2 Kasım 2007 Cuma

Kültürlerarası Psikiyatri [Adam Sanat, Sayı 227, Aralık 2004]

Kültürlerarası Psikiyatri [Adam Sanat, Sayı 227, Aralık 2004]

Psikiyatrik kuram insan tekinin toplumsal boyutunu önemsemez; kişinin tüm duygulanımlarının, yapıp etmelerinin kendi iç dünyasının ürünü olduğunu varsayar. Kültürel uzam önemsizmişcesine “temel psikolojik süreçler”e sadece biyolojik açıdan bakarak kesin evrensel bilgi oluşturma iddiasında bulunan etnosentrik bakışa karşı kökten bir eleştiri geliştirme olanağı sunan kültürlerarası psikiyatri, insanın zihinsel ve duygusal dışavurumlarının, yapıp etmelerinin yalnızca psikolojik alana değil, kültür dünyasına ait olduğuna ilişkin daha kuşatıcı bir kavrayış gücüne sahiptir.

Modern psikoterapi ile şamanist törenlerdeki iyileştirme uygulamaları arasındaki bütün paralelliklerine karşın, Batı psikoterapisi kendi kültürel tarihinden kaynaklanan ayırt edici özelliklere sahiptir.

Avrupa toplumunun çok belirgin bir niteliği olan birey kavramı ve Amerikan toplumunda “bireyciliğe verilen değer, dünyadaki birçok başka kültür tarafından paylaşılmamaktadır. Eğer kişi kavramı kültürden kültüre değişiyorsa, tedaviye yönelik müdahalelerin hedef ve yönelimlerinin de farklı olması gerekir” (Kirmayer, 2003; 56).

Viyanalı bir aile ortamında oluşan çatışmaların, bastırılmış arzuların, güven ve debdebenin ardında bir takım yaralar saklayan “bilinçdışı” kavramının “Oidipus kompleksi” şemsiyesinde insanlık durumunun evrensel özelliği, bilincin özgül aynası olarak sunulması edebiyat, felsefe, tarih, sinema kuramı yada insan bilimleri gibi akademik dallar da içinde olmak üzere, Batı kültüründe belirleyici bir özelliğe sahiptir. Oysa “Freud’un Avrupalı-olmayan okurları olabileceğini ya da Filistin üzerine verilen mücadele bağlamında, Filistinli okurları olabileceğini tahayyül ettiğini hiç sanmıyorum” diyen Edward Said’in belirttiği üzre Freud’un yapıtları, Avrupa kültürünün yanı sıra üzerinde düşünülmesi gereken başka kültürlerin de olduğu düşüncesinden hareketle kaleme alınmamıştır (Said, 33, 58). Freud, muayenehanesindeki koltuğa Şark işi bir kilim örtmüş olsa da, insanlık üzerine yazarken büyük ölçüde aynı ülke insanlarından oluşan bir hasta kitlesiyle yaptığı görüşmeleri temel almıştır (Zeldin, 2003; 28-29).

Duygular, ‘arzu’ yalnızca psikolojinin alanıyla sınırlı değildir. Duyguların hem oluşumunu hem de dışavurumunu kavramak için onların kültür dünyasına ait olduklarını farketmek gerekir. Duygular olsun, Freud’un “arzu”su olsun sadece içgüdüsel kökenli oluşumlar değildir; duygular ve dışavurumları aynı zamanda denetlemek yada sınırlamak isteyen o kültürün düzenleyip ürettiği, öğrenilen/öğretilen kalıplardır. Cinsellikten saldırganlığa, yeme içmeye en temel ihtiyaçlarımız bir iç güdü değil, inşa edilen, sözcüklerle, imgelerle, işaretlerle biçim verilen, her ne kadar biyolojik temelli olsalar da, bakıcılarımız tarafından biçimlenip anlamlandırılan, yorumlanan kültürel edimlerdir. Ne de olsa insan oluşumuzla birlikte insanlığımızdan bir şeyler yitirir, bakıcılarımızla üzerimize sinen kültür sistemiyle, ‘yasakoyucular’ın yasa ve yasaklarıyla ihtiyaçlarımıza yabancılaşırız. Çünkü canlılar alemine, dünyaya fırlayan insan yavrusu, doğumundan başlayarak toplumun, kültürün malı, tutsağı olur.

“Dünün Dünyası”nda Viyana’yı anlatan S. Zweig, sık sık görüştüğü Freud’un teorilerinin önemli bir bölümünü Avusturya toplumsal sistemine borçlu olduğunu düşünür. Örneğin, “masumiyet”ten uzak, yetişkin açısından potansiyel olarak tehlikeli çocukluk fikri son derece Viyana’ya özgü bir fikirdir.

Kültür, kişi oluşumu üzerindeki etkisini çocukluk döneminden başlayarak en temel düzeylerde gösterebilmekte, kişinin gerek öteki kişilerle ilişkisinin niteliğini, gerekse bedensel olarak deneyimlenen ayrı yada birlikte olma yaşantısını etkilemektedir.
Batı’da çocuk imgesi; doğal olarak bağımlı varlık olduğu için bol sevgiye ve bedensel bakıma gereksinir, öte yandan da özerkliğini kazanabilmesi giderek yetişkinlerden ayrılması gerekir düşüncesi üzerine kurulmuştur. Küçük çocukların kendi odalarında, kapı kapalı olarak yalnız uyumayı öğrenmeleri beklenir; çocuğun ‘karakteri gelişsin’ diye yapılır bu.

Foucault’nun, Adorno’nun, Freud’un, Sennett’in, Marx’ın ve Norbert Elias’ın “Uygarlık Süreci”nde anlattığı Batı’nın psikoloji teknikleri kişinin kendini denetleme duygusunu yükseltmeyi amaçlar. Bu denetleme ılımlılık ve ağırbaşlılıktan çok, iş ve ilişkilerde başarı (prestij, kariyer, ün, para, aşk...) sağlama kapasitesinde gösterir kendini.

Eğer, Coca-Cola, Ford marka nesneler ürettiği gibi şizofrenler de üreten (Deleuze-Guattari) kapitalizmin burjuva kültüründen farklı (örneğin burjuvazinin reddettiği karnavalesk-grotesk) bir kültüre sahipseniz psikolojik süreçleriniz ve dışavurumlarınız, eğlenceniz, çoşkunuz yada sıkıntınız da, gülmeniz, sevişmeniz, edebiyatınız da farklı olacaktır. İmgeleminiz, düşleğiniz, çağrışımlarınız da farklı olacaktır. Örneğin, Viyana’da değil de, İstanbul’da, Diyarbakır’da oturursanız psikiyatristin koltuğuna “aşk” diyince ilk aklınıza Mecnun gelir, çöl; Ferhat gelir, dağ; Kerem gelir, yanmak… Unutmamalı ki, toplumsal baskı-bastırma bireydeki psişik bastırmaya göre her zaman birincildir ve toplumsal baskı biçimi, psişik bastırma biçimini belirler. Toplumsal baskı-bastırma biçimi tarihsel olarak çeşitlilik gösterdiğinden, psişik bastırma değişmez bir sabit değildir, bu yüzden de her zaman Oedipus karmaşası biçimini almazlar. Özetleyin, psişik bastırma toplumsal baskıya dayanır.

Erikson, insan hayatını ardı ardına karşılaşılan ve çözülmesi gereken bunalımlar olarak tanımlar. Bütün toplumlarda benzerleri bulunan bunalımların, sıkıntıların çözümleri her toplumda başka biçimlere bürünür. Toplumsal yapı ve kültür bu çözüm yordamlarını biçimlendirir, kişiye değişik olanaklar sağlar. Az çok farklılaşmış İslam toplumlarında büyüyen çocuk, herhalde büyüme buhranlarını tipik batılı çocuğun çözdüğü şekilde çözmeyecektir. Bunun Türkiye için böyle olduğunu gösteren çok belirgin işaretler vardır (Mardin, 1983; 60). Şerif Mardin’in belirttiği üzre, İslami toplumlarda, Batı toplumlarında çok daha önemli bir işlevi olan “değer”lerin yerine “norm”lar geçmektedir. Kişisel planda tercihler daha azdır. Ne yapmaları gerektiğini, kendi vicdanlarıyla yaptıkları bir muhasebeden çok, toplum normlarında ararlar. Bu psikolojinin Türkiye için günümüzde de geçerli olduğunu, Kore’de esir düşen Türk askerlerinin davranışını eleştiren raporlara değinerek örneklendirir.

“Batı psikoterapisinde sıkıntının simgesel anlamları bireyde, bireyin kişisel tarihi ile kendine ait dünya görüşünde aranır (Kirmayer, 2003; 75).”

Oysa:
İnce Memed’in örneğin “mecbur adam” adlandırmasıyla dışavurduğu sıkıntısının simgesel düzeneği onun kişisel tarihi ile kendine ait dünyasında aranmamalıdır. İnce Memed yaşamı boyunca başkalarından gördüğü yardım ve bakımdan dolayı başkalarına olan borcunun ne kadar büyük ve ödenemez olduğunun farkına varır. Başkalarına olan bu borç üzerinde yoğunlaşma onda şükran duygularını uyandırarak kendini gözeten bencil tavırlardan korur. Kendini merkezden uzaklaştırıp başkalarının gözüyle dünyaya bakmaya yönelir.

Jung, arketip deneyiminin kolektif düzeyini bireyin derinliklerine yerleştirir, bireyi çevreleyen toplumsal dünyada vücut bulmuş kolektifliğine değil.

Oysa:
Osmanlı kültürü kişiyi eğlenceye etkin katılımdan çok edilgin kılmasına karşın insanlar, genellikle rakkase kılığına girmiş erkek çocuklarına (köçek) yada kadın toplantılarında düzenlenen eğlentilerde çengi denilen halk şarkıcılarına ve rakkaselerine verdirdikleri gösteriler eğlence dünyaları arasında önemli bir yer tutar. Aile yaşantısının kişiselliği barındırmaması, eğlence kültürünün de kolektif özelliğini oluşturmuştur. Ortak katılımı öngören bu geleneksel kültür, özellikle doğum, ölüm yada evlenme gibi olgularda belli bir ritüelin içeriğini kurar. Ayrıca İslamiyet öncesi Şaman inanışlarının folklorik etkinlikler içinde sürdürdükleri varlıkları da kolektif coşkuyu (abç) aile ölçeğinde canlı tutar (Işın, 2001; 102).

Osmanlı kişisi ailede, mahallede, tekkede, işlikte homojen bir ilişkiler ağı içinde yaşar. Başkalarıyla biraraya gelmelerin ve çatışmaların sürdürüldüğü, bir iletişim ve etkileşim ortamı bu çeşitli homojen dünyaların her biri bir toplumsal deneyim akışı sunar. Bu yerel dünyaların, mekanların her birinde bir öbürünün yerine geçemeyen etkinlikler gerçekleşir: ibadet, barınma, geçimini sürdürme, eğlenme, hayatta kalabilme vb. Bunların her biri kendi içinde önemli olsa da, asıl önemlisi her yerel dünyanın ahlaki niteliğidir. Bu homojen dünyalarda serimlenen toplumsal yaşantı tehlikelidir, çünkü yaşanan toplumsal hareketlilik yerel dünyaları tehdit etmekte, değişime zorlamaktadır.

Osmanlı kişisine yönelen bu basit antropolojik bakış açısı kişinin, başka kişilerin de bulunduğu minör dünyalarla ilişkisi hakkında temel bir şeyi kavramamızı sağlar: ahlaki olan ile çoşkusal olan doğrudan birbirine bağlıdır. Coşkular, psikolojik kuramlarda sıklıkla ileri sürüldüğünün tersine, bağımsız yada rasgele dolaşan bireysel, salt içgüdüsel durumlar değildir. Minör dünyalardaki ahlaki yaşantılara bağlıdır. Coşkular, içinde hareket edip tepki verdiğimiz kişilerarası bağlantılar ağının içindedirler. İnsan zihni toplumsal olarak yapılandığı, yani yetişmesine borçlu olduğu kültürün, kategoriler sisteminin sınırlarına ister istemez hapsolduğu için “kendilik (ve zihin) tümüyle kişilerarasıdır” (Kleiman, 2003; 16).

Murat Belge, klasikleşmiş kabul ettiğimiz Türk romancılarının, karakterlerinin iç dünyalarında geçen duyguları dışsal jestlerle anlattıklarına dikkatleri çeker. Örneğin büyük bir üzüntü anlatılacaksa karakter en azından, tarifsiz sararır, gözlerinden seller boşanır, baygınlıklar geçirir yada saçları birdenbire dökülüverir, olmadı kar gibi ağarıverir. Oysa batı romanında benzer duygular böyle jestlere, dışsal tezahürlere abanılarak verilmez; zihinden geçenlerle, içsel ayrıntılarla sunulur. Belge’nin belirttiği üzre bu farklılık bir başına estetik uygulamalarla açıklanamaz. Batılı romancılar, roman(cıy)a özgü bir ayrıcalık olan, kişilere içlerinden bakma yöntemini bu denli geliştirdilerse, bunun bir nedeni de bakabilecekleri karmaşık içsel yaşantıları olmasıydı. Teknik yetersizliklerden önce, Türk romancısının bu alanda karşılaştığı handikap bu içsel dünyanın yetersizliğiydi.

Yalnızca kırsal bölgelerde değil, şehirlerimizde de yaygın olan ağıt geleneğini ele alarak, bu coğrafyada “acılar, sevinçler, bütün duygular, bireyselden önce toplumsaldır, kamusaldır” diyor ve ekliyor Murat Belge: Bütün köklü uygarlıklar gibi Osmanlı uygarlığı da bireyselliği aşacak güce sahip bir genel kültür üretmeyi başarabilmişti. Bu koşullarda bireyselleşme, böyle bir toplumsal düzeyde aristokrasiye tekabül eden kesimlerin eski statülerini kaybetmesi sonucunda ortaya çıkabilirdi. Osmanlı toplumunda bu çöküntü batıda olduğu gibi yükselen bir burjuva sınıfın bireyselleşerek zenginleşmesinin öbür yüzünü oluşturmadığı için, romancının ele alabileceği bireysel yaşantıya sahip başka bir toplumsal tabaka yoktu. “Bugün bile Türkiye’de romancıların batı romanının klasik dönem yapıtlarını örnek alarak fazla yol alacaklarına inanasım gelmiyor(...) Çoğu kez, içsel karmaşayı anlatmayı amaçlayan romanlar sonuçta büyük bir içsel sığlığı sergilemiş oluyor. Bize özgü toplumsal tarih, acaba bize özgü bir estetik ele alış biçiminin doğmasına da yol açabilir mi” (Belge, 1994; 34-36)?

Roman, piyasa için üretim yapan liberal toplumların edebi formuydu. Bu toplumun bir değerler bütünü vardı. Bu değerler; rekabet piyasasının varlığına bağlı olan liberal bireyselcilik değerleridir: Fransa’da özgürlük, eşitlik, mülkiyet; Almanya’da Bildungsideal ve ondan türeyen tolerans, insan hakları, kişilik gelişimleri vs... Bu değerlerden yola çıkarak, bireysel biyografi kategorisi gelişmiştir ve bu bireysel biyografi romanı oluşturan öğelerden biri olmuştur (Goldmann, 2005; 32). Burjuvazinin bilinç değerleri tarafından yaratılan bireyselcilik-güç arzusu-para-erdem-aşkın eski feodal değerleri karşısında zafer kazanan erotizm vb.lerinden oluşan bu değerler zincirinin ördüğü evren yeni bir tür olan romanda, özellikle de Balzac’ın elinde edebi yansımasını bulacaktır. Batının bu liberal değerlerinin olmadığı yada zayıf kaldığı toplumlarda roman yazılmaya kalkılırsa, bu değerlerle içiçe geçmiş “özgün” türün içini kurumlar, aile, normlar, sosyal çevre, siyaset gibi ortaklık düşünceleri ve kolektif gerçeklikler doldurur.



Adı Geçen Kitaplar

Belge, Murat (1994) Edebiyat Üstüne Yazılar, YKY, İst.
Goldmann, Lucien (2005) Roman Sosyolojisi, çev. Ayberk Arkay, Birleşik y., Ank.
Işın, Ekrem (2001) İstanbul’da Gündelik Hayat, YKY, 2001,
Kirmayer, Laurence J. (2003) “Psikoterapi ve Kültürel Kişi Kavramı”, Kültür ve Ruh Sağlığı içinde, hzl. Kemal Sayar, çev. Sabir Yücesoy, Metis y., 2003
Mardin, Şerif (1983) Din ve İdeoloji, İletişim y, 2. bs.
Said, Edward (2004) Freud ve Avrupalı-Olmayan, çev. Erol Mutlu, Aram y., İst.
Zeldin, Theodore (2003) İnsanlığın Mahrem Tarihi, çev. Elif Özsayar, Ayrıntı y., 3. bs., İst.

Hiç yorum yok: