2 Kasım 2007 Cuma

GÖZLEM RAPORU [Dikili Ekin, Sayı 14, Ocak-Şubat 2002]

GÖZLEM RAPORU [Dikili Ekin, Sayı 14, Ocak-Şubat 2002]

Hastamızı sabahın erken saatlerinde kahvaltının hazırlanmakta olduğu zemin kattaki yemekhanenin girişinde bir sandalyenin üzerinde oturur buldum. Bir kabuklu hayvanın korunaklılığına öykünür gibi görünen oturmuş durumdaki ağır siluetinin eksiksizliği ve kendi kendine yeterliliği ve yer kapladığı sandalye uzamında kusursuz bir başyapıt oluşturduğu korunmuşluk havası karşısında benim tek yapabileceğim mucizevi bir şekilde onun hareket etmesini beklemekti. Dinginliğe gömülmüş gözlerini ileriye dikmiş, nereye gittiğine aldırmadan ağaçların arasında dolanan köpeği izlemekten tuhaf bir keyif alıyordu. Hastamızı gözetlerken, bir hareketin içgüdüsel yapılması ile hareketli bir şeyin taklit edilmesi arasında bir bağ olup olamayacağını düşündüm. Bu konuda her şey söylenebilirdi. Kesin olan bir şey varsa o da şuydu: Hareket bir yaşam belirtisidir. Herhangi bir hareket yapmak hoştur, bunu yapan bir köpek bile olsa, adı sonsuza dek köpek olsa, hep köpek olarak kalsa da. Şapırtılar çıkarta çıkarta yalanan, dikilmiş kulakları, çakmak çakmak gözleriyle toprağı eşeleyen bir köpeğe gözlerini dikip onu dakikalarca, ölümcül bir hareketsizliğe gömülerek izlemesi hareket eden nesnede kendine benzerlik arayışı olabilir miydi? Bu soruya olumlu bir yanıt veremiyorum, çünkü hastamızın durağan nesnelere, örneğin bir patatese, bir yazı kağıdına da saatlerce bakakaldığını söylediler bana. Kaldı ki, bir süre sonra köpek gözden yitince oturuşunu hiç değiştirmeden bir ağaca uzun süre baktığını gözlemleme olanağım oldu.

Önümde duran hakiki bir et yığını; bu oturuşuyla bir dosyadan ibaretti. Bir an onunla konuşmak, ona seslenmek istedim. “Benim gibi yaşayacaksın ve anlayacaksın ilginç şeyler olmaz. Hiç olmaz. Sıkılıyorsun. Oturmanın boş ufkundan bir şeyler çıkmasını istiyorsun. Senden önce senin gibilerini tanıdım. Gençtiler...” Sözlerimi, zihnimi daha fazla ötelere götüremedim. Aramızda ortak bir yan yoktu çünkü. Topyekün bir eylemsizliğin doğurduğu ıstıraba son verebilmekti benim karşı karşıya kaldığım durum. Eylemin aşırı derecede azalması sinir sistemi için zararlı bir şeydir, bu durumda beyin kendini korumak için elinden gelen çareye başvurur. (... okunamadı) Tekdüzeliği bozmak için ulaşılabilecek en yakın nesne, kişinin kendi vücududur. Başka hiç bir şey olmasa bile bu vardır elde. İnsan tırnaklarını kemirebilir, burnunu karıştırabilir, kafasını kaşıyabilir ve nihayet cinsel bir tepki elde etmek için kendi kendini uyarabilir, mastürbasyon yapar. Sıklıkla karşılaştığımız bu duruma hastamızda abartılı denecek denli sıklıkta karşılaşmadık. Hastamızın kendi vücuduna yönelik cinsel uyarılmalara ne denli başvurduğunu şimdilik gözlemleyemedik. Belki yalnız başına kaldığında bu yola başvuruyor olabilir yada bu uyarılmaları gizli gizli yapmaya özen gösteriyor.

Gelişigüzel seçtiğini sandığım kimi nesnelerle henüz çözemediğimiz oyunlara daldığını sık sık gözlemleme olanağım oldu. Bu gözlemlerden kesin bir sonuca henüz varamadığımı itiraf etmeliyim. Bu arada şunu anımsatmakta yarar görüyorum: Bilindiği gibi çocuklar benmerkezcidirler, antropomorfik eğilimlere kolayca boyun eğerler; nesnelerin ruhunu anlamanın yollarını ararlar, çünkü kendi kişiliklerinden korkarlar. Hastamız çocuk-oluşa yönelim duyuyor olabilir. Kişiliğinden korku duyuyor olabilir. Şimdilik kesin bir yargıya varmak zor görünüyor. (Bilimin de açıklamakta yetersiz kaldığı olgular olsa gerek, ama bu olgular da er geç, bir gün mutlaka açıklığa kavuşacaktır.)

İlk gözlemimde kaleme aldığım geçici ön-raporda hastamıza ilişkin bildirdiğim kimi garip davranışların ufak tefek ayrılıklar göstermekle birlikte, aşağıda anacağım hayvanlarda gözlediğimiz davranış kalıplarıyla şaşırtıcı derecede yakınlık göstermektedir.

Bilindiği üzre, eğer çevreden gelen uyarı çok zayıfsa, davranışsal verimi artırmak için gereksiz sorunlar yaratıp bunları çözmekle uğraşabilirsiniz. Uyarılma çabasındakiler çok kolay yapılabilecek yada hiç yapılmasa da olacak işleri, akıl almaz karmaşık biçimlerde çözmekle kendi kendilerine iş yaratmak yoluna giderler. Gözlem nesnemiz bay X yada kayıtlarımızdaki adıyla bay F027’de benzer bir durumla karşılaştığımızı gözlemleme olanağımız oldu.

Hastamızda gözlemlediğim hayvansı davranışları ön-raporda betimlediğim için burada bir kez daha anma gereği duymuyorum. Hastamızda görülen söz konusu davranışlar ile aşağıda sunduğum çeşitli hayvan davranışları arasında şaşırtıcı derecede benzerlikler bulunmasını dikkatlerinize sunuyorum:

i. Köpek ve kurt, racoon, coati ve maymun gibi türler tek bir yaşam-sürdürme-aracı geliştirmiş uzmanlar değildirler. “Her işi yaparım” diyen, durmaksızın çevrenin ufak tefek olanaklarından yararlanma yolları arayan hayvanlardır bunlar. Her şeye ama her şeye, bundan yaşama yumağına bir sap iplik daha çıkar mı gözüyle bakarlar. Uzun süre rahat durmaları mümkün değildir: rahat durmamaları için evrim elinden geleni yapmıştır. Sinir sistemleri, hareketsizlikten nefret eden, “olduğu yerde duramayan” varlıklar haline gelmeleri için evrilmiştir.

ii. Hayvanat bahçesindeki kafesinde oturan vahşi bir kedinin ölü bir kuş ya da fareyi havaya atıp sonra da zıplayarak yakalaması gibi. Havaya atmak avına hareket, dolayısıyla “canlılık” kazandırmakta, böylece üzerine atlayıp onu “öldürme” imkanı yaratılmış olmaktadır.

iii. Kafesteki racoon’un da kendi çapında oldukça ilginç davranışları vardır. Yakınlardaki derede aramaya değer bir yiyecek olmasa da, hatta yakınlarda bir dere de bulunmasa, hayvan yiyecek arayacaktır. Yemeğini su kabına götürür, içine atar sonra arar. Bulduğunda, yemeden önce bir süre su içinde oynar “avıyla”. Bazen bu yüzden yiyeceğinden de olur; oynadığı yemek parçaları suda dağılıp gidiverir. Ama olsun, bunaltıcı yiyecek arama ihtiyacı giderilmiştir.

iiii. Büyük bir kemirici olan agouiti, doğal ortamda bazı sebzeleri ayıkladıktan sonra yer. Bunları ön ayakları arasında tutup dişleriyle soyar, bizim portakalı soyduğumuz gibi. Ve ancak tamamen soyduktan sonra yemeğe başlar. Tutsakken, bu “soymak” ihtiyacının bir şekilde giderilmesi gerekmektedir. Tamamen soyulmuş bir elma ya da patetes verseniz bile, agouti büyük bir çabayla onu soyacak ve yedikten sonra “kabuğunu” da yiyecektir. Bir ekmek dilimini “soymaya” kalkıştığı bile olur.

Öneriler:
1
Tıp tarihinde, kendisini sahanda yumurta sanan bir adamın öyküsü vardır. Bu hastaya yumurta düşüncesinin ne zaman musallat olduğunu -kendisi dahil- kimse tam olarak bilmiyordu ama adam “kendini döker” ve “sarısını ortalığa akıtır” korkusuyla herhangi bir yere oturmayı reddediyordu. Doktorlar adamın korkularını teskin etmek için sakinleştiriciler ve çeşitli ilaçlar vermişler, ama hiçbiri işe yaramıyordu. Sonunda bu hastasından illallah diyen bir tanesi kafayı tırlatmış hastasının düşünce tarzını kavramaya çalışıp, bundan sonra yanında hep bir dilim kızarmış ekmek taşıması gerektiğini, bu kızarmış ekmeği istediği koltuğun üzerine koyabileceğini ve böylece dökülmekten kurtulabileceğini söylemişti. O günden sonra adam kızarmış ekmeği yanından eksik etmemiş ve öyle ya da böyle daha normal bir varoluş sürdürmeyi, korkmadan bir koltuğa yada bir sandalyeye oturabilmeyi başarmıştı.
Bu örneğimizden yola çıkarak, henüz literatürümüzde bulunmayan, şimdilik “sürekli oturmak” diye adlandırabileceğimiz aşırı bir oturma davranışında bulunan hastamıza, yukardaki örneğin tersine, “yumurta” duygusunu yada bir benzerini aşılarsak oturmayı reddetmesini sağlayabiliriz.

2
Bilindiği gibi gerek sanatta gerekse bilimde sandalye bizim gördüğümüz sandalye olmayı çoktan bıraktı; o artık görünmeyen güçlerin, atomların, parçacıkların bir yapıtı. Yeni fizik özdeksel nesnelerin sağlamlığını baltaladı. İmdi, hastamızı sanatta ve bilimdeki son gelişmeler yönünde eğitimden geçirmemiz çok uzun bir zaman alacağı ve bunun da katılaşmış aklını çözeceğinin bir garantisi olamayacağı için, sözünü ettiğim bilgilerle yüklü bir tutam nöronu küçük bir operasyonla hastamızın kafasına yerleştirirsek sandalyeye bakışı değişeceğinden ötürü hastalığından kurtulabilir. Böylesi bir operasyona kimileri “insani haklar” gerekçesiyle karşı çıkabilir; ancak unutmamalı ki her şeyden önce bir insanla değil hastayla karşı karşıyayız ve hasta bir kişininse haktan çok korunmaya ve yardıma gereksinimi vardır.

Hiç yorum yok: