2 Kasım 2007 Cuma

Kabarcıklar Arasında Gezinti - I [Kitap-lık, Sayı 94, Mayıs 2006]

Kabarcıklar Arasında Gezinti - I [Kitap-lık, Sayı 94, Mayıs 2006]


Sessizce mektup kutularının önünde iki ayağının üzerinde dikili duruyordu. Bunu düşünüyordu belki de: durduğunu. Dikildiğini ya da. Her neyse, bir süre sonra bir ses, bir hırıltı yükseldi omuzlarının üzerinden. Ağız çukurunun içinden, yöresinden. Bir ses, yalnızca bir ses, söz değil. Daha ona var. Kapı gıcırtısından, kedi mırıltısından, yaprak hışırtısından ayrışmamış bir ses. Sana benzemediği besbelli diye düşündü adam, kendine benzemiyorsun. Bu sesin, hançeresinin boynunun üst kısmında bulunuşundan ileri geldiğini ayrımsadı. Dilini ağız çukurunda gezdirdi. Söze daha var. Dilinin ağız içinde gezinişinden haz aldı. Bu kez ağır ağır, bir kez daha gezdirdi o kıpırdak, yuvarlak ve pürtüklü et parçasını. Dişlerinin arasında. Koparası geldi. Ama sessizlik de az hoş şey değil. Vazgeçti.


Mermer kare döşemenin üzerinde, belinin hizasında ortasında çevresi demir çerçeveyle kaplı ince bir delik bulunan tahta mektup kutusunun yanında duruyordu beyimiz. Üzerine kalem oynatılmayacak denli silik. Siline siline, dokunsan dağılacak incecik bir zar gibi. Mektup kutularının önünde, üzerine daha fazla artık yazılmasını istemezcesine bir deri bir kemik kalmış çelimsizliğiyle. Nesi varsa, giysisinin içinde ve parmaklarının arasında, yazılıp da gönderilmemeyi isteyen mektupları yani, karşı duruyordu artıka, söze daha vara, kendine benzemiyorsuna. Ne etti ne de et değildi, dilinin bu beceriksiz yanının dalgınlığından az biraz hoşnutluğuyla ayak parmakları karıncalandı dikiliyken “şehiriçi”nin önünde.


Böyleydi iki ayak üzerine dururken sendeleyişi, kısaca. Postaneye her gelişinde dimdik dururdu o kıyıda, kaskatı. Şu zarflar, henüz damgasız, kaba elinin için(d)e koparsı bağlarla tutturulmuş, iki ayak üzerinde dikilişine iliştirilmiş.

Kımıltısız duruyor beyimiz, keyfini çıkaracak bunun, çıkararak. Camlı bölmenin ardında, uğursuz ve hayvanlaştırıcı işin ardınca seğirten parmaklarını görüyordu veznedarın baktıkça. Veznedarsa sokakların engin ve tembel aydınlığını içeri üfüren cama bakıyordu ara ara, önüne uzatılan bir sonraki el henüz o dar cam aralıktan içeri girmediğinde ve kapının üzerindeki yağlıboya fırça darbelerini görecek keskinlikte, hınçta. Bozuk, diyen veznedarın sesi, siline siline incecik kalan zarın üzerine düşüyor bir boşluk olarak. Bir an için ses(ti); sonra üzerinde sessizliğin de bulunmadığı bir boşluk yaratarak kesildi, çekildi. Yeniden soludu sessizliği beyimiz, metal plakanın üzerinde fısıldayan zarf gibi.
Hâlâ ayakça dikili duruyor. Belki de bunu düşünüyordu, mektubun içinde eriyen kâğıtların dokusu yazıları dilinin içine yutmayı tasarlayarak. O sırada tavandaki avize ışıklar saçarak abanıyordu üzerine. Aydınlıktı ve beden bilinci, görmeyi üstlenip yalnızca, biçimliyordu doğduğu gün bedene yerleşen o sabit çürümeyle yaşamaya yazgılı kımıltısız bedenini. Et ölüdür. Et ölüdür. Aydınlıktı. Mektup kutusuna sinen metalin, tahta sandalyenin acısı kalemsiz elin özgürlüğünde diniyor, yatışıyordu. Boş sandalyeler gıcırdamadı. Sandalye herhangi bir bedenden farklı olabilirdi, ama birazdan, yaşlı mı yaşlı eskil dürtülerin bir zamanlarki kıpıları tüketmemişti kendilerini iki ayağının üzerinde dikili duranda. Denizlerin altında uyuyabilir kemikler, diplerdeki ölü dalgaların yankılarında birbirine sürterek. Zğğhkk.


Omuzlarının üzerinde yine bir ses ve uyanık kalmak için kullandığı aydınlık, postane içinden mektup kutularının içine sızıyordu, denizlerdeki kemikler amansızca birbirlerine vururken ve kırarak, kırılışarak. Bu vuruşmaları çok çok eskilerde bırakmıştı adam, bunu bilip ona bakan da sanır, kırılışan kemiklerin kırılgan seslerini o zarfların içine hapsettiğini,
-tiğimi! Koca bir sanış. Yüzün oturgası koca bir leğen kemiği izi, silinmesi mümkün olmayan, ilk aletlerden en asili olduğu için belki; öyleyse onun yüzünün derinliklerinde ilium, ischium ve pubisin birbirine kaynaması sonucu oluşan çizgiler var, hâlâ ve bugüne dek taşınagelerek, iki ayağının üzerinde dikildikçe, ister mektup kutularının bir buçuk adım önünde ister dışında postanenin ya da içinde kalabalığın yürürken olsun. El izi eksikti o çizgilerde. Elindeki zarflara baktı, yazan elin izi. Kendini korumasız ve yaradansız hissetti eğer atarsa elindekileri önündeki ince delikten içeri. Ölümün yarısı bu. Yüzdeki kemik izini kemiren bir kıvrımdı bundan böyle yazdığından kopan el. Ayrılan. Kemikten sıyrılan bir kıymık et gibi el.


Bir bütün etmeyen iki yarım halinde kendi kendine, yer yer de kendi kendiyle konuşmaya dalarak, demir çerçeveli levhanın altındaki ince delikten içeri fırlatılan fırlatılan
“Hişt, hişt” dedi eli. “Hişt.” Durdu bir süre sesi duymayarak, yazıldığını bilmediğinden, umarsız. Düşmanlarının saflarında ortalık mürekkebe bulandığı sırada. Bir kez daha aynı ses. Yazınık bir yaşam sürünce, onun gibi, dünyayı bir hiç ağırlığında görebilirdi el. Tüm bildiğin sana yazdıklarım dedi adam.



“Tam değil” dedi el. “Bilmiyorsun ki yaşamın sonu usulca yazılmaktır. Bunu öğrenemedin daha. Yada yazamadın bana.” Hayır, hayır yazdım dedi adam, yeterince kemirdim içini onunla.

Sustular. Sözü yazı aldı. Dedi. Bakalım ne dedi?

“Ben yazıyım. Yazdan değil, yazınmaktan gelirim. Yazılmaktan değil. Ucumuz yazınç’a varır, bu yanımızla incir yaprağıyla örtünen âdemoğluna benzeriz. O elma yedikten sonra örtünmüştür, bizse hâlâ aramaktayız örtümüzü. Kâh kitapla örtünürüz, kâh romanla, şiirle.” Bu paragraftaki tırnağın içine girmeye çalışarak: “Bizi neyin beklediğini bilmiyorum?” diye ekledi sanki bir mektubun içinden fırlamaya çalışırcasına. Fırlayan. Kim? Sustu. Ardından mektup kutularının bir buçuk adım önünde duran bey de. Sustular. “Benim giysim de zarf” diyerek usulca, ortalıktan kayboldu yazı. Beyimiz yine bir başına kaldı ellerinde zarfları ve elleriyle. Ama tam da öyle olduğu söylenemezdi, çünkü ilerde camlı bölmenin ardında veznedar vardı. Duvara monte edilmiş radyatör gibi belli bir dinginliğe sahip, bir sisin içinden hayal meyal görünen kemikli bir yüz. Güneşten olmalı. Vahşi güneş. Gölge de öyle ya. Ormandan açık araziye, ordan da camlı bölmenin arkasına; uzun bir yolculuktu onunkisi. Olmak için az çaba harcamamıştı. Sonunda olmuştu. Kuşkusuz veznedar olmaya değil olmaya çabalıyordu. Olmakın yolu veznedardan geçiyordu. “Veznedar olmak”taki olmakla giderdi eksikliğini duyumsadığı olmakın.

Belki de haklıydı beni terketmekle. Mektubun içinde yer vermediği bir itiraf, mektubun içinde değil mektup kutularının önünde. Tam da yaklaşmışken o dar deliğe. Elindeki çizgiler daha bir karmaşıklaşıyor, düğüm oluyordu. Elinde büyüyen düğümü yavaş yavaş unuttu, günler yine birbirinin benzeri ve birbirinden bağımsız, kopuk geçmeye başladı.


Ağaçların yapraklarını kırmızılaştırmak gibi tuhaf bir etkisi olan soğuğun vızıldayan gitgeli yaklaşıyordu. Sonraları bu değişimi mevsimler olarak adlandıracaktı. Keçi mantarına ve zaman zaman ağaç kabuklarının üzerinde zar zor görülebilen rengi farklı ama tadıyla mantarı andıran yumuşak yiyeceklere ellerini götürüp tıka basa tıkınıyordu; sindirimi güç olan sığırdilindense özenle kaçıyordu. Artık akşam ziyaretçileri de onu pek rahatsız etmiyordu. Orman kendi sessizliğine kavuşuyordu. Erkenden yatmasına karşın arasına karabasanlar serpiştirilmiş gecelerin sabahında hiç de dinlenmişe benzemiyordu. Ağzı kuru ve gövdesi kemik torbası gibi, uyanıyordu.

Elini kımıldatışı için duyduğu tutkuyu bile yitirmişti. Hareket etmeyen eli eskiye geri dönerek küt bir patiye, siniri alınmış pençeye dönüşüyordu. Oturuşu, yürüyüşü gitgide karmaşık bir hale geliyor ve bunun nedenini keşfedememesine şaşırıyordu. Neler oluyor? İçinde bulunduğu zaman ile duyumsadığı zaman birbirine karışıyor, birbirlerini siliyorlar.


Yoğun bir üşüme duygusuyla irkildi. Sabahları kalktığında gözlerini ovuştururken duyumsadığı garip uyuşukluğu bir kez daha duyumsadı. Gözleri kararmışçasına, uykudan uyanırcasına ışık aradı gözleri. Postaneyi aydınlığa boğacak bir ışık. Sendeleyerek yirmi yirmibeş adım ötesindeki büyük masalara yöneldi bakışları. Ağır ağır başını sağa doğru çevirdi,,, çevirdi,, sandalyelere ilişince gözü durdu. Sandalyelere baktı. Geleceğinin aynası olan sandalyede kendini arka ayakları üzerine dikilmiş bulunca şaşırmıştı, hayvansal burundan insansal göze geçiş, ama gözleri görüntüsüne takıldığında çok daha şaşırmıştı: yuvarlak içbükey aynada, sadece yakut kırmızısı iki toparlak gözün eski görüntüsünü anımsatan çukurların yerinde iki el duruyordu beyaz, tüysüz suratın içinde. Belli belirsiz bir böğürtü yuvarlandı boğazından göğsüne. Yüzünü öne eğdi. Gövdesine baktı. Ve her yanını sarıp sarmalayan bu dondurucu soğuğun nedenini anladı. Görkemli siyah kürkü kaybolmuştu kestane rengi takımının altında! Biçimsiz bir gövde. Elindeki zarflara baktı. Birinin içinde ek(-)statis diye yazıyordu.

Bir an önce sandalyelere varmalı, oturmalıydı. Oturur durumda kalmak için oturmalı. Ama ondan önce ivedilikle bir öyküye gereksiniyordu. El, bey ve yazı bir araya gelip onun üzerine bir öykü biçtiler: Çıplak adamın içgüdüsü, gül ağacı rengi düz bir gömlek ve bordo bir kravatla tamamladığı, tuhaf görünümlü, kestane rengi bir takım seçtirdi ona. Siyah kürkünü bırakıp takım elbisesini kuşanır kuşanmaz anlam veremediği bir denge edinmesine şaşırarak kendini daha iyi hissetti, dişleri tıkırdamayı kesti. Bu sırada bakışı sandalyenin dibine dağılmış siyah kürk yığınında durdu ve yok olan görüntüsüne ağladı. Kendini toparladı. Yabancı bir dünyada yaşaması gerekeceği düşüncesiyle, önce büyük bir yılgınlığa kapıldı. Sandalyede geleceğini görerek iki ayağının üzerinde doğruldu. Siyah kürkü üstünden sıyırışıyla içine sinen geçmişinden kopmayacaktı ve geleceğini sandalyeye bağlayarak şimdiki silik görüntüsünün altında ezilmeyebilecekti belki. Duvar dibindeki sandalyeler ve üzerindeki elbisesiyle kendini avuttu. Sahiplendiği bu iki şeyle yetindi. Hiç atılmadığı tehlikeler onu bekliyordu. Dağ yamaçlarında oradan oraya dolanışını, ormanların kuytuluklarında geceleyişini, giriştiği gereksiz çarpışmaları anımsayışı, ona ister istemez katlanması gerekeceği iki ayağı üzerinde dikili yaşamının simgesel bir önsezisini veriyordu. Sonra düşündü. Bütün benzerliklere bakılırsa ve yazılanlar yanlış söylemiyorsa dönüşümü kısa süreli olacaktı. En azından başlangıçta öyle sanıyordu.

Hiç yorum yok: