Patikalarda [Hayalet Gemi, Temmuz-Ağustos 1997]
Yaşı geçkin bir adam, az biraz kamburlaşmış sırtı taş duvara dönük, mektup kutularının önünde öne eğilmiş. Çevresinde insanlar, masalar, vezneler var. İçinde büyük bir olasılıkla üzeri çiziktirilmiş mektup kağıtlarıyla dolu zarfları tutan eli sol kolunun desteğiyle bileğinden aşağı sarkıyor. Sağ elinin parmak uçlarıyla boşluğa dokunuyor. Ceketinin sağ omuzu öbür omuzundan daha yukarıda görünüyor ve arkaya taradığı uzun saçları ona erkek görünüşü veriyor. Solunda, biraz şaşırtıcı bir biçimde, ilginç, özensizce yana kaykılmış bir kıravatı olan ve cam bölmenin ağzından aşağısını gizlediği bir yüz görülüyor. Bu, veznedar. Gözleri doğrudan bize bakıyormuş gibi görünse de, aslında baktığı şey, onunla bizim aramızda uçuşan kabarcıklar. Bununla birlikte, bu bakışını kesin olarak anlamlandıramayacağımız kadar gölgede bir figür. Kestane rengi takımlı adamın gözleri, parmak uçlarında tuttuğu zarflara sabitlenmiş.
Bu adamların veya insanların yaptıkları şeyler hiç bir biçimde anlamlı veya önemli değildi. Bu kişiler, Yunan veya Roma mitolojilerinden, trajedilerinden alınmış figürler yada Kitabı Mukaddes’in veya tarihin bilinen karakterleri değiller. Onlar hakkında bilmemiz gereken hiç bir şey yok, çünkü bir anlamda haklarında hiç bir şey bilinmeye değecek nitelikte değiller. Istampaya eli uzanan bir adam. Uğraştığını gördüğümüz şey yalnızca işini yapması için gerekli bir hazırlık; vakit geçiriyormuş gibi görünüyor. Öbürüyse görünmüyor, yalnızca duruyor. Duruyor yada vakit geçiriyormuş gibi; ama bu kadarla kalmadıklarını söylüyor uzmanlar: Bu herifler tam anlamıyla zamanı boşa harcamaktalar.
Postanenin a ana giriş kapısından gözlerinizi sol köşeye çevirirseniz yan yana dizilmiş kutular görürsünüz. O kutulara yaklaşırlasanız, üzerinde şöyle bir yazı: “Şehiriçi”. O yazının hemen yanında da bir başka yazı: “Yurt dışı”. Ancak o ikinci yazıyı şu an okuyamazsınız, çünkü o yazının önünde bir bey ayakça dikilmekte. Üzerinde kestane rengi bir takım; hakkında tüm bilinenler, şimdilik, bu. Bugüne değin bu postanede kestane rengi takımlı bir beye rastlanmış değildi. Bu bey üzerine kimse bir şey bilmemektedir. Henüz bir adı da yoktur.
Bu, düpedüz bir meydan okumadır okuyucu için. Bu beyin yaşamında ne olmuş da, onu böyle adsız, başkalarına benzemez bir yaratık haline getirmiş? Nedir onu daha önceden bilinen, tanınan ve tanımlanmış, betimlenmiş öteki binbir beyden, takımlıdan, müşteriden ayıran? Ne olmuş, nasıl olmuşsa olmuş, beygillerin gelişimi sırasında belli bir noktada bu bey atalarından, benzeşlerinden ayrılarak bağımsız tek kişilik bir toplum kurmuş ve kendi kendine üreyebilmiş. Acaba çevresinde ne vardı ki, onun böyle bir kenara çekilip yeni bir hayat şekli geliştirmesine yol açtı? Bu eğilim başlangıçta kendini mütevazi bir biçimde göstermiş olmalıydı. Herhangi bir bölgedeki bir bey topluluğu birtakım değişikliklere uğrar ve belirli bir yerin koşullarının kendisine daha uygun geldiğini görür. Bu aşamada, daha yakınlarındaki benzeşleriyle çiftleşmek olanağına sahiptirler. Bu yeni tip beyler, yaşadıkları bölge içerisinde ufak bir üstünlük kazanmış, ama yine de her zaman asıl gövdeye bağlanabilecek bir dal olmaktan öteye gidememişlerdir. Ne var ki, zaman geçtikçe bu yeni beyler, çevrelerinin koşullarına daha çok uyarlarsa bir an gelecek ki, benzeşleriyle buluşmaktan kaçınmak, kendileri için daha yararlı olmaya başlayacaktır. Bu aşamada cinsel ve toplumsal davranışları, birtakım özel değişikliklere uğrayabilir. Öyle ki, öbür benzeşleriyle, yakınlarıyla çiftleşmeleri, önce ihtimal dışına, sonunda da imkansız duruma gelebilir. Belki de başlangıçta anatomilerinde, genlerinde meydana gelen bir değişiklik, yalnızca o bölgeyi kendine yurt edinmişlerin kimi olanaklardan daha kolayca yararlanabilmelerini sağlamıştır. Ama ardından, çiftleşme çağrılarının ve devinimlerinin de yalnız kendi tiplerinden arkadaşları çekecek biçimde değişmiş olacağı, akla yakın gelebilir. Böylece bir kenarda sessizce yeni bir tip, yeni bir hayat şekli gelişmiş ve binikinci bey ortaya çıkmıştır.
Bu adı sanı bilinmeyen beye bakarken yada onun hakkında bişeyler yazarken, ortaya ancak birtakım varsayımlar atabiliriz. Elimizdeki biricik kesin veri, kestane rengi takımından dolayı yeni bir kahramanın söz konusu olduğudur, ama bu, basit bir belirti olmaktan öteye gidemez. Tıpkı vücuttaki kızartıların, bir hastalığın varlığını belirtmekten öteye gitmeyeceği gibi. Bu belirtiler, yeni kahramanın ne olduğunu anlayabilmemiz için sadece bir çıkış noktasıdır. İşe, en mütevazi yoldan, beyimize açık ve seçik bir ad takmakla başlayacağız, Kestane Rengi Takımlı Bey yada Postanadeki Adam, yada -ki yazan ele de bu yakışır: - Bay Ğ. Ardından öbür beylerden nerelerde ayrıldığını anlayabilmek için, yapısının ve davranışlarının hemen hemen bütün görünüşlerini elden geldiğince not edeceğiz. Böylece azar azar onun geçmişini ortaya çıkaracağız.
Böyle bir kahramanı okurken/yazarken elimizdeki en önemli koz, gerek okuyucu gerekse yazıcı olarak kendimizin kestane rengi takımlı bir kahraman olmayışıdır yada “şehiriçi” yazılı mektup kutusunun bir buçuk adım berisinde olmayışımız. Bizim işimiz kahramanın karşısında yalnızca okuyucu/yazıcı olarak kalmaktır. Bu tutum, her kendini bilen okuyucu/yazıcıda bulunması gereken alçakgönüllülükten ayrılmamamızı sağlar. Ne yazık ki, insan denilen hayvanı okumaya/yazmaya kalkınca, bu tutumumuza bağlı kalamayız. Öküzü öküz diye adlandırmaya alışmış olması gereken zoologlar bile, bu konuda derinlerden gelen bir çeşit üstünlük duygusundan kurtulmakta zorluk çekerler. Bu engeli aşmanın tek yolu, kahramana bile sanki bizimle ilgisi olmayan bir türdenmiş gibi bakmaktır. Öyleyse şimdi kahramanı, teşrih masasına iki seksen uzanmış, yazılmayı ve okunmayı bekliyor varsayalım. Bakalım yazmaya ve okumaya nereden başlayacağız?
İlkönce kahramanımızı sıkı ilişki içinde olduğu öbür tiplerle karşılaştırarak işe başlayabiliriz. Dişlerine, ellerine, gözlerine, kafatasına ve daha başka anatomik niteliklerine bakarsak, bu ş e y’in besbelli gelişmiş bir memeli hayvan, bir primat olduğu anlaşılır, ancak mektup kutularının önünde dikilişi, gövdesinin sendeleyişi, kestane rengi takımıyla duruşuyla oldukça acayip bir primat. Bu acayipliği nasıl açıklamalı? Belki şöyle: Postane içinde bulunan binbir çeşit tipin giysilerini soyup uzun bir sıra halinde yan yana dizdiğimizi, bu koleksiyonun içine bir de kestane rengi takımlı beyimizi, ama giysili ama soyunuk, soktuğumuzu düşünelim. Onu nereye koyarsak koyalım, yerini bulmamış olacaktır (bulmuş olmayacaktır, diye de yazıla/okunabilir). Sıranın en başında, en sonunda yada içinde de dursa onu o topluluğun dışına bir yere koymak zorunda kalacağız. Çünkü acayipliği hemen göze çarpar. Bacakları fazla uzun, kolları fazla kısa, omuzları goril irisi, yüzü oldukça çekici olduğundan mı? Hayır. Bu primat yada kahraman tipi, kendine özgü öyle bir duruş biçimi bulmuş olmalı ki, bunun sonucunda yürüyüşü, oturuşu, elini kımıldatışı, dolayısıyla da ayağı, kıçı, sırtı, eli köklü bir değişikliğe uğramış olsun. Gören göze, yazan ele çok batan bir başka nitelik de, bu örgenlerin çıplaklık kertesinde yalın olması. Derisel bir çıplaklık. Başında, koltuk altında ve cinsel organının çevresindeki birkaç tutamın dışında, derisinde kıl namına bir şey yoktur. Öbür primat türleriyle yapılan karşılaştırmalarda, onlardan şaşılacak denli ayrıldığı görülür. Roman, öykü gibi kimi yazın türlerinde kıçları, göğüsleri yada yüzleri yer yer kılsız olan tiplere rastlanır. Ama bu binbir kahramanın hiç birinde, onun duruşuyla, duruşunun görünüşüyle bir yakınlık, benzerlik bulunamaz. Bu durumda, yazımızı daha ilerletmeden önce, bu yeni tipe kahraman yada “Kestane Rengi Takımlı Adam” demek doğru olur çünkü bu, kendisi denli yalın olduğu gibi, kendisini niteleyici bir addır da. Kaldı ki bu herhangi bir özel varsayımın etkisinde kalmadan takılmış bir ad. Bu, belki bizim okuyucu yada yazıcı olarak belirli bir ölçüyü elden bırakmamamızı ve yansızlıktan sapmamamızı sağlayacaktır.
Bundan sonra yazıcının - yoksa yazan elin mi demeli?-, birtakım betimlemeler yapması gerekecektir. Bu denli ayrıksı ve yalın duruşa sahip başka tipler var mıdır? Yazı dünyasında yaşayan bütün kahraman tiplerini göz önüne getirdiğimizde görürüz ki, hepsi de koruyucu ve yaratıcı yazarlarının eline sıkı sıkıya sarınmışlardır. Bugün saptayabildiğimiz otuzaltı olay ve binbir tip/hikaye arasında yazar elini sırtından atabilmiş olanlar kalem ucuyla gösterilecek denli azdır. Kahramanın üzerine abanan bu kaşarlanmış elin hikayenin akışını, sürükleyiciliğini, sıcaklığını önleme konusunda önemli bir rolü vardır; ayrıca, kültür güneşinin şiddetli yakıcı ışınlarının altında kahramanın aşırı su kaybetmesini ve derinin ışınların etkisiyle yanmasını da engeller. Öyleyse, bu elin yok olması için, çok önemli nedenler gerekmektedir. Birkaç istisna dışında, kahramanların böyle bir fedakarlığa ancak büsbütün değişik bir ortama girdikleri zaman katlandıklarını görürüz. “Katip Bartılbi” gibi “yapmamayı yeğleyen” kahramanlar bile, öykülerine derinden derine işleyen o eli, üzerlerinden atmak isteseler de, bugüne aktaragelmek zorunda kalmışlardır. Kahramanları büsbütün o elsiz düşünmenin olanaksızlığından ötürü belki de. Moldoror gibi şiirde yaşayan kahramanlar ise daha keskin bir profil elde edebilmek için yazarın elini bir ölçüde sırtından atabilmiştir. Ancak, romanda yaşayan ve asıl kahramanı temsil eden tipler, ister bir ilkeyi bozmak için olsun, ister silik mi silik olsun, ister “ne oldu”nun altında kıvranıyor olsun, genel olarak o kaşarlanmış elin hükmü altındadırlar. Ama, yazar elini bir ölçüde aşıp, geri plana iten ve handiyse ölümsüz dev tipler bir yana bırakılırsa, kestane rengi takımlı beyimiz, yazıda yaşayan o kıllı elin koruyuculuğuna sığınmış bütün öteki kahramanlara oranla bambaşka bir tip olarak görülür.
Yazıcı, bundan şu sonucu çıkaracaktır: Kestane Rengi Takımlı Beyimizin yeraltında, adada yada değirmenler arasında serüvenci bir kahraman olması gerekir. Ne var ki , beyimizin gelişimi sırasında eşine az rastlanır, hatta hiç rastlanmaz bir olay meydana gelmemiş olsun.....? Öyleyse bunu ortaya çıkarmak için geçmişini, hikayesini deşmek gerekecek, en yakın benzerini özenle incelemek gerekecek. Atalarından kopup ayrılan bu yeni tip hakkında, aydınlığa kavuşabilmek için, onu teknik bir olanak olarak çoğaltabilmek için belki de, başka izlerin ardınca yol sürmek, benzeşlerini gömüldükleri diplerden çekip çıkarmak gerekecek. Ama yüzyıllardan bu yana kıyıya itilmiş izleri, uçları burada sergilemek çok uzun sürer. Dahası onca yüzyıl boyunca biriken sayfaları şu güçsüz elin bir çırpıda kenara itebileceğini sanmak safdillik olur. Ancak en kolayından şu söylenebilir, belki: Kestane rengi takımlı adamın mensup olduğu kahraman tipi, ölümcülgillerden geliyordu. Bu ilk kahramanlar, hayvanlar alemi üzerinde egemenliklerini sürdürdükleri dönemde, ormanların kuytuluklarında yaşayan, yüpürgenlikle oraya buraya koşuşturan önemsiz yaratıklardı. Henüz öykü yiyici değillerdi, böcek yemekle yetindiklerinden ötürü. Bu küçük böcek yiyiciler yeni birtakım alanlara yayılmaya başladılar. Dağılarak çeşitli garip biçimlere girdiler. Kimisi böcek yiyicilikte karar kıldı, kimi ot yiyicilikte, kimi ise öykü yiyici oldu. Kimi güvenlik nedeniyle toprak altına çekildi, kimi düşmanlarından kaçabilmek için uzun deniz yolculuklarına çıktı, açık arazide dev değirmenler bulup savaştı kimi.
Şunu bir kez daha belirtmeli, bu anlatıda, birçok kahramanın büyük bir övünçle anlatılan o devasa deniz yolculuklarından, dillere destan fırtınalı aşklarından, sürükleyici, heyecan dolu serüvenlerinden söz edecek değiliz. Bununla ilgilenecek değiliz. Bunların çok sürükleyici birer hikaye olduğunu biliyoruz. Ancak serüvenden serüvene koşan, bir aşktan bir başkasına konup başı dönen, hüzünlenen, sevinçten kıvanan kahramanların başından geçen bu cilası parlak öykülerin altında, sıkışınca işemek zorunda kaldıklarının unutulması, ıskalanması doğrusu irkiltici.
Mektup kutularının bir buçuk adım önünde dikilen bu adamın ne gibi bir serüveni olabilir? Her şeyden önce, bizim onunla karşılaşmamıza bir göz atalım. Bu acayip kahramanla ilk karşılaştığımızda, ayrıksı ve bir o denli de ayırıcı bir niteliği olduğunu farketmiştik: kestane rengi takımıyla duruşu. Bu beyi Kestane Rengi Takımlı Bey diye adlandırmamızın nedeni de buydu. Ona uygun başka adlar verebileceğimizi de anımsatmalı, hele de geçmişine ilişkin kimi bilgiler edinince: İki Ayağının Üzerinde Dikili Duran Adam, Postanedeki Adam, Mektup Yazan Adam, Oturan Adam gibi. Ama bunlardan hiç biri ilk bakışta göze çarpan nitelikleri değildi. Bu yaratığın fotoğrafına bir katologda rastlayacak olsak, bizi ilk şaşırtan şey, giysisi olacaktı. İyi ama, bu garip niteliğin anlamı nedir, neden postane içindeki öbür tiplerin arasından sıyrılıp göze çarpmaktadır? Giysi kuşanan tek canlı yaratık oluşu onu öbür canlılardan ayırıyor, bu doğru, ama bu durum öbür kahramanlar için de geçerli. Onu öbürlerinden ayıran, giysisine ek’lenen neydi?
Moda dergilerinin, patronların, çizim katologlarının, ne yazık ki, bize hiç bir yardımı olmamakta, giysiye ek’lenenin ne olduğunu açıklayamamakta, tersine gizlemekte. İşte tam bu noktada yazan elden umar bekleme tehlikesiyle karşı karşıya gelmekteyiz: Yazmak yada yazmamak, işte asıl mesele bu.
2 Kasım 2007 Cuma
Kaydol:
Kayıt Yorumları (Atom)
Hiç yorum yok:
Yorum Gönder