2 Kasım 2007 Cuma

SUYUN BELLEĞİ [Dikili Ekin, Sayı3, Mart-Nisan 2000]

SUYUN BELLEĞİ [Dikili Ekin, Sayı3, Mart-Nisan 2000]

Parmağını ayaklarının dibinde akan suya soktu çekinerek eğildiğinde öne doğru, yarımcana adım da atmış oldu az ileriye, öne. Yüzünü buruşturmuş, gövdesine bulaşmış yapışkan, sıvık bir dirimden sıyrılmak isterleyin sudan çıkarıp bir süre şaşkın, boş, kaygı dolu gözlerle baktığı parmaklarını ucuna bir şeyler yapışmış da ondan kurtulamamanın umarsızlığı içinde silkeleyip duruyordu, hızlı daha hızlı, eli bileğinden kopacaktı handiyse. Bileğinin kıyısında bir incinme duydu;acı değildi, henüz onun zamanı değildi. Parmaklarını kokladı: “Suyun belleği” diye mırıldandı yavaşça, kime yönelik olduğu belirsizdi sözlerin, ama bir karşılık beklemediği de belliydi adamın, yaşlının. Yürümek, suyun öte yanına gitmek istedi, yekindi; sıçrayacak gücü bulamadı kendinde. Ayakça dikili duruyordu bir ağacın gölgesinin altında; gizlenmesine, saklanmasına gerek yoktu, ama yine de korkuyordu. Bir kez daha kokladı, umutla, büyüyen gözbebekleriyle parmaklarını. Yüzünü ekşitti. “Yazık hala...” Alışmıştı ayakça durup önünde akan suya, çevresini kuşatan ağaca ve gölgesine bakmaya. Kendine de alışmıştı; alışmış olmalı, en azından yakınır görünmüyordu. Ama yüzünü ekşitmesi olmasaydı... Yıllardır buraya gelir, bir süre ayakça dikilir, eğilmek istemezcesine öne kırılıp parmaklarını suya dokundururdu, öyle bir dokunuş... Sanırsınız da, dalmak istiyor suya yada taşırmak istiyormuş gibi, hep ürke ürke. Yıllar yılı gövdesinin bir parçası, dirimsel bir gereksinimileyin bu edimini yineledi durdu. Ağzının kıyısında yine kekremsi bir ekşi duyumu ile iğrenti arasında gidip gelen yüz, bir öncekinin benzeri bir anlatımla kalakalırdı orda. Arkada arabaların gelip geçen tıkırtıları, ara ara göğe yükselen gürültüleri umurunda değildi adamın, yaşlının. Yüzüne baktığınızda: duymayanların aptalsı duruşuyla karşılaşırsınız ya hani onlara bir soru sorup da yanıt beklemeye koyulmak için sözü ona bırakmanıza karşın hala sizin konuşmanızı bekler ama siz susmuşsunuzdur, buna karşın karşılık vermez o, o zaman anlarsınız duymamanın ötesinde bir yerde yuvalanmıştır. Arkasına bakmaksızın küçük adımlarla dolanıyor kıyısını suyun, ağacın ve dalların altındaki gölgede. Bank’a hala oturmadı, görmedi. Görmediyse de yılların alışkanlığının gözüyle orada, ağacın sol yanında, suya inen beş basamaklı taş merdivenin sağ yanında olduğunu görüyordu bankın. Dallarda yapraklar vardı ve yeşildi, bunları da birer birer anımsıyordu. Olanca gövdeselliğiyle ağaç orada duruyordu. Bir an yanına yaklaşıp kucaklamak istediğini ansıdı. Çevresini olası tüm görünümleri içeren noktalarda dura ilerleye dolanmıştı. İçinde tepinen bir yaşantı parçacığı belli belirsiz bir duygulanımla birlikte yüz çizgilerini devindirdi. Biraz kızgın, biraz mahçup, dinginliğini, yaşlılığını korumanın en doğrusu olduğunda karar kıldı. Her ne kadar için için hayıflanıyorsa da, taş katılığında kalakaldı. Gecenin karanlığında görülmeyen yüz çizgilerindeki devinimden kimseye hesap vermeye yükümlü olamazdı. Hiç bir zaman! Biliyordu bunu. Yıllar öncesinin sözcükleri orada, o bankın üzerinde kalmıştı. İşittiğinin hemen sonrası midesi bulanmıştı. İşittiği sözcükleri kusmak istercesine ağaca, adeta fırlamıştı. Kusmuştu. O zamanlar bilemezdi o ölü sözcüklerle zaman zaman buraya geldiğinde bir gömütlük gezmesi suskunluğunda ansıyacağını çoktan yitip gidenleri. Bakmadı ağaca, bank’a, ne de suya. Ayakça, gözlerinin önüne bir perde inmiş, gecenin karanlığında, sessizliğinde o beyaz perdenin arkasında büzülmüş bekliyordu; beklemiyor, duruyordu. Yıllar, ağacın bir görünümü, bir görünümü daha... üst üste. İşte ağaç ve yıllar, bir de o iğrenti. Gövdesinin tüm örgenleri örselenmiş adamın, yaşlının ağaca bakışı durgun, dalgın, ölgün bir çift çukurla, sonra dudak büküşü katlanılmaz bir umarsızlık ve benimsenen umursamazlık yüklü omuzlarla, ayakça dikilişi. Örgenlerin devinimleriyle yaşadığını duyumsamaya özenmekten çoktan elini eteğini çekmiş doygun gövdesiyle ağacın gövdesine baktı, bakıştılar. Kimse görmüyordu neye baktığını. O ağaç, “işte bu...”, sessizce, “...tanık olmalıydı”. Nasıl da ayırdına varamamıştı o zamanlar. Sonra, bir gün yine iç ezikliğiyle suya inmiş, ne olmuşsa birden ayaklarının altında bir gölgenin ezildiğini sezinlemiş. Ürkmüş. Gölgenin gövdesine yönelmiş düşüncesi. Kendinden çekinmiş. Büyük bir gölgenin içinde kendi gölgesinin yittiğini görmüş. Başını yukarı kaldırmış: Dallar, ta ileriye, bankın oraya dek uzanan dallar, ın ferahlatıcı gölgesi! Lanet olsun. Artık nasıl konuşsun. Konuşmamış da. “Yaşantı dışını nasıl söze getiririm?” İçi sızlayarak, “hiç olmadık bir köpeğim olsaydı, sıska, aptal bir köpek”. Gençliğinde de uzak durmuştu köpeklerden. Yüzlerindeki aptallık, ve her an ortaya çıkmaya hazır kancıklıkları hepten soğutmuştu onu. Oysa yanında bir köpeği gezdirebilecek denli yakışıklıydı da. Eski günlerdi, genç günlerdi. Direndi durdu elime tasma almayacağım diye. O gün bu gündür tek başına gidip gelir işine, evine, bir de bu kıyıya, akan suya.

Hiç yorum yok: