2 Kasım 2007 Cuma

BİR ODADA İKİ FİGÜR [Dikili Ekin, Sayı 9,Mart-Nisan2001]

BİR ODADA İKİ FİGÜR [Dikili Ekin, Sayı 9,Mart-Nisan2001]

1
Bir kez daha erkeksi yalnızlığına yöneldi gövdesi. Günbatımı serinliğinde kendinde bir dinginlikle çıkmış, basamakların kahredici sessizliğinde bir kez daha tökezlediğinin sızısıyla, sokağın kararan aydınlığında kendisini kımıldayan kalabalığın içine bırakmıştı. Yürüyecekti; gövdesinin odasının en içine dek.. Kıyı boyunca bakmayıp denize yavaşça bırakacaktı az önceki gömüyü. Birden hafif ledi. Sonra. Konuşmalar, konuşması birbir geçiverdi günlük belleğinden. Yanılmış mıydı? Daha çok önceden yılmış mıydı yoksa? Sözler birer birer dökülüvermişti. O an buza kesmişti masa, yatak, duvarlar, bardak. Bardak! Cam kesiğinin sızısı ete saplanırcasına, sustu. Oda bozulmuştu. Dinledikçe önce masa çatırdadı, ardından duvarlar çözüldü. Günbatımının çok az öncesi, çırıl çıplak kalan yatak odanın boşluğundan kayıverdi derinlere. Derken onu kıskıvrak yakalayacak içe gömüşün kımıltısını duyumsadı. Kapısız bir odadaydı şimdi. Onu bağlayacak, tutacak bir şey... bakındı, kalmamıştı. Son bakışı olacaktı. Karşısındakinin söylediği sözler biraz önce bittiyse de belleğinde yer edişin tıkırtısı daha dinmemişti. Bir kez daha bakmaya yeltenmişti kuyu karası gözleriyle karşısındakine; gözlerini saklamıştı; salt bir göz çukurlarıyla --. Ürkecek(ler) miydi? Bitmişti artık, bundan böyle. Geleceksiz bir geçmişin şimdisiyle karşısındakinin gözleri önünde odanın boşluğuna attı kendini. Kalktı, içinde kıvranan inilti böğürtüye dönüşmeden, odanın boşluğunun dışında buluverdi kendini. Oda, bütün bütüne yitmişti arkasında bıraktığı. Bir kez daha. Kımıldayan kalabalığın içinde başı öne eğik, yolda, baktı arkasındaki boşluğa. Gözlerini yumdu bir an yürürken. Başı döndü, karanlığın içinde sarsıldı, yolda bir adım daha attığında tökezledi bir çıkıntının önünde. Ara ara olurdu böyle, şaşırmadı yolcular, “bir anlık dalgınlık işte” umursamazlığı yada olağanlığı içinde. Yalnızca tökezlemişti, bir sonraki adımda olandan hiç bir iz kalmadı. Yürüyüşünü sürdürecekti.Gözleri açık, önündeki karanlığa baktı, yürüyüşünün sonundaki karanlığa. İki kişilik bir odadan yine o yılların tek kişilik odasına yol alıyordu. Bir gönenç ve bir ezinç iç içe, kıyı boyunca yanyana. Bir gömü daha doğurmuştu gövde. Deniz ayrımsanamayacak ölçüde sessizce yükseldi; dalgalar geri çekilir çekilmez yuttu içine düşeni. Yosun parçacıklarını serpmeye koyuldu dalgalar dibe çökene. Ve bir kez daha denize baktı. Ve bir kez daha “ne oldu” yu anlatacak sazlıklar yoktu. Yoktu.

2
Hep birbirinin benzeriydi. Ne yapsa ne etse dışına çıkamadığı bir oyukta tahta oyuncaklarla oynuyordu yaşı geçkin çocuklar gibi, üzgün de değil. Ne fırtınanın savurgan saldırganlığı, ne de dinginliğin katlanılmaz baskısından en ufak bir iz yoktu yüzünde, ellerinde. Orada, oraya konaklanmış, kalakalmış. Çevresinde belli belirsiz dolanan ayak sesleri, konuşmalar ve daha nicesi onun için kayıtsız kaldığı birer gürültüydüler yalnızca. Yer yer duymaz olurdu bu gürültüleri kendi oyuğunda oyununa dalmış çocuklar gibi, sevinçli de değil. Değildi.


3
Gülmek için nedenim vardı. Karşımda hem çocuk hem maymun olmayı becerebilen bu biçimsiz yaratık beni çıldırtacak denli güç bir duruma sokmuştu gerçi, ama ben gülmeyi yeğledimdi o zaman. Gençtim. Ve bir gencin olabileceği en korkunç yırtıcılığıyla dolup taştığım günlerdeydim. İçten içe çığlık kaynayan, hiç te tatlı olmayan bir gülümseyişle karşısındaydım. Genç acemiliğine bürünmüş bir dişi, dişi olarak bakıyordu yılgınlığıma. Yüzümün giysisine olanca hırsımla sarıldım, gözlerimde hala yakıcı bir gülümseyişin izleri vardı. Dudaklarımdaki devinim görülmeyle görülmeme arası bir zaman diliminde beliren alaysılıktan geçip katı bir suskunluğa bırakmıştı yerini. Uzamda yer kaplayışımı göz çukurlarımda yoğunlaştırmıştım. Üzerimde korkunç bir baskı duyumsuyordum.
Onu izliyordum. Uzamdaki tüm nesneler boşluğa yuvarlanmış da, salt onun bu ikili biçimsizliğine bakıyordum, içimdeki iğrentiyle. Ne konuşuyor, ne ne kımıldıyordu. Başı hafifçe öne eğik öylece duruyordu. Öylecene. Birden yüksek sesli bir gülme fırtınası sökün etti ağız çukurumdan. Birazıyla delişmen, birazıyla aşağılayıcı, ve birazıyla da köpeksi bir hırıltıyı andıran bir gülüş. İrkildi. Ürke ürke başını kaldırıp ağız çukurumdaki çembersi boşluğa baktı, soluk kırmızı et parçalarının arasında uzanan karanlık uçuruma. Maymunsu ve çocuksu bir şaşkınlıkla yekindi, bir ayağını oynattı, gövdesinde çekinik bir titreşim belirdi. Yine suskun, yatar yatalak. Zoraki bir karşılık gülümsemesi izlenimi veren gülüşüyle dişlerinin kendine güvensiz parıltısı ateş böceği öykünüsü içinde doğup yok oldu. Ama ağzı açık. Dişlerinin arasındaki kuru dili yılansı bir kımıltıyla boğazına doğru geri çekildi. Önce dişlerindeki, ardından ağız çukurunu çevreleyen etler arasındaki aralık kapandı. Tüm bilinen duygulardan uzak bir ifade ağız çukurundan yavaş yavaş göz oyuklarına yöneldi. Ağızsız ve gözsüz; çukur ve oyuktan oluşan bir yüzle bana baktı, dişi ürkekliğiyle. Bir kez daha güldüm gövdesine yönelerek, kımıltısız. Bin yılların sancısı, öcü mü gizliydi bu gülüşte bilemiyorum. O da güldü saçlarının kıvrımlarından dökülen bir uysallıkla ve de pusuya sinmenin güvenliği ve kancıklığyla. Elimi kaldırdım, kaldırmış olmalıyım ki boynunda elimi gördüm, çektim gerisin geri. Hızla gövdesine sinmişti olup biten bu iki devini arasında. Hala çekingenlik boydan boya gövdesini saran. Bekliyor muydu, ürküyor muydu? Pususuna sinmişti. Gecenin karanlığında belleklerde yer eden saldırmanın ve saldırılmanın gitgelinde bakıyordu.

Hiç yorum yok: