerinde kahvehanelerin açılması ve bir kişinin birinden çıkıp bir öbürüne girebilmesi toplumun çeşitli kesimlerinden insanların birbiriyle karşılaşmasını mümkün kılıyordu. Şehrin kendini öbür yerleşim (köy, kasaba) birimlerinden ayıran en belirleyici öğelerinden biri olan ‘karşılaşma’ yada görünen ‘öteki söz’ yepyeni bir sosyolojik olgu olarak dikilir kahvehanedeki ‘göz’ün önüne.

Kahvehanenin yapı olarak kendi kimliği henüz belirmemişse de bu mekanın antropojik çerçevesi hemen hemen çizilmiş gibidir. Satıcıların sıra sıra dizildiği sokaklarda, çarşı pazarların kurulduğu geniş meydanlarda, tıkış tıkış han avlularında sabahları toplanılır; dükkanların önünde çene çalınır ve küçük porselen çanaklardan, toprak “yalak”lardan, kaselerden azın azın, yudum yudum kahve içilir. Kahve, ister sokağa taşan görünür (kamusal) alanda ister evlerdeki özel kapalı (mahrem) alanlar içinde olsun bir topluluğun biçimlendirdiği olumlu -“çene çalmak”, “sohbeti koyultmak” gibi- özelliklerle tanımlanır. Tütün, nargile, afyon gibi uyarıcı maddelerle kullanıldığında da haz nesnesinin doruğuna ulaşılır. Ara ara gelip erkekleri eğlendirmeye çalışan çalgıcıların ve çengilerin şehvetli gösterileri de, keyif verici maddelerin kullanımıyla biçimlenen bu erkeklere özgü mekanın hazcı işlevini güçlendirir. Düş ve arzu makinesi olarak kahvehane imgesi, her günkü yaşantının olağan akışını kesintiye uğratır. Öyle ki kahvehane bile alt üst olur: Az önce konuşkan olan kahvehane suskundur. Salt konuşan ağız olan kişi, şimdi bakan gözden ibarettir. Camide tinsel gövdesiyle mümin olarak dahil olduğu sessizliğe burada, bakmanın hazzını tadan göz olarak katılır. 16. yüzyıl kahvehane müdaviminin köy/yabanıl/pornografik kalıpta biçimlenen gövdesi dahil olduğu ‘göz’le kent/estetik/erotik kalıba dökülerek duruş değiştirir. Devingen değil de, oturgan bir biçimdir bu. “At”tan “sandalye”ye inişin ara-yurt’u da diyebiliriz kahvehanedeki göze.

Mahallenin kütlesel gövdesine kendini konuşlandıran Osmanlı kişisinin kuşandığı gündelik hayatın tüm yapıp etmelerine sinen “bütünsellik duygusu, ayrıcalığı kabul etmeyen ve cemaat üzerinde tam bir kontrol sistemi kuran dini mekanizmanın dayanak noktasını oluşturmuştur. İnsan ögesinde bireyselleşme sürecini ortadan kaldıran, yaratıcılıktaki kişisellik yönelmelerini en asgari düzeyde tutan bu kontrol sistemi içindeki” (Işın, 2001; 76-77) merceğe yuvalanan kahvehanedeki ‘göz’, Sezer Tansuğ’un imlediği “nakkaş davranışı” (Tansuğ, 1996) uyarınca, ‘olay’ (Haliç, Boğaz, sokak, karagöz, köçek, yabancı kişi) karşısında ondan tat alabilen, etkin bir seyirci davranışı kuşanır; bireysellik gerektirmeyen ortak bir ‘göz’ paydasında birleşen gövde-diller, bu ‘göz’le günlük, doğal gerçeğin akışına katılıverir. Bir ‘nakkaş’ olarak kahvehane müdaviminin bireysel çabadan yoksun duruşu/görünüşü, şimdi ve buradaki hazır biçimler karşısında rahat davranışından ileri gelirse de, kendi kişiselliğini kahvehanedeki ‘göz’de somutlayıp günlük bir olayı düş derinliğine katabilen bir tür kişilik çabasının üzerinde yükselir. Uzam açılımı sunan kahvehanede göz’le görülebilir ‘olay’ hoşgörüyle karşılanabilir, hatta ondan zevk alınabilir. “Dışarıda” sınırlayıcı ahlak değerleri askıya alınabilir, dahası ahlak, mekan aracılığıyla vicdanın organı (Agustinus) ‘göz’de somut hale gelir.

Hilmi Yavuz, özellikle divan ve tekke şiirinde “temaşa” kavramının çok önemli olduğunu vurgular, Neşati’de ve başka şairlerde de bu kavramla karşılaştığımızı söyler; Naili’nin “mestane nukuş-i suver-i aleme baktık/ Her birini bir özge temaşa ile geçtik” dizelerini anar. H. Yavuz, “çok temel bir kavram temaşa, der: Eşyayı dışardan seyretmek, ama onun dışarıdan verilmiş görüntüsüne değil, özüne nüfuz etmek anlamında. Naili’nin “mestane nukuş-i suver-i aleme baktık” dizesi “dünyanın biçimlerine, nakışlarına bakmayı” imler. Gerçekten dünya bir nakıştır. Osmanlı insanı bu nakışın arkasıyla ilgilenmiştir. Temaşanın burada zevk ve hazla birlikte ya da “mestane” olmakla birlikte zikredildiğini görüyoruz. Neşati’de, Naili’de ve bütün Divan edebiyatında Temaşa, zevk ve haz hep biraradadır. Osmanlı kültürü bana sorarsanız hazza yönelik bir kültürdür. Daha doğrusu, “haz”la fonksiyonu bütünleştirmiş olan bir kültürdür (Yavuz, 2001; 247).”

Burada Hoca Ali Rıza’nın resmettiği Rumelihisarı’nda bir deniz kenarı kahvehanesinde yada Üsküdar’da Kıvırcık Ahmet Ağa’nın kahvesinde yada Makriköyü sahilinde üstü salaş örtülü bir kır kahvesinde, Alemdağı’nda Taşdelen Suyu Kahvehanesinde, Bulgurlu köyünde, Beykoz’da, yada Haydarpaşa İbrahimağa Mahallesi’ndeki seyyar kahve ocağında bir kahve içimi soluklanalım(*). Bu resimleri, kahvehaneleri ve içindeki eşyaları, doğayı ve içindekileri Mehmet Ergüven rehberliğinde okuyalım: “Hoca Ali Rıza her şeyden önce kendisiyle barışçıl bir işbirliğine girmenin huzuru içinde tuval başına geçen biridir.” Bu yanıyla eli fırça tutmasının dışında bir kahvehane müdaviminin gözünden ayrıldığını söyleyemeyiz. “Hoca’nın hemen hemen her resmi o dönemin koşulları açısından yeni olmasına karşın, özünde Osmanlı’dan devralınan bir duyarlığın uzantısında yer almaktadır.” Onun resimleri yetkinleşme isteğinden çok, tanık olduklarını resme iliştiren musavvir gözünü andırır. Batı’da rastlayacağımız bir ustalıkla resmedilmelerine karşın soyut bir güzellik ideasının uzantısındaki birer seyir nesneleri olan ağaç, cezve, şadırvan, kayık, ev, insan vb. figürler, doğada kendini arayan tedirgin bir bireyden ziyade, her türlü gizemden soyutlanmış, huzur dolu bir manzaraya gönderme yapmaktadır. İçinde olduğu şeyi, sanatçı da bizimle birlikte dışarıdan seyretmektedir. Örneğin ağaç, kişisel yazgıya eşlik eden bir sırdaş yada dert ortağı değil, “bedii zevk”in hem kaynağı hem de nesnesi (model) olan bir doğa harikasıdır. Bu resimlerde, temaşa mekanında salt seyirle yetinmenin getirdiği gizli bir edilgenlik sözkonusudur (Ergüven, 1998; 160-163).

Aristoteles, kişinin niçin doğmamaktan çok doğmayı seçtiğini soran birine Anaksagoras’ın şu yanıtı verdiğini söyler: gökyüzünü ve bütün evrendeki düzeni temaşa etmek için. Ve hemen ardından ekler Aristoteles: “demek ki o, bir bilgi türü için yaşamayı tercih etmeyi değerli görüyordu” (Aristoteles, 1999; 23). – ‘Kahvehanedeki göz’ün “temaşa”yı bir bilgi türü olarak yaşantısına kattığını söyleyebiliriz.

Ahmed Rasim “Şehir Mektupları (133)”nda kahvehanelerin bir özelliğine değinir: “Şu kıraathaneleri kim icadetmiş ise babasına rahmet! Yirmiliği verdin mi bir çay iç! Büzül köşeye! Gelen giden ile eğlen.” Bir başka çalışmasında “görüyor, öğreniyor, anlıyordum. Zaten zevk bu üç fiilin birleşmesinden hasıl olmaz mı” diyerek zevk’i tanımlar Ahmed Rasim. Bir kahvehane penceresine kurulmak bir zevkti. “Bu üç fiilin çıktığı yer burası idi. Şehrin güzellik, kadınlık namlarına nesi varsa hemen hepsi bu pencerelerin önlerinden geçerlerdi” (Ahmed Rasim, 1992; 79).

Kahvehanedeki gözde kimi paradokslar vardır. Bir yanda insanları söz söze, göz göze getirir, öte yandan da insanları öylesine bir hızla geçici ve geçip gitmek zorunda bırakır ki, birbirlerine doyasıya kuşatıcı bakamazlar, tıpkı birbirine tutunamayan an’lar gibi görüntüler de yiter gider. Bu yüzden kahvehanenin sunduğu görünüş, insanların kendilerini koyverdikleri o ağır zamanda dağılmış biçimlerde ve göze bir anda çarpan özellikleriyle sunduğu bir görünümdür.

İnsanın dış dünyaya, elin tersine, uzaktan dokunma olanağı sunan göz, bir tür dinlenme organıdır. Bakma/temaşa insanın dinlenmesiyle, zevk ve hazla yakından ilgilidir. Gözün içinde saklı bakma, insanın bir başka gereksinimidir. Kahvehanelerin, hele hele İstanbul’da, bakış uzanımlarına en elverişli yerlerde açılması temaşayla doğrudan ilgilidir. İnsan orada göğü, ağacı, denizi anlamaya çalışmaz, tersine, kırık bir ayna benzeri gözün önünde dağılmış duran bu nesnelerde kendi tininin yansımalarını bulur, arar. Kahvehaneler temaşa zevkinin deneyimlendiği özel uzamlardı.
Osmanlı döneminden önce Selçuklu şehirlerinde “Meydan”, şehir halkının bakma gereksiniminin giderildiği yerler arasındaydı. Yemyeşil olduklarından “Gök Meydan” diye anılan bu yerler tam bir bakma alanıdır. Burada hem atlı veya yaya gezintiler yapılıyor, hem de at yarışları, ok atışları gibi gösteri ve beceri sanatları sergileniyordu (Baykara, 1999; 30).

Osmanlı şehirlerinde, birkaç istisna dışında, Eski Yunan agoralarından ve Roma döneminin forumlarından bu yana varolan kent içi meydan kavramı yoktu. Osmanlı kentlerinde planlanmış bir meydan yok sayılabilir. Açıklıklar, mescidin ve çeşmenin çevresinde ya da pazarlarda kendiliğinden oluşmuştur... Halkın istifadesi için yapılan cami, han, hamam, medrese, külliye gibi yapıların en anıtsalı olan caminin çevresinde, Avrupa kentlerinde rastladığımız kent meydanları gelişmemiştir (Kuban, 1975; 153-154). Kapalı bir bütün olan mahalleler de geniş bir toplaşma olanağı sağlamadığı için büyük camiler, camilerin avluları büyük kalabalıkların toplandığı yerlerdi. Osmanlı dönemi külliyeleri ve büyük camilerin iç ve dış avlularının gerek değişik işlevleri yerine getirmesi gerekse büyük kalabalıkları bir araya toplamasıyla “meydan” görevi gördüğü söylenebilir. “Müslüman kentlerin kendine özgü yazgısı meydanın işlevlerini dağıttı ve mekana farklı bir düzenleme getirdi, diyor Maurice Aymard. Kentin merkezinde camiden, cami avlusundan ve bunları çevreleyen medreselerden, hanlardan ve hamamlardan başka insanların toplanabileceği bir yer yoktur. İktidarın kararlarının ilan edildiği ve hükümdarın adına dualar okunan yer burasıdır” (Braudel, 1990 içinde; 140-141). Bu mekanlara 16. yüzyılda kahvehane eklenir.

Kanımca meydan düşüncesi asıl kahvehanede cisimleşmiştir dense yeridir. Kahvehane, grekçe söylersek bir “theatron”dur, “görme yeri”; bir “theoros” aynı zamanda bir elçidir de. Gerçekten de kahvehanede bir tür elçilik etkinliği gerçekleşir: başka bir zaman ve yere ait bir hikayeyi bugüne getirip seyircilerin gözlerine ve kulaklarına sunar (Sennett, 2002; 49).

Küçük bir kasabada bile caminin dolayına kurulan kahvehane, birkaç ağacı ve onun sunduğu gölgeliğiyle oracıkta açtığı ufacık uzamı kolaylıkla, insanların orada birbiriyle buluşmalarına olanak veren meydana dönüştürür. Kahvehane, kent meydanına dönüşmüştür. Bu meydanda beden-imgeler, Gelibolulu Ali’nin adlandırmasıyla “yitik adamlar” o meydan-kahvehaneden bu kahvehane-meydana kente dair imgeler devşirerek çekirge misali sıçrar durur. “Yitik adamlar”ın hareket alanı şehir uzamında sınırlanırken, yersiz-yurtsuz mahalle yerleşimleriyle dıştan, kahvehanelerle içten şehrin uzamını genişletirler. Kıtlıktan ve kırsal uzamdan şehre sıçrayan “yitik adam”, “kenti hipermetin gibi okuma arzusundadır. Padişahın kente gireceği kapı bellidir, ama o her kapıdan girebilir. Kıtlık kervanı kent bolluğunun toplandığı meydanlara (kahvehanelere, İB) sıçramalarla varınca kendi potlaç şenliğini arar” (Evren-Öğdül, 2002; 76).



Adı Geçen Yayınlar

Ahmet Rasim (1992) Dünkü İstanbul’da Hovardalık, Arba y., 2. bs., İst.
Aristoteles (1999) Eudemos’a Etik, çev. Saffet Babür, Dost y., Ank.
Baykara, Tuncer (1999) “Seyir-Temaşa Gerçeğinin Türk Kültüründeki Yeri”, Uluslararası Üçüncü Türk Kongresi c. I, Atatürk kültür Merkezi, Ank.
Braudel, Fernand (1990) Akdeniz, Mekan ve Tarih, çev. Necati Erkurt, Metis y., İst.
Ergüven, Mehmet (1998) Görmece, Metis, İst.
Evren, Süreyyya-Öğdül Rahmi G. (2002) Bağbozumları, Stüdyo İmge, İst.
Işın, Ekrem (2001) İstanbul’da Gündelik Hayat, YKY, 2. bs, İst.
Kuban, Doğan (1975) Sanat Tarihimizin Sorunları, Çağdaş y., İst.
Sennett, Richard (2002) Ten ve Taş, Batı Uygarlığında Beden ve Şehir, çev. Tuncay Birkan, Metis y., İst.
Tansuğ, Sezer (1993) Şenlikname Düzeni, YKY, 2. bs., İst.
Ünver, Süheyl A. (1996) “Kahvehanelerimiz ve Eşyası”, İstanbul Risaleleri 5, İBBKİDY., İst.
Yavuz, Hilmi (2001)“İdeal Osmanlı Yok” şöyleşi, Cogito, sayı 19, YKY, 5. bs., İst.

Hiç yorum yok: