2 Kasım 2007 Cuma

Patlayan Roman mı, Burjuvazi mi? [Adam Sanat, Sayı 225, Ekim 2004]

Patlayan Roman mı, Burjuvazi mi? [Adam Sanat, Sayı 225, Ekim 2004]

Yeni-muhafazakar sağın önde gelen temsilcilerinden Radikal gazetesinin “roman patlaması” tartışması, ekonomik alanda palazlanmasına siyasal ve kültürel palazlanmayı da katmaya çalışan burjuvazinin tektonik hareketliliğinden ayrı düşünülemez.

Biraz geçmiş:
Eski Türk edebiyatında doktor, tüccar ve zanaatkarlar pek itibar görmezlerdi. Örneğin, Dede Korkut Hikayeleri’nde bunlar sadece yardımcı karakterlerdi ve hiçbir zaman kahraman olmazlardı (Enginün, 2004; 339). Yüzyıllar sonra romanı deneyen ilk romancılarımızdan Ahmet Mithat Efendi “Müşahedat” adlı romanında “inşallah bizde de fikr-i ticaret tevessü’ ve ona müteferri malumat taammüm eder de bizden sonraki romancılar ticaretin ehemmiyetini ve tüccarın büyüklüğünü bu suretle okuyucularına anlatmayı, hasılı tahsil ve malumu ilam addeder” diyordu. Mithat Efendi’den sonra gelen H. Rahmi Gürpınar 1899’dan 1944’e kadar 41 roman yazar. Bu romanlarında 130’a yakın kişi boy gösterir; “serbest meslek sahibi” 23 tanedir (aktaran Özel, 1998; 153-156). Bir bölümü gayrımüslim olan bu serbest meslek erbabı tiplerin çoğu müteşebbis sıfatına layık değillerdir. Romana müteşebbis özellikleri dolayısıyla değil de, ya hovardalıkları ya da deli aşık olmalarıyla girerler. Hüseyin Rahmi Gürpınar gibi kahramanlarının mali ve iktisadi kimliklerini hep belli belirsiz geçiveren Mehmet Rauf için, o denli özene bezene betimlediği “kahramanlarının iktisadi ve mali mevkilerini öyle bir atlayış ile atlar ki kendinizi sanki mevcut olmayan bir memlekette sanırsınız” der Ömer Seyfettin. Romanlarımızda bir tüccar örneği çizilmemesi ve okuyuculara sevdirilmemesine de değinir: “Biz, ihtiyacımız olduğu için parayı severiz. Lakin paradan bahsetmekten de ihtiraz ederiz. Bu hal romancıların kalemine de tesir etmiş. Romanlarımızda mesut ve bahtiyar enmuzecler (örnekler) hep büyük memurlar, paşalar, irat sahipleri ve mirasyedilerdir. Hiçbir tüccar yoktur (Toprak, 1995 içinde; 161).” Ömer Seyfettin böyle derken, kapitalizmin ve burjuvazinin işe yaramazlığına inanan Robert Musil, tacirin zamanının geçtiğinden söz etmek gerektiğni, burjuva tacirliği çağının politikada herhangi bir onuru olmadığını söyleyecektir (Musil, 2000; 32-33).

Pre-kapitalist şehir kültürü, yine o kültürün ayrılmaz bir parçası olan esnaf teşkilatına ve teşkilatın üyelerine gururla bakmakta, soyu sopu belli olmayan ve ani kazançlar elde eden gezginci tüccara ve tefeciyle eşanlama gelen sermayeciye karşı kazancını üzerinde günlerce, hatta aylarca çalıştığı nesnelerden elde eden zenaatkarı el üstünde tutuyordu. Esnaf ahlakına göre servet kazanmanın yolu çoğunlukla gasp, yağma, hile, iki yüzlülük gibi karanlık ve dolambaçlı yollardan geçtiği için “bourgeois” zihniyetini kendinden uzaklaştırıyordu (Ülgener, 1991). Osmanlı tacirlerinin, biricik toplumsal grup olarak koydukları ağırlık, kapitülasyonların etkisinin hissedilmesinin ardından Müslüman tacirlerin gayrimüslim tacirler kadar ön planda olduğu klasik dönem sona eriyordu. 18. yüzyıldan sonra Osmanlı tüccar sınıfı sadece gayrimüslim azınlıklardan oluşan ayrı bir alt grup haline geldi. Bu da, azınlıklara mensup tacirlerin Batı’nın ticari himayesine girmeleri sayesinde mümkün oldu (Göçek, 1999; 82-83).

Roman kuramcılarına göre, romanın ortaya çıkışı Batı(Avrupa)’da burjuvanın ve onun ideolojisinin (liberalizmin) ortaya çıkışıyla eşzamanlıdır ve “roman burzuvazinin destanı, epiği” denir. Türk romanı için böyle bağ söz konusu değildir. Türk romanı verdiği yüzakı örnek romanlarıyla burjuvasız da roman yazılabileceğini gösterir.

Avrupa’da roman, kendi kurallarını kendisi koyan ve o kurallara göre işleyen piyasa mekanizmasının, o mekanizmanın içine gömülü piyasa toplumunun teşhiri ve eleştirisi olarak yol alırken Türk romanı doğal olarak bu yolu izlememiştir. Şaşırtıcı olan ve üzerinde durulması gereken, romanın türediği topraklardan bambaşka, “müteşebbis”siz, “burjuva”sız bir toprağın üzerinde yine de ve hem de başarılı romanlar, “olanca gücüyle eski bir epistemolojiye bağlı olarak” (Parla, 9; 1990) bir başka roman yazmasıdır.
Türk romanı, Avrupa’daki prototipinin tarihini izlemedi. Avrupa toplumunda özerk sanat yapıtının kurumlaşmasına koşut bir gelişim eğrisi çizen romanın doğumuna ve gelişmesine uygun toplumsal ve kültürel bağlamın olmayışı nedeniyle, roman, burjuvaziye özgü siyasal ve yönetsel yapıların tersine güçlü bir merkezi devlete sahip Osmanlı-Türk toplumundaki değişimlere tepki olarak ortaya çıkmak yerine, dönemin yukarıdan dayatılan yeniliklerinin uygulayıcısı bürokratların, Tercüme Odası çevirmenlerinin elinde doğdu.

19. yüzyıl Osmanlı dünyasında “burjuvazi” diye adlandırılabilecek kesimin üç belirgin özelliği vardı: sanayide değil ticarette (özellikle dış ticarette) gelişmişti; buna bağlı olarak komprador bir özellik taşıyordu ve büyük ölçüde gayri müslim (Rum, Yahudi, Levanten, Ermeni) unsurlardan oluşuyordu (Boratav, 1995; 15). Ancak bu burjuva, ister Marksist ister standart iktisat kuramlarından kaynaklanan varsayımlar ölçüt alınsın, Batı Avrupa’dakinden farklı bir örnek oluşturuyordu. Bu durum Osmanlı Cumhuriyeti dönemine de damgasını vurdu: Kapitalist gelişmenin temel ilkeleri yeni türeyen Müslüman-Türk ve Yahudi-Dönme “burjuvazi” tarafından içselleştirilememişti; para/iş hayatının temelini oluşturan değerler sistemi ve kurumlar toplamı Batı’dakinden farklı bir kulvarda yol alıyordu. “Ama Türkiye örneği başka toplumlarda iş dünyasını biçimlendiren unsurları dikkate alan başka bir karşılaştırma düzeyine oturtulduğunda, sonucun aynı olacağı kesin değildi. İş (roman, İB) dünyasının toplumsal çerçevesiyle ilgili bir çalışmaya dahil edilmesi gereken de, işte bu ikinci karşılaştırma düzeyiydi” (Buğra, 2003; 18). Bu ikinci düzeyde, farklı ülkelerdeki roman uğraşına ilişkin çalışmalar, roman ile burjuvazi arasında kurulan göbek bağı ilişkisini yanlışlamaya başlıyor. Hal böyle olunca, genel roman kanonuna (kanon, aynı zamanda sopa demektir de) uymayanın Türk romanı değil, roman kuramına ilişkin paradigmalardan çıkan önermelerde aranmalıdır.

Geç-kapitalizmle eşsüremli olarak yazılan geç-sanayileşmiş ülke romanlarının, toplumsal tarihlerinde görülen kültürel farklılıklarından ötürü, aynı özellikler taşıdığı söylenemez. Türk romanı ile, yalnızca Batı Avrupa ülkeleriyle değil, örneğin Latin Amerika romanı yada Arap, Doğu Asya, Slav-Rus romanı arasında yapılacak karşılaştırmalar “roman kuramı”na yaklaşımımızı değiştirecektir. Avrupa edebiyatının özgün bir buluşu olan romana, Franco Moretti’nin edebiyatta bir tür uzamsallıktan kaynaklanan evrim kuramı ışığında bakıldığında, farklı bir dil ve deneyimin ürünü olarak yapısal değişiklikler sergileyen Türk romanı, “bir türün dışarıdan yerleştirilip yapay döllenme yoluyla çoğaltılacağı bir koloni değil, sözü edilen türü farklı ve özgün bir biçimde geliştirebilecek verimli bir alandır” (Jameson, 2004; 243).

Biraz bugün:
Deprembilimciler Türkiye’nin deprem kuşağında olduğunu ve İstanbul’da muhakkak bir deprem olacağını haber veriyor. Türkiye’de, İstanbul merkezli bir deprem zaten yaşanıyor, sosyalbilimciler bu depremden haber vermiyor. Her yeri yıkıp talan ederek ilk kez ayağa kalkan, türkçedeki Türk-Mürk ses ikilemesine uygunluk göstererek türeyen türedi burjuvaziyi temsil eden örgütlerin ele başılığında ilk kez devlete posta koyarak burjuvazi geliyor! Burjuvazinin Frenkçe tanımı yapılmıştır, bu tanımın içi sınıf bilinci, artı-değer, sömürü, işçi sınıfı, endüstri, fabrika vb.’yle doldurulabilir. Bu, konumuzla çok doğrudan ilgili değil, çünkü burjuvazinin Osmanlıcasını açıklamaya birinci dereceden yetmiyor. Osmanlıca için burjuvazi, çok çok özetle, şu demektir: Ekonomik güce sahip olan siyasal güce de sahipse o, “burjuva”dır. Son 10-20 yıldır siyasette de tek söz sahibi olmaya çalışan burjuvazinin doğumuna tanık oluyoruz. Bu bir depremdir. Kapitalizmin periferisinde ‘Türk’ burjuvazisi, Türkiye’yi yakıp yıkacak, toplumu kana, acıya bulayacak, boğacak ve romana, romancılara arka çıkacak.

Burjuvazi çıkarları doğrultusunda ozon (yada ozan) tabakasıyla oynamaktan çekinmez, küresel ısınmaya tınmaz, altının ayarıyla oynamak gerekirse milyonlarca insanın aç kalması pahasına oynar, gerekirse ülke, ülkelerin sınırlarıyla oynar, oynamıştır, oynuyor da. Kapitalizm yalnızca ülke sınırlarıyla oynamakla yetinmiyor kadının sınırlarıyla da oynuyor. Tarihsel kapitalizmde erişkin ücretli erkek “ekmek parası kazanan” olarak, erişkin ev işçisi kadın ise “ev kadını” olarak sınıflandırılmıştır. Tüm ekmek parası kazananlar iktisadi olarak etkin işgücünden sayılmış, ama hiçbir ev kadını böyle sayılmamıştır. Cinsiyetçilik böyle kurumlaşmıştır, ardından cins ayrımı yada ayrımcılık mekanizmaları gelmiştir (Wallerstein, 1992; 22).

Türkiye’de ise kadın, sahneye işgücü olarak emek’le çıkmazdan önce cinselliğiyle çıkacaktır. Düne, 19. yüzyılın ikinci yarısına, kapitalizmin Türkiye’ye ilk giriş denemesi Tanzimat’a kadar, kadına aşık olmayı bilmeyen, yataklarına oğlanları alan dönemin güç sahipleri, azar azar çıktıkları Boğaziçi mehtap sefalarında, Çamlıca atlı araba gezilerinde, daha sonra Cumhuriyet balolarında flört edecekleri kadını görünür kılma çabaları ve eğitimi meyvelerini verecek, 20. yüzyılın son iki onyılına gelindiğinde para sahipleri ve onun kültür ajanları tarafından erkeğin sikişme alanına hizmet eden “kadına özgürlük” yada “eğlence kültürü” kılıfında “cinsel özgürlük” yanlısı kesilecek, eskinin “köhne”miş kuma yada dört karılılığı, pavyon, sıra gecesi, meyhane eğlencesi, Claude-Levi Strauss’un yaban toplum incelemelerinde sözünü ettiği “kadın değiş-tokuşu” olgusu, para kültürüyle iç içe geçen modern(ist) yaşamın yeni kültür örüntülerinde, yeni mekanlarında serimlenecektir. Cinsel özgürlük adı altında “özgür aşk” bir toplumda yuvalanmaya başladığında, bu yeni aşka hizmet edecek kadınlar da ya namuslu ailelerin baştan çıkartılmış kızları ve zina düşkünleri ya da orospu olacaklardır. Paraya, kariyere, prestije, güce sahip olan bu kesim kendi seçimleri yada doğaları doğrultusunda paraya, kariyere, prestije, güce sahip olmayan kesim üzerinde cinselliklerini yaşamak için cinsel yada düşünsel özgürlük yanlısı kesilecek, yazdığı yada yazacağı romanlara bunu konu edecek, ama özgürlüğün yalnızca kendilerine hizmet edeceğini, özgürlüğün her zaman azınlık egemen sınıfın yararına işlediğini ne söyleyecek, ne de düşüneceklerdir.

Tarihsel bir varlık olarak görülebileceği gibi tarihsel bir pislik olarak da görülebilecek burjuvaziye ve onun yapıp etmelerine tanık olduk. Tıpkı roman gibi Avrupa’nın, kapitalizmin icadı olan burjuvaziyi XIV. Yüzyıl İngiliz vaaz kitabı “Tanrı ruhbanları, şövalyeleri ve çiftçileri yarattı; ama şeytan burjuvaları ve tefecileri yarattı” (Le Goff, 1999; 210) diye anarken 19. yüzyılda Baudelaire, “burjuvazi para kazanmayı bilmeyen yurttaşları, yurttaşlıktan atacak” öngörüsünde bulunacak, ve Sait Maden’in çevirisiyle şöyle höykürecektir: - Karın, hey gidi kentsoylu! Varlığının o temiz yarısı, senin için yasallığı şiir gibi bir şey olan karın, artık bu yasallığa tam bir kepazelik sokarak, senin para kasanın sevdalı ve uyanık bekçisi kesilip, kapatma kadına en yetkin örnek olacak. Kızın çocuksu bir ergenlikle, bir milyona satıldığını hayal edecek beşiğinde. Ve sen, hey gidi kentsoylu, - bugün ozan değilsin ya yarın hiç mi hiç olmazsın… (Baudelaire, 2000; 43-44)”

Bir başka 19. yüzyıl Fransız edebiyatçısı Huysmans, Tersine adlı romanında burjuvaziyi, Türk edebiyatının direklerinden biri Tahsin Yücel’in ağzından, şöyle yadeder: Zenginleşmek için tüm yıkımlardan yararlanarak, suikast ve hırsızlıklarına saygı uyandırmak için tüm yıkımları hazırlayarak yavaş yavaş yükselmiş olan şu kenter sınıfı… kan aristokrasisinin ardından, şimdi de para aristokrasisi gelmişti. Soyulup soğana çevrilmiş soylu sınıfıyla birlikte düşmüş olan rahip sınıfından daha alçak ve daha aşağılık olan kenter sınıfı alçak ve ödlekti, sürekli kandırdığı topluluğu, ayaktakımını makinalarıyla acımasızca tarıyor…; kenter, güven içinde, keyifli mi keyifli, parasının gücünden ve budalalığın bulaşıcılığından aldığı destekle tahtında oturuyor. Onun tahta çıkışının sonucu her türlü zekanın ezilmesi, her türlü dürüstlüğün yadsınması, her türlü sanatın ölümü olmuştu, ve, gerçekten, alçaltılmış sanatçılar diz çökmüşlerdi, sadakalarıyla yaşadıkları yüksek madrabazların ve aşağılık zorbaların pis kokulu ayaklarını öperek bol bol dolduruyorlardı midelerini (Huysmans, 2003; 217)! “Modern Kapitalizm”, “Burjuva” adlı kitapların da yazarı Werner Sombart Huysman’dan hiç de aşağı kalmayarak “aşağılık paraları dışında hiçbir şeye sahip olmayan ve ellerinde bulundurdukları araçlarla savurgan bir yaşam sürme yetenekleri dışında kendilerini niteleyebilecek başka hiçbir özellikleri olmayan bu zengin türediler, bu zıptıkçılar, maddeci ve paragöz”ler (Sombart, 1998; 117) diye anacaktır burjuvaları.
Türkiye’nin hülyalı çocuğu Nazım Hikmet, Peyami Safa’nın 9’uncu Hariciye Koğuşu üzerine yazarken, Cemil Meriç’in “Avrupa’nın imtiyazı, daha doğrusu yüz karası” (Meriç, 1975; 38) olarak gördüğü burjuvanın bir özelliğine değinir: “Bu kitap, bütün bir fakir çocuklar hastahanesinin romanıdır. Burjuvanın çocuğu 9’uncu Hariciye Koğuşu’nda yatmadı, o ve onun anası, babası, o beyaz duvarların kabusunu duyamaz (aktaran Oktay, 2003; 62).” Kibar zümreyi niçin kalame almazsınız soruna Sait Faik, “kibar zümreyi hiç sevmem de ondan. Bana öyle gelir ki, onlar yaşamaktan hiç zevk almazlar” (Abasıyanık, 2005; 420) der.

Dünyanın öndegelen edebiyatçıları burjuvayı böyle tanımlıyorlar. Roman tarihçileri Türkiye’de burjuvazinin olmamasından yakınabilirler. Burjuvazinin olmamasına üzülmememize hiç gerek yok (*).

19. yüzyılda, sermaye bloğunun silah da kullanan kolu(**) olan yeniçeri ocağının kaldırılışıyla başlayan Tanzimat dönemi kapitalizmin Türkiye’ye giriş denemelerine sahne oldu. Dün, ulusal kapitalizmin dayanakları üzerinden Türkiye’ye giren kapitalizm, bugün küreselleşme sopasıyla daha da giriyor. Kapitalizm, imparatorluğu parçalara böldü; ulusçuluk adına insanlar katledildi, mübadeleye zorlandı. Bu, bir kıyımdı. Bugün de, ister “ulusların kendi kaderini tayin hakkı”, ister “Kürt-Arap Savaşı” adı altında olsun, isterse Norbert Elias’ın öngörüleri eşliğinde olsun, bir Kürt katliamının ayak seslerini duyuyoruz. Türkiye’de bir heyula dolaşıyor.

19. yüzyılda Osmanlı burjuvazisini oluşturan Hıristiyan (Rum ve Ermeni) burjuvazi, İmparatorluk uluslara bölünüp çökerken tasfiye edildi. İlginçtir aynı dönemde de “Bolşevik Devrimi” adı altında Rusya’da burjuvazi tasfiye edilecektir. Osmanlı Cumhuriyeti, II. Meşrutiyetle birlikte tam bir fırsatlar dönemidir; meydanı boş bulan Sebatayist-Yahudi ve Müslümanlardan kurulu bir burjuvazi yaratılmaya çalışılır. Bu keşmekeş içinde burjuvazinin edebiyatla, romanla uğraşacak hali yoktur. Dünya roman(lar)ının yüzakı örneklerini veren Türk romanı burjuvazisiz doğdu, burjuvazisiz büyüdü ve burjuvazisiz ölecektir. Çünkü “Türklerin, Dünya Sistemi dışında kalıp işlerlik gösterebilen bir sistemleri hala var. Kapitalist olmayan bu sisteme yücelik atfetmenin bir anlamı olmayabilir. Yine de bugün için sistem dışı kalmanın önemi çok büyüktür. Kapitalizm aşamadan aşamaya geçerken Türklerin sisteme entegre olmaksızın ayakta kalmayı başarmış olmasından günümüzde aranan çıkış yolları müvacehesinde çok değerli dersler çıkacaktır. Türkler dünyadaki yegane millettir ki anti-kapitalist bir hayat tarzını başını dik tutarak yaşamanın usulü şekline sokabilmişlerdir” (Özel, 2004; 83-84).

Para, mal, maden yada siyasal güç vb. her türlü birikimin bir kişide toplanmasına izin vermeyen geçmişin esnaf/lonca kültürü, bilmeyenleri o işe bulaştırmamak için yüzyıllarca ahlaki, hukuki kurallarıyla bu toplumun nöbetini tuttu. Beyaz eşya satıcısıysanız gazete satıcısı olamazdınız. “Bugün diyelim Aydın Doğan’ın parası var, gazete çıkarıyor. Oysa tek cümle kuramaz. (…) Ama bilmediği bu alanda başyazarlar atayabiliyor, yayın politikalarıyla tüm toplumu etkileyebiliyor” (Genç, 2004; 52), silme roman basacağı yayınevi kuruyor.

Karl Polanyi “Büyük Dönüşüm” (1944) adlı kitabının açılış cümlesinde “ondokuzuncu yüzyıl uygarlığı (piyasa ekonomisi) çöktü” diyordu. Arka’daşım Wallerstein “modern dünya-sistemi” olarak adlandırdığı kapitalizmin çöktüğünü, en fazla 30-40 yıl sürecek çöküş yörüngesinin ardından “yaşamak isteyeceğimiz türden bir dünyanın inşasına, yeniden inşasına başka yerlerdeki başka insanlarla birlikte katılmamız gerek”tiğini (Wallerstein, 2003; 9) haber veriyor. Kapitalizmin başına bi haller geliyor. “Gizlice birbirlerinin üzerine çıkan, boş dışsallığa mahkum burjuvanın yok olduğunu düşlüyorum” diyen Bataille’ın (1998; 193) hayali gerçeklik yüzeyine çıkıyor. Güzel. Peki, bu dönüşümden edebiyat, roman payını alıyor mu? Ne olacak bu romanın/edebiyatın hali?

“Edebiyat (roman, İB), özel yaşamın ifadesinin tam karşıtı bir şey olarak ilgimi çekiyor” diyen Derrida’ya göre “edebiyat hukukun evrimine bağlı, oldukça kısa bir tarihe sahip, yeni icat edilmiş bir toplumsal kurum”. Epi topu iki yüzyıllık bir geçmişe sahip roman, “eşitlik, kardeşlik” bir de demokrasi kılıfına bürülü Fransız Devrimi’yle siyasal gücü de ele geçiren burjuvazinin her alanda mutlak egemenliğini kurduğu 19. yüzyılda en yetkin örneklerini verdi. Öyle ki, 19. yüzyıl burjuva ve romanlarını roman tarihinden çıkarırsak ya roman çöker ya da bambaşka bir roman tarihiyle yüzyüze geliriz. Unutmamalı ki, romanın Batı’da doğup geliştiği ve burjuva toplumunun ürünü olduğu kanısı, “roman sanatının 19. yüzyılda altın çağını yaşamasından kaynaklanan bir değerlendirme. Oysa Çin’de ve Japonya’da, ortaçağda roman yazılıyordu. Üstelik bu romanlar, gerek konuları, gerek yapılarıyla, Batı’nın pikaresk, serüven, törel romanlarından farklı değildi” (Edgü, 2003; 23).

19. yüzyılda burjuva kültürü grotesk-karnavalesk kültürü kesin olarak dışlamıştı; “başka bir eğlence yolu bulunmamasının rastlantı sonucu çakıştığı kısa bir dönem dışında, daima küçük bir azınlığın kültü” (Fowles, 2004; 47) olan roman okuryazarlığın artmasıyla, kendi yalnızlığında gizli arzularını dile dökemeyen çaresiz bireylerin soğuk ve yalnız odalarında yayıldı. Yazarın ve okurun, genel olarak bireyin yalnızlaşması romanın önemli kurucularındandı. Sıcak bir meclise konuk olan hikaye dinleyicisi ve anlatıcısı ile yazarın ve okurun soğuk ve yalnız odası apayrı gereksinimlere denk düşer. Roman hayatın tam ortasında bir yerde durarak ve buradan, gördüklerini başkalarına anlatarak, yaşayanların büyük çaresizliklerini gösterir (Benjamin, 1993; s. 80-81). Roman okuru, Benjamin’in de vurguladığı üzre, bir başkasının yazgısı üzerinden kendi yazgısının asla ulaşamayacağı öbür deneyimlerin, “hayatın anlamı” peşindedir. Roman, insanın kapana kısıldığı yerde, drama çatmış tekil insanı anlatır (Kemal Tahir, 1989; 69-71). 19. yüzyılın Avrupa insanı kapana, romana kısılmıştı.

Bu arada edebiyatçı yaşadığı toplumla kaynaşıyor, bulvara, kaldırıma iniyor, edebiyatçı/romancı ile kaldırım orospusu arasındaki benzerliği anıştırarak bu inişi şöyle anlatıyor Benjamin: “Edebiyatçı, karşısına çıkacak ilk olay, espri yada söylenti için bulvarda hazır bekliyordu. Meslektaşlarıyla ve sokaktaki adamla ilişkilerinin ağını bulvarda örüyordu ve rüküş kadınlar giyinme sanatından ne ölçüde bağımlıysalar, edebiyatçı da bu ilişkilerin sonuçlarını o kadar gereksiniyordu (Benjamin, 1993a; 108).” Tefrika romanlarının çok müşteri çekmesiyle satışlar artıyor ve romancıların halk arasında ünlenmesi ve para kazanmasına yol açıyordu. Romanın bu yükselişini(!) Cioran şöyle özetleyecektir: İnsan, Rönesans’la birlikte kendi yazgısını ele geçirdi, sonra, yüceliğin ağırlığını taşımaya gücü yetmeyince, romana kadar düştü, burjuva çağının destanına, destanın yerini dolduran romana razı oldu. “Roman, edebiyatın kaldırım orospusu oldu” (Cioran, 2001; 133-137). Özellikle matbaadan sonra çok basılıp çok yayılma ve ertesinde de çok satma ile romancı, yazar kimliğinde öykü satıcısına, bir başka deyişiyle öykü pezevengine dönüşmüştü.

Avrupa’da saray sanatı duraklayarak 18. yüzyılda yerini, bugünkü sanata da egemen olan burjuva öznelliğine bıraktı. Orta sınıf 18. yüzyılda ekonomik, toplumsal ve siyasal gücünü yeniden kazanınca saray çevrelerine özgü törensel sanat sarsılacak ve çok daha geniş kapsamlı orta sınıfın düşük beğenisine yenik düşecektir. 18. yüzyılın sonunda bundan böyle Avrupa’da egemen olan tek ve en önemli sanat artık burjuva sanatı olacaktır. Saray çevresi bile eski törensel ve görkemli eğlenceler yerine özel birer parti niteliğine bürünen sosyal toplantılar düzenleyecektir. Bu eğlentiler, eski üsluplu saray yaşamından sıyrılıp, kültür alanında sarayın yerini alacak olan 18. Yüzyıl salon’larına geçişin başlangıcı sayılırlar. Sınıfları ayıran duvarların vurgulanmasına karşılık, kültür alanında bütün sınıfların aynı kültür düzeyine yaklaşmalarının önüne geçilememiş olması, 18. yüzyıldaki toplumsal gelişimin en ilginç özelliklerinden biridir. Aristokrasi ile burjuva sınıfının üst kesimi kaynaşarak tek bir kültür topluluğu olarak hareket eder. Sonunda iki keskin blok ortaya çıkar: Sıradan insanlar ve onlardan üstün olan diğer sınıf (Hauser, 17-46; 1984). Burjuva toplumunda her zaman sanatın kurumsal statüsünü oluşturan “hayat pratiğinden uzaklık”, artık eserin içeriği haline gelir. “Burjuva sanatında, burjuvanın kendine dair kavrayışı, hayat pratiğinden kalan bir alanda tasvir edilir. Hayat pratiğinde kısmi bir işleve (araçsal etkinliğe) indirgenmiş olan burjuva, sanatta “insan” olarak yerini bulur (Bürger, 2003; 103).” Özerklik burjuva toplumunda sanat yapıtının ontolojik belirleyicisi olur çıkar. İnsanların hayat pratiğiyle ilgisi kopmuş sanat kurumunu olumsuzlayan karnavalesk-grotesk öğeler, estetizmi bir kurum olarak sanatın asli kurucusu gören burjuva toplumunda sanatın statüsüne, ontolojisine bir saldırı olarak alımlanır. Burjuva toplumunda insanlık, sevinç, dürüstlük, içtenlik, kahkaha, dayanışma, inanç, cemaat hayatın dışına itilirken bu toplumun sanatında da küfür, edepsizlik, bok, çiş, göt, yarak, pezevenk, sümük, tükürük, pandik atmak vb. aforoz edilir.

Türk romanı Avrupa romanına koşut bir gelişim izlemedi. Osmanlı’da burjuvazinin önü tıkalıydı, dolayısıyla Karl Marx’ın ilerleme olarak görüp övgüler düzdüğü kapitalizmin de önü tıkalıydı. Hal böyle olunca sermaye çocuğu burjuvanın ‘azınlık kültürü’ serpilip gelişemiyordu. Bu, kayıp değildi; eğitimli ve paralı kesim bunu kayıp olarak görüyordu. Bugün, modern dünya-sistemine ayak uydurma becerisiyle yanıp kavrulan ve yer yer bunda başarılı da olan, ezen ve öldüren sermaye blokları “kültür endüstri”ne göz dikiyor. Hukuk, iletişim, borsa, yeni yerleşim alanları, turizm, eğlence dünyası, reklam sektörü vb. alanlarda İstanbul üzerinden (***) egemenliğini kuran burjuvazi romanda kendi çıkarlarını görüyor ve Türkiye’de bir “roman patlaması” yaşanıyor. Patlayan roman değil, burjuvazi her şeyden önce. Tarihsel kapitalizm çökerken Türkiye’de bankacılar, reklamcılar ve gazeteci-yazarlardan oluşan çapulcu (çapulcu: yağma, talan yolu ile başkasının malını alan, talancı, yağmacı –Türkçe Sözlük) sürüsüne mensup cebi az çok dolu yada doldurulan, az çok eğitimli kesim mal bulmuş Mağripli gibi kaleme sarılıp Adorno’nun “özerk sanat olarak güvenilir unsurlarını yitirdi”ğini söylediği, “kültür endüstrisi”nin bir malına dönüşen roman yazmaya soyunuyor. Bu kültür ajanları şu an soyunmuştur, eş deyişiyle çıplaktırlar! Burjuvazi ve romancılar, Ece Ayhan’ın dilimize soktuğu o “iç içe geçmiş iki kaşık” uyarınca, iç içe geçiyorlar.

Edebiyat, -nın içinden bir ‘dünya’ çekip kopartmaktır; sözcüklerle -nın içinden ‘dünya’ çekip çıkartan, koparan kişiye edebiyatçı denir. Burjuvaziye hiç mi hiç gereksinmeksizin Ahmet Mithat Efendi, Ahmet Rasim, Tanpınar, Sait Faik, Bilge Karasu, Oğuz Atay, Yaşar Kemal, Aziz Nesin, Asaf Halet Çelebi, Ziya Osman Saba, Ece Ayhan, Sevim Burak, Tahsin Yücel ve daha nicelerini çıkaran Türk edebiyatı ve romanı, kendi köyünün havasının, suyunun, adetlerinin en iyi, biricik olduğunu, dahası tüm dünyanın “bizim köy” gibi olmasını zorla dayatan (ki buna Türkçe sözlük faşizm diyor) modernizm köyünün taşra kafalılarına, kapısında “KÖPEKLER VE YOKSULLAR GİREMEZ” yazan ayrımcı, modası geçmiş etnik yada ten rengi ırkçılığı yerine cüzdansal ırkçılık üzerinde yükselen üniversitelerde edebiyat/roman dersi veren profesörlere, ‘Helsinki’ köylülerine, “Kopenhag kriterleri”ne, Nişantaşı köylülerinin ellerine bırakılamayacak kadar zengin ve yeni açılımlara açık bir alandır.

Bir otorite örgütü olarak, belirli bir bürokrasinin idaresinde kendini ekonomik bakımdan vergi yoluyla destekleyecek ve savunması için askeri güç sağlayacak insan topluluğuna ihtiyaç duyan kuruma devlet diyoruz. Siyasi ve hukuki bakımdan en birincil sorun, devletin üzerine inşa edildiği toplulukla olan ilişkileridir. Devletin çıkardığı yasaların toplumun kültür, felsefe ve yaşam tarzıyla bağdaşması gerekir. Devlet elindeki otoriteyi topluluğun kabul ettiği kanunlara uyum içinde kullanırsa meşru olur (Karpat, 2004; Xİ-Xİİ). Türk devleti 24 Ocak Kararları ve hemen ertesinde 12 Eylül darbesi ile başlayan süreçten bugüne gelindiğinde üzerinde yükseldiği topluluğun aleyhine, burjuva diyebileceğimiz bir azınlığın lehine uygulamalarda bulunarak meşruiyetini yitirme tehlikesiyle karşı karşıyadır. 4 Nisan, ertesinde bir gecede yüzde ellilik bir inanılmaz devalüasyona maruz kalan milyonlarca genç ve diplomalı işsiziyle kırılan bu halk, iç savaşta 30 bin, depremde 40 bin insanını rahatlıkla yitirebilmiş, olası bir savaşta 200 bin kişisini güle oynaya, birazcık büyüyen bir savaşta ise 2 milyon kişisini rahatlıkla yitirir, bana mısın bile demez, dimdik ayaktadır. Sadede geliyorum, kestirmeden soruyorum: Bu ülkenin sahibi kimdir? Kestirmeden yanıtlıyorum: Bu ülkenin sahibi burjuvazi değildir. Ne var ki büyük bir küstahlıkla ve yıkımla burjuvazi her şeyi kendine ve de yalnızca kendine hak görme cüretiyle şahlanmıştır. Kendinde, sanki bir doğa yasasıymışcasına yazma hakkını da gören burjuva kesim romana gözünü dikmiştir. Ödlek, inanılmaz tembel, taklitçi, yaratıcılıktan yoksun ve taşeron ‘Türk’ burjuvazisi ve onun televizyonlarda, gazetelerde söz alan kültür aracıları/ajanları Türkiye’nin sahibi olmadıkları gibi Türk romanın da sahibi değildir!

Bugün, egemenlik halka ait olmayıp “tekelistan”ın “tekeliyet”ine (bak: Yalçın Küçük) ipotek edilmiştir. Bugün, yazarın, ayakdireyen yazarın görevi burjuva insanını tedirgin etmektir. “Ya bismillah” deyip burjuvaziye Karagözleyin bir pandik atmak başlangıç, başlangıçların en azından biri olabilir. “Patlamış mısırın yanına bir de patlamış roman verelim” yörüngesinden kaçınan bugünün romancısı “toplum için sanat”, eşdeyişiyle kültür endüstrisi için meta değil, kapitalist edebiyat pazarı ve liberal burjuvazinin bayağılığına duyduğu tiksintiyle romanlar yazmalıdır, çünkü küçümsenmeyecek bir romana sahip Türk edebiyatı bugünün “patlamış mısır” türünden ‘patlamış roman’a layık görülemeyecek bir kaliteye, birikime sahiptir ve talip olduğu gelecek sahip olduğu geçmişle uyuşmalıdır. Ve unutulmamalıdır ki, iki yüzyıldır bu topraklara bir türlü yerleşemeyen ve bence yerleşemeyecek de olan kapitalizmden çok önce buraya yerleşenler ve burada kalanlar sömürgen burjuvazinin uçuculuğunun sezgisiyle Türkçe sohbet ediyor; burjuvazi gidici, Türkçenin kalıcı olduğunu biliyor. İster ozan, ister öykücü, romancı kılığına bürünsün yazan elin umarı, burjuvazide değil, Türkçede.

Bitirirken:
Roman kuramı, geniş ölçekte edebiyat eleştirisi, kurduğu tanımlardan uyguladığı metodolojiye dek başka başka ürünleri kendi sınırları içine katabilmek, kendisinin kılmak türünden bir beklentiye sahip olagelmiştir. Oysa roman eleştirisinin birincil görevi hakim anlayışları yadırganır hale getirip farklılıkları göstererek romanın ölçütlerinin, değerlerinin, tanımlarının geçerliliğini sorgulamak olmalıdır. Edebiyat eleştirisi, edebiyatın/romanın radikal eleştirisini yapma yeteneğinden yoksun olunca kurduğu model uyarınca önüne çıkan tüm ürünleri ya “roman” içinde eritir, ya da uzayın engin boşluğuna hapseder. “Roman kuramı, ‘büyük’ ve ‘evrensel’ sıfatlarıyla donanmamış bütün edebiyatları mülksüz bırakma sonucunu doğurur ve yazını bir yanda prototip ve majör, öte yanda taklit ve minör olarak ikiye ayırır” (Jusdanis, 1998; 26).

Romanı yalnızca haz ve yararla değil, "apaçık bir biçimde parçası oldukları emperyal süreçle" de bağlantılandıran Edward Said'e göre Fransa'nın ve özellikle İngiltere'nin kesintisiz bir roman yazma geleneği olması şaşırtıcı değildir, çünkü denizaşırı tahakküm(abç) fikri söz konusu kültürlerde de ayrıcalıklı bir yer tutar. "Bu fikir, romanda olsun, coğrafyada olsun, sanatta olsun, tasarılarla epey yakından ilgili ve somut yayılma, yönetim, yatırım ve yükümlülükler yoluyla, kesintisiz bir biçimde varlık kazanıyor" (Said, 1998; s.27). Her zaman değilse de genellikle, aynı anda hem kendi seçişlerini geçerli kılma hem de bu seçişlerini uzak coğrafyalara yaymayı belirgin özelliğileyin içine sindiren Avrupa kültürü sömürgecilik öncesi edebiyatları bütünüyle görmezden gelmiştir. Bu sürecin tersine çevrilmesi gerekiyor (Said, 1998; s.113).

Roman kılığına bürünmeden önce "yazı, bir güç ve egemenlik aracı, dünyayı ele geçirmenin bir yolu olarak İskender döneminde ortaya çıktığında Makedonya emperyalizmi zaferini İskenderiye Kütüphanesi"yle (Dupont, 2001; s.20) taçlandırması raslantı değildir. Yazı/yazın/kitap/roman kavramı ideolojiktir ve tarihsel bakımdan belirlenmiştir. Yazı'nın sanat kılığına bürünmüş bir hali olan romana ilişkin paradigmalarımızı değiştirip sözlü dil kökenlerimizi yeniden bularak, geçmişimizle olan bağlantılarımızı koparmadan kendimizi geleceğe yansıtabilir ve böylece romanla başka bir temas kurmamıza olanak sağlayacak bir temellendirici başkasılığı kabul ederek dünya romanıyla bütünleşebiliriz (Dupont, 2001; s.33).

Edebiyatın tarihsel okumalar eşliğinde eleştirisi yeni atılımlara yol açabilir. Roman eleştirisi edebiyat öncesi zamana uzanarak sanatsal yaratımın kaynaklarını keşfetmeye, modern (Türk) edebiyatın görünüşte yazı(n)sal olan görünümünün hala barındırageldiği öğeleri açığa çıkararak edebiyat eleştirisinde kesin bir dönüşüme uç verebilir. Bu yenilenme, hem, hiçbir dönemde bütünüyle reddedilemeyen insanın arkaik yanıyla yeniden bağlantı kurulmasını sağlamakta, hem de bizleri “uygarlık süreci” cenderesinin berisinde kıpırdayan psikenin derinliklerine, toplumsalın kökenine götürebilir. “Felsefeci, ilahiyatçı ve edebi tenkitçi, bu unutulmuş, ihmal edilmiş anlamlar dünyasının keşfinden yarar sağlayabilir” (Eliade, 1990; XI). Unutmamalıyız ki, epi topu iki yüzyıllık geçmişi olan günümüzün modern sanat sistemi ve onun bir kolu olan edebiyat/roman kaçınılmaz ve ulaşılması gereken bir yazgı değil,. “Bunun öncesinde, iki bin yıldan fazla bir ömür sürmüş olan daha geniş çerçeveli ve daha faydacı bir sanat sistemi vardı” (Shiner, 2004; 21)

Egemen bir-iki edebiyat geleneğiyle sınırlandırılan roman paradigmasının evrensel olarak kabul görmesi, dünyadaki öbür anlatı geleneklerinin ve romancılığının çoğunun aleyhine işlemiştir. Dahası Batı’ya ait gelişimleri küresel modeller olarak sunup bunların diğer edebi yapıtlardan ve anlatı geleneklerinden üstünlüğünü üstü kapalı olarak onaylamaktadır. Avrupa romanının bir ideal olarak görülmesi, dahası biricik bir model olarak dayatılması “roman”ı kısırlaştıracaktır. Bir başka türlü denirse, başka anlatı geleneklerine ve romancılığa açılabilecek roman uğraşı “roman”ı zenginleştirecektir. Ancak bu zenginleştirmenin “roman”ı diskalifiye etmeyeceğinin garantisini kimse veremez (Bingül, 2004; 71)!

(*) Bu üzüntü, düşünmekten istifa etmiş Murat Belgeler’e, mesleğini Türkiye dışında asla icra edemeyen, Süleyman Demirel’in eline kalem almış hali Çetin Altan’a, dünya çapında başarılara imza atan sporadamlarının “köylü”, “giyinmesini bile bilmeyen” ve bilumum özelliklerine ışık tutmayı karakter edinmiş dünya çapında imza yoksulu Hıncal Uluçlar’a vb.lerine aittir.

(**) Bugün sermayenin silah kullanan kolu var mıdır? Ya da şöyle: PKK bir sermaye bloğunun silahlı kolu mudur?

(***) İş hayatına romanla atılıp çok geçmeden siyaset satıcılığına soyunan Orhan Pamuk’un “İstanbul” (Bingül, 2004a) kitabı yazması boşuna değil.



Alıntılanan Yayınlar

Abasıyanık, Sait Faik (2005) Hikayecinin Kaderi, YKY, İst.
Baudelaire, Charles (2000) Apaçık Yüreğim, çev. Sait Maden, Çekirdek y., İst.
Bataille, Georges (1998) Nietzsche Üzerine, çev. Mukadder Yakupoğlu, Kabalcı, İst.
Benjamin, Walter (1993) Son Bakışta Aşk, hzl. Nurdan Gürbilek, Metis y., İst.
Benjamin, Walter (1993a) Pasajlar, çev. Ahmet Cemal, YKY, İst.
Bingül, İlyaz (2004) “Avrupa Romanına Dair”, Kitap-lık, YKY, Eylül sayı 75
Bİngül, İlyaz (2004a) “İstanbul’u Satmak Mı, Bir “Zengin Çocuğunun” Anıları Mı?”, Adam-Sanat, Eylül 2004
Boratav, Korkut (1995) Türkiye İktisat Tarihi (1908-1985), Gerçek y., 5. Bs., İst.
Buğra, Ayşe (2003) Devlet ve İşadamları, çev. Fikret Adaman, İletişim, 3. Bs, İst.
Bürger, Peter (2003) Avangard Kuramı, çev. Erol Özbek, İletişim, İst.
Cioran, E. M. (2001) Varolma Eğilimi, çev. Kenan Sarıalioğlu, Gendaş, İst.
Dupont, F. (2001) Edebiyatın Yaratılışı, çev. Necmettin Sevil, Ayrıntı y., İst.
Edgü, Ferit (2003) Sözlü/Yazılı, Dünya Kitapları, İst.
Eliade, Mircea (1990) Dinin Anlamı ve Sosyal Fonksiyonu, çev. Mehmet Aydın, Kültür Bakanlığı, Ank.
Enginün, İnci (2004) “Osmanlıcadan Modern Türkçeye Türk Edebiyatı ve Öz Kimlik”, Osmanlı Geçmişi ve Bugünün Türkiye’si içinde, drl. Kemal Karpat, çev. Sönmez Taner, Bilgi Üni., İst.
Fowles, John (2004) Zaman Tüneli, çev. Süha Sertabiboğlu, Ayrıntı y., İst.
Genç, Nihat (2004) Nöbetçi Yazılar, Cadde y., İst.
Göçek, Fatma Müge (1999) Burjuvazinin Yükselişi İmparatorluğun Çöküşü, çev. İbrahim Yıldız, Ayraç y., Ank.
Hauser, Arnold (1984) Sanatın Toplumsal Tarihi, çev. Yıldız Gölönü, Remzi y., İst.
Huysmans, J.-K. (2003) Tersine, çev. Tahsin Yücel, YKY, İst.
Jusdanis, Gregory (1998) Gecikmiş Modernlik, çev. Tuncay Birkan, Metis y., İst.
Le Goff, Jacques (1999) Ortaçağ Batı Uygarlığı, çev. Hanife Güven-Uğur Güven, Dokuz Eylül y., İzmir
Karpat, Kemal (2004) İslam’ın Siyasallaşması, çev. Şiar Yalçın, Bilgi Üni. İst.
Oktay, Ahmet (2003) Romanımıza Ne Oldu?, Dünya Kitapları, İst.
Özel, Mustafa (1998) Birey, Burjuva ve Zengin, Kitabevi y., İst.
Özel, İsmet (2004) Henry Sen Neden Buradasın 2, Şule y., İst.
Polanyi, Karl (1986) Büyük Dönüşüm, çev. Ayşe Buğra, Alan y., İst.
Jameson, Fredric (2004) “Avrupa ve Ötekileri”, Avrupa’yı Düşünmek içinde, Cogito, s. 39, YKY, İst.
Meriç, Cemil (1975) Bu Ülke, Ötüken y., 2. bs., İst.
Musil, Robert (2000) Niteliksiz Adam, çev. Ahmet Cemal, YKY, İst.
Parla, Jale (1990) Babalar ve Oğullar, İletişim y., İst.
Said, Edward (1998) Kültür ve Emperyalizm, çev. Necmiye Alpay, Hil y., İst.
Shiner, Larry (2004) Sanatın İcadı, çev. İsmail Türkmen, Ayrıntı y., İst.
Sombart, Werner (1998) Aşk, Lüks ve Kapitalizm, çev. Necati Aça, Bilim ve Sanat y., Ank.
Tahir, Kemal (1989) Notlar/Sanat Edebiyat 1, Bağlam y., İst.
Toprak, Zafer (1995) Milli İktisat-Milli Burjuvazi, Tarih Vakfı Yurt y., İst.
Ülgener, Sabri F. (1991) İktisadi Çözülmenin Ahlak ve Zihniyet Dünyası, Der y., 3. Bs., İst.
Wallerstein, Immanuel (1992) Tarihsel Kapitalizm, çev. Necmiye Alpay, Metis y., İst.
Wallerstein, Immanuel (2003) Amerikan Gücünün Gerileyişi, çev. Tuncay Birkan, Metis y., İst.

Hiç yorum yok: