2 Kasım 2007 Cuma

Sohbet ve Mekanları [Adam Sanat, Sayı 232, Mayıs 2005]

Sohbet ve Mekanları [Adam Sanat, Sayı 232, Mayıs 2005]

İngiliz primatolog Robin Dunbar, insanın konuşan hayvan olduğuna ve dilin ortaya çıkışında insan dedikodusunun önemine değinir. Dunbar’a göre kimi hayvanlarda, özellikle de maymun akrabalarımızda tımarla(n)ma işi ile dil arasında yakın bir işlevsel ilişki vardır. Daha sosyal olan kimi primat türlerinde vakitlerinin % 10’unu kaplayan uzun tımarla(n)ma süreleri kaydedilmiştir. Primatlar birbirlerini tımarlarken bir yandan da konuşur gibi sesler çıkarırlar. Dokunma ve “konuşma”, çeşitli primat türlerinde sosyalliğin iki önemli öğesidir ve tımarla(n)ma sosyal bağların oluşturulup korunmasında çok önemli bir rol oynar. Dil, insanlarda sosyal tımarla(n)manın yerini almak üzere gelişmiştir.

Dunbar’a göre, dilin ortaya çıkmasının nedeni, bilginin paylaşılmasının, bir arkadaşla oturup onun tüyleri arasındaki pireleri ayıklamak yada saçıyla oynamaktan daha etkili olmasıydı. Ayrıca dil, bize daha uzak mesafede bulunan daha fazla sayıda bireyle aynı anda iletişim kurmamızı sağlar. Sakinleştirici hormonlar salgılamaya yol açan tımarla(n)manın zevk verici bir yanı vardır. Dedikodu da keyif verici olabilir. Bireyin büyük gruplarla sosyal bağlar oluşturmasını sağlamak için ortaya çıkmış bir tür “sesli tımarlama” olan dedikodu grup üyeleriyle güven tazelemeye ve bireysel bilgi edinmeye hizmet eder (Bekoff, 2002; 115-117).

Sosyal etkileşimi, kendi maddi çıkarlarından elde edecekleri tatmini azamiye çıkarmaya çalışan rasyonel bireylerin kullandığı stratejilerin ürünleri olarak yorumlayan “faydacı” görüş ile her şeyi güç arayışına/istencine bağlayan Makyevelci ve Nietzscheci görüş; bizi, biri, bireysel çıkarların çarpıştığı ve uzlaştığı piyasa sistemi, öbürü, meşru iktidar çevresinde örgütlenen siyasi sistem olmak üzere yalnızca iki sosyal eylem alanı olduğu düşüncesine sürükler. Oysa kurumsal olarak tanımlanmış statü ve rollere dayanan piyasa ve devlet, ikincil toplumsallık odaklarını temsil eder. İnsanları, yerine getirdikleri ekonomik, siyasi yada idari işlevlerden ibaret saymadan önce kişi olduklarını kavramak gerekir, çünkü insanlar, belirli rollerin veya işlevlerin toplamından ibaret değildir. Biyolojik insanın toplumsal kişiye dönüşümü ilk olarak piyasa ve devletin soyut alanında değil, asıl birincil toplumsallığın dünyasında, içinde ailenin, akrabaların, komşularla ilişkilerin, yoldaşlığın ve arkadaşlığın, kişiden kişiye ilişkilerin yaşandığı mekanlarda gerçekleşir.

Toplumsal hayatın nasıl sürdüğü bilgisi gündelik hayatın bileşenlerinde, kimin ne zaman konuşup ne zaman susacağı karşılıklı konuşma kurallarında, kimin niçin ayakta durduğu yada oturduğu davranışsal beklentilerde, kimin nasıl saygı gördüğü veya kimin hakarete uğradığı kişiler arası samimi ritüellerde saklıdır ve toplumlar tarihsellikleri içinde alışkanlıklarında ve uygulamalarında zaman ve uzam ilişkilerini kodlar. Tüm bu yapıp etmelerin işleyişi dil kullanımının kurallarına benzer.

Her türden toplumsal eylem, hem zaman ve uzam içinde açığa çıkar, hem de zaman ve uzama özünü verir. Elektirik ve buharlı makine öncesi toplumlarda zaman ve uzam bir yer’e bağlıdır. Eylemin zamanı eylemin gerçekleştiği, sınırları çizilmiş mekana bağlıdır. Çalışmadan, malların ve hizmetlerin mübadelesinden tutun da yemeye, ibadete ve hatta konuşmaya kadar belirli bir zamanda gerçekleşen tüm etkinlikler sınırları sıkı sıkıya belirlenmiş uzamsal bağlamlarda ortaya çıkar (Giddens, 2001; xxııı-xxvı).

‘İlkel’ yada ‘gelişmiş’ her toplum, üyelerine toplanma yada buluşma merkezleri sağlama gereğini duyar. Dinsel törenlerin yerine getirilmesi, pazarların kurulması, siyasal, hukuksal toplantılara katılmak isteyen yada katılmak zorunda olan kişilerin toplanması için belli yerler ayrılmasını gerekli kılar. Toplumsal yaşam merkezlerinde örülen bu ilişkiler ve mekanlar toplumsal sınıfların yapısına ve yaşam biçimindeki çeşitliliğe bağlıydı. Şamanik gizli erkek dernekleri, tekkeler, ocak başları, köy odaları, camiler, stoalar, kiliseler, değirmenler, hanlar, salonlar, en çok da kahvehaneler öbür işlevlerinin yanı sıra birer konuşma mekanlarıydı.

İstanbul’un ilk kahvehanelerinin antik Yunan’daki benzeşi stoa’lardı denilebilir. Perikles döneminde rüzgardan korunaklı, ön cephesi güneşe ve görüş alanına açık agoranın kuzey ve batısında sıra sıra stoa’lar yapılıyordu. Yemek yenilen, dedikodu yapılan bu stoa’lar herhangi bir özel amaç yada faaliyet, yada belli görevliler grubunun kullanımı için yapılmamıştı; daha çok genelde bütün halkın ihtiyaçlarını karşılamış, insanlara agoranın hemen yanında başlarını sokacak bir yer ve buluşma mekanı sağlıyordu. Kalabalıklar burada kılıç yutanları, jonglörleri, dilencileri, balık satıcılarını ve filozofları seyrediyorlardı (Sennett, 2002; 44-45).

Sokrates, bilinen ilk konuşmacıdır dense yeridir. Sokrates’ten önce her konuşma biçiminin değişmez modeli monologdu; bilge kişiler yada tanrılar konuşur, geri kalanlar dinlerdi. Sokrates, Atina’nın pazar yerlerinde, toplanma mekanlarında gezinerek, zenaatkarlara, politikacılara ve her meslekten insana yanaşarak, onlara işlerine ve fikirlerine dair sorular sorarak diyaloğun nasıl işlediğini göstermiştir. Ancak, konuşma yalnızca sorulardan ibaret değildir; Sokrates konuşmanın bir yarısını keşfetmişti. Konuşmanın başka yordamları daha vardı.

Ortaçağ Avrupa’sında ruhbanların harekete geçirdiği inanç yaşamının merkezleri kiliseler salt ortak bir manevi yaşam alanı değil, Müslümanların çok işlevli camileri gibi aynı zamanda bir toplanma yeridir. Dinsel merkezlerin dışında halk katmanlarının başka toplanma merkezleri vardır. Kırsal kesimde, tahılını getirip sıraya girdiği, ürününü beklerken gizli köylü ayaklanmalarının planlandığı, fahişelerin buraları mesken tuttuğu değirmenler; hem köyde, hem de kentte şans oyunlarının, sarhoşluğun serbest olduğu tavernalar, hanlar en büyük toplumsal buluşma merkezleriydi (Le Goff, 1999; 249-250).

Yeniçağın başlarında, İstanbul kahvehanelerinin henüz ithal edilmediği dönemlerde, Batı’da kahvehanenin benzeşi hanlardı denebilir. Buralarda iskambil, tavla, zar oyunları oynanır, horoz dövüşleri yapılır, halk ozanları çalıp söyler, duvarlara söylence kahramanlarının resimleri, balad afişleri asılır, dükkan sahibi ve müşteriler söylentilerden bahsedip dedikodu yapar, yönetimi çekiştirir, Reform sırasında dinsel törenler ve dindeki yenilikler üzerine tartışılır, isyancılar buralarda toplaşır. Hancılar 1525 Alman köylü savaşında gözle görülür bir rol oynarlar. Londra’da belli hanlar önemli kültür ve eğlence merkezleridir: Ayı oynatıcılar, soytarılar, gösteri yapan atlar oyunlarını buralarda sergilerler. Hanlar, İngiltere’de olduğu gibi Kıta Avrupa’sında da aktörlerle özdeşleşmişti. Alman karnaval oyunlarında hancılara ait kayıtlar bize oyunların hanlarda sahnelendiğini gösteriyor. İspanya’da, Don Kişot’taki Pedro usta gibi gezici kukla oynatıcıları hanlarda gösteri yaparlardı (Burke, 1996; 128-130).

Burjuva kamusal alanı ise, kendisinin ötekisi görerek karnavalı reddedip küfre, kumara ve kaba davranışlara izin vermiyordu. Burjuva kamusal alanına ait Avrupa kahvehanelerinin hali vakti yerinde, akılcı ve sivil yurttaşları birahanenin grotesk müşterilerinden çok farklıydı. Batı Avrupa’da edebiyat kahvehaneler, kulüpler, salonlar, okuma toplulukları vb. yeni burjuva kamusal alanında ortaya çıktı. Yeni edebiyat pratiği, okuma kodları ve uzlaşımları, estetik yargılar, beğeni hakkındaki görüşler bu mekanlarda gelişti. Bu mekanlar sadece söylem değil aynı zamanda burjuva özneler de yaratıyordu (Jusdanis, 1998; 187-188).

Rönesans’la birlikte Madam de Rambouillet yepyeni bir konuşma düzeni yaratır: Salon. Salon denilen şey, kraliyet saraylarında ve baron malikanelerinde bulunan devasa avluların tam tersiydi; bir, bilemedin iki düzine insan alabilecek büyüklükteki bu mekanın başlıca özelliği mahremiyetti. Buradaki toplantılara bir hanım nezaret eder, davetliler ise toplumsal statüleri temelinde değil, ilgi çekici şeyler söyledikleri ve bu hanımın yarattığı atmosferde bunları daha da etkileyici biçimde dile getirdikleri için seçilirdi. Salonlarda filizlenen yapı kısa sürede tahammülsüzlükleri ortaya çıkardı, çünkü bu toplaşmalardaki küçük grupların, katılımcıların bireyselliğini ve grup dışındakilerin katılımcılığını kısıtlayan bir yanı vardı. “Başkalarıyla iletişim kurmanın tadını çıkarma”yı amaçlamışlarsa da, kendi zekalarının olağanüstü kıvraklığına yada olağanüstü zeka kıvraklığını taklit ederek yarattıkları şeye tapar hale geldiler ve sonuçta sahte konuşmaların içine yuvarlandılar. Salonlar söz alışverişini alevlendirmekle birlikte, yabancılarla yada herhangi bir iddiası olmayan kimselerle nasıl konuşulacağına dair bir şey öğretmiyordu. İngiltere’nin konuşma tarihi, rafine dilin sınıf farkı konusundaki takıntıyı nasıl kalıcı hale getirdiğini ve nüfusun, birbirlerini anlamıyor olmakla iftihar eden kesimlere ayrılmasına nasıl ön ayak olduğunu gösterir. İngiltere’nin konuşma kralı Dr. Johnson’du. Ne ki, Johnson için konuşma, bir türlü yakasını bırakmayan ve yaşamın özünü oluşturduğuna inandığı dehşet, kötülük, umutsuzluk duygularını gizlemek için kendi etrafına ördüğü sisten bir duvardı. Johson’un en büyük zevki konuşmaktı, ama yaptığı gerçek anlamda konuşma, bir alışveriş değildi. Onun yeteneği, her konuda, kusursuz bir dille, mükemmelen oluşturulmuş görüşler ileri sürmekti (Zeldin, 2003; 42-47).

“Uygar yaşamın özü konuşmadır” diyordu Emerson (aktaran De Koninck, 2003; 92). Unutmamalı ki, konuşmayı ilham eden şey aramızdaki farklılıklardır. Sıkıntılarımızı, bizi dinleyecek birinin üzerine boca etmekten, “günah çıkartmak”tan, günümüzün kiralık kulaklarına para ödeyerek kendimizi dinletmekten çok ayrı bir şeydir. Eşitlik kurmanın en önemli yollarından biri olan Konuşma, bir kürsüye yada bir kürsüden yapılan edim değildir. İnsanların eşit olmaya başlamaları konuşmayı öğrenmeleriyle başlayacaktır. Kahvehane; sınıf, köken, din gibi ayrımlar gözetilmeksizin herkesin biraraya gelip özgürce görüşebileceği, bilgi alışverişinde bulunup dedikodu yapabileceği katıksız bir konuşma mekanıydı.

Sohbet her şeyden önce fiziksel bir eylemdir ve yeme-içme pratiği o mekanda biraraya gelenler arasında toplumsal bir bağ örer; ekmeğin, tasın, kaşığın, fincanın, çubuğun, esrarın elden ele dolaşması, bölüşülmesi bireyler arasındaki gerginliği azaltır, bir insanı bir diğerine bağlar. Türklerin yemek pratiği söze ve uzun süreli birlikteliğe kapalıdır; 16. yüzyılın isimsiz bir tanığının yazdığınca “yemekte hiç lafetmezler ve fazla eğlenmezler” (Yazar adı yok, 1964; 160). Yemeğini yiyen hemen sofradan kalkar, sofrada konuşmak ayıplanma nedenidir. Sohbet, yeme pratiğinden dışlanmıştır. Türklerde kahve, gündelik yaşamda uzun süreli ve söze dayalı biraradalığı sağlayan sohbetin ve ardından da konukseverliğin göstergesi içecekler arasında başı çekecektir. Çok geçmeden de kahvehaneler hem sohbet merkezleri olacak, hem de sohbetin içeriğini kuracaktır. Tımarla(n)madan duramayan hayvanlar gibi konuşmadan duramayan insanlar kahvehanede gündelik olayların, her zamanki hayatın, belli kalıplarına dökülmek zorunda kalan çaresiz dilin yeni alanlara doğru kıvrıldığını görecek, dil ve konuşma da bu değişimden azın azın payını alacaktır.

İstanbul’a ilk yolculuğunu 1535, ikincisini de 1549’da yapan College de France’ın ilk ibranice ve arapça profesörü olup I. Fransuva’nın Hıristiyan Avrupa’sı ile Süleyman’ın Müslüman Osmanlı İmparatorluğu’nun birleşmesini 1537’de dillendiren Postel’ye göre Türkler retorikte hiçbir yarar görmezler, onlara göre konuşma basit ve anlaşılır olmalı, birkaç sözcük içinde her şey ifade edilmelidir (aktaran And, 1994; 201-202). Bu iki 16. yüzyıl tanığından edindiğimiz izlenim Türklerin konuşmaya kapalı olduğu yönündedir. Türkçenin bu yetkin konuşucuları birbiriyle iletişim kurmaktan çok türkçe dilbilgisi kurallarının yaşaması için konuşmakta gibidirler handiyse. Olabilir. Sanki Türkler, eşdeyişiyle türkçenin taşıyıcıları, Deleuze-Parnet ikilisinin “dil aslında iletişimsel değildir; dil, yapı olmak için değil boyun eğmiş olmak için yapılmıştır” (Deleuze-Parnet, 1990; 39) uyarınca türkçenin içinde erimişler. Dünyada, görünmez canlılarla, görünmez varlıklarla bir arada yaşayan Türkler bu dünyada kendilerini misafir gibi hissedegelmişler; biraz titrek, ürkek, hep bir şeylere maruz kalacaklarmış gibi yaşıyorlar. Latife Tekin’den ödünç alarak söylersek, dili de ödünç alınmış bir şey gibi kullandılar: “Kendilerinden önce, binyıl önce oluşmuş dil kalıplarını kuşaktan kuşağa mırıldanmışlar” (Özer, 2005; 18).

Bu coğrafyada konuşma mekanı olarak serpilip gelişen kahvehanelerde konuşmanın çeşitlendiğine, dilin eğilip büküldüğüne, niyetin, anlamın ve arzunun yeni bir dilsel kılığa büründüğüne, sözün bir yer’e kavuştuğuna değinmekle yetinelim.

Erving Goffman, sohbetin belli bir gündeme bağlı kalmadan, herkesin konuşma ve dinleme hakkına sahip olduğu; herkesin konu hakkındaki genel değerlendirmesinin ve yorumunun hem teşvik edildiği hem de saygı gördüğü; anlaşma ve sentezin talep edilmediği; fikir ayrılıklarının, katılımcıların ilişkilerinin devamını etkilemediği; az sayıda katılımcının biraraya geldiğinde ortaya çıktığını belirtir (aktaran Strauss, 2000; 309). Türkler için rahatça oturulabilen her yer, ister yaz günlerinde açık havada bir mesire yeri, ister kışın, bir yorganla örtülmüş, altında tandır denilen mangal yanan alçak masanın çevresi olsun sohbet halkaları oluşturmaya yeter. Sohbet için belirlenmiş özel mekan yoktur, ancak sohbet bağımlıları için en gözde yerler hiç kuşkusuz kahvehanelerdi.

İlk günlerinden başlayarak kahvehaneler hep “sohbet”le özdeşleşegelmiştir. Enformasyon merkezleri olarak kahvehaneler, doğallıkla sohbetin geliştiği yerlerdi. Osmanlı’nın kültürel aktarım sürecinin bel kemiğini oluşturan “sohbet”, bir eğitim ve toplumsal iletişimin kurucu öğesi olarak Osmanlı’nın gündelik yaşam pratiğiyle iç içe geçer (Işın, 2001). Belli bir konuya bağlı kalmadan, herkesin konuşma ve dinleme hakkının olması, konu hakkında anlaşma dayatmasının olmaması, tersine herkesin bir değerlendirme yada yorumunun olması, fikir ayrılıklarına karşın katılımcıların ilişkilerinin devamı gibi özellikler sohbetin, eşdeyişiyle “karşılıklı iletişim”in temel koşulları arasındadır. Kahvehanede istediğiniz insanlarla konuşabilir, konuşanları tanısanız da tanımasanız da, çağrılsanız da çağrılmasanız da herhangi bir sohbete katılabilirsiniz. Kahvehane ve meyhane de, karşılıklı gevezelik eden, dinlemeden konuşanların değil, dinleyenlerin yeriydi (Ortaylı, 1986; 14).

Kahvehane müdavimlerinin toplumsal kökenine atıfta bulunmak kahvehane adabıyla uyuşmayan, sohbetin akışını ve havadis dolaşımını da engelleyen kötü bir davranıştır. “Aslında keyif denen şey öteki insanlarla konuşma sorunuydu ve konuşma temel bir kurala tabi idi: Enformasyonun mümkün olduğunca eksiksiz olması için, mevki ayrımları geçici olarak askıya alınıyordu. Bir beyefendi kahvehaneye oturmaya karar vermişse, toplumsal merdivende kendinden aşağı olanların sabırsız ve özgür konuşmalarına ses çıkarmazdı. Bu durum kendi kalıbını üretti” (Sennett, 1996; 111). Ancak Osmanlı’nın önde gelen bürokrat ve yazıcılarından Gelibolulu Mustafa Ali görgü ve toplum kuralları üzerine yazdığı oldukça önemli kitabının “Tiryakilerin Söze Karışıp Bozmalarını Ve Davranışlarını Anlatır” başlıklı bölümde şu uyarıda bulunur: İleri-gelenlerden biri, bir toplantıda söz söylerken, orada bulunanlar da onu can kulağıyla dinlerken, pespayelerden birinin söze karışması, yani konunun dışında bir söz söylemesi, meclisten kovulmasına yol açar. Eğer yine, saçma sapan konuşursa adamakıllı dövülüp terbiyesi verildikten sonra oradan çıkarılması gerekir (G. M. Ali, 1978; 61).

Sennett, insanların bir araya gelip konuşmacıyı dinlerken, onun anlattığı öyküleri yada tasvirleri “bir yere” koymak (abç) için yalnızca gözlerini ve kulaklarını kullanmak zorunda olduğuna değinir (Sennett, 1996;112). Bir yere koymak... Türkçede konuşmak fiili ko(y-/n)mak, yerleş(tir)mek” kökünden türemiştir ve “konuşmak”, “birlikte oturmak, birlikte bir yerde kalmak” anlamını taşır. “Söz söylemek” anlamındaki bu fiil, yalnızca Türkiye türkçesinde “söz”den türememiştir (Strauss, 2000; 311). Türkçede konuşmak, söz söylemekten çok yer tutmak anlama gelir.

Türkçede “konmak” fiilinin hem kuşlar hem de yerleşmeler için kullanıldığını; “konak” (yönetim sarayı veya villası) sözcüğünün konaklama yeri, mola yeri anlamına geldiği ve kökünü göçebe toplumdan aldığına değinmeden geçmeyelim. “Konmak”, “konuşmak”, “konaklamak” belki de evlerde, kentlerde, kahvehanelerde, dünyada geçici olarak yaşandığını anımsatmak ister: “Burada, üç büyük Sami dini tarafından öğütlenmiş, ne var ki kent halkları tarafından hiçbir zaman uygulanmamış, dünyevi yaşamdaki geçicilik fikrine kötümser yaklaşıma, acaba ortak yaşam ve geçicilikten zevk alma doğrultusunda toplumsal kültürde daha kökleşmiş laik bir mesaj mı ekliyor?” (Cerasi, 2001; 179)


Alıntılanan Yayınlar

And, Metin (1994) 16. Yüzyılda İstanbul: Kent, Saray, Günlük Yaşam, Akbank y., İst.
Bekoff, Marc (2002) Düşünen Hayvanlar, çev. Serpil Çağlayan, Kitap Yayınevi, İst.
Burke, Peter (1996) Yeniçağ Başında Avrupa Halk Kültürü, çev. Göktuğ Aksan, İmge k., Ank.
Cerasi, Maurice M. (2001) Osmanlı Kenti, çev. Aslı Ataöv, YKY, 2. bs., İst.
De Koninck, Thomas (2003) Yeni Cehalet ve Kültür Problemi, çev. İnci Malak Uysal, Epos y., Ank.
Deleuze, Gilles-Parnet, Claire (1990) Diyaloglar, çev. Ali Akay, Bağlam y., İst.
Gelibolulu Mustafa Ali (1978) Ziyafet Sofraları c. 1-2, hzl. Orhan Şaik Gökyay, Tercüman 1001 Temel Eser, İst.
Giddens, Anthony (2001) Modernliği Anlamlandırmak, çev. Serhat Uyurkulak-Murat Sağlam, Alfa y., İst.
Işın, Ekrem (2001) İstanbul’da Gündelik Hayat, YKY, 2. bs, İst.
Jusdanis, Gregory (1998) Gecikmiş Modernlik, çev. Tuncay Birkan, Metis y.,İst.
Le Goff, Jacques (1999) Ortaçağ Batı Uygarlığı, çev. Hanife Güven-Uğur Güven, Dokuz Eylül Ü., İzmir
Ortaylı, İlber (1986) İstanbul’dan Sayfalar, Hil y., İst.
Özer, Pelin (2005) Latife Tekin Kitabı, Everest y., İst.
Sennett, Richard (1996) Kamusal İnsanın Çöküşü, çev. Serpil Durak- Abdullah Yılmaz, Ayrıntı y., İst.
Sennett, Richard (2002) Ten ve Taş, Batı Uygarlığında Beden ve Şehir, çev. Tuncay Birkan, Metis y., İst.
Strauss, Johann (2000) “Konuşma”, Osmanlı İmparatorluğu’nda Yaşamak içinde, drl. François Georgeon- Paul Dumont, çev. Maide Selen, İletişim, İst.
Yazar adı yok (1964) Kanuni Devrinde İstanbul. çev. Fuad Carım, İst.
Zeldin, Theodore (2003) İnsanlığın Mahrem Tarihi, çev. Elif Özsayar, Ayrıntı y., 3. bs., İst.

Hiç yorum yok: