2 Kasım 2007 Cuma

Oğuz Atay Yalnızca Modernist miydi? [Kitap-lık, Sayı 64, Eylül 2003]

Oğuz Atay Yalnızca Modernist miydi? [Kitap-lık, Sayı 64, Eylül 2003]

Oğuz Atay’ın modernist Batı edebiyatından esinlendiği, Türk romanının “geleneksel” çizgisinden çıkarak başka bir tür bir romanı deneyen ilk Türk yazarı olduğu kanısı yaygındır ve onun adı klasik gerçekçi roman anlayışına uymayan Joyce, Kafka, Woolf, Musil, Faulknerlarla birlikte anılır. Klasik gerçekçi romanın olay örgüsü, karakter ve çevreden oluşan üç ana öğesinin önemini yitirdiği bu “modernist” yazarların dış dünyaya, topluma değil de, insanın iç dünyasına, bilincin karmaşıklığına eğildiği söylenir ve Oğuz Atay’ın sıklıkla başvurduğu iç-konuşma tekniğinin modern “bilinçakışı” ile ilgisi kurulur. Oysa Oğuz Atay’ın bolca kullandığı iç-konuşma, okuyucuya seslenme geleneksel sözel anlatıda zaten vardır.

Oğuz Atay kahramanlarının zihinlerinden geçen iç-konuşmaları metni bir tiyatro sahnesine dönüştürür ve biz okuyucunun soğuk ve yalnız odasında okuduğu bir romanın içinde değil de, bir orta oyununun sıcak, hoş sohbet sahnesindeyizdir. Roman sayfalarında roman kahramanının zihninden geçen cümleler, orta oyununun kanonu gereği yüksek sesle seyirciye seslenen ve bunları sahnedeki öbür kişilerin duymadığını varsayan meddahın sözleridir daha çok. Berna Moran Tutunamayanlar’ın Turgut’un aklından geçirdiği konuşmaların romanı tiyatro sahnesine dönüştürdüğüne değinir, “ve sanki bir orta oyunundayız” (Moran, 2002; 276) der, daha ileri götürmez. Bir cümleyle yetinir. Bir başka bir cümleci de Cevat Çapan’dır. Tehlikeli Oyunlar’a yazdığı önsözde “... Karagöz ve Meddah gibi geleneksel tiyatro biçimlerimiz de Oğuz Atay’ın sergilemek istediği gerçekleri dile getirmede onun büyük bir ustalıkla yararlandığı anlatım olanakları sağlar” (Atay, 1984; 9).

Oğuz Atay’ın batılı modernist yazarlarla ortaklığı kurulurken çok önemli bir ontolojik fark ıskalanır: Ne Joyce, ne Woolf, ne Faulkner tıpkı Yusuf Atılgan gibi mizahtan nasibini almamıştır, oysa Oğuz Atay’ın ironi yada humorla sınırları daraltılamayacak romanı silme mizah yüklüdür. Bunun es geçilmemesi gerekir.

Oğuz Atay’ın “modernist” kalıba oturtulabilmesi için L. Sterne’nin “Tristram Shandy”si ile ilişkisi gündeme getirilir. Laurence Sterne’nin edebiyatının bir sohbet edebiyatı olduğu unutulur. Kahvehanelerde ortaya çıkan ve edebiyata yansıyan “sohbet kültür”ü L. Sterne’e model oluşturmuştur. İngiltere’de restorasyon dönemine dek ne okurlar ne de yazarlar gerçek sohbetin sadeliğinden yoksundular; halka seslenmek için yazanlar bile kitabi tarzdan kurtulamamıştır. İngiliz Edebiyat eleştirmeni Harold Routh’un dediğine göre İngiliz yazarlar ağır, süslü üsluplarından kurtulup zarif, sade bir üslup geliştirmeyi kahvehanelerde öğrendiler (aktaran Schivelbusch, 2000; 61-62). Kahvehanelerin bu topraklarda, Oğuz Atay’ın da kahvesini çayını içtiği İstanbul’da biçimine kavuştuğu es geçilip de, Oğuz Atay’ın romanlarına yansıyan kahvehanenin sohbet kültürünün izlerini bulgulamak için Laurence Sterne’e uzanmak en hafifinden abesle iştigaldir.

“Yazar” olarak nitelendirdiğimiz romancı, canlı dinleyici önündeki sözlü anlatıcıdan çok farklı bir ifade biçimiyle romanlarını kaleme alır. Roman yazarının dikkati gerçek yada hayali dinleyiciye değil bir kodu çözmesini bilen okuyucuya yöneliktir. “Tehlikeli Oyunlar”ın yazarı yazan yazardan çok daldan dala habire konuşan ağıza yakın durur. Oğuz Atay’ın “ben burdayım sevgili okuyucu, sen nerdesin”i zihinsel süreç olarak sözlü anlatı geleneğinin uzantısıdır. “Tutunamayanlar”da olaylar baş kahramanı çeşitli dönemlerde tanıyanların anlattıklarına dayandığından, romanda olup bitenler yaşamdakinin tersine ardı ardına değil, zaman dizini bozularak anlatılır. Bu anlatım sözlü anlatı geleneğinde zaten vardır. Sözlü bileştirmede olaylar, kısa birkaç bölüm dışında hiçbir zaman “örgü” oluşturacak şekilde zaman sırasına sokulmaz (Ong, 1995; 168).

Türk romanının kendi ulusal geleneklerinden hiç kopmadığını vurgulayan Uturgauri, Oğuz Atay romanının yenilikçi yanından söz ederken, onun yalnızca yabancı romancılardan etkilendiği düşüncesine karşı çıkar ve Tutunamayanlar’ın Avrupa romanından çok, kişilerin konuşmasında, anlatım araçlarında, mizahta ve genel anlatma tarzında Aziz Nesin’in “Zübük” adlı romanına yakın duruşuna, bu iki roman arasında görülen yapısal benzerliklere ışık tutar. Ardından Tutunamayanlar ve Zübük ile Ali Aziz Efendi’nin 18. Yüzyılda kaleme aldığı “Muhayyelat”ın yapısal kuruluşlarına, çeşitli insanların anlattıkları öykülerin bir kişinin elinde toplanması, bu kişi tarafından kaydedilip yorumlanması ve sonra okurların yargısına bırakılması gibi ortak özelliklere dikkatleri çeker (Uturgauri, 1989; 11-16).

Egemen bir-iki edebiyat geleneğiyle sınırlandırılan roman paradigmasının evrensel olarak kabul görmesi, dünyadaki öbür anlatı geleneklerinin ve romancılığının çoğunun aleyhine işlemiştir. Dahası Batı’ya ait gelişimleri küresel modeller olarak sunup bunların diğer edebi yapıtlardan ve anlatı geleneklerinden üstünlüğünü üstü kapalı olarak onaylamaktadır. Avrupa romanının bir ideal olarak görülmesi, dahası biricik bir model olarak dayatılması “roman”ı kısırlaştıracaktır. Bir başka türlü denirse, başka anlatı geleneklerine ve romancılığa açılabilecek roman uğraşı “roman”ı zenginleştirecektir.

Roman eleştirisinin birincil görevi hakim anlayışları yadırganır hale getirip farklılıkları göstererek romanın ölçütlerinin, değerlerinin, tanımlarının geçerliliğini sorgulamak olmalıdır. Edebiyat eleştirisi, edebiyatın/romanın radikal eleştirisini yapma yeteneğinden yoksun olunca kurduğu model uyarınca önüne çıkan tüm ürünleri ya “roman” içinde eritir, ya da uzayın engin boşluğuna hapseder. Roman kuramı, ‘büyük’ ve ‘evrensel’ sıfatlarıyla donanmamış bütün edebiyatları mülksüz bırakma sonucunu doğurur ve yazını bir yanda prototip ve majör, öte yanda taklit ve minör olarak ikiye ayırır. Avrupa’nın buluşu olan roman “uygarlık süreci”nin ürünüdür. “Uygar toplum”, kapitalist üretim tarzının yarattığı burjuva toplumudur. “Aydınlanmanın toplum mühendisliği projesinde edebiyat en etkili toplumsallaştırma -insanlara burjuva kültürü aşılama- aracı olarak ortaya çıktı” (Jusdanis, 1998; 144).

Yazı/yazın/kitap/roman kavramı ideolojiktir ve tarihsel bakımdan belirlenmiştir. Buna karşın Florence Dupont'un önerisinden el alarak sorabiliriz: Roman tarihçilerimiz söz gelimi meddah anlatısını ve Karagöz’ü bir ön roman olarak benimseyip yazılı romanımızı sözlü dilden yola çıkarak ele alıp köklü bir bakış açısı sağlasalardı? Yazı'nın sanat kılığına bürünmüş bir hali olan romana ilişkin paradigmalarımızı değiştirip sözlü dil kökenlerimizi yeniden bularak, geçmişimizle olan bağlantılarımızı koparmadan kendimizi geleceğe yansıtabilir ve böylece romanla başka bir temas kurmamıza olanak sağlayacak bir temellendirici başkasılığı kabul ederek dünya romanıyla bütünleşebiliriz (Dupont, 2001; s.33).



Alıntılanan Yayınlar

Atay, Oğuz (1984) Tehlikeli Oyunlar, İletişim, 2. Bs., İst.
Dupont, F. (2001) Edebiyatın Yaratılışı, çev. Necmettin Sevil, Ayrıntı y., İst.
Jusdanis, Gregory (1998) Gecikmiş Modernlik, çev. Tuncay Birkan, Metis y.,İst.
Moran, Berna (2002) Türk Romanına Eleştirel Bir Bakış, İletişim, İst.
Ong, Walter J. (1995) Sözlü ve Yazılı Kültür, çev. Sema Postacıoğlu Banon, Metis y., İst.
Schivelbusch, Wolfgang (2000) Keyif Verici Maddeler Tarihi, çev. Zehra Aksu Yılmazer, Dost y., Ank.
Uturgauri, Svetlana (1989) Türk Edebiyatı, hz. Atilla Özkırımlı, Cem y., İst.

Hiç yorum yok: