2 Kasım 2007 Cuma

Türk Romanına Dair Notlar-1 [Sınırda, Sayı4, Aralık 2005-Şubat 2006]

Türk Romanına Dair Notlar-1 [Sınırda, Sayı4, Aralık 2005-Şubat 2006]

Bireyci toplumdaki günlük hayatın yazınsal alana aktarımı olan modern romanın doğuşunu “piyasa toplumu” ve burjuvazinin doğuşu ile birlikte ele almakta büyük bir sorun yoktur. Ancak bu yazın türünün kapitalist toplumların tekelinde kalmadığını, “ulusal ve yerel edebiyatların çeşitliliğinden evrensel bir edebiyat”ın (Marx, Komünist Manifesto) doğduğunu düşünürsek işler azın azın çetrefilleşmeye başlıyor. Çin’de ve Japonya’da, ortaçağda roman yazılıyordu. Üstelik bu romanlar, gerek konuları, gerek yapılarıyla, Batı’nın pikaresk, serüven, törel romanlarından farklı değildi. “Roman”-merkezci bakış, örneğin Japonların kökeni XI. Yüzyıla uzanan “Genji hikayeleri”ni, sanayi toplumlarının sermaye-emek karşıtlığı yerine alaturka-alafranga karşıtlığında “alafrangalaşma” gayretlerinin boy attığı Osmanlı coğrafyasında meddah, karagöz, halk hikayeleri geleneğini bütünüyle görmezden gelir, doğal olarak. Osmanlı romanında bu geleneksel anlatıların izlerini rahatlıkla ve bolca buluruz bulmasına ya, Osmanlı romanı, bu anlatıların ya da toplumsal yaşamın içsel gelişiminin uzantısı olarak doğmamıştır. Osmanlı-Türk romanı batılılaşmanın (modernleşmenin değil) bir yan kolu olarak doğmuştu. Türkiye’de roman, belirli bir okur kitlesinin beğenisine ve gereksinimlerine cevap vermek üzere değil, Batı’da yazıldığı için yazıldı. “Nasıl” ve “ne ölçüde” Batılılaşmak gerektiği sorunsalını paylaşan Türk romancısı romanın kendisini devletin bu politikasının bir propaganda aracı olarak görmüştür. “Bu bakımdan, romancı, Batıcılığın partizanıdır” (Belge, 1994; 217).

Cemil Meriç, “içtimai bir sıhhatsizlik, hiç değilse bir tedirginlik alameti” olarak sınıf kavgalarıyla sahneye çıkan ve başlangıcından itibaren ifşa üzerine kurulu romanın, inanan bir toplumda, pürüzlerini yok etmiş bir toplumda, hayali çözüm yolları aramaya ihtiyaç duymayan bir toplumda romanın ne işi var, diye soruyor ve ekliyordu: “Osmanlı, Osmanlı kaldıkça Batı romanı’nı anlayamazdı. Önce uzun bir temessül (benzeşme, özümlenme), daha doğrusu tesemmüm (semirme, şişmanlama) merhalesinden geçecek, iktisadi ve içtimai müesseseleriyle değişecekti. Medeniyet can çekişiyor. Gök bomboş, hayat abes; roman bu kalbsiz dünyanın insanını bütünüyle sahneye koymak iddiasında” (Meriç, 1975; 38-39).

Osmanlı’nın Türkiye’leşmesiyle sonuçlanacak Batılılaşma sürecinde romanla tanışılacaktır. “Osmanlı İmparatorluğu’nun Avrupa medeniyeti dairesine girmesi”, daha doğru bir ifadeyle “Avrupa medeniyetinin Osmanlı İmparatorluğu’na cebri bir surette hulul ve nüfuzu” olarak da görülebilen Tanzimat dönemi edebiyatının siyasi ve iktisadi koşullarını değil de fikri cephesini göz önüne alırsak “saray’a ve onun dayanağı olan medrese’ye, Tekke’ye, devlet adamlarına, a’yan ve eşrafa dayanan feodal klasik edebiyata karşılık, Şinasi-Ziya Paşa-Kemal mektebi, vatan, millet, halkçılık mefkurelerine hizmet eden ve tamamıyle Fransız edebiyatından mülhem yeni bir burjuvazi edebiyatı yaratmak istiyordu: Gazetecilik, siyasi ve edebi tenkid, tiyatro, Garp edebiyatlarından terceme, memleketimizde işte bu suretle başladı” (Köprülü, 1986; 299-301). 1850’den sonra Osmanlı edebiyatının yenileşmesi, Yahya Kemal’in belirttiği üzre, ruhlara yayılmış bir felsefeden, bir edebiyattan doğmamıştır. “Yazı’nın yenileşmesi devletin yenileşmesinden, hatta kalbur üstü gelen millet tabakasının Fransız kıyafetine girmesinden sonra oldu” (1984; 305).


Türk Romanı siyasal değişimlerle içiçe mi?

Osmanlı edebiyatı üç farklı topluluğa uygun üç kompartımanlı bir edebiyattı: Saray ve ulemanın Divan edebiyatı; dervişlerin mistik, dini Tekke edebiyatı; çoğunluğun Halk edebiyatı. 16. yüzyıldan sonra tekke ve Divan edebiyatlarında bozulma başladı; bu bozulma karşılıklı olarak iki edebiyatın özünü ve biçimini etkiledi, sonunda ikisi de birbirinin benzeri olup çıktı. 19. yüzyılda, Batı edebiyatının Osmanlı İmparatorluğu’na girişi, saray edebiyatıyla dini edebiyatı yerinden etti. Doğum tarihi 1860’larla tarihlenecek çağdaş Türk edebiyatı, ülkenin daha uygar, daha batılı olmak çabasına sıkı sıkıya bağlıydı; yenilikleri kökleştirip yaymak için bir araç işlevini gördü. “Bu dönemin en büyük edebiyatçıları, ünlerini yazılarının edebi değerlerinden fazla, edebiyat kisvesi altında açıkladıkları, toplumun kaderine bağlı siyasi ve toplumsal görüşlerden almışlardır. Mesela, Namık Kemal, Ziya Paşa’nın, Abdülhak Hamit’in şiirleriyle oyunları, batıdan alınmış idari ve siyasi kurumlarla gelen yeni toplumsal ve siyasal kavramların daha geniş olarak uygulanmasını savundukları gibi, çok defa da yenileşmeye karşı bir tepki olarak görülür” (Karpat, 1962; 29-30). Osmanlı-Türk romanı, kısaca dendikte, “Avrupa kültürüne karşı beslenen hayranlık ve horgörünün, gıpta ve korkunun içine doğmuştu” (Gürbilek, 2001; 133).

Türk romancıları Namık Kemal’den, A. Mithat Efendi’ye, H. Edip Adıvar’dan Yakup Kadri’ye, Reşat Nuri’den Memduh Şevket Esendal’a siyasetin hep içindeydiler. Yönetime talip, yedeğine “kapitalizmin ürettiği son kod faşizm”i (Deleuze) de almaktan asla çekinmeyen burjuva diyebileceğimiz sınıfın ulema kanadından, kapital ve kapitalizm yanlısı, eşdeyişiyle kapitalist Murat Belge’nin belirttiği gibi, Türk aydını Batı’daki benzerinin tersine, politikadan bezmemiştir, çünkü Tanzimat’tan bu yana bir toplumsal değişim sorunuyla karşı karşıyadır ve bu sorun kendisi için hayati önem taşımaktadır. Devlet dışında ayağını basacağı sağlam bir yer bulamadığı için şu ya da bu şekilde devletle ilişkidedir. Edebiyatın, politikadan uzaklaşmak isteyen aydının kaçacağı yer haline gelebilmesi için çok zaman gerekecektir (Belge, 1994; 68).

Ekonomik örgütlenme temelli Avrupa’nın (bak: Wallerstein) tersine, Osmanlı İmparatorluğu politik temelli bir örgütlenmeydi. Öyle ki 1838 Balta Limanı Ticaret Antlaşması adlı ekonomik ve mali temelli bu anlaşmayı bile Osmanlı Devleti siyasal nedenlerle imzalamıştı (Pamuk 1988; 201). Gerek Osmanlı’nın gerekse Türkiye Cumhuriyeti’nin bu siyasal değişimleri Türk romanını ve romancılarını etkilemiştir. “Diyebiliriz ki, Türk edebiyatı devlet siyasetinden yararlanarak gelişmiştir” (Karpat, 1962; 57).

Osmanlının son döneminde, 19. Yüzyılın ikinci yarısında yazan çoğu bürokrat Osmanlı-Türk romancıları da bir devlet politikası olan Batılılaşmanın içindeydiler ve roman uğraşları da bu politik tutum uyarınca belirlendi. Cumhuriyetle birlikte Türk romanında Osmanlı’dan bir kırılma yaşaması umulurdu, tersine Batılılaşmak bu kez “muasırlaşmak” adıyla daha da öne çıktı. Yönetici seçkinlerin hem sopası hem de meşruiyeti olan “muasırlaşmak” bugün ad değiştirdi: Avrupa Birliği.


‘Türk’ Burjuvazisi ve Roman

Romanın buradaki tarihsel serüvenine, Avrupa tarihinin bir parçası olarak, modernite uyarınca uygarlık ve demokrasinin gereği, Ermenilerin (soy?)kırımı, Rumların yüzyıllardır yaşadıkları topraklardan “mübadelesi” eşlik edecektir. Kırılan ve ‘değiştirilen’ bu gayrımüslim varlığın en dikkat çekici hale geldiği yerler, en başta Hariciye Nezareti olmak üzere mülkiye memuriyetindeydi. 1856 Fermanı’nı izleyen çeyrek yüzyıl boyunca, gittikçe büyüyen mülki yönetim kurumlarında çok sayıda gayrımüslim bulunuyordu. Findley’in demesiyle, “son dönem Osmanlı toplumunun bir dilimi olarak mülkiye memurlarının öneminin, Batı Avrupa’daki burjuvazinin önemiyle aşağı yukarı aynı olduğunu iddia etmek fazla ileri gitmek olmasa gerek” (Findley, 1996; 12, 33). Romanı yazacaklar hiç kuşkusuz, Batıyla tanışan, yabancı dil bilen bu eğitimli ve paralı tabaka arasından çıkacaktır. Ancak...

Ermeni (soy?)kırımı ila Rumların değiştirilmesi sürecine on yıllık bir Balkan Savaşları ve Kurtuluş Savaşı kırımı eşlik edecektir. Çiçeği burnunda Osmanlı-Türk romanı bu kırılmaların içinden geçer. Yetişmelerini borçlu oldukları Osmanlı’nın yıkılış dönemine ve ardından Cumhuriyetin kuruluşuna tanıklık eden Halit Ziya Uşaklıgil, A. Ş. Hisar kişilerini kendi sınıflarından, İstanbul burjuvalarından seçmişlerdi. Halit Ziya döneminin batı romanına açık en yetkin yazarı olmasına karşın onun romanlarında “Türk” yada buralı diyebileceğimiz bir tipe zar zor rastlarız. Geleneksel anlatı öğelerini sıklıkla kullanan H. R. Gürpınar romanlarında belli çevreyle sınırlı kalsa da yerli tipler gezinir.
A. Ş. Hisar’ın “Çamlıca’daki Eniştemiz”deki Namık Bey’i ile “Fahim Bey ve Biz”deki Fahim Bey dünyanın niçin değişmesi gerektiğini bir türlü anlayamayan kişilerdir. Fahim Bey değişen dünyaya ayak uydurmak ister, gel gör ki, yetişme tarzı, benimsediği eski toplumsal değerler onu yeni topluma karışmaktan alıkoyar. Balkan Savaşları ve Kurtuluş Savaşı arasına sıkışan bu ikili kırım döneminin ardından gelen Cumhuriyet kuşağının yazarları ise en genel söyleyişiyle halkın içindendir. Anadolu’ya açılma da diyebileceğimiz bu dönem Türk romanının kırılma noktası olmaya aday olabilecekken, şu anki bakışıma göre, olamamıştır. –Bu düşüncemi değiştirmeye açığım.

Siyasal değişimler sonucu, sanayi toplumuna geçişte öncü kadroları yetiştirmesi düşünülen “Kadro” dergisi kapatılır; dergi kurucularından, Atatürk’ün en yakın fikri temsilcilerinden biri olan romancı Yakup Kadri Karaosmanoğlu Tiran’a sürgüne gönderilir. “Kadro” kapatıldıktan sonra devletin yeni kültür politikasını geliştirecek yeni bir dergi yayın hayatına girer: Yücel. Kağıt üstünde yayıncısı Muhtar Enata’ysa da, asıl fikir kurucusu, o sıralarda Cambridge Üniversitesi’nde İngiliz edebiyatı eğitimi gören genç Orhan Burian’dır. “Yücel” dergisinin düşünsel izleği “hümanizma”dır. Sosyal milliyetçi Kadro’dan, hümanizmacı Atatürkçü Yücel’e geçiş, Halit Refiğ’e göre, Cumhuriyet kültür tarihinin örtülü bir biçimde gerçekleştirilen en kökten dönüşümüdür. Atatürk’ün ölümünün ardından sanayileşme rafa kaldırılır. Bunun yerini bir köycülük edebiyatı alır. Köylüyü köyünde, rejimin temsilcilerinin denetiminde tutacak Köy Enstitüleri hamlesi başlar. Hümanizma ile birlikte Batının temel yapıtlarının çevirisine girişilir. Türkiye, dünyaya Batılıların pek takdir ettiği ilginç bir model sunar: Sanayileşmeden tarım toplumu halinde kalarak Batının kültür değerlerini benimsemek (Refiğ, 2002; 112-113). Uluslararası Kalkınma Bankası’nın Türkiye için hazırlattığı raporda, Kemalist kalkınma tezinin tam zıddı bir ekonomik politika önermekten çekinmemişlerdi: “Türkiye’nin sanayileşme hedefini terk etmesini tavsiye edecek değiliz. Fakat biz, bu hedefe varmanın en kestirme yolunun, tarımsal gelişmeye gittikçe artan önem verme yolu olduğunu tavsiye ediyoruz.” Rapora göre, Türkiye ancak bir tarım ve hammadde ülkesi olarak gelişmelidir (Berkes, 1975; 149).

Tarımın makineleşmesiyle topraktan koparılıp boşta kalan emeğin büyük yerleşim merkezlerine, şehirlere göçler başlar ve 1930’lu yıllarda Türk toplumsal tarihinde yeni bir sayfa açılır.

1935’ten sonra, köye, toprağa, madene, üretime ve Türk köylüsüne dönük CHP’nin çalışmaları dünyayı şaşkınlıkta bırakacak derinliktedir, Nihat Genç’e göre. CHP Türk köylüsünün zihniyetini değiştirmek için yola çıkar. Bir zihniyet devrimi. Türk köylüsünü bin türlü şeyhten kurtarıp, köylüye buğdayın, kavağın, kuru üzümün, pamuğun, tütünün, şeftalinin, bin türlü maddi ürünün bu topraklar için herşey olduğunu anlatır. Yani manevi kuşatma altındaki köylüye, “maddi” dünyayı öğretmeye çalışır. Köylünün dünya görüşünü kökünden değiştirme girişimidir bu. Devrim şudur: Köylüye gerçek değerlerin manevi, ilahi dünya değil, maddi kaynaklar, yani, nesnel dünya olduğunu öğretmek (Genç, tarihsiz; 450).

Buna koşut olarak da edebiyatın ve gerçekçiliğin gelişmesinde yeni bir çığırın eşiğine geliriz. Her şeyden önce Türk köyünde hızlı bir sınıfsal ayrışma oluşur. Köy artık yoksullaşmaya ve köylüler kentlere akın etmeye başlar. Toprağından kopan köylü, varını yoğunu yitiren zanaatçı, yoksul aydın ve emekçi kesimler; kendi yaşamlarından koptuğunu, yaşamın güvensizliği içinde şaşkın ve yalnız kaldığını, bu “yabancılaşma” içinde kendisinin de yok olduğunu duyumsar. Sait Faik bu yabancılaşma durumunu yakalayıp saptayanların başında gelir. Hayal ürünü kahramanlar olup “kader” adını taşıyan bir ustanın elinde yoğrulan, “yaşamın kurbanı” insan kavramı, 30’lu yıllarda da büyük ölçüde geçerlidir, ama gitgide yeni bir kavram yaşam alanlarının içlerine sokulur: “İnsan, sömürünün kurbanıdır.” Bu görüşün yerine oturması 40’lı yıllarda başlamıştır (Aizenşteyn, 1980; 111).

Cumhuriyetin ilk devirlerinde meydana gelen değişiklikler, ancak birkaç şehri etkileyerek kalıplaşmış, hızını kaybetmişlerdir. 1945/6 dan sonraki olaylar ise duraklamış olan toplum değişikliğine yeni bir hız vererek zaten sarsılmış olan eski yapıya temelinden bir darbe indirmiştir. Türkiye’de olup biten ve hiçbir tarihin kaydetmediği bu içten değişiklikleri edebiyat değerlendirmiş, toplumun tepkisini göstermiştir (Karpat, 1962; 6-7). “1945’lere kadar romancılarımız kopyacıdır” (Seyda, 1969 içinde; 70) diyen Kemal Tahir’e göre bu tarih Türk romanında bir “kırılma noktası”dır.

Türkiye’de burjuvazi 1950’de hızlı bir gelişim eğrisi çizer. Bu gelişim, doğrudan etkisini, sözgelimi ahlak alanında göstermiştir, diyor Fethi Naci “Türkiye’de Roman ve Toplumsal Değişme” adlı çalışmasında. “Para kazanmak, ne pahasına olursa olsun daha çok para kazanmak, “ahlak bunalımı” denilen şey, gerçekte, Türk toplumuna ağırlığını koyan bir sınıfın ahlakıdır. Yani Türkiye’de ekonomik gelişme ile ahlak arasında böyle açık bir ilişki vardır (Naci, 1981; 25). 1950’lerde, edebiyatın devletten özerkleşmesine ve görece özgürleşmesine tanık oluruz. İkinci Yeni şiiri yada “sivil şiir” bu dönemde boy atar. Ancak, sanatın da içinde özerk bir alan olarak yer alacağı burjuva kamusal alan”a daha vardır, çünkü 1950’lerin “burjuva”sı daha sınıfsal çıkarlarının bilincinden ve en önemlisi gücünden yoksundur; 1980’leri beklemek gerekecektir. Devlet dışında arkasını dayayacak bir yer, sermaye-emek karşıtlığında sermayeye eşi görülmemiş bir kap-kaç alanı açan 24 Ocak Kararları ile içiçe geçecek olan, halkına en acımasız işkencehanelerin, hapishanelerin kapılarını ardına dek açan neo-con’cu faşist 12 Eylül darbesinin ardından kurulacaktır.

15 yıl süren iç savaş, kapitalizm çarmıhına gerilen halk katmanları, yeni yoksullar, ilk kez sınıf çıkarlarının bilincinde ve ona göre tavır sergileyen burjuvazinin doğumu, “Avrupa Birliği”, Kürt katliamının ayak seslerinin duyulması... aynı dönemde yaşanır: “Roman patlaması”.

24 Ocak Kararları’nın ardından ‘Türk’ burjuvazisi mükellef bir şölene çöreklendi. Göçebe atalarımızın toylarına şapka çıkartacak bu şölende, bu “yağma Hasan’ın böreği”nde, Cengiz’in, Timur’un yağmasını gölgede bırakacak denli, Türkiye Cumhuriyeti Devleti’nin gözleri önünde ve de güpegündüz burjuvazinin Türkiye’yi yağmalamasına izin verildi. Eh, eski bir gelenekti bu ne de olsa, fethedilen topraklar başbuğun, padişahın yada cumhurbaşkanının (Turgut Özal cumhurbaşkanıydı!) izniyle yağmalanır, yağmaladılar Türkiye’yi! Ancak bu kez yağmacılar; yüzyıllar süren inatlaşma çatışma sürecinde “şalvarı şaltak, eğeri kaltak, ekmede yok, biçmede yok, yemeye ortak” imparatorluğu beslesin diye boyunlarına boyunduruk vurula takıla çiftçi, köylü kılınıp bir çift öküzü dışında vatanın tek karış toprağına sahip olamayacağı “Kurtuluş Savaşı”nın hemen ertesinde, 20. yüzyılın sonlarında ise kapitalizm uyarınca köylünün emeğini “özgür” kılmak adına şehirlere göçe zorlanan göçebelerin “kara budun” üyeleri değil, “ak budun”un “yeşil sermaye”cileri, “İslamcı para istifleyicileri”, beyaz eşya satıcısı taşeronları, Kürt “yeniçeri ocağı”nı ateşleyerek ufak tefek de olsa bir sermaye bloku olmaya heveslenen Kürt aşiret reislerini, “müstakil” Müslümanları, Yahudi, Sabetaycı blokları “Türk” şemsiyesinde toplayan bir avuç azınlıktı. Evet, bugün Türkiye’de kesinlikle bir azınlık sorunu var(!)

Türkiye Cumhuriyeti, Osmanlı’nın bir projesi olarak şekillendi: Osmanlı Cumhuriyeti. Türkiye Cumhuriyeti, 1908’de doğup 29 Ekim 1923’de ölen ‘Osmanlı Cumhuriyeti’nin yapamadığını bu dönemde yaptı: Burjuva Cumhuriyeti.

Roman tarihçileri “roman”la burjuvazi arasındaki göbek bağı ilişkisine değinirler. Bugün patladığı söylenen Türk romanı ile palazlanan burjuvazi ve onun nüfuz ettiği kültürel alanlar, sınıf mücadelesi içinde burjuvanın yanında etkin bir rol üstlenen “beyaz” ya da düpedüz renksiz aydın, -lar, “düşünceden yoksun düşünce ustası” (P. Bourdieu) gazeteci sürüleri ve romancılar arasındaki tehlikeli ilişkiler göz önüne serilmelidir.

Tam burada, yazının yırtılması, dilin darmaduman olması gereken bu delikte, dişlerimi ve yumruklarımı sıkıp “kanımda dolaşan şu Türkçe dili” (Sait Faik) ile ayağa kalkıp söz almayı gerekli görüyor, Türkiye Cumhuriyeti Devleti’ni uyarıyorum: Türkiye Cumhuriyeti Devleti kendine çeki düzen vermelidir. Üzerinde yükseldiği toplumun aleyhine, burjuva diyebileceğimiz bir azınlığın lehine yaptığı uygulamalarla meşruiyetini yitirme tehlikesiyle karşı karşıyadır.

Bir ‘yol geçen hanı’ Anadolu’ya yepyeni bir ruh veren Türk geist’ı ebedi midir bilinmez ama omurgasını oluşturdukları Selçuklular ve “cihan imparatorluğu” da denen Osmanlı göçüp gitmiştir. Türkiye Cumhuriyeti Devleti bunun bilincinde tarihe ayak uydurmalı, ayağını denk atmalı; üzerinde yükseldiği toplumun tüm kesimlerine aynı mesafede adaletçi ve halkçı bir tutumu benimsemeli; “yaşama arzusu”yla (Jean Paul Roux) silme yüklü inatçı ve diretgen Türklerin tarihte pek çok devlet kurduğunu unutmamalıdır. Sezai Karakoç’un dizeleriyle “Hükümdarın hükümdarlığı için halka yalvardığı/ Ama yine de eşsiz zulumlar işlediği vakitlere” dönmemelidir. –“Hükümdara egemenliğini nasıl koruyacağı hakkında öğüt veren, denenmiş kurallar öneren nasihatname edebiyatında açıkça belirtilmiştir ki, idare edilen halkın gerçekten desteğini kazanmamış bir hükümdar veya hanedanın saltanatı uzun sürmez, tahtı her an devrilme tehlikesi altındadır” (İnalcık, 2005; 141).

Bu kısa sapmadan burjuvazi-roman ikilisinin burjuvasına geliyorum.
Kapitalizmin olmazsa olmaz buluşu, emeği topraktan koparıp “özgür” bırakması ve bu boşta kalan zamanı ücretli emek kalıbına sokmasıydı. Burjuvazi de bu ‘buluş’a yamanıvermişti. Bir sonuç ve bir soru: Nerede emek topraktan koparılmışsa, özetle, orada kapitalizmden sözedilebilir. Kapitalizm burjuvazisiz de iş görebilir mi?

Bugün, Türkiye’de kırsal alanların yüzde 15’e indirilmesi hedefleniyor. Kırların boşaltılması düpedüz kapitalistik bir operasyondur, büyük bir facia önümüzdeki on yılları dolduracak. Kürt sorunu, Irak Savaşı vb. olmasa, dünya güllük gülistanlık olsa bile, bu boşaltma Türkiye’nin omurgasının çatırdaması demek. Bu operasyonun yaratacağı toplumsal dalgalanma muhakkak romanı da etkileyecektir. Yepyeni bir ‘roman’ Türkiye’nin eşiğindedir, bu bir.

İki, örneğin Aydın Doğan -yalnızca o mu?- tarihsel bir burjuva mıdır? Onun ne özelliği var? Burjuvazinin bir fraksiyonu olma dışında hiçbir özelliği yok. Fraksiyon; içinde yer aldığı grubun ana çıkarları doğrultusunda hareket etmekle birlikte kendi çıkarlarını güçlendirmek için öbür fraksiyonlarla kavgaya tutuşur, biriyle ittifak kurar, bir başka grupla (işçiler, köylüler, solcular, faşistler, Türkler, Kürtler, Araplar, Amerika, İngiltere, hatta İlyaz Bingül’le -farketmez) işbirliğine girer, öbürünü yutar yada yutulur, gibi.

Bugün tekeller, şirketler, metropoller üzerinden “burjuva”sız da işgören kapitalizm yüzyıllardır giremediği Anadolu topraklarına girmek için Türkiye Cumhuriyeti Devleti ile mi ‘Türk’ burjuvazisi ile mi işbirliği yapacaktır? Osmanlı döneminde burjuvazinin ve kendilerini görünür kılmak isteyen kapitalistlerin en yakın işbirlikçisi olarak gördüğü solun önü tıkalıydı. Türkiye Cumhuriyeti Devleti burjuvaziye güvenemedi. Güvenemedi çünkü, burjuvazi ne bir konviksiyum (ortak hayat) ne de konsersiyum (kader birliği) sunamaz. Birbirlerine yakınlık duyan insanların bir araya gelmesiyle oluşan gruplar kendilerince seçilmiş amacı tarihi kaderle bütünleştirerek tarih sürecine girerler; onları gelecekte bekleyen ne olursa olsun bir kaderleri vardır. Dirençleri sıfıra inen konviksiyumlar, konsersiyumlar tarafından yutulurlar. “Her şeyi optiksiz, termodinamiksiz ve etiksiz olarak gören burjuva” (Gumilëv, 2004; 29) bir etnos olamayacağı gibi bir etnos’un asal kurucuları arasına da katılamaz, tersine müthiş bir şekilde “etnos”u yıkıcı, parçalayıcı, bölücü bir gücü vardır. Kısası, burjuva hem bölücü, hem de “bölücü”dür. Burjuvazi bugün, hem Türkiye’nin hem de Türk romanının önündeki en büyük tehlikedir dememin bir nedeni bundandır -dahası var.

Bugün, Türkiye Cumhuriyeti Devleti ile ‘Türk’ burjuvazileri arasında itiş kakışlar, pazarlıklar yaşanmakta ve T. C. Devleti modern-dünya sistemiyle pazarlığa oturmaktadır. Tarihselliğini yitirmiş burjuvazi modern-dünya sisteminin birincil muhatabı değil. Çöküş yörüngesine girdiğini sandığım ve çöküşünün hayvanından insanına, kültüründen taşına, suyuna, havasına varana dek dünya için en hayırlısı olacağına inandığım kapitalizm bedenler (burjuva tekleri) üzerinden değil, “net” (şebeke) üzerinden iş görüyor, ancak şebeke Anadolu’da paralize oluyor. Kestirmeden: Türkiye; ABD ve AB’nin engelidir, bu engeli aşmaya çalışıyorlar. Kanımca eski burjuva Avrupa ile yeni “evangelist” ABD’nin “şebeke” kapitalizmi Rusya-Çin-Hindistan devini geriletmek için Türk Devleti ile kendi yolunu açmaya çalışacak. Türk Devleti, ‘Türk’ burjuvazilerini taşeron olarak kullanmayı makul görmektedir. Kültürel alanda da bu taşeronlar “kültürel varlıklar”ın koruyucusu, becerebilirlerse de üreticileri olacaktır.

Türkler ve İslamiyet, ‘yol geçen hanı’ Anadolu’nun son bin yıllık tarihine damgasını vurmuş iki asal öğeydi. Fakat son yirmi beş yıldır yaşananlar bizi yeni bir olgu-soruyla karşı karşıya bırakıyor: Kapitalizm, Anadolu’ya damgasını vuran üçüncü “asal öğe” mi olacaktır? –Hayatı kurutan, muhteşem bir ‘silici’ olarak işleyen kapitalizme düşman olarak ben, bu son gelişmelerden son derece huzursuzum; bir edebiyatsever olaraksa, görece masum Türk edebiyatının bir suçun eşiğinde pineklemesinden kaygılıyım.

13. yüzyıl dolaylarında, çöküşe geçen İslam uygarlığını sırtlanıp onu Avrupa kıyılarına taşıyan Türkler, bugün, dünyanın odak noktası olmaktan çıkmış, Asya’nın küçük bir uzantısından ibaret çökmüş Avrupa uygarlığına talipler, muhtemelen bu kez yolculuk gerisingeriye, Doğu kıyılarına, en içlerine.

Osmanlı ve uzantısı cumhuriyette “devlet dersinde öldürülmüş”ler bugün diri diri kapitalizm çarmıhına geriliyorlar. – Bu “çarmıh”, “yaşama arzusu”yla dolu Türk geist’ına uymaz.

20. yüzyıl başlarında batı kapitalizminin yapısındaki önemli değişime, tröstler, monopoller, yatırım kapitallerinin gelişmesine koşut birey ve bireysel hayatın, burjuvazinin ve de “roman”ın ‘öldü’ğü bir bugünde Türk romanının doğumuna tanık oluyoruz. Doğmak, bir savaşım vermek demek; tersi de doğru: Savaşmak doğmak demek. Savaşmayan doğamıyor; savaşmadan doğan, ölü doğuyor.

Selim İleri “bugün en çok Batıcı sanatı terk edip, yaşadığı toprağa ait bir sanat geliştirmeye ihtiyacı var Türkiye’nin” diyor.

Denizcan Karapınar soruyor: “Özetle sanatta bir Kurtuluş Savaşı mı verilmeli?”

Selim İleri: “Sanatta Kurtuluş Savaşı verme ya da yeni bir Rönesans gerçekleştirme fikriniz ütopik de olsa bana çekici geliyor” (İleri, 2005; 12).

*

Kendi yaşam biçimimizi ve varoluş gerekçelerimizi radikal bir biçimde sorgulayabilmekse etik, bilişsel yada kuramsal bir çaba olmaktan önce ve öte varoluşsal bir tavır alış ve duyarlılık sorunsalıyla karşı karşıyayız. Doğası gereği etiksiz ve “kapitalizmin ürettiği son kod faşizm” (Deleuze, 2005; 25) yanlısı burjuvazinin Türk romanının önündeki en büyük engellerden biri olduğunu dillendirmem bundandır birazıyla. Dünya çapında bir romancı olabilecek kapasiteyle yola çıkıp roman adamlığından iş adamlığına, oradan da siyaset adamlığına yuvarlanan süb-passioner Orhan Pamuk bunun parlak örneği, kanıtı: Etiksizdir.

Gumilëv, etnogenezin ilk aşamasında sistemde yeri olmayan süb-passionerlerin rolüne değinmekte fayda görür, ben de görüyorum: “Hiçbir amacı bulunmayan, tek derdi içmek, eğlenmek, bir çit arasında yahut herhangi bir bank üzerinde kıvrılıp uyumak olan ve bunu hayatının amacı sayan insanlar her zaman vardır. Etnogenezin ilk aşamasında kimsenin onlara ihtiyacı yoktur. Dolayısıyla önünde büyük hedefler olan, bir ideale yani uzak teşhisi göz önünde bulunduran bir amaca koşan sistemde bu tür insanlara neden ihtiyaç duyulsun ki? Hiçbir kumandan sırtını onlara dayayamaz. Çünkü her an ihanet edebilir veya verilen emri yerine getiremeyebilir. Beş para etmezler ve kimse de onları adam yerine koymaz. Yükselişin yaratıcı döneminde dahi bu böyledir. Ancak, bir sistemde reformlar konusunda birbiriyle boğuşmaya başlayan birkaç merkez oluştuğunda (abç), girişken passionerlerden her biri kendi çetesini kurmaya ihtiyaç hisseder. İşte o zaman süb-passionerler uşak, hizmetkar, kiralık eleman ve en nihayet serseri asker (romancı, gazeteci, bilimadamı, tarihçi, entelektüel vb., İB) olarak kullanılırlar” (Gumilëv, 2004; 126).

Gumilëv’e, peki, “passioner kırılma”da ne olur, diye sorarsak? Soralım: Olayların geçtiği bölge, mesela Türkiye, elde edecekleri başarı, ganimet ve hisseye hayatlarından daha fazla değer veren süb-passionerler –bankacılar, gazeteciler, reklamcılar, romancılar, entelektüeller, “felsefeciler, bilginler, doktorlar, dinadamları bize azar azar, yumuşakça ve sertçe, bu sahte yaşamı” (Artaud, 1992; 114) kuran “bit yavrusu, sirke”ler vs.- arasından kendilerine taraftar bulabilen ihtiraslı ve maceracı tiplerin tekrar rekabet alanına dönüşür. Bu tiplerin (diyor Gumilëv), ülke sınırları dışına, (ben diyorum) örneğin Avrupa Birliği ülkelerine, “kaydırılabilmesi” halinde halk rahat bir nefes alır, yönetim ülke kaynaklarını koordine edebilir ve onların yardımıyla komşu halklara karşı üstünlük sağlayabilir. Passioner basıncın zahiri düşüşü faydalı olabilir. Tamamıyla sathi bir denetim, bir sonraki kültür gelişiminde destek bulacaktır (Gumilëv, 2004; 193).

Bir sonraki kültür gelişimi... Evet, bu eşiğin bir adım berisindeyiz şimdi. Bu-şimdi uzun mu sürecek? Hiç sanmıyorum.

Ben burjuvaziden de, kapitalizmden de sıkıldım. Yaşamlarımızı daralttıkları, boğdukları, sildikleri, diri diri gömdükleri yetmezmiş gibi bu yazıyı da tek-biçimlendirdiler. Tarihin gelip geçici bu figürü ve uğrağı bu dönem üzerine bu kadar söz ve önem sarf etmeye değmez. Bu satırdan itibaren, bu yazıda, “piyasa toplumu”na değindikten sonra, “sükut suikastiyle” varlıklarına son veriyorum. “Onlar”dan sözetmeyeceğim artık.


”Piyasa Toplumu” ve Roman Kıskacında Türkiye

“Ondokuzuncu yüzyıl uygarlığı çöktü” cümlesiyle “Büyük Dönüşüm” (1944) adlı kitabını açan Karl Polanyi’ye göre “yıkılışın kaynakları yüz küsur yıl öncesinde, Batı Avrupa’da kendi kurallarına göre işleyen piyasa fikrini doğuran sosyal ve teknolojik çalkantı içinde aranmalı.” Bizim tezimiz, diyor Polanyi, dengesini kendi sağlayan piyasa fikrinin düpedüz bir ütopya olduğu. Böyle bir kurum, toplumun insani ve doğal özünü yok etmeden uzun süre yaşayamazdı; insanı fiziksel olarak yıpratır, çevresini de çöle çevirirdi (Polanyi, 1986; 29-30).

1980’li yıllar Türkiye’de yeni sektörlerin, yeni pazarların, yeni işçi örgütü biçimlerinin ve yeni coğrafyaların ortaya çıktığı bir dönem oldu. Piyasanın liberalleştirilmesi her düzeyde girişimci enerjilerin önünü açtı; ticaretle uğraşanlar birdenbire, birkaç yıl öncesine kadar hapis cezasıyla cezalandırılacak işler yapmaya teşvik edildiler, diyor Çağlar Keyder. Şu işe bakın, hapse girmesi gerekenler mahpus olması gerekirken, muhtemelen tam o sıralar hapishaneler, işkencehaneler tıka basa dolu olduğu için olsa gerek, hapse girmediler, demiyor Çağlar Keyder; şöyle diyor: Kalkınmacı çağın sınai yapıları, birçok sektöre birden el atan bir avuç holding kuruluşunun oligopolüne dönüştürüldü. Liberalleşmeyle birlikte, küreselleşmiş piyasalarda rekabet etmek zorunda olan ve piyasadaki tutumlarını bürokratik kararlardan ziyade ticari ve tüketim sinyallerine göre belirleyen yeni bir girişimciler kuşağı ortaya çıktı (Keyder, 2005; 56) ve hapishaneleri değil holdingleri doldurdular. -Hiç birisi ne asıldı, ne işkence gördü, ne de öldürüldüler de.

Türkiye’de 1980’ler sonrası dönemde mal ve sermaye hareketleri önündeki sınırlamaların aşama aşama kaldırılması, Türkiye’nin dünya ekonomisine eklemlenmesini kökten değiştirmiştir. Bu dönem, Türkiye’nin, Karl Polanyi’nin tanımladığı anlamda “piyasa toplumu”na evrilmesinde bir dönüm noktası olarak görülmelidir. Amerika ve İngiltere’nin model sunduğu “Yeni Sağ” ideolojisi, eşsüremli olarak Türkiye’yi şekillendirirken herhangi bir siyasal engele maruz kalmadan politikaları ve savları için önünde geniş bir hareket alanı bulmuştur. Yeni sağın “dışa açılma” politikası, siyaseti devlet-piyasa karşıtlığı üzerinden bölmeye yönelik stratejisi, “küreselleşme” düzeninde Amerikan liberalizminin çıkarlarına uyumludur: Piyasa mekanizmasının işleyişini engelleyen devlet, piyasalardan elini çekmelidir. Neo-liberal düzenlemelerin piyasa ideolojisi, Demir Demiröz-Ahmet Öncü’yle birlikte söylersek, toplumsal yaşamın “metalaşma”sı olarak adlandıracağımız süreci yaygınlaştırmıştır. Bu süreçte devletin eğitim ve sağlık gibi sosyal hizmetlerden özelleştirme yoluyla elini çekmesine, “parası” olanların özel hastanelerde daha iyi bir sağlık hizmeti alıp kamu hastanelerinde yoksul kesimlerin yalnızlığa terkedilmesine; eğitim hizmetlerinin piyasa sürecine bağımlı hale getirilerek fırsat ve olanak eşitsizliğinin arttığına; Türkiye’nin toplumsal ihtiyaçlarına ters düşerek sosyal güvenlik sisteminin desteksiz bırakılmasına; kayıt-dışı işçi kullanımının yaygınlaşması ve örgütlenme ve sosyal hakların kısıtlanmasına; emek piyasasının esnekleşmesiyle ücretlerin baskı altında tutularak dünya kapitalizmiyle bütünleşme sürecinin maliyetinin başta işçi ve emekçiler olmak üzere toplumun geniş kesimlerine yüklenmesine ve “roman patlaması”na tanık oluruz.

Türkiye, Avrupalı burjuvazi ile kıyaslanamayacak bir orta sınıfa sahip olagelmiştir. Kapitalist girişimcilerin oluşturduğu buzdağının tepesi, Türkiye’nin önde gelen sanayici ve işadamlarının birkaçı, sistem içinde boy gösterme olanağına kavuşturulmuşlardır çünkü bunlar, diyor Şerif Mardin, tıpkı geleneksel sistemdeki faizciler kadar kolay bir biçimde denetim altında tutulabilmektedir. Tepedekiler bir yana bırakılırsa, piramidin geri kalan bölümü, görece “eşit” insanlardan meydana gelmeli düşüncesi “Osmanlı İmparatorluğu’nun temel ekonomik kodudur” (Mardin, 1991; 237) ve bu 70’lere, hatta 80’lere kadar süregelmiştir. 1980’den sonra “Türkiye burjuvazisinin piyasa toplumu projesini gerçekleştirmesi için ortadan kaldırılması gereken kod tam olarak budur” (Demiröz-Öncü, 2005; 187).

Bahtin’in roman kuramındaki “diyalojik söyleşi” uyarınca yada varsayımsal bir Karagöz perdesinde Hacivat’ın karşısına dikilen bir “bilimadamı” yada bir vantrilog olarak söyleyelim: Özetleyin, Türkiye toplumunun “piyasa toplumu”na evrildiği 1980 sonrası dönemde metalaşmanın yaygınlaşması ve emek piyasalarının esnekleşmesi, Beyaz Türk deyiminin ortaya atılmasından ayrı düşünülemeyecek olan toplumsal adaletsizlik ve altında yatan iki temel ekonomik unsuru oluşturmuştur. Dolayısıyla, “piyasa toplumu”nun işleyişini, onu normalleştiren “anlam ve değerler sistemi”yle birlikte ele almak gerekir (Demiröz- Öncü, 2005; 181, 186). Bu nedenle, bir ‘düzeltmen’ olan Karagöz’ün yanlışlıkla “Beyaz İtler” olarak anlayacağı Beyaz Türkler deyimini ve “roman patlaması”nı yeniden kavramlaştırmak, Beyaz Türk’ü ve romanı piyasa toplumu için gerekli anlam ve değerleri yerleştirmenin bir aracı olarak anlamak gerekir.



Alıntılanan Yayınlar

Aizenşteyn, Natalya (1980), “Sait Faik”, Sovyet Türkologlarının Türk Edebiyat İncelemeleri içinde, çev. Tatyana Moran- Yuldanur Salman, Cem y., İst.
Artaud, Antonin (1992) Suç Ortakları ve İşkenceler, çev. Ahmet Soysal, Nisan, İst.
Belge, Murat (1994) Edebiyat Üstüne Yazılar, YKY, İst.
Berkes, Niyazi (1975) Türk Düşününde Batı Sorunu, Bilgi y., Ank.
Deleuze, Gilles (2005) Kapitalizm ve Şizofreni, çev. Özcan Doğan, Araf y., İst.
Demiröz, Demir- Öncü, Ahmet (2005) “Türkiye’de Piyasa Toplumunun Oluşumunda Hegemonyanın Rolü: Bir Gerçeklik Projesi Olarak Beyaz Türklük”, Şerif Mardin’e Armağan, derl. Ahmet Öncü-Orhan Tekelioğlu, İletişim y. İst.
Findley, Carter V. (1996) Kalemiyeden Mülkiyeye, Osmanlı Memurlarının Toplumsal Tarihi, çev. Gül Çağalı Güven, Tarih Vakfı Yurt Y.
Genç, Nihat (tarihsiz) Hattı Müdafa, Cadde y., İst.
Goldmann, Lucien (2005) Roman Sosyolojisi, çev. Ayberk Arkay, Birleşik y., Ank.
Gumilëv, L. N. (2004) Son ve Yeniden Başlangıç, çev. Ahsen Batur, Selenge y., İst.
Gürbilek, Nurdan (2001) “Orijinal Türk Ruhu”, Kötü Çocuk Türk, Metis y., İst.
İleri, Selim (2005) “Çalışma Ahlakı Arttıkça...” (söyleşi), Cumhuriyet Kitap, sayı 785
İnalcık, Halil (2005) “Otman Baba ve Fatih Sultan Mehmed”, Doğu Batı Makaleler I, Doğu batı y., Ank.
Polanyi, Karl (1986) Büyük Dönüşüm, çev. Ayşe Buğra, Alan y., ist.
Jameson, Fredric (2005) “Sanatın Sonu Mu Yoksa Tarihin Sonu Mu?”, Kültürel Dönemeç, çev. Kemal İnal, Dost y., Ank.
Karpat, Kemal (1962) Çağdaş Türk Edebiyatında Sosyal Konular, Varlık y., 2. bs., İst.
Keyder, Çağlar (2005) “Türk Fanusu”, New Left Rewiew 2004 Seçkisi, çev. Osman Akınhay, Agorakitaplığ, İst.
Köprülü, Fuad (1986) Edebiyat Araştırmaları, 2. Bs., TTK, Ank.
Pamuk, Şevket (1988) Osmanlı-Türkiye İktisadi Tarihi 1500-1914, Gerçek y., İst.
Refiğ, Halit (2002) Doğu, Batı ve Türkiye, Ufuk Kitapları, İst.
Mardin, Şerif (1991) “Türkiye: Bir Ekonomik Kodun Dönüşümü”, Türk Modernleşmesi Makaleler 4, İletişim, İst.
Meriç, Cemil (1975) Bu Ülke, Ötüken y., 2. bBs., İst.
Naci, Fethi (1981) Türkiye’de Roman ve Toplumsal Değişme, Gerçek y., İst.
Seyda Mehmet (1969) Türk Romanı (Açık Oturum), Tekin y., İst.
Yahya Kemal (1984) Edebiyata Dair, İstanbul Fetih Cemiyeti y., 2. bs., İst.

Hiç yorum yok: