MERHABA CANIM [Dikili, Ekin, Sayı 6, Eylül-Ekim 2000]
Güzel bir kış günü bitimiydi. Öğle sonrası çiseleyen yağmur günün soğuğunu kırmış; yollar, yağmurun yağmasıyla bir koşuşturmacadır başlamış ama herkesin kendini bir yere kapılamasının ardından, öncekinden daha da dinginleşip, yağmur sonrası yeniden saldıracak kalabalığın yeğinliğiyle boğuşacak gücü toplayabilecekti kendinde. Pencerenin kıyısında ayakça durmuş, koşuşturan kalabalığın yüpürgenliğinden alaycı bir gülümsemeyi kendine pay çıkarabilmişti. Konuşmuyordu şimdi. Bir bölünüp bir tümlenen yığının şaşkınlığına dalgın dalgın bakıyordu; su olup aralarından sızıyor, rüzgar olup yüzlerine, sırtlarına vuruyor, ara ara güneş olup aldatıcı gülümseyişleriyle onlarla oyuna dalıyordu. Kimileyinse bir su birikintisi olup üzerinden geçen bir arabanın yardımı ve hızıyla onların paçalarına, eteklerine sıçrıyor, çamur oluyordu.Sessiz ama göğsünü sarsmaktan geri durmayan bir gülüş koyvermekten kendini alamadı. Trafik ışıkları sanki onun buyruğuyla hep aynı renkte yanıp yanıp sönüyor, kaldırımın kıyısında bekleyen yayaların ve arabalarının içine sığınmalarının verdiği huzurun yerini çoktan telaşlı bir can sıkıntısına dönüştüğünün ayırdına henüz varamamış sürücülerin yağmurda dağılan homurtusunu duyamasa da o allak bullak olmuş yüzlerde o homurtunun sesini görüyordu uzaktan, içi buğulanıp dışı yağmurun açtığı yol yol çizgilerle kaplanmış camın ardından. Telefon etmese miydi? Usundaki düşünceyi kovmak isterleyin yavaşça camı aralamaya uzandı. Gözleri yine, alanın üzerine yayılmış kargacık burgacık lekeye baktı, camı açmadan gerisin geri indirdi elini. Camın aralığından gelebilecek soğuğun duyumu ile usundan geçenlerin yol açtığı tatsızlıkla yüzünü buruşturdu. Camda yansımasını görmüyorsa da önceki bilişlerden kestirebiliyordu yüzünün bir uçtan bir uca kuşatan iğrenti yüklü biçimlenişini. Alanın dört bir yanına dağılmış kıpırdayıp duran lekeye gözleri o denli dalmıştı da, artık hiç bir şey göremez olmuştu önündeki beyaz örtüden başka. Omuzlarına abanan bir ceketin duyumuyla önündeki örtü aralanır, yırtılır gibi olduysa da beyaz örtüyle ceketin çağrışımları arasında bir süre duraladı. Odadan çıkıp gitmeli miydi? Hayır, hayır. Bir süre daha burada, kovuğunda o telefon konuşmasıyla baş başa kalabilir. Belleğinin sınırlarında oraya buraya çarpan sözcüklerin anlamlarının belirsizliğini dindirebilirdi. Oda yeterince sıcak olsa da derisine iğne iğne batan bir üşüme titremesiyle ceketinin yakalarını çekiştirmek için ellerini kaldırdı. Üzerinde ceket yoktu. Odanın soğuğu kırılmaya başlayınca ceketini sandalyenin üzerine bırakmıştı. Anımsayışın gözüyle bir kolu aşağı sarkmış ceketine baktı; arabaların silecekleri camın üzerine düşen yağmur damlalarının saldırısını bir sağa bir sola gidişleriyle savuşturuyordu. Pürüzsüz saydamlık bir an gözleri alıyor, ancak sağanak yine üzerine geliyor, silecekler bir sağa bir sola, birbirinden ayrışık damlalar camın kıyısına itelenip kendiliğinden oluşan oluktan aşağılara süzülüyor. Yağmur çoktan yağmur olmalığını yitirmişti herkes için. İlkin tıpır tıpır camın üzerine sepelerken “yağmur yağıyor”du, işte tam o an yağmur onun için de yağmurdu. Sonra? Sonra ne olmuşsa...Her zamanki gibi. “Hep böyle.” Ceket hala orda, kapının yanındaki sandalyenin üzerinde duruyordu. Dışarı çıkıp çıkmamanın ikileminde ayakça, kararan göğe baktı, çatılara, yukarılara süzülen seyreltili dumanlara. Gözünün önünde serimlenen bir oyunun, bir bulmacanın parçalarına dönüşüyordu her şey. Çıkıp çıkmamada hala ikircimli. Bir bulmacanın, bir oyunun eşiğinde hırsla sarıldığı alaycı gülümsemesiyle baş başa kaldı. İçindeki durgunluk ve belleğindeki kargaşa önündeki bulmacanın içinde gizlenmiş ufacık tefecik bir başka bulmacayı örüyordu. Odanın ve sıcağın etkisiyle başı ağrıdı. Boynu tutulur gibiydi. Soluk alışları biraz daha azalmış, gözleri kısılmıştı. Karnındaki büzülme yerini yavaşça bir sancıya bırakıyordu. Belleğinde dolanan sözcükler çıplaklığından utanırcasına bir giysi, bir anlam örtüsünün ardınca koşuşturuyordu. Başı döndü, hafifçe sendeledi, elini pencerenin tahta çerçevesine dayayıp derin bir soluk aldı. Soluğunu geri verirken gözleri hala kısıktı. Gövdesi baştan başa sancıyordu. İçine kapanışın, içe kapatılışın ağrısı olmalıydı bu. Telefonu kapatmış, öylece kalakalmıştı odanın ortasında. Cicili bicili bir oyuncağa mı dönüşüyordu? Herkese gösterilebilen, sunulan et yığını olmak? Bir dişi, bir yiyecek, bir iletişim parçacığı!.. Telefonun bu ucunda sus pus olmuş, konuşmasını kesivermişti. Öbür uçta beliren yumrudan habersiz, içine düşen kurtçukla dilaltının biraz daha büyüdüğünü gördü. Biraz daha içinden çıkılmaz bir oyuğa yuvarlanıyordu. Göz göre göre itildiği, ötelendiği dibi sıvık, üzeri kaskatı bir uzamda şaşkın bakakalmıştı tellerin berisinde, camın ardında. Akın akın gelip giden onca sese baskın çıkan “merhaba canım” gövdesine yönelmiş bir işaretti. Bu odadan her an sıyırabilirdi kendini, hiç olmadık bir süre de olsa dışarı çıkar, geceye dek... Bir arkadaşına, bir otele gidebilirdi. Ama...
Bir uykuya dalar gibi yatağa uzandı ve saatlerce kımıldamadan yatağın içinde durdu. Uykuyla, ölümle, dinlenmeyle iç içe geçmiş bir şaşkınlık yerini sancılı bir belirsizliğe ve bekleyişe bırakacaktı.
Telefonu yerine bırakmıştı. Sesin öte yanında olanların konuşmanın o-bir yarısını duymaları değildi onu sarsan.
2 Kasım 2007 Cuma
Kaydol:
Kayıt Yorumları (Atom)
Hiç yorum yok:
Yorum Gönder