2 Kasım 2007 Cuma

Yüzeysiz [Kitap-lık, Sayı 77, Kasım 2004]

Yüzeysiz [Kitap-lık, Sayı 77, Kasım 2004]
1
Kırışıklıkların oluşturduğu pürtüklü uzam ve dokunulanda girinti-çıkıntıların verdiği derinlik duygusu bir yanıyla kıvrandırıcı bir haz kusar, bir yanıyla da sonsuza dek devinme gücünü paramparça ederdi. Bilincin işiydi bu kuşkusuz, ama etten fışkıran kırıklıkları da görmezden gelemezdi her ikisi de. Birinin bir gerçeği gözler önüne –ama genellikle karanlıkta– sermesi, öbürünün bile isteye bir çağrıya olumlu yanıt vermesi; işte bu iki ucun birleşmesiyle oluşacak çemberde yuvarlanacaklardı bir süre. Karşılıklı bir antlaşma mıydı, yoksa bir düello mu? Hem antlaştılar, hem çarpıştılar, kısa bir süre boyunca. Etteki gizden korkan genç çoktandır tanınmanın, görülmenin ya da bakılmanın kaygısına bürünmüş; her geçen yılla birlikte uzaklaştığı gizin korkusundan geriye kalan şimdi yalnızca korkuyduysa da bu korkunun ardında kımıldayan bir geride bırakılan vardı, bellekte biçimlenerek. Bugünse, geride bırakılan olmayacaktı, biliyordular bunu; eylemin ardından kalan, bilinç-bellek posasında oradan oraya savrulmayacaktı bundan böyle. Bunun ayırdında olması onu daha özgür, biraz da hoppa kılarken –ilkgençliğindeki benzeri gibi, ama o günlerin utangaçlığından arınmış– içinden söküp atamadığı, hâlâ yenemediği tedirginliği onu egemenliği altına almayacak mıydı? Ne olursa olsun bir an önce gücüne kavuşmalıydı. Ellerine bakıp gördüğü çağrışımlı derinlik, onulmaz kırgınlık biraz daha büyüyüp kendini bütünüyle yutmadan giysisini çözmeliydi üstünden. Onun giysisini iliklerken duyumsadığı erincin, doygunluğun kaynağı, bir yanıyla ette dolanan kanın akışında, bir yanıyla bellekte dolanan çağrışımların şimdinin iki ucuna ötelenişinde ortaya çıkan utkuydu, – kendine güven. Yıllar yılı boğuştuğu kendi’nden şimdi kopmuş, ayrışmıştı. Olanca açıklığıyla görebilirdi ayrışanları. Dipdiri. Dokunuşuyla, duruşuyla, geçmişi ve geleceği anımsayışıyla, anımsayarak; bir olanak ya da bir yitiş de olsa çekinmeksizin üzerine yürüyecekti önünde duranın. Her ikisi de ortak bir paydada, eş deyişiyle zamanın farklı bölümlerinde, buluşmuş birleşmiş de olsalar, şimdinin içinde bir “o l a ra k” kök bulabilirlerdi en azından bir sonun içindeydiler. Üstesinden gelebilecekleri bir bitişe hazırlamışlar gibi kendilerini, birbirlerine uzattıkları uçların sınırladığı çemberde, havuzun sığ sularında yüzerken duyumsanan denize bile gereksinmeksizin. Çünkü biri geçmişini almıştı ötekinden, öteki geleceğini birinden. Mektup ve telefonun iki ucu, gövdenin uzaklığını yakınlaştıran bu araçların ilettiği yazı ve söz, kendi gövdesel varoluşlarının gerçekliğini silikleştirip devingen sınırları içinde tümlenen bir imgeye dönüşümü garantilemişti daha başlangıçta.
2
Birbirinden bağımsız ama bir örgünün içinde uçuşanlar ve bir gencin duyumsayabileceği ezikliğin somut mu somut bir nesnesi olarak şu an gözünün ve elinin altında duran bu çizgiler biraz daha biraz daha nesnel gerçekliğini yitirip bir olmayan-deneyimin geçmişteki sızısını ve hıncını açığa vuran salt çağrışıma dönüşmüştü çoktan. Pürtüklü ele elin dokunuşu...
Gözaltlarına yıllar öncesinden silinmez izler bırakarak yerleşmiş olan kırışıklıklar, donukça dirimini içlerine gömmüş bir çift göz, yuvalandığı oyuktan bakar; bakışsızdır! Korkmuyorum. Beni ele vermez yazı, ne de yazıp postaladığım mektuplar. Yalnızca bir soluktu. Yazarken duyumsayamayacağım bir erinç ve bir patlamaydı, sevinçten, gövdesel istek ve doyumdan uzak, aşkın bir belirsizlik, bu yanıyla tüm girintileriyle belirlenmekten de uzak, ıssız bir kovuktu eş deyişiyle. (Bir çıkıntı?) Yumuşak gözlü bir tanış olmayacaktı böylelikle.
Ben tasarladım, doğru. Tasarladığımın nesneleşip bir “o l a r a k” yanında ya da yanımda olmasına olanak hazırladım, bu da doğru. Sevdim mi? Yo hayır. Buna gereksinmemiz yoktu. Çünkü geçmişin bir tasarımı olarak edimin aracılığıyla bu çizgilerde, bu kırışıklıklarda yatana, şimdide biçimlenmesine bir olanak kazandırıyordum.
O önceleri vardı, bir anne olarak; şimdi, o, yalnızca var, soluğunda duyuyorum bunu, o da duyumsuyor. O aynı zamanda yok da, şimdi, duyumsuyor anneliğinden uzaklaştığını çünkü.
Biraz korkuyor, söylemiyor henüz, tedirgin. Kendini kendi dışında görmenin eşiğinde bir o yana bir bu yana salınıyor. İlkin bir kaygı olarak doğuyor, ancak sesinde en ufak bir iz yok eşikteki bu salınıştan. Çocuksu bir gülüş tüm yüzünü kaplıyor, tüm yüzünü ve kırışıklıkları kendiliğinden örtercesine, doğasallığıyla dokunmuş bu örtü. Gözlerine bakıldığında örtünün delik deşik olduğunu görürdünüz. Göz çukurlarında dokusu çözülen anneliği ve yüzünü yeni bir doğuma sürükleyen çocukçalığı.
Biraz zorlanarak da olsa geldiği bu eşikte doğabilecek mi? Ama yorgun değil mi biraz, bu doğumu gerçekleştirebilecek mi yaşlı gövdesi? Bu sorular şimdilik yalnızca bir yumak, içinde çırpındığı, şimdide seçimini daha “o l a r a k” gerçekleştirmeyerek.
3
Hep aynı sözcükler. Bir çemberin çevrenince dolanan yolculuk. Sözsüz bir bulmacanın yankısıdır kulakta dağılan. Ardarda. Bir kuytuluğa sinmiş bekleyen bir hayvanın çevikliğiyle başbaşa. Masada, kolları birbirine dolanmış. Na’beeer. Bir tiyatro sahnesinin düzenlenişini andırarak. Bu kez bir başka oyuncu. Her zamanki gibi yineleme ve tazeleme. Masa sonra yine. Üstünde birazdan kırılacak bardak ve yanında sandalye. Bakışın nesneleştirdiği şeyler ve sözcükler, bekler. Sahibini yitirmiş, sahibini arayan mülk! Yoksa cicili bicili oyuncak mı demeliydi? Her neyse, her biri ikisi de! Sinik, sinsice bir gülümseyiş. Az biraz hırlamış gibi. Yine. Öylecene. Yineleme. Ellerin belleğinde kımıldaşan ölgün devinimli kırışıklıklardan yansıyan kırık bir... Etin gölgesi bu! Evet. Evet! Solan bir şey yok. Işık kırık; bardak –birazdan– kırık; beline dek sudaki gövde, kırık. Deriyi yaran kırışık çizgiler. Karşılıklısız bir sürükleniş geride bırakılan ve gelen de. Sürüm sürüm bir sürükleniş, bir kez daha. Ardına dek kapı, açık da olsa, kapalı bile de. Olsa da, yok. Buruk bir tat içerde. Dilin dibinde, bir anıcasına, kimileyin bu; ara ara dönenir her yana. Şaşkınlıkla ayağını uzatıyor geriye, yavaşça, bakınıyor. Gövdesi hâlâ ilerde, içerde. Bunun gibi işte, bak. İşte. Dışarı çıkmaz. Orda. Askıda bir gömlek, bir tane daha, yanındaki de. Altta ceket. Rengini yitirmiş. Bırakabilirim şimdi. Askının dibinde bir yığıntı olarak. Biraz ıslakçana. Üstüne de bir kombinezon. Böylesi rahat. Biraz olsun. Sürdürmeliyim toplamayı. Belleğin dağıntıları, eşyalar, üst üste, yan yana. Kimileyin dipli bir çukur, kimileyin ucu düzlük bir tepe. Bir baştan bir uca dek, sürekli, –miş gibi açık ağız. Haaayyy-ıhh! Yürüyor, habire yürüyor. Durmuşleyin bir gidiş, bak bak. Sandalyenin, oturağın yolculuğu. Bütünüyle çıplak değil. Bir çeşitleme sunulan. Dağlarca bir çıkıntı, yürüyormuşçasına, diriliyormuşçasına. Dikiliyor önünde sonra. Katı, kaskatı. Hıı, haa-ahhh. Şimdi olmalı, yeterince. Hadi. Hııhhh. H, aaahh. Salınıyor, sallanıyor. Duralıyor. Şimdi dingin bir kez, daha!
Giysiler yük. Anlar yük; çözük. Derinin ağırlığı bir ağ. Çullanıyor etin üstüne. Cıvık cıvık bir su sızıyor döşemeye. Sıvık, sıvışık. Yapış yapış bir ağız geriliyor geriliyor yaban mağaranın girişine öykünerek.
4
Gizli niteliklerimiz ne olursa olsun zamanın ilkesini görmezden geliyorduk. Zamanla tersinden kurulan bir ilişkiyle ördüğümüz çemberde yine de ayrışabiliyorduk aslında, zamanın bölüntülerini birbirine karıştırmıştıysak da, cezalandırılmayacaktık, başından bu yana biliyorduk bunu: Yadırganacaktık yalnızca. Ama, ama midemizi ovuşturarak giderebilir miydik açlığımızı? Aramızda onca uzaklıklar; kendi kendimize doyum, yetmiyordu kendi öznelliğimizi ortaya sürmeye, zamanın iki ucunun birbirine geçiştiği bir çemberin içinde. Kımıldayamayacaktık bundan böyle. O kendi kaygısında, ben kendi ereğimin içinde yuvarlanacaktık. Ayrışık kaplarımızda bir ilkeyi bozduğumuzun bilisinin erinciyle yumuşak ve o denli de küskün ette birleşecektik şimdide, bugünde. Varoluşumuza bir dayanak bulmuştuk ya o çözük düğmelerin ardında, yeter; yeter dedik. Bir sonraki buluşmaya, bir sonraki sürtünüşe dek kalakaldık o zamanın içinde. Kaldık! Her ne olursa olsun bir süre daha devinecektik yıktığımız ilkenin kalıntılarında gagaladığımız hazda. -Haz ve istek, üzünç yüklü bir ikilem!

Adımızı ve görüntümüzü silebilecektik. Haz yüklü bir ölüyü doğuracaktık, daha başlangıçta biliyordum bunu. Kendimi tutamayıp gülmüştüm. “Güldün Türko, güldün” (dercesine bir romanın içinden) dememiştiyse de “seni güldürdüm”ünde “güldün Türko, güldün”ün romansal ağırlığını duydum kulaklarımda. O an, bir romanın geride bırakılışını...
Aramızda gece, yıldız ve gökyüzü kurup, bir gün, kayan yıldız gibi uzaklaşacağız birbirimizden. Mektuplar yazmaz olacağız, telefon etmez, görüşmez olacağız. Aramızda, ardımızda küçücük, ışıyan bir yıldızın kaymasıyla daha da kararan kopkoyu bir gece, engin bir gökyüzü kuracağız. Hep böyle olmaz mı zaten? Her yeni ilişkiyle belleğimizdeki geceyi biraz daha büyütür, biraz daha köklerimize çekiliriz. Doğum sancısından daha büyük, yaşam sancısından daha uzun, kimsenin olmadığı o ülkeye tüm kök-benliğimizle yerleşiriz.–

Hiç yorum yok: