2 Kasım 2007 Cuma

KORKARAK YADA... [Dikili Ekin, Sayı 5, Temmuz-Ağustos 2000]

KORKARAK YADA... [Dikili Ekin, Sayı 5, Temmuz-Ağustos 2000]


Korkarak yada bekleyerek elimizdekinin en ucuna varacağımız an’ı düşlemek ne denli sonuçsuz bir uğraşsa da biz gene de hiç sıkılmadan, canımız yanmadan o an’a kah koşarız, kah ağır ağır yürürüz. Başka ne gelir elimizden? En azından bu benim için böyleydi. Sorgulamazdım kendimi; yapıp etmediklerimden geriye kalan ne bir boşluktu, ne de bir istek. Köpeğiyle kedisiyle olsun gerek tüm hayvanlar, gerekse olanca çeşnisi içinde gerçekliğini yitirmiş tüm çiçekler yaşamımın uzağındaydı. Ne zamanımı, ne de gövdemden kopacak bir tınıyı onlara sunacak değildim. Sunmadım da. Kuşkusuz tüm gücümü geceyle boğuşmaya adamak değildi amacım, olsun. Ben yine de üstesinden gelebilecektim gözümün önünde, benden kopuk akıp giden bu sürecin. Kimileyin kendimden ve kendimin dışından kuşkulandıysam da, içimde yer eden kötü kök yada geçmişte yitip gitmiş bir inat kendini ara ara gövertir ve bana seslenirdi. Ben de o sesin itkisiyle, dürtelemesiyle çevreme bakınır, ardından yine gerisin geriye kabuğuma çekilirdim. Önceleri hiç bir korkum yoktu. Genç acemiliğimden mi kaynaklanìyordu bu? Sanmıyorum. Ama şu bir gerçekti: Olanca yırtıcılığıyla gençtim o zamanlar. Şu zamanlar da gencim, doğru; doğru olmasına doğru ya, içimde bir kırıklık, bir incinmişlik duygusu oldukça, kendimi tümüyle o kavurucu, o yıkıcı gücün ortasına salıveremediğimi söylemeliyim. Bir iç dökümü değil bu. Bir romanın ana izleği yada girişi hiç değil. Öylesine kusuluvermiş, bir dışkı yalnızca. Kurgulanmaya, kurgusala izin vermeyen bir kara saplantı diyelim olsun bitsin. Yine de bir takım uçlar verebilirse de yazılabilirliğine değgin, bu benim suçum, bilinçli edimim değil, değildi. Bu böyle biline! Sanki bilinebilirmiş gibi!
Bir paragraftan bir paragrafa geçişte, iki paragraf arasındaki boşlukta yitip gidebilirdim elimden kalemi bıraksaydım. O beyaz boşlukta yitmektense, yazının karalığında kendime yer arayarak aldansamalı aydınlıkta gizlenmeyi uygun buldum kendime. Yakıştım mı, yakıştırabildim mi bu uçuculuğu bilemiyorum. Önemi de yok bu sorunun. Duygulardan olsun, düşüncelerden olsun kendimi böylesine yalıtmak, uzak kılmak biraz olsun bana kendimi sunabilecekti. Bir an, böyle düşünmüştüm diyesim geliyor ya, yok, öyle değil pek. Yalnızca sinmekti, gözlerden uzakta belirsiz ve konumsuz bir kovuğun içinde öylesine geçip gitmekti günlerin kavuruculuğundan uzak. Ne gizemli, ne de dinsel bir yoklukta yer kaplamak olduğu sanılmasın yönelimimin. Böylesi kuruntularım yoktu. Belki başlangıçta ana rahmi ile zamanın rahmine düşme arasındaki koşutluğu, ayrıksılığı ve birleşmezliği, yer yer de aralarında örülen yakınlığı biraz daha ayrımsamak için böylesi bir sürece kendimi bırakmış olabilirim, bilemiyorum. Ancak bu ikilinin oluşturduğu trajedide nasıl bir yer edindiğimi ara ara sorguladığımı anımsıyorum. Dayanılmaz gelmişti önceleri; dayandım. Anlaşılmaz gelmişti başlangıçta; anlayamadım. Hala içimde büyüyen bir kuşku ve hala karşılığını bulamadığım bir istekle başbaşa, karşı karşıyayım. Ne bir umar, ne de bir yardım arayışı içindeyim, hayır, hayır. Bitimlinin içinde. Yalnızca. Belki de. Ancak. Sonrakinin bir yinelenişi. Ve bir de bakmışım ki görebildiğim, duyumsayabildiğim tümlükten uzak ve tiksintiyle onlardan arınmış kalakalmışım orda. İmgelemi coşturacak materyallerden yoksun, düşleğin yansımalarına kayıtsız bir benlikle donatılmışlığımı görür görmez nesnelere mi yönelecektim sil baştan? Sanmıyorum. Bu soru da gerek önemini gerekse geçerliliğini ve bir kez dahalığını yitirmişti çoktan. Susmaksızın ve de tınısız yuvarlanıp gidecektim bir süre daha. Önüme çıkan bir engeli yada bir kıpıyı göz önüne getirmiyordum. Bunun nasıl becerilebileceğinden yoksundum sanırım ben. Düşünmemiştim, kaldı ki dayanakları da yoktu bunu düşünmemin, tasarlamamşn. Her ne kadar bütünüyle doğru değilse de bu son söylediğim, bir yalanın gerçekliğine inanırcasına inanılmasını diliyorum söylenilene. Benim için bu, geçerli değil kuşkusuz. Bir şeyler söylemeliyim, buna zorlanıyorum sanki. Ne acı. Sonra bir de bakmışsınız ki tüm olup bitenlerin dışında kalmışsınız, ve o an söylenenlere de söylenmeyenlere de uzak düşmüşsünüzdür. Bu, yaşamı boyunca kaç kez başına gelir insanın? Belki hiç, belki pek çok kez, yada pek ender diyebiliriz. Bunların içinden birini seçeceğizdir. Ama ben hala gerçekleştiremedim seçimimi. Hep, “belki de”nin sunduğu şaşkınlık ve belirsizlikte konuşlandırdım kendimi. Olsun. Hiç de yerinmiyorum, kendimi hırpalamıyorum da bu yüzden. Çünkü belki bir gün tüm bağıntılarını koparıp yok edeceğim bu karmaşık sorunsalı. Kendiliğinden olacak bu, inanıyorum. Sonrası?’nın da pek önemi yok zaten. Hem “sonra”nın imlediği belirsizlik ne? Adımımı atabilir miyim onun az daha ötesine?

Hiç yorum yok: